Cennet
78 Followers
Recent papers in Cennet
el-Fevzü’l-azîm adlı risale Abdülmecîd Amasî tarafından hicri 957 yılında kaleme alınmıştır. Konulu tefsir sayılabilecek şekilde “büyük kurtuluşa erenlerin ve cennete gireceklerin özellikleri”ni anlatan, yani içinde “el-fevzü’l-azîm”... more
el-Fevzü’l-azîm adlı risale Abdülmecîd Amasî tarafından hicri 957 yılında kaleme alınmıştır. Konulu tefsir sayılabilecek şekilde “büyük kurtuluşa erenlerin ve cennete gireceklerin özellikleri”ni anlatan, yani içinde “el-fevzü’l-azîm” ifadesi geçen ayetleri bir arada toplamış ve bunları bir bütünlük içerisinde tefsir etmiştir. Tefsirinde öncelikle seçtiği ayetleri kelime yapısı ve dilbilgisi kuralları çerçevesinde incelemekte, ardından onu açıklama amaçlı başka ayetlere ve hadislere yer vermektedir. Açıklamalarında farklı kıraatleri de inceleyen Amasî, anlama katkıları üzerinden muhtemel yorumları da zikretmektedir. Ayrıca bir ayetin siyak-sibak ilişkisine de dikkat eden müellif, ayetleri bir bütünlük içesinde izah etmektedir. Amasî’nin ayetleri açıklarken tarihi olaylardan da yararlandığı görülmektedir. Kaynakları arasında Zemahşerî, Beyzâvî, Nizâmüddîn Neysâbûrî, Râzî öncelikli ve ağırlıklı bir şekilde yer almaktadır. Müellifin tarikata intisabı bulunmasına bağlı olarak tefsir ettiği ayetlerle ilgili yeri geldikçe işâri yorumlara da yer verdiği görülmektedir. Ayrıca kelami konularda Ehl-i sünnetin görüşlerini tercih etmekte, bazen farklı görüşleri de zikredip tenkit etmesinin ardından da kendi görüşünü vermektedir. Bu çalışmada Abdülmecid Amasî ve eserleri kısaca tanıtıldıktan sonra risalenin ilmi neşri yapılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Tefsir, Fevzül-Azîm, Abdülmecîd b. Nasûh, Cennet, Amasî.
This treatise was taken by Abdulmecid Amasî in the year 957. The verses describing the characteristics of those who are in great emancipation and those who will enter the heaven, which can be counted as "commentary on the subject", have gathered together the verses of the expression "fevzül-persis" and explained them in a unity. In his exegesis, he first examines the verses within the framework of the word structure and grammar rules then presents other verses and hadiths related to this verse. Amasi, who also examined different kıraats in his explanations, also mentions possible interpretations through his contribution to understanding. In addition, the Writer, who pays attention to the relationship of siyak-sibak in one verse, explains the verses in the context of unity. It is seen that Amasî benefited from historical events when explaining the verses. Its sources include Zemahsheri, Beyzavi, Nizamüddin Neysaburi, Razi in a priority and predominant manner. It appears that the writer has also included işâri interpretations because of his involvement in the order. In addition, while choosing the opinions of Ahl-i Sunnah in kalami conclusions, he sometimes criticizes other opinions and then gives his opinion. Thic article aims to give a general information on Abdulmajid Amasi and his works with the edition critique of Risala al-Fawz al-Azim.
Keywords: Tafsir, Fevzul-Azîm, Abdülmecîd b. Nasûh, Heaven, Amasî.
Anahtar Kelimeler: Tefsir, Fevzül-Azîm, Abdülmecîd b. Nasûh, Cennet, Amasî.
This treatise was taken by Abdulmecid Amasî in the year 957. The verses describing the characteristics of those who are in great emancipation and those who will enter the heaven, which can be counted as "commentary on the subject", have gathered together the verses of the expression "fevzül-persis" and explained them in a unity. In his exegesis, he first examines the verses within the framework of the word structure and grammar rules then presents other verses and hadiths related to this verse. Amasi, who also examined different kıraats in his explanations, also mentions possible interpretations through his contribution to understanding. In addition, the Writer, who pays attention to the relationship of siyak-sibak in one verse, explains the verses in the context of unity. It is seen that Amasî benefited from historical events when explaining the verses. Its sources include Zemahsheri, Beyzavi, Nizamüddin Neysaburi, Razi in a priority and predominant manner. It appears that the writer has also included işâri interpretations because of his involvement in the order. In addition, while choosing the opinions of Ahl-i Sunnah in kalami conclusions, he sometimes criticizes other opinions and then gives his opinion. Thic article aims to give a general information on Abdulmajid Amasi and his works with the edition critique of Risala al-Fawz al-Azim.
Keywords: Tafsir, Fevzul-Azîm, Abdülmecîd b. Nasûh, Heaven, Amasî.
Fıtratında sonsuzluk düşüncesi olan insanoğlunu ebedilik arzusu epeyce meşgul etmiş ve bu alanda araştırma yapmaya sevk etmiştir. Nitekim cennet ile cehennemin kıyamet sonrası var olacağı hususunda problem yokken; şu anda mevcut olup... more
Fıtratında sonsuzluk düşüncesi olan insanoğlunu ebedilik arzusu epeyce meşgul etmiş ve bu alanda araştırma yapmaya sevk etmiştir. Nitekim cennet ile cehennemin kıyamet sonrası var olacağı hususunda problem yokken; şu anda mevcut olup olmadığı, Hz. Âdem'in konulduğu cennetinin ebediyet cenneti mi yoksa yeryüzünde bir bahçe mi olduğu hususlarına cevaplar aranmıştır. Bununla birlikte cennet ile cehennemin ebedi mi yoksa fani mi olduğu konusu sürekli tartışılmış ve ortaya farklı yorumlar çıkmıştır. Biz de tezimizde bu soruların doğru cevaplarını bulmaya gayret ettik. Çalışmamız giriş ve iki bölümden oluşmaktadır. Giriş kısmında ebedilik anlamı taşıyan, ebediliği çağrıştıran ve birlikte kullanıldıklarında da sonsuzluk vurgusu yapan kelimelerin dilbilimsel incelemesini yaptık. Birinci bölümde, Hz. Âdem'in yaratılıp konulduğu, sonra da çıkarıldığı cennetin ebediyet cenneti olup olmadığı hususunu ve cennet ile cehennemin şu anda yaratılmış olup olmadığı konusunu inceledik. Asıl konumuz olan cennet ile cehennemin ebediliğine ayırdığımız ikinci bölümde ise cennet ile cehennemin sonsuzluğu hakkındaki görüşlere yer verip, delilleri sıraladık ve son olarak da konu ile ilgili delilleri değerlendirmeye gayret ettik. Neticede Hz. Âdem'in konulduğu cennet ebediyet cennetidir. Cennet de cehennem de yaratılmıştır ve içindekilerle birlikte ebedidir, sonsuza dek var olacaklardır.
Anahtar Kelimeler: Hz. Adem, Cennet, Cehennem, Ebediyet, Fanilik.
The eternal desire has made quite busy the human being that has eternity idea in his nature and has led to research in this area. Indeed, There is no problem on the issue that the hell and the heaven will be after the Doomsday. But the replies have been searched whether if the heaven that Prophet Adam was placed has been an eternity heaven or a garden on earth. However, it has been constantly argued whether if the heaven and the hell are forever or mortal thus different comments have came out. In our thesis, we have endeavored to find the correct answers of the questions.Our work consists of introduction and two sections. In the introduction, The linguistic analysis was done of the words which mean and remind the eternity and make the stress of eternity when used together. In the first section, it was diagnosed the heaven whether if the heaven was eternity heaven or not that Prophet Adam was created, placed and then was taken out. We also have examined the heaven and the hell have been created now or not. In the second section, which is separated for our actual topic, we have given place the opinions about the eternity of the hell and the heaven, have sorted the evidences and finally we have endeavored to evaluate the evidences.Eventually, the Heaven where Prophet Adam was placed is an eternity heaven. Both the Heaven and The Hell have been created and both of them are forever with theirs in them. They will be forever.
Key Words: Prophet Adam, Heaven, Hell, Eternity,Transiency.
Anahtar Kelimeler: Hz. Adem, Cennet, Cehennem, Ebediyet, Fanilik.
The eternal desire has made quite busy the human being that has eternity idea in his nature and has led to research in this area. Indeed, There is no problem on the issue that the hell and the heaven will be after the Doomsday. But the replies have been searched whether if the heaven that Prophet Adam was placed has been an eternity heaven or a garden on earth. However, it has been constantly argued whether if the heaven and the hell are forever or mortal thus different comments have came out. In our thesis, we have endeavored to find the correct answers of the questions.Our work consists of introduction and two sections. In the introduction, The linguistic analysis was done of the words which mean and remind the eternity and make the stress of eternity when used together. In the first section, it was diagnosed the heaven whether if the heaven was eternity heaven or not that Prophet Adam was created, placed and then was taken out. We also have examined the heaven and the hell have been created now or not. In the second section, which is separated for our actual topic, we have given place the opinions about the eternity of the hell and the heaven, have sorted the evidences and finally we have endeavored to evaluate the evidences.Eventually, the Heaven where Prophet Adam was placed is an eternity heaven. Both the Heaven and The Hell have been created and both of them are forever with theirs in them. They will be forever.
Key Words: Prophet Adam, Heaven, Hell, Eternity,Transiency.
- by İbrahim Toprak
- •
- Hell, Eternity, Heaven, Cennet
Adnan Oktar (Harun Yahya) Giriş Sonsuzluk kelimesi sizin için ne ifade eder? manzara, akan su Sonsuz zaman deyince genellikle insanların aklına yüz bin yıl, bir milyon yıl ya da bir milyar yıl gibi rakamlar gelir. Bu sürelerin çok... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Giriş
Sonsuzluk kelimesi sizin için ne ifade eder?
manzara, akan su
Sonsuz zaman deyince genellikle insanların aklına yüz bin yıl, bir milyon yıl ya da bir milyar yıl gibi rakamlar gelir. Bu sürelerin çok uzun olduğu, asla tükenmeyeceği düşünülür. Sonsuz uzaklık deyince de yine genellikle akıllara yüz bin ışık yılı, bir milyon ışık yılı ya da bir milyar ışık yılı gibi uzaklıklar gelir.
Oysa bunlar son derece sınırlı düşünceler ve kavramlardır. Şöyle bir örnekle sonsuzluğun ne derece olağanüstü bir büyüklük olduğunu vurgulayabiliriz: Yüz katrilyon insan olsa, tüm hayatları boyunca gece gündüz hiç durmadan sayı saysalar, üstelik yüz katrilyon yıl ömürleri olsa ve ömürleri boyunca başka hiçbir iş yapmadan bu işle uğraşsalar, yine de sonsuzluğa ulaşamazlar. Çünkü sonsuzluk, hiç bitmeyecek, başı ve sonu olmayan bir büyüklüğü ifade eder.
Allah öyle büyük bir ilme sahiptir ki insana göre "sonsuz" olan ve bu yüzden asla hesaplamaya güç yetiremeyeceği bu kavram, Allah'ın Katında sona ermiştir. Bizim için sonsuzluk asla ulaşılamayacak bir kavram gibi görünür ama aslında Allah Katında sonsuzluk tek bir andır…
Elinizdeki kitapta sonsuzluk, zamansızlık, mekansızlık konularında hiçbir yerde bulamayacağınız açıklamaları görecek ve sonsuzluğun aslında başlamış olduğuna dair son derece önemli gerçeklerle karşılaşacaksınız. Böylece Allah'ın yüceliğini, büyüklüğünü ve yaratma sanatını bir kez daha takdir etme fırsatı bulacaksınız. İnsanların her zaman merak ettikleri; Allah'ın nerede olduğu, ölümün mahiyeti, öldükten sonra yeniden dirilme, insan için sonsuz bir yaşamın varlığı, tüm bunların ne zaman olacağı gibi pek çok sorunun da yanıtını bulacaksınız.
Ama tüm bunlara geçmeden önce, anlatılacak konuların rahatlıkla kavranabilmesi açısından, yaşadığımız dünyadaki "maddenin gerçek niteliği" ve "zamansızlık" konuları detaylı olarak incelenecektir.
Giriş
Sonsuzluk kelimesi sizin için ne ifade eder?
manzara, akan su
Sonsuz zaman deyince genellikle insanların aklına yüz bin yıl, bir milyon yıl ya da bir milyar yıl gibi rakamlar gelir. Bu sürelerin çok uzun olduğu, asla tükenmeyeceği düşünülür. Sonsuz uzaklık deyince de yine genellikle akıllara yüz bin ışık yılı, bir milyon ışık yılı ya da bir milyar ışık yılı gibi uzaklıklar gelir.
Oysa bunlar son derece sınırlı düşünceler ve kavramlardır. Şöyle bir örnekle sonsuzluğun ne derece olağanüstü bir büyüklük olduğunu vurgulayabiliriz: Yüz katrilyon insan olsa, tüm hayatları boyunca gece gündüz hiç durmadan sayı saysalar, üstelik yüz katrilyon yıl ömürleri olsa ve ömürleri boyunca başka hiçbir iş yapmadan bu işle uğraşsalar, yine de sonsuzluğa ulaşamazlar. Çünkü sonsuzluk, hiç bitmeyecek, başı ve sonu olmayan bir büyüklüğü ifade eder.
Allah öyle büyük bir ilme sahiptir ki insana göre "sonsuz" olan ve bu yüzden asla hesaplamaya güç yetiremeyeceği bu kavram, Allah'ın Katında sona ermiştir. Bizim için sonsuzluk asla ulaşılamayacak bir kavram gibi görünür ama aslında Allah Katında sonsuzluk tek bir andır…
Elinizdeki kitapta sonsuzluk, zamansızlık, mekansızlık konularında hiçbir yerde bulamayacağınız açıklamaları görecek ve sonsuzluğun aslında başlamış olduğuna dair son derece önemli gerçeklerle karşılaşacaksınız. Böylece Allah'ın yüceliğini, büyüklüğünü ve yaratma sanatını bir kez daha takdir etme fırsatı bulacaksınız. İnsanların her zaman merak ettikleri; Allah'ın nerede olduğu, ölümün mahiyeti, öldükten sonra yeniden dirilme, insan için sonsuz bir yaşamın varlığı, tüm bunların ne zaman olacağı gibi pek çok sorunun da yanıtını bulacaksınız.
Ama tüm bunlara geçmeden önce, anlatılacak konuların rahatlıkla kavranabilmesi açısından, yaşadığımız dünyadaki "maddenin gerçek niteliği" ve "zamansızlık" konuları detaylı olarak incelenecektir.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Hz. Mehdi (as) ile Müjdelenin O Kureyş‘ten ve Ehl-I Beyt‘imden bir kişidir.” (Kitab-ul Burhan Fi Alamet-il Ahir zaman, s.13) “Hz. Mehdi (as) ile müjdelenin. O Kureyş‘ten ve Ehl-i Beyt‘imden bir kişidir.“... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Hz. Mehdi (as) ile Müjdelenin
O Kureyş‘ten ve Ehl-I Beyt‘imden bir kişidir.” (Kitab-ul Burhan Fi Alamet-il Ahir zaman, s.13)
“Hz. Mehdi (as) ile müjdelenin. O Kureyş‘ten ve Ehl-i Beyt‘imden bir kişidir.“ (Kitab-ul Burhan Fi Alamet-il Ahir zaman, s.13)
Asr-ı Saadet döneminden bu yana, ‘Mehdi konusu‘ İslam aleminde her zaman büyük önem taşıyan hayati bir konu olmuştur. İman edenler, Müslümanların yaşadıkları sıkıntılara, yeryüzünde hüküm süren inkara dayalı düşünce sistemlerinin, haksız ve adaletsiz uygulamaların, dünyada süregelen savaş ve çatışmaların hep Hz. Mehdi (as)‘ın vesilesiyle son bulacağını umarak, bu mübarek şahsın kendi yaşadıkları yüzyıllarda gelmesini beklemiş, bunun için Allah’a samimiyetle dua etmişlerdir.
Peygamberimiz (sas)‘in hadislerinde, Ashab-ı Kiram döneminden itibaren Müslümanların hasretle Hz. İsa (as) ve Hz. Mehdi (as)’ın gelişini beklediklerinden ve Allah’tan, ‘bu tarihi dönemde yaşayanlardan olmayı dilediklerinden‘ bahsedilir. Hatta Hz. İsa (as) ve Hz. Mehdi (as) dönemine yetişebilmek için yaşlıların ‘Allah’tan genç olmayı istedikleri‘ haber verilir. Hadislerde ayrıca Peygamberimiz (sas), o dönemde yaşayacak olan müminlere, ‘karda sürünerek de olsa Hz. Mehdi (as)’ı bulup ona uymaları‘nı bildirerek, bu kıymetli asra yetişenlere, Allah’ın bu lütfuna layık olmaya çalışmalarını öğütlemiştir:
İbni Ebi Şeybe ve Nuaym b. Hammad Fiten isimli eserde, İbni Mace ve Ebu Naim ise İbni Mes‘ud‘dan tahric ettiler. O dedi ki:
“... O (Hz. Mehdi (as)) arza sahib olur ve kendisinden önce baskı ve zulümle dolu olan arzı adaletle doldurur. SİZDEN O’NA KİM YETİŞİRSE, KAR ÜZERİNDE SÜRÜNEREK OLASA GELSİN, O’NA KATILSIN. Zira O Hz. Mehdi (as)’dır.“ (Ahir Zaman Mehdisi‘nin Alametleri, Celalettin Suyuti, s. 14)
“Onun (Hz. Mehdi (as)’ın) zamanında, BÜYÜKLER “KEŞKE BEN KÜÇÜK OLSAYDIM”, KÜÇÜKLER DE “KEŞKE BEN BÜYÜK OLSAYDIM” DİYECEKLERDİR.“ (El-Kavlu’l Muhtasar Fi Alamet-il Mehdiyy-il Muntazar, s. 48) (Kitab-ul Burhan Fi Alamet-il Mehdiyy-il Ahir Zaman, s. 17)
“... HATTA YAŞAYANLAR (KENDİLERİNDE BULUNAN NİMETLERİ GÖRMELERİ İÇİN) ÖLÜLERİNDE HAYATTA OLMALARINI TEMENNİ EDECEKLERDİR.“ (İmam Şa‘rani, Ölüm-Kıyamet-Ahiret ve Ahir zaman Alametleri, s. 437)
Nuaym b. Hammad, İbni Abbas‘dan tahric etti ki: “Hz. Mehdi (as) bizim Ehli Beyt‘ten bir gençtir. İHTİYARLARIMIZ ONA YETİŞEMEYECEK, GENÇLERİMİZ İSE ONU ÜMİD EDECEKLERDİR.“ (Ahir Zaman Mehdisi‘nin Alametleri, Celalettin Suyuti, s. 23)
Nuaym, Tavus’dan rivayet etti: “BEN HZ. MEHDİ (as)’A YETİŞENE KADAR ÖLMİYEYİM İSTEDİM. Zira onun döneminde iyi insanların iyiliği artar, kötülere karşı bile iyilik yapılır.” (Kitab-ul Burhan Fi Alamet-il Mehdiyy-il Ahir Zaman, s. 17)
“(Hz. Mehdi (as)’ın) Zamanı o kadar adil olacak ki, KABİRDEKİ ÖLÜLER DİRİLERE İMRENECEKTİR...“ (El-Kavlu’l Muhtasar Fi Alamet-il Mehdiyy-il Muntazar, s. 22)
Hz. Mehdi (as) ile Müjdelenin
O Kureyş‘ten ve Ehl-I Beyt‘imden bir kişidir.” (Kitab-ul Burhan Fi Alamet-il Ahir zaman, s.13)
“Hz. Mehdi (as) ile müjdelenin. O Kureyş‘ten ve Ehl-i Beyt‘imden bir kişidir.“ (Kitab-ul Burhan Fi Alamet-il Ahir zaman, s.13)
Asr-ı Saadet döneminden bu yana, ‘Mehdi konusu‘ İslam aleminde her zaman büyük önem taşıyan hayati bir konu olmuştur. İman edenler, Müslümanların yaşadıkları sıkıntılara, yeryüzünde hüküm süren inkara dayalı düşünce sistemlerinin, haksız ve adaletsiz uygulamaların, dünyada süregelen savaş ve çatışmaların hep Hz. Mehdi (as)‘ın vesilesiyle son bulacağını umarak, bu mübarek şahsın kendi yaşadıkları yüzyıllarda gelmesini beklemiş, bunun için Allah’a samimiyetle dua etmişlerdir.
Peygamberimiz (sas)‘in hadislerinde, Ashab-ı Kiram döneminden itibaren Müslümanların hasretle Hz. İsa (as) ve Hz. Mehdi (as)’ın gelişini beklediklerinden ve Allah’tan, ‘bu tarihi dönemde yaşayanlardan olmayı dilediklerinden‘ bahsedilir. Hatta Hz. İsa (as) ve Hz. Mehdi (as) dönemine yetişebilmek için yaşlıların ‘Allah’tan genç olmayı istedikleri‘ haber verilir. Hadislerde ayrıca Peygamberimiz (sas), o dönemde yaşayacak olan müminlere, ‘karda sürünerek de olsa Hz. Mehdi (as)’ı bulup ona uymaları‘nı bildirerek, bu kıymetli asra yetişenlere, Allah’ın bu lütfuna layık olmaya çalışmalarını öğütlemiştir:
İbni Ebi Şeybe ve Nuaym b. Hammad Fiten isimli eserde, İbni Mace ve Ebu Naim ise İbni Mes‘ud‘dan tahric ettiler. O dedi ki:
“... O (Hz. Mehdi (as)) arza sahib olur ve kendisinden önce baskı ve zulümle dolu olan arzı adaletle doldurur. SİZDEN O’NA KİM YETİŞİRSE, KAR ÜZERİNDE SÜRÜNEREK OLASA GELSİN, O’NA KATILSIN. Zira O Hz. Mehdi (as)’dır.“ (Ahir Zaman Mehdisi‘nin Alametleri, Celalettin Suyuti, s. 14)
“Onun (Hz. Mehdi (as)’ın) zamanında, BÜYÜKLER “KEŞKE BEN KÜÇÜK OLSAYDIM”, KÜÇÜKLER DE “KEŞKE BEN BÜYÜK OLSAYDIM” DİYECEKLERDİR.“ (El-Kavlu’l Muhtasar Fi Alamet-il Mehdiyy-il Muntazar, s. 48) (Kitab-ul Burhan Fi Alamet-il Mehdiyy-il Ahir Zaman, s. 17)
“... HATTA YAŞAYANLAR (KENDİLERİNDE BULUNAN NİMETLERİ GÖRMELERİ İÇİN) ÖLÜLERİNDE HAYATTA OLMALARINI TEMENNİ EDECEKLERDİR.“ (İmam Şa‘rani, Ölüm-Kıyamet-Ahiret ve Ahir zaman Alametleri, s. 437)
Nuaym b. Hammad, İbni Abbas‘dan tahric etti ki: “Hz. Mehdi (as) bizim Ehli Beyt‘ten bir gençtir. İHTİYARLARIMIZ ONA YETİŞEMEYECEK, GENÇLERİMİZ İSE ONU ÜMİD EDECEKLERDİR.“ (Ahir Zaman Mehdisi‘nin Alametleri, Celalettin Suyuti, s. 23)
Nuaym, Tavus’dan rivayet etti: “BEN HZ. MEHDİ (as)’A YETİŞENE KADAR ÖLMİYEYİM İSTEDİM. Zira onun döneminde iyi insanların iyiliği artar, kötülere karşı bile iyilik yapılır.” (Kitab-ul Burhan Fi Alamet-il Mehdiyy-il Ahir Zaman, s. 17)
“(Hz. Mehdi (as)’ın) Zamanı o kadar adil olacak ki, KABİRDEKİ ÖLÜLER DİRİLERE İMRENECEKTİR...“ (El-Kavlu’l Muhtasar Fi Alamet-il Mehdiyy-il Muntazar, s. 22)
Adnan Oktar (Harun Yahya) Bir düşünün… Kim bilir kaç yıldan beri konuşabilmek gibi önemli bir yeteneğe sahipsiniz? Kim bilir kaç yıldır hiçbir çaba harcamadan, kolaylıkla istediğiniz her sözü söyleyebiliyor, istediğiniz her konuşmayı... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Bir düşünün… Kim bilir kaç yıldan beri konuşabilmek gibi önemli bir yeteneğe sahipsiniz? Kim bilir kaç yıldır hiçbir çaba harcamadan, kolaylıkla istediğiniz her sözü söyleyebiliyor, istediğiniz her konuşmayı yapabiliyorsunuz? Hiç kuşku yok ki bu sorulara "yıllardır…" diye yanıt verirsiniz. Ancak belki de daha önce çoğu insanın aklına kendi kendine böyle bir soru sormak gelmemiş olabilir. Çünkü konuşmak, insanın doğasında bulunan yeteneklerinden biridir.
Her insan kendisine verilen bu önemli yetenek sayesinde bir ömür süresince istediği kadar konuşabilmekte ve belki de bu duruma alıştığı için, konuşmanın insan hayatı açısından taşıdığı önemi göz ardı edebilmektedir.
Oysa her insanın şu gerçeğin bilincinde olması gerekir; konuşabilmek bir nimettir ve Allah insana bu yeteneği belirli bir amaç için vermiştir: İnsan konuştuğu her sözden ahirette sorumlu tutulacaktır.
Allah, insanı Kendisi'ne kulluk etmesi için yaratmıştır. Ona, Kendisi'nin yüceliğini kavrayıp iman edebilmesi için akıl, yarattığı mükemmellikleri görüp takdir edebilmesi için gözler, ayetlerini işitebilmesi için kulaklar ve Allah'ın şanını yüceltip, dinini anlatabilmesi için dil vermiştir. Kuran'ın "Asla; demekte olduğunu yazacağız ve onun için azapta(n) da süre tanıdıkça tanıyacağız. Onun söylemekte olduğuna Biz mirasçı olacağız; o Bize, 'yapayalnız tek başına' gelecektir." (Meryem Suresi, 79-80) ayetleriyle bildirildiği gibi, insanın ağzından çıkan her kelime Allah Katında yazılmaktadır. Dolayısıyla insanlar inandıkları her fikirden, akıllarından geçirdikleri her düşünceden, gösterdikleri her tavırdan sorumlu oldukları gibi, söyledikleri her sözden de sorumlu tutulacak ve ahirette buna göre bir karşılık göreceklerdir.
Ancak çoğu kimse, dünya hayatında söylediği her sözün, kurduğu her cümlenin hesabını ahirette eksiksiz olarak vereceğini aklına getirmez. Bu nedenle düşünmeden ve kendisine yükleyeceği sorumlulukları hesaplamadan pek çok söz sarf eder. Oysa Allah'ın Kuran'da bildirdiği bu vaadi kesin olarak gerçekleşecektir; insan belki de söylediği sözlerin büyük bir kısmını unutmuş olacak, ama tüm bunlar ahirette eksiksiz olarak karşısına çıkacaktır. Allah Kuran'da, "Oysa gerçekten sizin üzerinizde koruyucular var, 'Şerefli-üstün' yazıcılar. Her yapmakta olduğunuzu bilirler." (İnfitar Suresi, 10-12) ayetleriyle, yazıcı meleklerin insanın ağzından çıkan her sözü de yazmakta olduklarını haber vermektedir. Ayrıca Allah bir başka ayette de herşeye nutku verip konuşturduğu gibi, ahiret gününde insanların derilerini konuşturarak yaptıklarını kendilerine itiraf ettireceğini de belirtmiştir:
Kendi derilerine dediler ki: "Niye aleyhimizde şahitlik ettiniz?" Dediler ki: "Herşeye nutku verip-konuşturan Allah, bizi konuşturdu. Sizi ilk defa O yarattı ve O'na döndürülüyorsunuz." (Fussilet Suresi, 21)
Dolayısıyla insan ahiret gününde, dünya hayatında yapmış olduğu konuşmaları ne kadar saklamak istese ve bunları itiraf etmekten ne kadar kaçınsa da, bu kaçış ona bir fayda sağlamayacaktır. Yapıp-ettiklerini anlatmak istemese de derisi onun adına herşeyi bir bir itiraf edecektir. Bu nedenle insanın dünya hayatındaki hedeflerinden biri de, Allah'ın huzuruna vardığında utanacağı, açıklamasını yapamayacağı, pişmanlığa kapılacağı tek bir söz dahi sarf etmemek olmalıdır.
Bu önemli gerçeğin en açık şekilde şuuruna varan ve bu ahlakı en güzel şekilde yaşayan kimseler ise hiç kuşkusuz ki 'müminler'dir. Müminler, güçlü bir imana sahip olduklarından her zaman her yerde Allah'tan korkup sakınarak konuşurlar. Bundan dolayı, ayette bildirildiği gibi, hesap gününde "kitabı sağ tarafından verilenler" olarak, gönül rahatlığıyla "… Alın, kitabımı okuyun." (Hakka Suresi, 19) diyebileceklerdir. Çünkü müminler dünya hayatında Rabbimiz'e gönülden iman ederek Müslümanca yaşayan ve bunun bir gereği olarak da 'Müslümanca konuşan' kimselerdir.
'Müslümanca konuşmak', insanın, Allah'ın her an kendisiyle beraber olduğunu, ilmiyle herşeyi sarıp kuşattığını, ağzından çıkan her sözü duyduğunu ve ahirette O'nun huzurunda hesap vereceğini bilerek, her an vicdanını kullanarak konuşmasıdır.
Müslümanca konuşabilmek, ancak 'Allah'a ve Kuran'a teslim olmak 'la mümkün olabilir. Kalbinde imanı, samimiyeti ve teslimiyeti yaşadıktan sonra, insana "nutku verip konuşturacak" olan Allah'tır. Allah ona 'Müslümanca konuşma'yı ilham edecek, onu en samimi, en hikmetli, en etkili ve en doğru şekilde konuşturacaktır. Kalbinde samimi iman olmadığı sürece, bir insan sadece sözlerine dikkat ederek bu samimi üslubu kazanamaz. Hayatın her anında Müslümanca konuşabilmek için, samimi imanı ve Allah korkusunu kalpte her an yaşamak gerekir.
Bu kitapta Müslümanca konuşmanın Kuran'da anlatılan önemi üzerinde durarak, tüm insanlar, konuşma yeteneklerini Allah'ın razı olacağı şekilde kullanmaya teşvik edilmektedir. Müslümanların konuşma üslubunun mükemmelliği ile dinden uzak bir ruh halinde yaşayan kimselerin konuşma üslubu arasındaki keskin farklılıklar ortaya konarak, tüm insanlar Kuran ahlakına uygun şekilde konuşmaya çağrılmaktadırlar.
Bir düşünün… Kim bilir kaç yıldan beri konuşabilmek gibi önemli bir yeteneğe sahipsiniz? Kim bilir kaç yıldır hiçbir çaba harcamadan, kolaylıkla istediğiniz her sözü söyleyebiliyor, istediğiniz her konuşmayı yapabiliyorsunuz? Hiç kuşku yok ki bu sorulara "yıllardır…" diye yanıt verirsiniz. Ancak belki de daha önce çoğu insanın aklına kendi kendine böyle bir soru sormak gelmemiş olabilir. Çünkü konuşmak, insanın doğasında bulunan yeteneklerinden biridir.
Her insan kendisine verilen bu önemli yetenek sayesinde bir ömür süresince istediği kadar konuşabilmekte ve belki de bu duruma alıştığı için, konuşmanın insan hayatı açısından taşıdığı önemi göz ardı edebilmektedir.
Oysa her insanın şu gerçeğin bilincinde olması gerekir; konuşabilmek bir nimettir ve Allah insana bu yeteneği belirli bir amaç için vermiştir: İnsan konuştuğu her sözden ahirette sorumlu tutulacaktır.
Allah, insanı Kendisi'ne kulluk etmesi için yaratmıştır. Ona, Kendisi'nin yüceliğini kavrayıp iman edebilmesi için akıl, yarattığı mükemmellikleri görüp takdir edebilmesi için gözler, ayetlerini işitebilmesi için kulaklar ve Allah'ın şanını yüceltip, dinini anlatabilmesi için dil vermiştir. Kuran'ın "Asla; demekte olduğunu yazacağız ve onun için azapta(n) da süre tanıdıkça tanıyacağız. Onun söylemekte olduğuna Biz mirasçı olacağız; o Bize, 'yapayalnız tek başına' gelecektir." (Meryem Suresi, 79-80) ayetleriyle bildirildiği gibi, insanın ağzından çıkan her kelime Allah Katında yazılmaktadır. Dolayısıyla insanlar inandıkları her fikirden, akıllarından geçirdikleri her düşünceden, gösterdikleri her tavırdan sorumlu oldukları gibi, söyledikleri her sözden de sorumlu tutulacak ve ahirette buna göre bir karşılık göreceklerdir.
Ancak çoğu kimse, dünya hayatında söylediği her sözün, kurduğu her cümlenin hesabını ahirette eksiksiz olarak vereceğini aklına getirmez. Bu nedenle düşünmeden ve kendisine yükleyeceği sorumlulukları hesaplamadan pek çok söz sarf eder. Oysa Allah'ın Kuran'da bildirdiği bu vaadi kesin olarak gerçekleşecektir; insan belki de söylediği sözlerin büyük bir kısmını unutmuş olacak, ama tüm bunlar ahirette eksiksiz olarak karşısına çıkacaktır. Allah Kuran'da, "Oysa gerçekten sizin üzerinizde koruyucular var, 'Şerefli-üstün' yazıcılar. Her yapmakta olduğunuzu bilirler." (İnfitar Suresi, 10-12) ayetleriyle, yazıcı meleklerin insanın ağzından çıkan her sözü de yazmakta olduklarını haber vermektedir. Ayrıca Allah bir başka ayette de herşeye nutku verip konuşturduğu gibi, ahiret gününde insanların derilerini konuşturarak yaptıklarını kendilerine itiraf ettireceğini de belirtmiştir:
Kendi derilerine dediler ki: "Niye aleyhimizde şahitlik ettiniz?" Dediler ki: "Herşeye nutku verip-konuşturan Allah, bizi konuşturdu. Sizi ilk defa O yarattı ve O'na döndürülüyorsunuz." (Fussilet Suresi, 21)
Dolayısıyla insan ahiret gününde, dünya hayatında yapmış olduğu konuşmaları ne kadar saklamak istese ve bunları itiraf etmekten ne kadar kaçınsa da, bu kaçış ona bir fayda sağlamayacaktır. Yapıp-ettiklerini anlatmak istemese de derisi onun adına herşeyi bir bir itiraf edecektir. Bu nedenle insanın dünya hayatındaki hedeflerinden biri de, Allah'ın huzuruna vardığında utanacağı, açıklamasını yapamayacağı, pişmanlığa kapılacağı tek bir söz dahi sarf etmemek olmalıdır.
Bu önemli gerçeğin en açık şekilde şuuruna varan ve bu ahlakı en güzel şekilde yaşayan kimseler ise hiç kuşkusuz ki 'müminler'dir. Müminler, güçlü bir imana sahip olduklarından her zaman her yerde Allah'tan korkup sakınarak konuşurlar. Bundan dolayı, ayette bildirildiği gibi, hesap gününde "kitabı sağ tarafından verilenler" olarak, gönül rahatlığıyla "… Alın, kitabımı okuyun." (Hakka Suresi, 19) diyebileceklerdir. Çünkü müminler dünya hayatında Rabbimiz'e gönülden iman ederek Müslümanca yaşayan ve bunun bir gereği olarak da 'Müslümanca konuşan' kimselerdir.
'Müslümanca konuşmak', insanın, Allah'ın her an kendisiyle beraber olduğunu, ilmiyle herşeyi sarıp kuşattığını, ağzından çıkan her sözü duyduğunu ve ahirette O'nun huzurunda hesap vereceğini bilerek, her an vicdanını kullanarak konuşmasıdır.
Müslümanca konuşabilmek, ancak 'Allah'a ve Kuran'a teslim olmak 'la mümkün olabilir. Kalbinde imanı, samimiyeti ve teslimiyeti yaşadıktan sonra, insana "nutku verip konuşturacak" olan Allah'tır. Allah ona 'Müslümanca konuşma'yı ilham edecek, onu en samimi, en hikmetli, en etkili ve en doğru şekilde konuşturacaktır. Kalbinde samimi iman olmadığı sürece, bir insan sadece sözlerine dikkat ederek bu samimi üslubu kazanamaz. Hayatın her anında Müslümanca konuşabilmek için, samimi imanı ve Allah korkusunu kalpte her an yaşamak gerekir.
Bu kitapta Müslümanca konuşmanın Kuran'da anlatılan önemi üzerinde durarak, tüm insanlar, konuşma yeteneklerini Allah'ın razı olacağı şekilde kullanmaya teşvik edilmektedir. Müslümanların konuşma üslubunun mükemmelliği ile dinden uzak bir ruh halinde yaşayan kimselerin konuşma üslubu arasındaki keskin farklılıklar ortaya konarak, tüm insanlar Kuran ahlakına uygun şekilde konuşmaya çağrılmaktadırlar.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Allah, bundan 14 asır önce, insanlara yol gösterici bir kitap olan Kuran-ı Kerim'i indirmiş ve tüm insanlığı Kuran'a uyarak kurtuluşa ermeye davet etmiştir. Ayette de bildirildiği gibi Kuran "alemlere bir zikr... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Allah, bundan 14 asır önce, insanlara yol gösterici bir kitap olan Kuran-ı Kerim'i indirmiş ve tüm insanlığı Kuran'a uyarak kurtuluşa ermeye davet etmiştir. Ayette de bildirildiği gibi Kuran "alemlere bir zikr (öğüt, hatırlatma, hüküm ve üstün bir şeref)den başka bir şey değildir." (Kalem Suresi, 52) Kuran indirildiği günden kıyamet gününe kadar da, insanlığın yegane yol göstericisi olan son İlahi kitap olacaktır.
Kuran indirildiği günden bu yana her çağda yaşayan her insan grubunun anlayabileceği, kolay ve anlaşılır bir dile sahiptir. Allah, Kuran"ın bu üslubunu "Andolsun Biz Kuran'ı zikr (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık..." (Kamer Suresi, 22) ayetiyle haber verir. Kuran'ın, aynı zamanda edebi dilinin mükemmelliği, benzersiz üslup özellikleri ve içerdiği üstün hikmet de, onun Allah'ın sözü olduğunun kesin delillerindendir.
Kuran'ın bu özelliklerinin yanı sıra, Allah'ın sözü olduğunu ispatlayan pek çok mucizevi özelliği vardır. Bu özelliklerden biri, ancak 20. ve 21. yüzyıl teknolojisiyle eriştiğimiz bazı bilimsel gerçeklerin 1400 yıl önce Kuran'da bildirilmiş olmasıdır.
Elbette ki Kuran bir bilim kitabı değildir. Fakat çeşitli ayetlerinde, son derece özlü ve hikmetli bir anlatım içinde aktarılan bazı bilimsel gerçekler, ancak 20. yüzyıl teknolojisi ile keşfedilmiştir. Kuran'ın indirildiği dönemde bilimsel olarak saptanması mümkün olmayan bu bilgiler, insanlara Kuran'ın Allah'ın sözü olduğunu bir kez daha ispatlamaktadır.
Kuran'ın bilimsel mucizelerini anlamak için, öncelikle bu İlahi kitabın indirildiği dönemdeki bilim düzeyine bir göz atmak gerekir.
Kuran'ın indirildiği 7. yüzyılda, Arap toplumu bilimsel konular hakkında sayısız hurafeye ve batıl inanca sahipti. Evreni ve doğayı inceleyecek teknolojiye sahip olmayan Araplar, nesilden nesle aktarılan efsanelere inanıyorlardı. Örneğin, gökyüzünün dağlar sayesinde tepede durduğu sanılıyordu. Bu inanışa göre Dünya düzdü ve iki uçtaki yüksek dağlar birer direk gibi gök kubbeyi ayakta tutmaktaydı.
Ancak Arap toplumunun tüm bu batıl inanışları Kuran'la birlikte ortadan kaldırıldı. Örneğin "Allah O'dur ki, gökleri dayanak olmaksızın yükseltti..." (Ra'd Suresi, 2) ayeti göğün dağlar sayesinde tepede durduğu inancını geçersiz kıldı. Bunun gibi daha pek çok konuda, o dönemde hiçbir insanın bilmediği önemli bilgiler Kuran'da verildi. İnsanların astronomi, fizik ya da biyoloji hakkında çok az şey bildikleri bir dönemde indirilen Kuran, evrenin yaratılışından insanın oluşumuna, atmosferin yapısından, yeryüzündeki dengelere kadar pek çok konuda kilit bilgiler içermekteydi.
Şimdi, Kuran'da yer alan bu bilimsel mucizelerden bir bölümünü birlikte görelim.
Allah, bundan 14 asır önce, insanlara yol gösterici bir kitap olan Kuran-ı Kerim'i indirmiş ve tüm insanlığı Kuran'a uyarak kurtuluşa ermeye davet etmiştir. Ayette de bildirildiği gibi Kuran "alemlere bir zikr (öğüt, hatırlatma, hüküm ve üstün bir şeref)den başka bir şey değildir." (Kalem Suresi, 52) Kuran indirildiği günden kıyamet gününe kadar da, insanlığın yegane yol göstericisi olan son İlahi kitap olacaktır.
Kuran indirildiği günden bu yana her çağda yaşayan her insan grubunun anlayabileceği, kolay ve anlaşılır bir dile sahiptir. Allah, Kuran"ın bu üslubunu "Andolsun Biz Kuran'ı zikr (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık..." (Kamer Suresi, 22) ayetiyle haber verir. Kuran'ın, aynı zamanda edebi dilinin mükemmelliği, benzersiz üslup özellikleri ve içerdiği üstün hikmet de, onun Allah'ın sözü olduğunun kesin delillerindendir.
Kuran'ın bu özelliklerinin yanı sıra, Allah'ın sözü olduğunu ispatlayan pek çok mucizevi özelliği vardır. Bu özelliklerden biri, ancak 20. ve 21. yüzyıl teknolojisiyle eriştiğimiz bazı bilimsel gerçeklerin 1400 yıl önce Kuran'da bildirilmiş olmasıdır.
Elbette ki Kuran bir bilim kitabı değildir. Fakat çeşitli ayetlerinde, son derece özlü ve hikmetli bir anlatım içinde aktarılan bazı bilimsel gerçekler, ancak 20. yüzyıl teknolojisi ile keşfedilmiştir. Kuran'ın indirildiği dönemde bilimsel olarak saptanması mümkün olmayan bu bilgiler, insanlara Kuran'ın Allah'ın sözü olduğunu bir kez daha ispatlamaktadır.
Kuran'ın bilimsel mucizelerini anlamak için, öncelikle bu İlahi kitabın indirildiği dönemdeki bilim düzeyine bir göz atmak gerekir.
Kuran'ın indirildiği 7. yüzyılda, Arap toplumu bilimsel konular hakkında sayısız hurafeye ve batıl inanca sahipti. Evreni ve doğayı inceleyecek teknolojiye sahip olmayan Araplar, nesilden nesle aktarılan efsanelere inanıyorlardı. Örneğin, gökyüzünün dağlar sayesinde tepede durduğu sanılıyordu. Bu inanışa göre Dünya düzdü ve iki uçtaki yüksek dağlar birer direk gibi gök kubbeyi ayakta tutmaktaydı.
Ancak Arap toplumunun tüm bu batıl inanışları Kuran'la birlikte ortadan kaldırıldı. Örneğin "Allah O'dur ki, gökleri dayanak olmaksızın yükseltti..." (Ra'd Suresi, 2) ayeti göğün dağlar sayesinde tepede durduğu inancını geçersiz kıldı. Bunun gibi daha pek çok konuda, o dönemde hiçbir insanın bilmediği önemli bilgiler Kuran'da verildi. İnsanların astronomi, fizik ya da biyoloji hakkında çok az şey bildikleri bir dönemde indirilen Kuran, evrenin yaratılışından insanın oluşumuna, atmosferin yapısından, yeryüzündeki dengelere kadar pek çok konuda kilit bilgiler içermekteydi.
Şimdi, Kuran'da yer alan bu bilimsel mucizelerden bir bölümünü birlikte görelim.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Tarih boyunca peygamberler, gönderildikleri kavimleri Allah'a bir ve tek olarak iman etmeye ve yalnızca O'na kulluk etmeye çağırmışlardır. İnsanlara hak dini tebliğ etmiş ve Allah'ın razı insan ahlakını bizzat... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Tarih boyunca peygamberler, gönderildikleri kavimleri Allah'a bir ve tek olarak iman etmeye ve yalnızca O'na kulluk etmeye çağırmışlardır. İnsanlara hak dini tebliğ etmiş ve Allah'ın razı insan ahlakını bizzat kendi yaşayışlarıyla tanıtmışlardır. Bu nedenle, Allah'ın seçkin kulları olan peygamberlerin üstün kişilikleri, güzel ahlak özellikleri, davranış şekilleri ve olaylar karşısında gösterdikleri tepkiler müminler için en güzel örneği teşkil eder. Peygamberler, içinde yaşadıkları toplumlara bizzat örnek oldukları gibi, Kuran'da bildirilen özellikleriyle kendilerinden sonra gelen müminlere de yol göstermişlerdir.
Tarih boyunca peygamberler, gönderildikleri kavimleri Allah'a bir ve tek olarak iman etmeye ve yalnızca O'na kulluk etmeye çağırmışlardır. İnsanlara hak dini tebliğ etmiş ve Allah'ın razı insan ahlakını bizzat kendi yaşayışlarıyla tanıtmışlardır. Bu nedenle, Allah'ın seçkin kulları olan peygamberlerin üstün kişilikleri, güzel ahlak özellikleri, davranış şekilleri ve olaylar karşısında gösterdikleri tepkiler müminler için en güzel örneği teşkil eder. Peygamberler, içinde yaşadıkları toplumlara bizzat örnek oldukları gibi, Kuran'da bildirilen özellikleriyle kendilerinden sonra gelen müminlere de yol göstermişlerdir.
Mekke’deki müşrikler Allah’ın varlığına inandıkları halde, O’nu gökte oturmuş, hiçbir şeye karışmayan aşkın bir Zât olarak tahayyül ediyorlardı. İşte bu Rahman suresi ve özellikle 19. sure olan Meryem suresi gibi Mekkî surelerde Allah’ın... more
Mekke’deki müşrikler Allah’ın varlığına inandıkları halde, O’nu gökte oturmuş, hiçbir şeye karışmayan aşkın bir Zât olarak tahayyül ediyorlardı. İşte bu Rahman suresi ve özellikle 19. sure olan Meryem suresi gibi Mekkî surelerde Allah’ın Rahman sıfatına önemli vurgular yapılmış-tır... Bu surenin ilk âyeti “Er-Rahman” olduğu gibi; bütün sure adeta bu sıfatın mahiyetini tefsir ediyor. Diyor ki: “Allah Rahman”dır. Dolayısıyla, görür, işitir, bilir, irade eder, yaratır. Yani bütün sübutî, (müsbet) kutsal sıfatlara sahiptir. Başta insanların yaratılması olmak üzere herşeye, her şe’niyle bakar ilgilenir, dualarını işitir, ihtiyaçlarını temin eder...
Medenî sureler ise -Yahudi ve diğer Ehl-i Kitabın teşbih akidesinin aksine olarak- Allah’ın (müsbet) aşkınlığına ve O’nun yüceliğine vurgu için daha çok “Allah” ism-i celilini zikretmiş-lerdir. Çünkü bu kelimenin mânâsı, kavram, etimolojik ve mefhum olarak “Aşkın, Vâcip Zât” demektir.
Bu hakikat hiçbir felsefe ile anlaşılmadığından, ancak fıtrî ve kelamî vahylerle bilinebileceğinden konusu fıtrî (biyolojik) ve kelamî vahy olan 19. sure (Meryem suresi) bu geniş ve güzel gerçeği vurgulamak için 16 kere “Rahman” ismini zikretmiştir.
Medenî sureler ise -Yahudi ve diğer Ehl-i Kitabın teşbih akidesinin aksine olarak- Allah’ın (müsbet) aşkınlığına ve O’nun yüceliğine vurgu için daha çok “Allah” ism-i celilini zikretmiş-lerdir. Çünkü bu kelimenin mânâsı, kavram, etimolojik ve mefhum olarak “Aşkın, Vâcip Zât” demektir.
Bu hakikat hiçbir felsefe ile anlaşılmadığından, ancak fıtrî ve kelamî vahylerle bilinebileceğinden konusu fıtrî (biyolojik) ve kelamî vahy olan 19. sure (Meryem suresi) bu geniş ve güzel gerçeği vurgulamak için 16 kere “Rahman” ismini zikretmiştir.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Allah, bundan 14 asır önce, insanlara yol gösterici bir kitap olan Kuran-ı Kerim'i indirmiş ve tüm insanlığı Kuran'a uyarak kurtuluşa ermeye davet etmiştir. Ayette de bildirildiği gibi Kuran "alemlere bir zikr... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Allah, bundan 14 asır önce, insanlara yol gösterici bir kitap olan Kuran-ı Kerim'i indirmiş ve tüm insanlığı Kuran'a uyarak kurtuluşa ermeye davet etmiştir. Ayette de bildirildiği gibi Kuran "alemlere bir zikr (öğüt, hatırlatma, hüküm ve üstün bir şeref)den başka bir şey değildir." (Kalem Suresi, 52) Kuran indirildiği günden kıyamet gününe kadar da, insanlığın yegane yol göstericisi olan son İlahi kitap olacaktır.
Kuran indirildiği günden bu yana her çağda yaşayan her insan grubunun anlayabileceği, kolay ve anlaşılır bir dile sahiptir. Allah, Kuran"ın bu üslubunu "Andolsun Biz Kuran'ı zikr (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık..." (Kamer Suresi, 22) ayetiyle haber verir. Kuran'ın, aynı zamanda edebi dilinin mükemmelliği, benzersiz üslup özellikleri ve içerdiği üstün hikmet de, onun Allah'ın sözü olduğunun kesin delillerindendir.
Kuran'ın bu özelliklerinin yanı sıra, Allah'ın sözü olduğunu ispatlayan pek çok mucizevi özelliği vardır. Bu özelliklerden biri, ancak 20. ve 21. yüzyıl teknolojisiyle eriştiğimiz bazı bilimsel gerçeklerin 1400 yıl önce Kuran'da bildirilmiş olmasıdır.
Elbette ki Kuran bir bilim kitabı değildir. Fakat çeşitli ayetlerinde, son derece özlü ve hikmetli bir anlatım içinde aktarılan bazı bilimsel gerçekler, ancak 20. yüzyıl teknolojisi ile keşfedilmiştir. Kuran'ın indirildiği dönemde bilimsel olarak saptanması mümkün olmayan bu bilgiler, insanlara Kuran'ın Allah'ın sözü olduğunu bir kez daha ispatlamaktadır.
Kuran'ın bilimsel mucizelerini anlamak için, öncelikle bu İlahi kitabın indirildiği dönemdeki bilim düzeyine bir göz atmak gerekir.
Kuran'ın indirildiği 7. yüzyılda, Arap toplumu bilimsel konular hakkında sayısız hurafeye ve batıl inanca sahipti. Evreni ve doğayı inceleyecek teknolojiye sahip olmayan Araplar, nesilden nesle aktarılan efsanelere inanıyorlardı. Örneğin, gökyüzünün dağlar sayesinde tepede durduğu sanılıyordu. Bu inanışa göre Dünya düzdü ve iki uçtaki yüksek dağlar birer direk gibi gök kubbeyi ayakta tutmaktaydı.
Ancak Arap toplumunun tüm bu batıl inanışları Kuran'la birlikte ortadan kaldırıldı. Örneğin "Allah O'dur ki, gökleri dayanak olmaksızın yükseltti..." (Ra'd Suresi, 2) ayeti göğün dağlar sayesinde tepede durduğu inancını geçersiz kıldı. Bunun gibi daha pek çok konuda, o dönemde hiçbir insanın bilmediği önemli bilgiler Kuran'da verildi. İnsanların astronomi, fizik ya da biyoloji hakkında çok az şey bildikleri bir dönemde indirilen Kuran, evrenin yaratılışından insanın oluşumuna, atmosferin yapısından, yeryüzündeki dengelere kadar pek çok konuda kilit bilgiler içermekteydi.
Şimdi, Kuran'da yer alan bu bilimsel mucizelerden bir bölümünü birlikte görelim.
Allah, bundan 14 asır önce, insanlara yol gösterici bir kitap olan Kuran-ı Kerim'i indirmiş ve tüm insanlığı Kuran'a uyarak kurtuluşa ermeye davet etmiştir. Ayette de bildirildiği gibi Kuran "alemlere bir zikr (öğüt, hatırlatma, hüküm ve üstün bir şeref)den başka bir şey değildir." (Kalem Suresi, 52) Kuran indirildiği günden kıyamet gününe kadar da, insanlığın yegane yol göstericisi olan son İlahi kitap olacaktır.
Kuran indirildiği günden bu yana her çağda yaşayan her insan grubunun anlayabileceği, kolay ve anlaşılır bir dile sahiptir. Allah, Kuran"ın bu üslubunu "Andolsun Biz Kuran'ı zikr (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık..." (Kamer Suresi, 22) ayetiyle haber verir. Kuran'ın, aynı zamanda edebi dilinin mükemmelliği, benzersiz üslup özellikleri ve içerdiği üstün hikmet de, onun Allah'ın sözü olduğunun kesin delillerindendir.
Kuran'ın bu özelliklerinin yanı sıra, Allah'ın sözü olduğunu ispatlayan pek çok mucizevi özelliği vardır. Bu özelliklerden biri, ancak 20. ve 21. yüzyıl teknolojisiyle eriştiğimiz bazı bilimsel gerçeklerin 1400 yıl önce Kuran'da bildirilmiş olmasıdır.
Elbette ki Kuran bir bilim kitabı değildir. Fakat çeşitli ayetlerinde, son derece özlü ve hikmetli bir anlatım içinde aktarılan bazı bilimsel gerçekler, ancak 20. yüzyıl teknolojisi ile keşfedilmiştir. Kuran'ın indirildiği dönemde bilimsel olarak saptanması mümkün olmayan bu bilgiler, insanlara Kuran'ın Allah'ın sözü olduğunu bir kez daha ispatlamaktadır.
Kuran'ın bilimsel mucizelerini anlamak için, öncelikle bu İlahi kitabın indirildiği dönemdeki bilim düzeyine bir göz atmak gerekir.
Kuran'ın indirildiği 7. yüzyılda, Arap toplumu bilimsel konular hakkında sayısız hurafeye ve batıl inanca sahipti. Evreni ve doğayı inceleyecek teknolojiye sahip olmayan Araplar, nesilden nesle aktarılan efsanelere inanıyorlardı. Örneğin, gökyüzünün dağlar sayesinde tepede durduğu sanılıyordu. Bu inanışa göre Dünya düzdü ve iki uçtaki yüksek dağlar birer direk gibi gök kubbeyi ayakta tutmaktaydı.
Ancak Arap toplumunun tüm bu batıl inanışları Kuran'la birlikte ortadan kaldırıldı. Örneğin "Allah O'dur ki, gökleri dayanak olmaksızın yükseltti..." (Ra'd Suresi, 2) ayeti göğün dağlar sayesinde tepede durduğu inancını geçersiz kıldı. Bunun gibi daha pek çok konuda, o dönemde hiçbir insanın bilmediği önemli bilgiler Kuran'da verildi. İnsanların astronomi, fizik ya da biyoloji hakkında çok az şey bildikleri bir dönemde indirilen Kuran, evrenin yaratılışından insanın oluşumuna, atmosferin yapısından, yeryüzündeki dengelere kadar pek çok konuda kilit bilgiler içermekteydi.
Şimdi, Kuran'da yer alan bu bilimsel mucizelerden bir bölümünü birlikte görelim.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Bu kitabı okuyan kişiden beklenen, hayatının en önemli konusunu yeniden gözden geçirmesidir. Ancak bunu yaparken, şimdiye kadar mutlak doğru olarak kabul ettiği kuralları, kapıldığı bazı önyargıları bir kenara... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Bu kitabı okuyan kişiden beklenen, hayatının en önemli konusunu yeniden gözden geçirmesidir. Ancak bunu yaparken, şimdiye kadar mutlak doğru olarak kabul ettiği kuralları, kapıldığı bazı önyargıları bir kenara bırakması gerekmektedir. Çünkü bir insan, ne olursa olsun bir konuya önyargıları ile yaklaşırsa doğru karar veremez. Çirkin görmek istediği şeyi çirkin görür. Kötü olduğuna önceden karar verdiği şeyi kötü olarak algılar.
Şu da bir gerçektir ki, bu önyargılar, peşin hükümler çoğu zaman kişinin kendisinden kaynaklanır. İnsan doğduğu günden itibaren içinde bulunduğu toplum tarafından sayısız önyargıya bağlanmaya mahkum edilir. Ailesi, yakın çevresi, arkadaşları onun değer yargılarını belirler. Özellikle günümüz toplumlarında medya insanları belli konularda şartlandırma yönünde büyük bir etkiye sahiptir. Gazete ve televizyonlar, onları izleyenlere pek çok iyi şeyi kötü, kötü şeyi de iyi gibi gösterme etkisine sahiptirler.
Toplumun kendisine aşıladığı önyargıları tümüyle kabul etmiş olan insan ise şahsiyetinden çok şey yitirmiştir. Kendi aklı ile değil, dışarının telkinleri ile hareket etmektedir. Söz konusu insan bu şekilde, ancak kendisine doğru olarak gösterilen değerleri doğru kabul eder. Her çağda her toplumun farklı doğrulara inandığını düşünürsek, topluma kayıtsız şartsız uymanın hiçbir anlam taşımadığını görebiliriz. Bazı toplumlar için yamyamlık doğal karşılanır, ya da faşist bir toplumda (Nazi Almanyası gibi) yarı deli bir lidere kayıtsız şartsız itaat etmek doğru olarak kabul edilir. Örnekleri çoğaltabiliriz, ama özetle söylemek istediğimiz, toplumun yanlış telkinlerinden bağımsız olarak düşünebilmenin akıl sahibi bir insana yaraşır bir tavır olduğudur.
Toplumun, hakkında sayısız önyargı oluşturduğu konuların başında din gelir. Özellikle medyanın bazı kesimlerinin yaptığı telkin, din hakkında bazı kimseler için aşılması zor peşin hükümler meydana getirmiştir. Hiçbir doğruluğu olmayan telkinlerin bir sonucu olarak, din, pek çok insanın fazla önemsemediği, üzerinde düşünme gereği hissetmediği ve mümkün olduğunca uzak durmaya çalıştığı bir kavramdır. Bu düşünce yapısına sahip kişilerin, genelde pek bilinçli bir şekilde böyle bir tutum izledikleri söylenemez. Bu kişilere sorulsa muhtemelen dindar olduklarını belirteceklerdir, ama gerçekte din onlar için, hayatlarında en az önem verdikleri konulardan biridir.
Aslında bu kişi hayatında bir kez bile oturup, ciddi bir şekilde, din ve kendisinin din hakkındaki düşünce ve davranışları hakkında da düşünmemiştir. Din ahlakının neden var olduğu gibi bir soru üzerinde hiç kafa yormamıştır. Onun yanlış bakış açısında göre din; genellikle yaşlı insanları ilgilendirir, bazı doğru ahlaki değerleri savunur, fakat bununla birlikte pek çok "can sıkıcı" yasak ve kısıtlama getirir. Dine dair uygulamaların bazılarını doğru ve yerinde, bazılarını ise kendi aklınca eski ve "çağdışı" bulur. (Allah'ı ve İslam'ı tenzih ederiz.) Yine de genellikle açıkça dini inkar etmez. Ama başta söylediğimiz gibi, din ahlakından mümkün olduğunca uzak durur. Dindar olduğunu düşündüğü kişilerle asla görüşmek, konuşmak, hatta aynı ortamda bulunmak istemez. Bu önyargılı ve çarpık bakış açısına göre onlar korkunç ve karanlık insanlardır. Oysa bu kişi büyük bir yanılgı içindendir. İslam dini estetiği, kaliteyi, asaleti, nezaketi, güzelliği, sevgiyi, içtenliği, merhameti, sevecenliği, düşünmeyi, araştırmayı, akılcı olmayı gerekli kılan, samimi olarak bu ahlakı yaşayanları manen çok üstünleştiren bir dindir.
Bu kitabı okuyan kişiden beklenen, hayatının en önemli konusunu yeniden gözden geçirmesidir. Ancak bunu yaparken, şimdiye kadar mutlak doğru olarak kabul ettiği kuralları, kapıldığı bazı önyargıları bir kenara bırakması gerekmektedir. Çünkü bir insan, ne olursa olsun bir konuya önyargıları ile yaklaşırsa doğru karar veremez. Çirkin görmek istediği şeyi çirkin görür. Kötü olduğuna önceden karar verdiği şeyi kötü olarak algılar.
Şu da bir gerçektir ki, bu önyargılar, peşin hükümler çoğu zaman kişinin kendisinden kaynaklanır. İnsan doğduğu günden itibaren içinde bulunduğu toplum tarafından sayısız önyargıya bağlanmaya mahkum edilir. Ailesi, yakın çevresi, arkadaşları onun değer yargılarını belirler. Özellikle günümüz toplumlarında medya insanları belli konularda şartlandırma yönünde büyük bir etkiye sahiptir. Gazete ve televizyonlar, onları izleyenlere pek çok iyi şeyi kötü, kötü şeyi de iyi gibi gösterme etkisine sahiptirler.
Toplumun kendisine aşıladığı önyargıları tümüyle kabul etmiş olan insan ise şahsiyetinden çok şey yitirmiştir. Kendi aklı ile değil, dışarının telkinleri ile hareket etmektedir. Söz konusu insan bu şekilde, ancak kendisine doğru olarak gösterilen değerleri doğru kabul eder. Her çağda her toplumun farklı doğrulara inandığını düşünürsek, topluma kayıtsız şartsız uymanın hiçbir anlam taşımadığını görebiliriz. Bazı toplumlar için yamyamlık doğal karşılanır, ya da faşist bir toplumda (Nazi Almanyası gibi) yarı deli bir lidere kayıtsız şartsız itaat etmek doğru olarak kabul edilir. Örnekleri çoğaltabiliriz, ama özetle söylemek istediğimiz, toplumun yanlış telkinlerinden bağımsız olarak düşünebilmenin akıl sahibi bir insana yaraşır bir tavır olduğudur.
Toplumun, hakkında sayısız önyargı oluşturduğu konuların başında din gelir. Özellikle medyanın bazı kesimlerinin yaptığı telkin, din hakkında bazı kimseler için aşılması zor peşin hükümler meydana getirmiştir. Hiçbir doğruluğu olmayan telkinlerin bir sonucu olarak, din, pek çok insanın fazla önemsemediği, üzerinde düşünme gereği hissetmediği ve mümkün olduğunca uzak durmaya çalıştığı bir kavramdır. Bu düşünce yapısına sahip kişilerin, genelde pek bilinçli bir şekilde böyle bir tutum izledikleri söylenemez. Bu kişilere sorulsa muhtemelen dindar olduklarını belirteceklerdir, ama gerçekte din onlar için, hayatlarında en az önem verdikleri konulardan biridir.
Aslında bu kişi hayatında bir kez bile oturup, ciddi bir şekilde, din ve kendisinin din hakkındaki düşünce ve davranışları hakkında da düşünmemiştir. Din ahlakının neden var olduğu gibi bir soru üzerinde hiç kafa yormamıştır. Onun yanlış bakış açısında göre din; genellikle yaşlı insanları ilgilendirir, bazı doğru ahlaki değerleri savunur, fakat bununla birlikte pek çok "can sıkıcı" yasak ve kısıtlama getirir. Dine dair uygulamaların bazılarını doğru ve yerinde, bazılarını ise kendi aklınca eski ve "çağdışı" bulur. (Allah'ı ve İslam'ı tenzih ederiz.) Yine de genellikle açıkça dini inkar etmez. Ama başta söylediğimiz gibi, din ahlakından mümkün olduğunca uzak durur. Dindar olduğunu düşündüğü kişilerle asla görüşmek, konuşmak, hatta aynı ortamda bulunmak istemez. Bu önyargılı ve çarpık bakış açısına göre onlar korkunç ve karanlık insanlardır. Oysa bu kişi büyük bir yanılgı içindendir. İslam dini estetiği, kaliteyi, asaleti, nezaketi, güzelliği, sevgiyi, içtenliği, merhameti, sevecenliği, düşünmeyi, araştırmayı, akılcı olmayı gerekli kılan, samimi olarak bu ahlakı yaşayanları manen çok üstünleştiren bir dindir.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Tebliğ Kuran’ın gözardı edilen önemli hükümlerinden birisidir. Insanların bir çoğu “İslam’ı yaşamak” dendiğinde bunu sadece bazı fiziki farzları yerine getirmek olarak algılar. Namaz, oruç, hac, zekat gibi... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Tebliğ Kuran’ın gözardı edilen önemli hükümlerinden birisidir. Insanların bir çoğu “İslam’ı yaşamak” dendiğinde bunu sadece bazı fiziki farzları yerine getirmek olarak algılar. Namaz, oruç, hac, zekat gibi farzların yerine getirilmesinin kişinin mükemmel bir müslüman olması için yeterli olduğunu düşünür. Halbuki İslam maneviyat ve sevgi üzerine oturtulmuş bir dindir. Elbette fiziki olarak yerine getirilmesi gereken farzlar vardır. Ancak bu farzları, Allah’a ve Allah’ın yarattıklarına karşı sevgi ve şefkat dolu olan, güzel ahlaklı, Allah’ın dinini kendi isteklerinin üzerinde tutan samimi ve derin bir dindarlık ruhuyla yapmak gerekir Allah bu dindarlık ruhunun nasıl olması gerektiğini Kuran’ın tüm ayetleriyle tarif eder. Allah gerçek bir müslümanın huyuyla, karakteriyle, tavrıyla, üslubuyla, mantık örgüsüyle, yaşam şekliyle, eğitimi, kalitesi hatta mimikleriyle nasıl olması gerektiğini binlerce ayetle açıklamıştır. Bu ayetlerin tümünü gözardı edip sadece namaz kılmayı, oruç tutmayı ya da sadece zekat verip, belirli günlerle Allah’ın adını anmayı yeterli görmek Kuran’a uygun olmaz.
Kuran ayetleri insanlara bir hayat şekli tarif eder. Tebliğ ise bu hayat şeklinin ana damarlarından biridir. Her müslümanın mutlaka tebliğ farzını yerine getirmesi gerekir. Allah tebliğ yapmanın önemine pek çok ayetle dikkat çekmiştir. Al-i İmran suresinin 104. Ayetinde Allah tüm müslümanlara hitaben “Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.” buyurmuştur. Bu ayette tebliğ’in nasıl yapılması gerektiği açıkça tarif edilmiş ve teblig yapmak ahirette kurtuluşa ermenin bir şartı olarak belirtilmiştir. Müslüman çevresinde herkesi ve hatta tüm insanları dinin getirdiği ahlaka, temizliğe, iyiliğe davet etmekle ve dinsizliğin getirdiği tüm kötülüklerden, çirkinliklerden, zalimliklerden onları uyarmakla mükelleftir.
Müslüman taraftır. Tarafsız müslüman olmaz. Yani hem kötüden hem iyiden yana, şartlara ve zamana göre tavır, üslup ve ahlak değiştiren müslüman olmaz. Akla kara arasında gidip gelen ve hayatı gri olarak yaşayan müslümanlık da Kuran’a uygun değildir. Müslüman hep iyiden, haktan, hakkaniyetten yanadır. Bunu da gittiği her yerde Allah’ın dinini yayarak, güzel ahlakı anlatarak, dinsizliğe ve kötülüğe karşı mücadele ederek gösterir. Öyle ki tebliğ ibadeti müslümanın hayatının tamamını kapsar. Çünkü müslüman dini sadece sözle değil, tavırlarıyla, yaşam şekliyle, mantık örgüsüyle hatta estetik, temizlik ve kalite anlayışıyla da tebliğ eder. Peygamber Efendimizin (SAV) hayatının her anı, her tavrı, her kararı nasıl canlı bir tebliğ örneğiyse ve İslam’ın nasıl yaşanması gerektiğini gösteren en mükemmel modelse müslümanların hayatı da böyle olmalıdır.
Allah’ın dinini tebliğ etmenin her müslümanın üzerine farz olduğuyla ilgili pek çok ayet vardır. Bu ayetlerin bir kısmında Allah cihad kelimesini kullanmıştır. Örneğin Hucurat Suresi 15. Ayette ve Hac Suresi 78. Ayette bu konuda Allah şöyle buyurmaktadır:
“Mü'min olanlar, ancak o kimselerdir ki, onlar, Allah'a ve Resulü'ne iman ettiler, sonra hiç bir kuşkuya kapılmadan Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler “İşte onlar, sadık (doğru) olanların ta kendileridir.” (Hucurat Suresi, 15).”
“Allah adına gerektiği gibi cihad edin. “O, sizleri seçmiş ve din konusunda size bir güçlük yüklememiştir. (Hac Suresi, 78)
Pek çok insan Kuran’daki bu ayetlerde geçen cihad kavramının fiziki bir mücadele ve savaş ortamı olduğunu düşünür. Oysa bu ayetlerde geçen cihad kelimesi, kökeni cehd olan bir kelimedir. Arapçadaki anlamı ise “çalışmak, çabalamak, azim, gayret, fedakarlık göstermek, insanın kendi nefsine hakim olması “dır. İslam ahlakında “cehd etmek” yani “cihad” aslında dini, güzel ahlakı, iyiliği ve hakkı yaymak için yapılan fikri mücadeledir. Yani cihad eden bir müslümanın yapması gereken insanlar arasında güzel ahlakın yayılmasını sağlamak, insanları öfkeden, kinden, kötülüklerden, zulümden uzak tutmak için gayret etmek, insanları Allah’ın dinine davet etmektir.
Fiziki cihad yani fiziki anlamda bir mücadele Kuran’ın emirlerine göre ancak savunma amaçlı yapılır. Müslüman ancak kendisinin, sevdiklerinin, ailesinin ya da çevresindekilerin canına yönelik bir kast, saldırı ve tehdit olması durumunda fiziki güç kullanmak durumunda kalır. Amaç sadece cana zarar gelmemesi için savunma yapmaktır. Dolayısıyla Kuran’da anlatılan din yolunda cihat etmek, fiziki değil fikri mücadeleyi ifade eder.
Kuran’da tarif edilen cihadda şiddet kullanmak, cana kastetmek, fiziki ya da psikolojik baskı ve zulüm ortamı oluşturmak, can yakmak, eza etmek yoktur. Kısaca İslam’da cihad savaş, tehdit ve baskı yoluyla değil, şefkat, sevgi, iyiliğe davet ve fikri olarak hak olanı savunma yoluyla yani tebliğ yoluyla yapılır. Ancak tebliğ yapmanın da bir yöntemi vardır. Tebliğ de en önemli şart samimiyet olmakla birlikte, müslüman tebliğ yaparken sürekli aklını ve vicdanını kullanmalı ve karşı tarafın ahiretini kurtarmaya vesile olmanın ne kadar ağır ve şerefli bir sorumluluk olduğunu asla unutmamalıdır. Bu nedenle bu kitapta tebliğ’in nasıl yapılması gerektiğini, fikir ayrılıkları sözkonusu olduğunda müslümanın nasıl bir tavırla karşılık vermesi gerektiğini de Kuran ayetleri ışığında açıkladık. Ayrıca cahiliyenin en sık yaptığı hatalardan biri olan tartışma konusuna da ayrı bir bölüm ayırdık. Çünkü tartışma mantığı belki de bir insanın doğruyu ve hakkı kabul etmesinin önündeki en büyük engellerden biridir. Müslüman anlatır, karşılıklı fikir alışverişinde bulunur, sohbet eder ancak asla gereksiz bir tartışmanın içine girmez. Çünkü cahiliyenin tartışma alışkanlığı İslam ahlakına uygun değildir ve müslüman hiç bir konuşmasında tartışmaya eğilim göstermemelidir. Allah bir ayetinde, müminin tartışmadan uzak duran ve her zaman için tebliği hedefleyen bu tavrını şöyle hükme bağlar:
"Eğer seninle çekişip-tartışırlarsa, de ki: "Ben, bana uyanlarla birlikte, kendimi Allah'a teslim ettim." Ve kitap verilenlerle ümmilere de ki: "Siz de teslim oldunuz mu?" Eğer teslim oldularsa, gerçekten hidayete ermişlerdir. Fakat yüz çevirdilerse, artık sana düşen yalnızca tebliğ (etmek)dir. Allah, kulları hakkıyla görendir." (Al-i İmran Suresi, 20)
Tebliğ Kuran’ın gözardı edilen önemli hükümlerinden birisidir. Insanların bir çoğu “İslam’ı yaşamak” dendiğinde bunu sadece bazı fiziki farzları yerine getirmek olarak algılar. Namaz, oruç, hac, zekat gibi farzların yerine getirilmesinin kişinin mükemmel bir müslüman olması için yeterli olduğunu düşünür. Halbuki İslam maneviyat ve sevgi üzerine oturtulmuş bir dindir. Elbette fiziki olarak yerine getirilmesi gereken farzlar vardır. Ancak bu farzları, Allah’a ve Allah’ın yarattıklarına karşı sevgi ve şefkat dolu olan, güzel ahlaklı, Allah’ın dinini kendi isteklerinin üzerinde tutan samimi ve derin bir dindarlık ruhuyla yapmak gerekir Allah bu dindarlık ruhunun nasıl olması gerektiğini Kuran’ın tüm ayetleriyle tarif eder. Allah gerçek bir müslümanın huyuyla, karakteriyle, tavrıyla, üslubuyla, mantık örgüsüyle, yaşam şekliyle, eğitimi, kalitesi hatta mimikleriyle nasıl olması gerektiğini binlerce ayetle açıklamıştır. Bu ayetlerin tümünü gözardı edip sadece namaz kılmayı, oruç tutmayı ya da sadece zekat verip, belirli günlerle Allah’ın adını anmayı yeterli görmek Kuran’a uygun olmaz.
Kuran ayetleri insanlara bir hayat şekli tarif eder. Tebliğ ise bu hayat şeklinin ana damarlarından biridir. Her müslümanın mutlaka tebliğ farzını yerine getirmesi gerekir. Allah tebliğ yapmanın önemine pek çok ayetle dikkat çekmiştir. Al-i İmran suresinin 104. Ayetinde Allah tüm müslümanlara hitaben “Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.” buyurmuştur. Bu ayette tebliğ’in nasıl yapılması gerektiği açıkça tarif edilmiş ve teblig yapmak ahirette kurtuluşa ermenin bir şartı olarak belirtilmiştir. Müslüman çevresinde herkesi ve hatta tüm insanları dinin getirdiği ahlaka, temizliğe, iyiliğe davet etmekle ve dinsizliğin getirdiği tüm kötülüklerden, çirkinliklerden, zalimliklerden onları uyarmakla mükelleftir.
Müslüman taraftır. Tarafsız müslüman olmaz. Yani hem kötüden hem iyiden yana, şartlara ve zamana göre tavır, üslup ve ahlak değiştiren müslüman olmaz. Akla kara arasında gidip gelen ve hayatı gri olarak yaşayan müslümanlık da Kuran’a uygun değildir. Müslüman hep iyiden, haktan, hakkaniyetten yanadır. Bunu da gittiği her yerde Allah’ın dinini yayarak, güzel ahlakı anlatarak, dinsizliğe ve kötülüğe karşı mücadele ederek gösterir. Öyle ki tebliğ ibadeti müslümanın hayatının tamamını kapsar. Çünkü müslüman dini sadece sözle değil, tavırlarıyla, yaşam şekliyle, mantık örgüsüyle hatta estetik, temizlik ve kalite anlayışıyla da tebliğ eder. Peygamber Efendimizin (SAV) hayatının her anı, her tavrı, her kararı nasıl canlı bir tebliğ örneğiyse ve İslam’ın nasıl yaşanması gerektiğini gösteren en mükemmel modelse müslümanların hayatı da böyle olmalıdır.
Allah’ın dinini tebliğ etmenin her müslümanın üzerine farz olduğuyla ilgili pek çok ayet vardır. Bu ayetlerin bir kısmında Allah cihad kelimesini kullanmıştır. Örneğin Hucurat Suresi 15. Ayette ve Hac Suresi 78. Ayette bu konuda Allah şöyle buyurmaktadır:
“Mü'min olanlar, ancak o kimselerdir ki, onlar, Allah'a ve Resulü'ne iman ettiler, sonra hiç bir kuşkuya kapılmadan Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler “İşte onlar, sadık (doğru) olanların ta kendileridir.” (Hucurat Suresi, 15).”
“Allah adına gerektiği gibi cihad edin. “O, sizleri seçmiş ve din konusunda size bir güçlük yüklememiştir. (Hac Suresi, 78)
Pek çok insan Kuran’daki bu ayetlerde geçen cihad kavramının fiziki bir mücadele ve savaş ortamı olduğunu düşünür. Oysa bu ayetlerde geçen cihad kelimesi, kökeni cehd olan bir kelimedir. Arapçadaki anlamı ise “çalışmak, çabalamak, azim, gayret, fedakarlık göstermek, insanın kendi nefsine hakim olması “dır. İslam ahlakında “cehd etmek” yani “cihad” aslında dini, güzel ahlakı, iyiliği ve hakkı yaymak için yapılan fikri mücadeledir. Yani cihad eden bir müslümanın yapması gereken insanlar arasında güzel ahlakın yayılmasını sağlamak, insanları öfkeden, kinden, kötülüklerden, zulümden uzak tutmak için gayret etmek, insanları Allah’ın dinine davet etmektir.
Fiziki cihad yani fiziki anlamda bir mücadele Kuran’ın emirlerine göre ancak savunma amaçlı yapılır. Müslüman ancak kendisinin, sevdiklerinin, ailesinin ya da çevresindekilerin canına yönelik bir kast, saldırı ve tehdit olması durumunda fiziki güç kullanmak durumunda kalır. Amaç sadece cana zarar gelmemesi için savunma yapmaktır. Dolayısıyla Kuran’da anlatılan din yolunda cihat etmek, fiziki değil fikri mücadeleyi ifade eder.
Kuran’da tarif edilen cihadda şiddet kullanmak, cana kastetmek, fiziki ya da psikolojik baskı ve zulüm ortamı oluşturmak, can yakmak, eza etmek yoktur. Kısaca İslam’da cihad savaş, tehdit ve baskı yoluyla değil, şefkat, sevgi, iyiliğe davet ve fikri olarak hak olanı savunma yoluyla yani tebliğ yoluyla yapılır. Ancak tebliğ yapmanın da bir yöntemi vardır. Tebliğ de en önemli şart samimiyet olmakla birlikte, müslüman tebliğ yaparken sürekli aklını ve vicdanını kullanmalı ve karşı tarafın ahiretini kurtarmaya vesile olmanın ne kadar ağır ve şerefli bir sorumluluk olduğunu asla unutmamalıdır. Bu nedenle bu kitapta tebliğ’in nasıl yapılması gerektiğini, fikir ayrılıkları sözkonusu olduğunda müslümanın nasıl bir tavırla karşılık vermesi gerektiğini de Kuran ayetleri ışığında açıkladık. Ayrıca cahiliyenin en sık yaptığı hatalardan biri olan tartışma konusuna da ayrı bir bölüm ayırdık. Çünkü tartışma mantığı belki de bir insanın doğruyu ve hakkı kabul etmesinin önündeki en büyük engellerden biridir. Müslüman anlatır, karşılıklı fikir alışverişinde bulunur, sohbet eder ancak asla gereksiz bir tartışmanın içine girmez. Çünkü cahiliyenin tartışma alışkanlığı İslam ahlakına uygun değildir ve müslüman hiç bir konuşmasında tartışmaya eğilim göstermemelidir. Allah bir ayetinde, müminin tartışmadan uzak duran ve her zaman için tebliği hedefleyen bu tavrını şöyle hükme bağlar:
"Eğer seninle çekişip-tartışırlarsa, de ki: "Ben, bana uyanlarla birlikte, kendimi Allah'a teslim ettim." Ve kitap verilenlerle ümmilere de ki: "Siz de teslim oldunuz mu?" Eğer teslim oldularsa, gerçekten hidayete ermişlerdir. Fakat yüz çevirdilerse, artık sana düşen yalnızca tebliğ (etmek)dir. Allah, kulları hakkıyla görendir." (Al-i İmran Suresi, 20)
Adnan Oktar (Harun Yahya) İnsanlardan öyleleri vardır ki: "Biz Allah'a ve ahiret gününe iman ettik" derler; oysa inanmış değillerdir. (Sözde) Allah'ı ve iman edenleri aldatırlar. Oysa onlar, yalnızca kendilerini aldatıyorlar ve şuurunda... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
İnsanlardan öyleleri vardır ki:
"Biz Allah'a ve ahiret gününe iman ettik" derler; oysa inanmış değillerdir. (Sözde) Allah'ı ve iman edenleri aldatırlar. Oysa onlar, yalnızca kendilerini aldatıyorlar ve şuurunda değiller. Kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını arttırmıştır. Yalan söylemekte olduklarından dolayı, onlar için acı bir azab vardır.
(Bakara Suresi, 8-10)
Çoğu insan için 'münafık' kelimesi pek bir anlam ifade etmez. Bazıları ise kelimeyi halk dilindeki şekliyle, yani "ikiyüzlü" ya da "yalancı" anlamlarıyla bilir fakat Kuran'daki karşılığından haberdar değildir. Biraz dini bilgisi olanlar ise münafıkların, daha çok Peygamberimiz (sav) döneminde yaşamış inkarcı bir grup olduğunu düşünürler.
Oysa münafıklar Allah'ın Kuran'da yüzlerce ayetle haber verdiği ve onlara karşı son derece temkinli olunmasını hatırlattığı bir gruptur. Ve yine Kuran'a bakıldığında anlaşılan, münafıkların, hiç de az rastlanılan bir grup değil, aksine her mümin topluluğunun içinde bulunan 'teşkilatlı' bir grup olduğudur.
Kuran'a baktığımızda bu kuralın her dönem için geçerli olduğunu görürüz; Hz. Musa (as) ile birlikte olan topluluğun içinde de, Hz. Süleyman (as)'a inananların arasında da, Hz. İbrahim (as)'ın ümmetinde de, Peygamberimiz (sav)'in 1400 sene önce yaşamış cemaatinde de... Kısacası Kuran'da bahsi geçen hangi Müslüman topluluğu olursa olsun içlerinde münafıkların da bulunduğundan bahsedilir. Çünkü "(Bu,) Daha önceden gelip-geçenler hakkında (uygulanan) Allah'ın sünnetidir. Allah'ın sünnetinde kesin olarak bir değişiklik bulamazsın" (Ahzab Suresi, 62) ayetiyle de bildirildiği gibi Allah, her ümmeti benzer olaylarla denemeden geçirir. Eğer ortada bir mümin topluluğu varsa muhakkak onun içinde bir de münafık grubu olacaktır. Bu, Allah'ın tarih boyunca değişmeyen bir kuralıdır.
Dolayısıyla Allah, müminler için tehlike oluşturacak bu topluluğun özelliklerini Kuran'da sıkça bildirmiştir. Münafıklar, Kuran'da en çok tarifi görülen insan türlerinden biridir.
Hayatının tamamını Allah'a adamış, O'nun yolunda canıyla, malıyla mücadele eden samimi insanların arasında, 'onlardanmış' gibi görünerek -kimi zaman yıllarca- yaşayabilen bu insanlar, aslında 'onlardan' değildirler ve yalnızca kendilerine çıkar sağlama peşindedirler. Tarih boyunca bu olay, hak ve samimi olan bütün mümin topluluklarında görülmüştür. Nitekim Kuran'da, yukarıda da belirttiğimiz gibi Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) dahil birçok resulün kavimlerindeki münafıklar hakkında çok fazla bilgi verilmektedir.
Bu kitapta münafıkların özelliklerini, Kuran'da tarif edilen detaylarıyla tek tek ele alıp inceleyeceğiz. Daha sonra ise münafıkların içlerinde yaşattıkları önemli bir hastalığa, 'müstağniyet'e dikkat çekeceğiz.
'Müstağniyet', ileriki bölümlerde daha detaylı olarak ele alınacağı gibi münafıkların üzerlerinde barındırdıkları en belirgin özelliklerden biridir. Münafık karakterli bir kişi, kendini 'müstağni gören' yani 'hiçbir şeye ihtiyacı olmadığını' sanan, her zaman kendinin en doğru yolda olduğuna inanan bir yapıdadır. Ve bundan dolayı "Hayır; gerçekten insan, azar. Kendini müstağni gördüğünden" (Alak Suresi, 6-7) ayetleriyle de bildirildiği gibi azgınlığı ve inkarı giderek artmaktadır. Kendini herşeyden bağımsız, herkesten üstün kabul ettiği için de ne Allah'ın ayetlerine teslim olabilmekte, ne de öğüt alabilmektedir.
Ancak kitaptaki konuları, münafıkların gerçek karakterlerini ve sapkın mantıklarını daha iyi anlayabilmek için, önce münafıkla klasik inkarcının farkını bilmemiz gerekmektedir.
İnkarcılarla Münafıkların Farkı
Sen şiddetle arzu etsen bile, insanların çoğu iman edecek değildir.(Yusuf Suresi, 103)
Yukarıdaki ayetle de haber verilmiş olduğu üzere, insanların çoğu iman etmezler. Allah'a inanmayanlar her zaman için, yeryüzünün çoğunluğunu oluştururlar. 'İnkarcılar' olarak adlandırılan bu gruba, Allah'ı açıkça inkar eden dinsizler, münafıklar, müşrikler ve kalplerinde hastalık bulunanların tümü dahildir. Hepsinin ortak özelliği, Allah'tan gereği gibi korkmamaları ve Allah'ın kitabından uzak bir hayat sürmeleridir. Ancak inkarcılar içerisinde yukarıda da ismi geçen bir grup vardır ki bunlar, Allah'ın 'cehennemin en alt tabakasında' (Nisa Suresi, 145) olduklarını söylediği münafıklardır.
Peki münafıkları, diğer inkarcılardan daha da aşağı bir konuma getiren fark nedir?
İnkarcı Allah'a inanmaz, O'nun varlığını tamamen reddeder; tabii din ahlakını ve Kuran'ı da... Münafık ise Allah'ı açıkça inkar etmez, dine ve Kuran'a inandığını söyler. İnkarcı, Allah'ı inkar ettiğini ilan ederken, münafık tam tersine, -inkarını gizleyip- iman ediyormuş gibi görünür. Kendi iddiasına göre, iman da ediyordur, Allah'tan da korkuyordur... Ancak münafığın doğruyu söylemediğini, kalbinde olanın "gerçek iman" olmadığını Allah bize ayetleriyle bildirmiştir. Bakara Suresi'nde şöyle buyrulur:
İnsanların öyleleri vardır ki: 'Biz Allah'a ve ahiret gününe iman ettik' derler; oysa inanmış değillerdir.(Bakara Suresi, 8)
Münafık iman ettiğini iddia ettiği için mümin topluluğunun içinde bulunur. Müminlerin arasında kimi zaman tüm yaşamını geçirir. Ancak inkarını içinde gizlediği için, müminler arasında sürekli olarak içten içe bir fitne çıkarmaya, Allah'a inanan samimi insanlara zarar vermeye, onları gevşekliğe sürüklemeye çalışır. Münafıkların bu fitneci karakterleri Kuran'da şöyle haber verilmiştir:
Hani, münafık olanlar ve kalplerinde hastalık bulunanlar: "Allah ve Resulü, bize boş bir aldanıştan başka bir şey vadetmedi" diyorlardı... Eğer onlara (şehrin her) yanından girilseydi sonra da kendilerinden fitne (karışıklık çıkarmaları) istenmiş olsaydı, hiç şüphesiz buna yanaşır ve bunda pek az (zaman) dışında (kararsız) kalmazlardı.(Ahzab Suresi, 12-14)
Tüm inkarına rağmen münafık, hiçbir zaman "ben münafığım" diye ortaya çıkmaz. Aksine kendisinin son derece "takva" olduğunu iddia eder. Ona göre müminler yanlış, kendisi ise en doğru yoldadır. Dolayısıyla amacının, müminleri doğru yola iletebilmek olduğunu savunur. Bu da onun fitne çıkarma metotlarından bir diğeridir.
Münafıklar Dinsiz Midir?
Münafığın en önemli özelliklerinden biri, dine inandığını söylediği halde, inandığı din anlayışının Kuran'a uymamasıdır. Bunun nedeni Kuran'dan ayrı, kendine has, müstakil bir mantığının oluşudur. Kuran'a göre değil, kendi mantığına göre düşünür. Münafıkların bu mantık örgüleri, Kuran'da "saçma akıl" olarak şöyle tabir edilmektedir:
Yoksa bunu kendilerine saçma-akılları mı emrediyor? Yoksa onlar azgın bir kavim midir?(Tur Suresi, 32)
Münafık, yukarıda da belirttiğimiz gibi Allah'tan korktuğunu iddia eder; fakat tavırları, Allah'tan korkan bir insanın tavırlarına benzemez. Amacı Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak değildir; aksine O'nun gazab ını üzerine alacak her türlü davranışı sergiler. Bütün bunları yaparken kendisinin oldukça takva olduğunu, her davranışının da Kuran'a uyduğunu şiddetle savunabilir.
Bütün bunların yanında, münafık dinde var olan ibadetlerin çoğunu uyguluyor görünür ve hatta uyguluyor da olabilir. Fakat bunları uygulayış tarzı ve amacı mümininkinden çok farklıdır. Örneğin, mümin sadece Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için namaz kılarken, münafık insanlara gösteriş yapmak için namaz kılar. Allah münafıkların bu tavrını aşağıdaki ayetle bildirmiştir:
Gerçek şu ki, münafıklar (sözde), Allah'ı aldatmaktadırlar. Oysa O, onları aldatandır. Namaza kalktıkları zaman, isteksizce kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar ve Allah'ı ancak çok az anarlar. (Nisa Suresi, 142)
Dıştan bakıldığında münafıklar ve müminler, aynı ibadeti uygulayan insanlar gibi görünebilirler. Oysa müminler "namazlarında huşu içinde olanlardır" (Müminun Suresi, 2); ibadetlerinin karşılığında da Allah'ın rızasını kazanırlar. Münafıklar ise samimiyetsizlikleri ve ikiyüzlülüklerinden dolayı Allah'ın gazabına uğrarlar.
Münafık, 'dış görünüşte' dinsiz değildir; bilakis Allah'a inandığını söyleyen, ibadetlerin çoğunu uygulayan bir insandır. Ancak buna rağmen dindar da değildir. O yalnızca kendi batıl din anlayışının, yani sapkın 'MÜNAFIK DİNİ'nin dindarı sayılabilir. Ama gerçek din ahlakını bildiği halde çarpıtmaya çalıştığı için, ahirette yaptıkları boşa gitmiş olacaktır. Allah bir ayetinde o günü şöyle haber vermektedir:
... Artık onların yapıp-ettikleri boşa çıkmıştır, kıyamet gününde onlar için bir tartı tutmayacağız.(Kehf Suresi, 105)
'Münafık dini', şeytanın dinidir. İnsanlar üzerinde gizli bir hakimiyet kurup, onları Allah'ın yolundan saptırmak isteyen şeytan, türlü yollarla onların aklını çelmeye çalışır. Onlara kötülüğü emreder; insanları doğrudan, iyilikten alıkoymaya çalışır. Son derece garip bir mantığa sahiptir; bunu bir sonraki bölümde detaylıca açıklayacağız ve münafıklarla olan bağlantısını göstereceğiz. Münafıklar şeytanın bu mantığını çok iyi bilirler ama değişen bir şey olmaz; hiçbir münafık "Ben şeytana uyuyorum, onun dinini yaşıyorum" demese de, onun çarpık mantığının aynısını üzerinde tecelli ettirir.
İnsanlardan öyleleri vardır ki:
"Biz Allah'a ve ahiret gününe iman ettik" derler; oysa inanmış değillerdir. (Sözde) Allah'ı ve iman edenleri aldatırlar. Oysa onlar, yalnızca kendilerini aldatıyorlar ve şuurunda değiller. Kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını arttırmıştır. Yalan söylemekte olduklarından dolayı, onlar için acı bir azab vardır.
(Bakara Suresi, 8-10)
Çoğu insan için 'münafık' kelimesi pek bir anlam ifade etmez. Bazıları ise kelimeyi halk dilindeki şekliyle, yani "ikiyüzlü" ya da "yalancı" anlamlarıyla bilir fakat Kuran'daki karşılığından haberdar değildir. Biraz dini bilgisi olanlar ise münafıkların, daha çok Peygamberimiz (sav) döneminde yaşamış inkarcı bir grup olduğunu düşünürler.
Oysa münafıklar Allah'ın Kuran'da yüzlerce ayetle haber verdiği ve onlara karşı son derece temkinli olunmasını hatırlattığı bir gruptur. Ve yine Kuran'a bakıldığında anlaşılan, münafıkların, hiç de az rastlanılan bir grup değil, aksine her mümin topluluğunun içinde bulunan 'teşkilatlı' bir grup olduğudur.
Kuran'a baktığımızda bu kuralın her dönem için geçerli olduğunu görürüz; Hz. Musa (as) ile birlikte olan topluluğun içinde de, Hz. Süleyman (as)'a inananların arasında da, Hz. İbrahim (as)'ın ümmetinde de, Peygamberimiz (sav)'in 1400 sene önce yaşamış cemaatinde de... Kısacası Kuran'da bahsi geçen hangi Müslüman topluluğu olursa olsun içlerinde münafıkların da bulunduğundan bahsedilir. Çünkü "(Bu,) Daha önceden gelip-geçenler hakkında (uygulanan) Allah'ın sünnetidir. Allah'ın sünnetinde kesin olarak bir değişiklik bulamazsın" (Ahzab Suresi, 62) ayetiyle de bildirildiği gibi Allah, her ümmeti benzer olaylarla denemeden geçirir. Eğer ortada bir mümin topluluğu varsa muhakkak onun içinde bir de münafık grubu olacaktır. Bu, Allah'ın tarih boyunca değişmeyen bir kuralıdır.
Dolayısıyla Allah, müminler için tehlike oluşturacak bu topluluğun özelliklerini Kuran'da sıkça bildirmiştir. Münafıklar, Kuran'da en çok tarifi görülen insan türlerinden biridir.
Hayatının tamamını Allah'a adamış, O'nun yolunda canıyla, malıyla mücadele eden samimi insanların arasında, 'onlardanmış' gibi görünerek -kimi zaman yıllarca- yaşayabilen bu insanlar, aslında 'onlardan' değildirler ve yalnızca kendilerine çıkar sağlama peşindedirler. Tarih boyunca bu olay, hak ve samimi olan bütün mümin topluluklarında görülmüştür. Nitekim Kuran'da, yukarıda da belirttiğimiz gibi Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) dahil birçok resulün kavimlerindeki münafıklar hakkında çok fazla bilgi verilmektedir.
Bu kitapta münafıkların özelliklerini, Kuran'da tarif edilen detaylarıyla tek tek ele alıp inceleyeceğiz. Daha sonra ise münafıkların içlerinde yaşattıkları önemli bir hastalığa, 'müstağniyet'e dikkat çekeceğiz.
'Müstağniyet', ileriki bölümlerde daha detaylı olarak ele alınacağı gibi münafıkların üzerlerinde barındırdıkları en belirgin özelliklerden biridir. Münafık karakterli bir kişi, kendini 'müstağni gören' yani 'hiçbir şeye ihtiyacı olmadığını' sanan, her zaman kendinin en doğru yolda olduğuna inanan bir yapıdadır. Ve bundan dolayı "Hayır; gerçekten insan, azar. Kendini müstağni gördüğünden" (Alak Suresi, 6-7) ayetleriyle de bildirildiği gibi azgınlığı ve inkarı giderek artmaktadır. Kendini herşeyden bağımsız, herkesten üstün kabul ettiği için de ne Allah'ın ayetlerine teslim olabilmekte, ne de öğüt alabilmektedir.
Ancak kitaptaki konuları, münafıkların gerçek karakterlerini ve sapkın mantıklarını daha iyi anlayabilmek için, önce münafıkla klasik inkarcının farkını bilmemiz gerekmektedir.
İnkarcılarla Münafıkların Farkı
Sen şiddetle arzu etsen bile, insanların çoğu iman edecek değildir.(Yusuf Suresi, 103)
Yukarıdaki ayetle de haber verilmiş olduğu üzere, insanların çoğu iman etmezler. Allah'a inanmayanlar her zaman için, yeryüzünün çoğunluğunu oluştururlar. 'İnkarcılar' olarak adlandırılan bu gruba, Allah'ı açıkça inkar eden dinsizler, münafıklar, müşrikler ve kalplerinde hastalık bulunanların tümü dahildir. Hepsinin ortak özelliği, Allah'tan gereği gibi korkmamaları ve Allah'ın kitabından uzak bir hayat sürmeleridir. Ancak inkarcılar içerisinde yukarıda da ismi geçen bir grup vardır ki bunlar, Allah'ın 'cehennemin en alt tabakasında' (Nisa Suresi, 145) olduklarını söylediği münafıklardır.
Peki münafıkları, diğer inkarcılardan daha da aşağı bir konuma getiren fark nedir?
İnkarcı Allah'a inanmaz, O'nun varlığını tamamen reddeder; tabii din ahlakını ve Kuran'ı da... Münafık ise Allah'ı açıkça inkar etmez, dine ve Kuran'a inandığını söyler. İnkarcı, Allah'ı inkar ettiğini ilan ederken, münafık tam tersine, -inkarını gizleyip- iman ediyormuş gibi görünür. Kendi iddiasına göre, iman da ediyordur, Allah'tan da korkuyordur... Ancak münafığın doğruyu söylemediğini, kalbinde olanın "gerçek iman" olmadığını Allah bize ayetleriyle bildirmiştir. Bakara Suresi'nde şöyle buyrulur:
İnsanların öyleleri vardır ki: 'Biz Allah'a ve ahiret gününe iman ettik' derler; oysa inanmış değillerdir.(Bakara Suresi, 8)
Münafık iman ettiğini iddia ettiği için mümin topluluğunun içinde bulunur. Müminlerin arasında kimi zaman tüm yaşamını geçirir. Ancak inkarını içinde gizlediği için, müminler arasında sürekli olarak içten içe bir fitne çıkarmaya, Allah'a inanan samimi insanlara zarar vermeye, onları gevşekliğe sürüklemeye çalışır. Münafıkların bu fitneci karakterleri Kuran'da şöyle haber verilmiştir:
Hani, münafık olanlar ve kalplerinde hastalık bulunanlar: "Allah ve Resulü, bize boş bir aldanıştan başka bir şey vadetmedi" diyorlardı... Eğer onlara (şehrin her) yanından girilseydi sonra da kendilerinden fitne (karışıklık çıkarmaları) istenmiş olsaydı, hiç şüphesiz buna yanaşır ve bunda pek az (zaman) dışında (kararsız) kalmazlardı.(Ahzab Suresi, 12-14)
Tüm inkarına rağmen münafık, hiçbir zaman "ben münafığım" diye ortaya çıkmaz. Aksine kendisinin son derece "takva" olduğunu iddia eder. Ona göre müminler yanlış, kendisi ise en doğru yoldadır. Dolayısıyla amacının, müminleri doğru yola iletebilmek olduğunu savunur. Bu da onun fitne çıkarma metotlarından bir diğeridir.
Münafıklar Dinsiz Midir?
Münafığın en önemli özelliklerinden biri, dine inandığını söylediği halde, inandığı din anlayışının Kuran'a uymamasıdır. Bunun nedeni Kuran'dan ayrı, kendine has, müstakil bir mantığının oluşudur. Kuran'a göre değil, kendi mantığına göre düşünür. Münafıkların bu mantık örgüleri, Kuran'da "saçma akıl" olarak şöyle tabir edilmektedir:
Yoksa bunu kendilerine saçma-akılları mı emrediyor? Yoksa onlar azgın bir kavim midir?(Tur Suresi, 32)
Münafık, yukarıda da belirttiğimiz gibi Allah'tan korktuğunu iddia eder; fakat tavırları, Allah'tan korkan bir insanın tavırlarına benzemez. Amacı Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak değildir; aksine O'nun gazab ını üzerine alacak her türlü davranışı sergiler. Bütün bunları yaparken kendisinin oldukça takva olduğunu, her davranışının da Kuran'a uyduğunu şiddetle savunabilir.
Bütün bunların yanında, münafık dinde var olan ibadetlerin çoğunu uyguluyor görünür ve hatta uyguluyor da olabilir. Fakat bunları uygulayış tarzı ve amacı mümininkinden çok farklıdır. Örneğin, mümin sadece Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için namaz kılarken, münafık insanlara gösteriş yapmak için namaz kılar. Allah münafıkların bu tavrını aşağıdaki ayetle bildirmiştir:
Gerçek şu ki, münafıklar (sözde), Allah'ı aldatmaktadırlar. Oysa O, onları aldatandır. Namaza kalktıkları zaman, isteksizce kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar ve Allah'ı ancak çok az anarlar. (Nisa Suresi, 142)
Dıştan bakıldığında münafıklar ve müminler, aynı ibadeti uygulayan insanlar gibi görünebilirler. Oysa müminler "namazlarında huşu içinde olanlardır" (Müminun Suresi, 2); ibadetlerinin karşılığında da Allah'ın rızasını kazanırlar. Münafıklar ise samimiyetsizlikleri ve ikiyüzlülüklerinden dolayı Allah'ın gazabına uğrarlar.
Münafık, 'dış görünüşte' dinsiz değildir; bilakis Allah'a inandığını söyleyen, ibadetlerin çoğunu uygulayan bir insandır. Ancak buna rağmen dindar da değildir. O yalnızca kendi batıl din anlayışının, yani sapkın 'MÜNAFIK DİNİ'nin dindarı sayılabilir. Ama gerçek din ahlakını bildiği halde çarpıtmaya çalıştığı için, ahirette yaptıkları boşa gitmiş olacaktır. Allah bir ayetinde o günü şöyle haber vermektedir:
... Artık onların yapıp-ettikleri boşa çıkmıştır, kıyamet gününde onlar için bir tartı tutmayacağız.(Kehf Suresi, 105)
'Münafık dini', şeytanın dinidir. İnsanlar üzerinde gizli bir hakimiyet kurup, onları Allah'ın yolundan saptırmak isteyen şeytan, türlü yollarla onların aklını çelmeye çalışır. Onlara kötülüğü emreder; insanları doğrudan, iyilikten alıkoymaya çalışır. Son derece garip bir mantığa sahiptir; bunu bir sonraki bölümde detaylıca açıklayacağız ve münafıklarla olan bağlantısını göstereceğiz. Münafıklar şeytanın bu mantığını çok iyi bilirler ama değişen bir şey olmaz; hiçbir münafık "Ben şeytana uyuyorum, onun dinini yaşıyorum" demese de, onun çarpık mantığının aynısını üzerinde tecelli ettirir.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Dünyanın barışa, dostluğa ve kardeşliğe belki de en çok ihtiyaç duyduğu dönemlerden birini yaşamaktayız. 20. yüzyıla damgasını vuran çatışmalar ve gerilimler, yeni yüzyılda da tüm hızıyla devam ediyor. Dünyanın... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Dünyanın barışa, dostluğa ve kardeşliğe belki de en çok ihtiyaç duyduğu dönemlerden birini yaşamaktayız. 20. yüzyıla damgasını vuran çatışmalar ve gerilimler, yeni yüzyılda da tüm hızıyla devam ediyor. Dünyanın dört bir yanında masum insanlar bu çatışma ve gerilimlerden dolayı acı çekiyor.
Dayanışmanın ve yardımlaşmanın güçlenmesine duyulan acil ihtiyaca rağmen, bazı çevrelerin halen çatışmayı -özellikle de dünyanın iki büyük ve köklü medeniyeti arasında çatışmayı- körüklüyor olmaları, üzerinde durulması gereken önemli bir sorundur. Bu kişilerin talep ettiği gibi bir medeniyetler çatışması yaşanmasının tüm insanlık için büyük bir felakete neden olacağı ise açıktır. Böyle bir felaketin engellenmesinin en önemli yollarından biri, medeniyetler arasında dayanışmanın ve iş birliğinin güçlendirilmesinden geçmektedir. Üstelik bu hiç de zor değildir. Çünkü İslam medeniyeti ve Batı dünyası arasında, bazılarının iddia ettiği gibi derin farklılıklar yoktur. Tam tersine -bu kitapta delilleri ile ortaya koyacağımız üzere- İslam medeniyeti ve Batı medeniyetinin temelini oluşturan Musevi-Hristiyan kültürü arasında pek çok ortak yön bulunmaktadır. Bu ortak yönler temel alınarak, dünyadaki sorunlara el birliği ile çözüm bulmak hiç de zor olmayacaktır. Özellikle de, içinde bulunulan şartlar göz önünde bulundurulduğunda...
Bugün, dünya üzerinde büyük bir fikri mücadelenin devam ettiği ve dünyanın iki kutuba bölündüğü bir gerçektir. Ancak bu iki kutbun tarafları Müslümanlar ve Museviler-Hristiyanlar değildir. Bu iki kutbun bir tarafında, Allah'ın varlığına ve birliğine iman edenler diğer tarafında ise inkarcılar; diğer bir deyişle bir tarafında İlahi dinlere inananlar diğer tarafında da bu dinlere karşı olan ideolojileri savunanlar yer almaktadır. Dini ve ahlaki değerleri hedef alan güç merkezlerinin, ellerindeki geniş imkanları birleştirdikleri ve dindar insanlara karşı ittifak halinde hareket ettikleri yaşanan bir gerçektir. Bu ittifakı fikri anlamda etkisiz hale getirmek, Darwinist, ateist, dinsiz materyalist telkinlerin olumsuz, yıkıcı sonuçlarını ortadan kaldırmak, güzel ahlakın, mutluluğun, huzurun, güvenliğin, refahın hakim olduğu toplumları meydana getirmek için yegane bir yol vardır: Yeryüzündeki vicdan sahibi insanların, samimi olarak iman eden Hristiyanların, dindar Musevilerin ve Müslümanların bu ortak amaç doğrultusunda biraraya gelmesi.
Dünyanın barışa, dostluğa ve kardeşliğe belki de en çok ihtiyaç duyduğu dönemlerden birini yaşamaktayız. 20. yüzyıla damgasını vuran çatışmalar ve gerilimler, yeni yüzyılda da tüm hızıyla devam ediyor. Dünyanın dört bir yanında masum insanlar bu çatışma ve gerilimlerden dolayı acı çekiyor.
Dayanışmanın ve yardımlaşmanın güçlenmesine duyulan acil ihtiyaca rağmen, bazı çevrelerin halen çatışmayı -özellikle de dünyanın iki büyük ve köklü medeniyeti arasında çatışmayı- körüklüyor olmaları, üzerinde durulması gereken önemli bir sorundur. Bu kişilerin talep ettiği gibi bir medeniyetler çatışması yaşanmasının tüm insanlık için büyük bir felakete neden olacağı ise açıktır. Böyle bir felaketin engellenmesinin en önemli yollarından biri, medeniyetler arasında dayanışmanın ve iş birliğinin güçlendirilmesinden geçmektedir. Üstelik bu hiç de zor değildir. Çünkü İslam medeniyeti ve Batı dünyası arasında, bazılarının iddia ettiği gibi derin farklılıklar yoktur. Tam tersine -bu kitapta delilleri ile ortaya koyacağımız üzere- İslam medeniyeti ve Batı medeniyetinin temelini oluşturan Musevi-Hristiyan kültürü arasında pek çok ortak yön bulunmaktadır. Bu ortak yönler temel alınarak, dünyadaki sorunlara el birliği ile çözüm bulmak hiç de zor olmayacaktır. Özellikle de, içinde bulunulan şartlar göz önünde bulundurulduğunda...
Bugün, dünya üzerinde büyük bir fikri mücadelenin devam ettiği ve dünyanın iki kutuba bölündüğü bir gerçektir. Ancak bu iki kutbun tarafları Müslümanlar ve Museviler-Hristiyanlar değildir. Bu iki kutbun bir tarafında, Allah'ın varlığına ve birliğine iman edenler diğer tarafında ise inkarcılar; diğer bir deyişle bir tarafında İlahi dinlere inananlar diğer tarafında da bu dinlere karşı olan ideolojileri savunanlar yer almaktadır. Dini ve ahlaki değerleri hedef alan güç merkezlerinin, ellerindeki geniş imkanları birleştirdikleri ve dindar insanlara karşı ittifak halinde hareket ettikleri yaşanan bir gerçektir. Bu ittifakı fikri anlamda etkisiz hale getirmek, Darwinist, ateist, dinsiz materyalist telkinlerin olumsuz, yıkıcı sonuçlarını ortadan kaldırmak, güzel ahlakın, mutluluğun, huzurun, güvenliğin, refahın hakim olduğu toplumları meydana getirmek için yegane bir yol vardır: Yeryüzündeki vicdan sahibi insanların, samimi olarak iman eden Hristiyanların, dindar Musevilerin ve Müslümanların bu ortak amaç doğrultusunda biraraya gelmesi.
Din psikolojisi bilim dalının incelediği önemli konularından birisi de dini tasavvurlardır. Çeşitli dini tasavvurlar içerisinde, cennet ve cehennem tasavvurları da bu alanda önemli bir yer teşkil etmektedir. Cennet ve cehennem... more
Din psikolojisi bilim dalının incelediği önemli konularından birisi de dini tasavvurlardır. Çeşitli dini tasavvurlar içerisinde, cennet ve cehennem tasavvurları da bu alanda önemli bir yer teşkil etmektedir. Cennet ve cehennem tasavvurları, zihinsel gelişim, başta
aile olmak üzere çeşitli sosyal çevre faktörleri ve bağlı olunan dinin inanç esasları tarafından etkilenebilmektedir. Bununla birlikte çocukların cennet ve cehennem tasavvurları,
yetişkin kişilerin bu konudaki tasavvurlarından belirli farklılıklar göstermektedir. Bu
araştırmada gerek somut gerekse soyut düzeyde cennet ve cehennem tasavvurlarını belirleyebilmek için uygun bir örnek/em oluşturan ilköğretim okulu öğrencilerinin cennet ve
cehennem tasavvurları bu konudaki ifadelerinden hareketle tespit edilmeye çalışılmıştır.
Imaginations of Heaven and Hell in Children (Sample of Primary School Students)
Among one of the important matters on which Psychology of Religion studies is religious imaginations. Among them, the imaginations of heaven and hell also have an important place in this field. The imaginations of he av en and hel! and mental development may be influenced by various social environmental factors, bejare all by family, and religious beliefs. However, children's imaginations of heaven and hell show certain differences from adult's imaginations in this matter. In this study, the imaginations of heaven and hell of primary school students who constitute suitable samples to determine their imaginations of heaven and hell in both concrete and abstract levels have been tried to identify based on their expressions in this matter.
aile olmak üzere çeşitli sosyal çevre faktörleri ve bağlı olunan dinin inanç esasları tarafından etkilenebilmektedir. Bununla birlikte çocukların cennet ve cehennem tasavvurları,
yetişkin kişilerin bu konudaki tasavvurlarından belirli farklılıklar göstermektedir. Bu
araştırmada gerek somut gerekse soyut düzeyde cennet ve cehennem tasavvurlarını belirleyebilmek için uygun bir örnek/em oluşturan ilköğretim okulu öğrencilerinin cennet ve
cehennem tasavvurları bu konudaki ifadelerinden hareketle tespit edilmeye çalışılmıştır.
Imaginations of Heaven and Hell in Children (Sample of Primary School Students)
Among one of the important matters on which Psychology of Religion studies is religious imaginations. Among them, the imaginations of heaven and hell also have an important place in this field. The imaginations of he av en and hel! and mental development may be influenced by various social environmental factors, bejare all by family, and religious beliefs. However, children's imaginations of heaven and hell show certain differences from adult's imaginations in this matter. In this study, the imaginations of heaven and hell of primary school students who constitute suitable samples to determine their imaginations of heaven and hell in both concrete and abstract levels have been tried to identify based on their expressions in this matter.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Yalnızca Kuran'ı rehber edinenler, batıl olan inançlardan tamamen uzaklaşır, dünyada ve ahirette sonsuza dek sürecek güzel bir yaşama sahip olmayı umut edebilirler. Günümüzde insanların büyük bir bölümü, dünya... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Yalnızca Kuran'ı rehber edinenler, batıl olan inançlardan tamamen uzaklaşır, dünyada ve ahirette sonsuza dek sürecek güzel bir yaşama sahip olmayı umut edebilirler.
Günümüzde insanların büyük bir bölümü, dünya üzerinde yaşanan kaostan, kargaşadan, kavgalardan, sıkıntılardan, insaniyetsizlikten, çekişmelerden, samimiyetsizliklerden, bencilliklerden ve yalancılıktan uzaklaşmanın, huzur, güven ve barış içinde bir hayat kurmanın yollarını aramaktadır.
Bu amaçla bir arayış içine giren bazı kişiler özledikleri huzur ve mutluluğu, Hinduizm ve Budizm gibi dinlerde bulabileceklerini zannederler. Doğu dinlerinin gizemli ve mistik havası, meditasyon benzeri uygulamaları ve bu dine mensup olan kişilerin tavırlarındaki, giyimlerindeki, konuşmalarındaki ve ibadet şekillerindeki farklılık birçok insanın bu dinlerden etkilenmelerine neden olmaktadır.
Ancak Hinduizm ve Budizm gibi dünyanın bilinen en eski dinleri olarak kabul edilen inançlar, her ne kadar bazı güzel ahlak mesajları içerseler de, hak din değildirler. Muhtemelen zaman içinde yaygın olarak kabul edildikleri toplumların gelenek ve görenekleri ile karışmış ve bazı insanların da kasıtlı olarak ekledikleri hurafeler ve yanlış inançlarla bozularak günümüzdeki batıl şekillerini almışlardır. Bu nedenle bu dinlerin akıl ve mantıkla çelişen birçok düşünce ve uygulamaları bulunmaktadır.
Son zamanlarda ülkemizde de gündeme gelen Karma inancı, bu batıl dinlerin önemli bir özelliğidir. Karma felsefesi, insanları bazı olumlu ahlaki özelliklere özendirmektedir ancak bunun yanında birçok sapkın ve batıl inancı da içermektedir. Karma'nın temelini oluşturan bu batıl inançların insanlar için bir kurtuluş yolu olması, insanlara mutlak bir huzur ve güven getirmesi ise kesinlikle mümkün değildir. Tam aksine bu inançlar insanı daha karmaşık bir ruh haline, çarpık bir bakış açısına ve yanlış uygulamalara yöneltmektedir. Elinizdeki kitapta bu yanlış uygulama ve fikirler ele alınacaktır.
Yalnızca Kuran'ı rehber edinenler, batıl olan inançlardan tamamen uzaklaşır, dünyada ve ahirette sonsuza dek sürecek güzel bir yaşama sahip olmayı umut edebilirler.
Günümüzde insanların büyük bir bölümü, dünya üzerinde yaşanan kaostan, kargaşadan, kavgalardan, sıkıntılardan, insaniyetsizlikten, çekişmelerden, samimiyetsizliklerden, bencilliklerden ve yalancılıktan uzaklaşmanın, huzur, güven ve barış içinde bir hayat kurmanın yollarını aramaktadır.
Bu amaçla bir arayış içine giren bazı kişiler özledikleri huzur ve mutluluğu, Hinduizm ve Budizm gibi dinlerde bulabileceklerini zannederler. Doğu dinlerinin gizemli ve mistik havası, meditasyon benzeri uygulamaları ve bu dine mensup olan kişilerin tavırlarındaki, giyimlerindeki, konuşmalarındaki ve ibadet şekillerindeki farklılık birçok insanın bu dinlerden etkilenmelerine neden olmaktadır.
Ancak Hinduizm ve Budizm gibi dünyanın bilinen en eski dinleri olarak kabul edilen inançlar, her ne kadar bazı güzel ahlak mesajları içerseler de, hak din değildirler. Muhtemelen zaman içinde yaygın olarak kabul edildikleri toplumların gelenek ve görenekleri ile karışmış ve bazı insanların da kasıtlı olarak ekledikleri hurafeler ve yanlış inançlarla bozularak günümüzdeki batıl şekillerini almışlardır. Bu nedenle bu dinlerin akıl ve mantıkla çelişen birçok düşünce ve uygulamaları bulunmaktadır.
Son zamanlarda ülkemizde de gündeme gelen Karma inancı, bu batıl dinlerin önemli bir özelliğidir. Karma felsefesi, insanları bazı olumlu ahlaki özelliklere özendirmektedir ancak bunun yanında birçok sapkın ve batıl inancı da içermektedir. Karma'nın temelini oluşturan bu batıl inançların insanlar için bir kurtuluş yolu olması, insanlara mutlak bir huzur ve güven getirmesi ise kesinlikle mümkün değildir. Tam aksine bu inançlar insanı daha karmaşık bir ruh haline, çarpık bir bakış açısına ve yanlış uygulamalara yöneltmektedir. Elinizdeki kitapta bu yanlış uygulama ve fikirler ele alınacaktır.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Giriş manzara gül çerçeve yaşlı kadın Yandaki resimde gördüğünüz kadın yaklaşık 70 yaşlarında. Hiç düşündünüz mü; 70 yaşında bir insanın geçmişe yönelik düşünceleri nelerdir? Bu insan her kim olursa olsun... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Giriş
manzara gül çerçeve yaşlı kadın
Yandaki resimde gördüğünüz kadın yaklaşık 70 yaşlarında. Hiç düşündünüz mü; 70 yaşında bir insanın geçmişe yönelik düşünceleri nelerdir?
Bu insan her kim olursa olsun muhtemelen yaşadığı 70-80 senenin nasıl geçtiğini anlayamadığını düşünüyordur. Hatta kendisine sorsanız, "göz açıp kapayıncaya kadar geçti, hiçbir şey anlayamadım" diyecektir. 20'li yaşlarındayken herhalde o da yaşlanacağını hiç düşünmemiştir. Ancak şu an, çok uzak gördüğü o dönemin içinde bulunmanın şaşkınlığını yaşıyordur. Ve bu anı uzak görmekle ne kadar yanıldığını da çok iyi anlamıştır.
Yaşamı boyunca yaptıklarını yazmasını veya anlatmasını isteseniz, en fazla bir defteri doldurabilir veya en fazla beş-altı saat arka arkaya anlatabilir. "Koskoca 70 sene" dediği şeyin tamamı işte bu kadardır...
Giriş
manzara gül çerçeve yaşlı kadın
Yandaki resimde gördüğünüz kadın yaklaşık 70 yaşlarında. Hiç düşündünüz mü; 70 yaşında bir insanın geçmişe yönelik düşünceleri nelerdir?
Bu insan her kim olursa olsun muhtemelen yaşadığı 70-80 senenin nasıl geçtiğini anlayamadığını düşünüyordur. Hatta kendisine sorsanız, "göz açıp kapayıncaya kadar geçti, hiçbir şey anlayamadım" diyecektir. 20'li yaşlarındayken herhalde o da yaşlanacağını hiç düşünmemiştir. Ancak şu an, çok uzak gördüğü o dönemin içinde bulunmanın şaşkınlığını yaşıyordur. Ve bu anı uzak görmekle ne kadar yanıldığını da çok iyi anlamıştır.
Yaşamı boyunca yaptıklarını yazmasını veya anlatmasını isteseniz, en fazla bir defteri doldurabilir veya en fazla beş-altı saat arka arkaya anlatabilir. "Koskoca 70 sene" dediği şeyin tamamı işte bu kadardır...
Adnan Oktar (Harun Yahya) Çeşitli eserlerimizde ayrıntılı olarak açıkladığımız "maddenin ardındaki sır" konusu, geniş bir okuyucu kitlesini etkilemiş ve bu kişilerin yaşadıkları hayat boyunca hiç farkında olmadıkları önemli bir gerçeği... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Çeşitli eserlerimizde ayrıntılı olarak açıkladığımız "maddenin ardındaki sır" konusu, geniş bir okuyucu kitlesini etkilemiş ve bu kişilerin yaşadıkları hayat boyunca hiç farkında olmadıkları önemli bir gerçeği fark etmelerine vesile olmuştur. Bu, yeni bir felsefe ya da bir ideoloji değil, her insanın ister istemez içinde olduğu, yaşadığı, anlaşılması kolay, bilimin çeşitli alanlarında uzun yıllar önce ispatlanmış bir gerçektir.
Bu gerçeği; "Allah'ın yarattığı madde dışarıda vardır, ancak biz maddenin sadece beynimizdeki haliyle muhatap oluruz. Dışarıda var olan aslını ise hiçbir zaman bilemeyiz. Hayatımızı meydana getiren herşey ruhumuz tarafından idrak edilen bir algılar bütünüdür. Dünyamızı ve bütün varlığımızı anlamlı kılan şeyleri, kişileri, mekanları, olayları tıpkı bir rüya gibi, sadece görüntü olarak beynimizde algılayabiliriz, asılları ile muhatap olamayız" şeklinde özetlemek mümkündür. Samimi ve önyargısız bakan, derin düşünen bir insan kendisine bu konu anlatıldığında, bu büyük gerçeği kolay bir şekilde, kısa sürede kavramakta ve hayata geçirmektedir.
Ancak, alışkanlıkların, küçüklükten itibaren öğretilen bilgilerin oluşturduğu önyargıların ve çevrenin negatif yönde verdiği telkinlerin etkisinde kalmış olan okuyucular olması da muhtemeldir. Bunu düşünerek, bu kitabı çeşitli soruları olan üç okuyucuyla yapılan bir sohbet tarzında düzenledik. Böylece okuyucuların anlamakta veya kabul etmekte zorlandığı aşamalar, günlük hayatta karşılaştığımız çeşitli olaylardan alınan güncel örneklerle açıklanmış oldu. Okuyucular bu şekilde evde, işte, okulda, televizyon karşısında, kısaca hayatın her aşamasında, öğrendiklerini daha kolay düşünme ve uygulama imkanı bulacaklardır.
Her okuyucunun aklına takılan olası soruları da kapsayan bu konuşmada, her insan için yaşamın Allah'ın ruhumuza izlettiği bir algılar bütünü olması, yaşadığımız hayatın bir nevi rüya gibi yaşanması, algılardan oluşan bu hayatın amacı gibi konulardaki sorulara cevaplar verilecek, gerçeği öğrenmek isteyen okuyucular bu konuda aradıkları cevapları bulacaklardır.
Gerçeklere samimi ve önyargısız olarak yaklaşan birçok kişinin yanında, gerçeği anladıkları, bildikleri halde kabul etmek istemeyen, bu gerçeği öğrenmenin getireceği sorumluluklardan kaçan kişiler de olacaktır. Bu yanlış görüşe sahip olanlar kitabı okuduklarında, gerçeklerden kaçarak, yalanlar ve hayaller üstüne kurulmuş bir dünyada yaşamayı kabullenmenin, aklı başında bir insan için ne kadar küçük düşürücü bir durum olduğunu daha iyi anlayacaklardır.
Unutulmamalıdır ki güzel olan gerçek olandır; bu yüzden gerçeklerden korkmanın ve kaçmanın hiçbir anlamı yoktur. İnsanın yepyeni bir bakış açısıyla, huzurlu ve mutlu bir hayata başlamak için samimi olarak biraz düşünmesi ve vicdanına başvurması yeterlidir. Kendini kandırarak hayallerin peşinden koşan insanlar, gerçeklerden kaçmak yerine, gerçeği anlamak ve öğrenmek için çaba gösterdiklerinde, aldatıcı bir dünyadaki sahte mutlulukların yerine, gerçek ve sonsuz bir mutluluğa kavuşmanın güzelliğini yaşayacaklardır.
Çeşitli eserlerimizde ayrıntılı olarak açıkladığımız "maddenin ardındaki sır" konusu, geniş bir okuyucu kitlesini etkilemiş ve bu kişilerin yaşadıkları hayat boyunca hiç farkında olmadıkları önemli bir gerçeği fark etmelerine vesile olmuştur. Bu, yeni bir felsefe ya da bir ideoloji değil, her insanın ister istemez içinde olduğu, yaşadığı, anlaşılması kolay, bilimin çeşitli alanlarında uzun yıllar önce ispatlanmış bir gerçektir.
Bu gerçeği; "Allah'ın yarattığı madde dışarıda vardır, ancak biz maddenin sadece beynimizdeki haliyle muhatap oluruz. Dışarıda var olan aslını ise hiçbir zaman bilemeyiz. Hayatımızı meydana getiren herşey ruhumuz tarafından idrak edilen bir algılar bütünüdür. Dünyamızı ve bütün varlığımızı anlamlı kılan şeyleri, kişileri, mekanları, olayları tıpkı bir rüya gibi, sadece görüntü olarak beynimizde algılayabiliriz, asılları ile muhatap olamayız" şeklinde özetlemek mümkündür. Samimi ve önyargısız bakan, derin düşünen bir insan kendisine bu konu anlatıldığında, bu büyük gerçeği kolay bir şekilde, kısa sürede kavramakta ve hayata geçirmektedir.
Ancak, alışkanlıkların, küçüklükten itibaren öğretilen bilgilerin oluşturduğu önyargıların ve çevrenin negatif yönde verdiği telkinlerin etkisinde kalmış olan okuyucular olması da muhtemeldir. Bunu düşünerek, bu kitabı çeşitli soruları olan üç okuyucuyla yapılan bir sohbet tarzında düzenledik. Böylece okuyucuların anlamakta veya kabul etmekte zorlandığı aşamalar, günlük hayatta karşılaştığımız çeşitli olaylardan alınan güncel örneklerle açıklanmış oldu. Okuyucular bu şekilde evde, işte, okulda, televizyon karşısında, kısaca hayatın her aşamasında, öğrendiklerini daha kolay düşünme ve uygulama imkanı bulacaklardır.
Her okuyucunun aklına takılan olası soruları da kapsayan bu konuşmada, her insan için yaşamın Allah'ın ruhumuza izlettiği bir algılar bütünü olması, yaşadığımız hayatın bir nevi rüya gibi yaşanması, algılardan oluşan bu hayatın amacı gibi konulardaki sorulara cevaplar verilecek, gerçeği öğrenmek isteyen okuyucular bu konuda aradıkları cevapları bulacaklardır.
Gerçeklere samimi ve önyargısız olarak yaklaşan birçok kişinin yanında, gerçeği anladıkları, bildikleri halde kabul etmek istemeyen, bu gerçeği öğrenmenin getireceği sorumluluklardan kaçan kişiler de olacaktır. Bu yanlış görüşe sahip olanlar kitabı okuduklarında, gerçeklerden kaçarak, yalanlar ve hayaller üstüne kurulmuş bir dünyada yaşamayı kabullenmenin, aklı başında bir insan için ne kadar küçük düşürücü bir durum olduğunu daha iyi anlayacaklardır.
Unutulmamalıdır ki güzel olan gerçek olandır; bu yüzden gerçeklerden korkmanın ve kaçmanın hiçbir anlamı yoktur. İnsanın yepyeni bir bakış açısıyla, huzurlu ve mutlu bir hayata başlamak için samimi olarak biraz düşünmesi ve vicdanına başvurması yeterlidir. Kendini kandırarak hayallerin peşinden koşan insanlar, gerçeklerden kaçmak yerine, gerçeği anlamak ve öğrenmek için çaba gösterdiklerinde, aldatıcı bir dünyadaki sahte mutlulukların yerine, gerçek ve sonsuz bir mutluluğa kavuşmanın güzelliğini yaşayacaklardır.
Kur’an’da ve Tekvin kitabında aktarılan Âdem kıssası gerçekten ilginç bir kıssadır. Klasik dönem İslam uleması (müfessirler) kıssada geçen “cennet” ve “düşüş” gibi anahtar kavramları literal anlam düzeyinde yorumlamış ve bu yorumu birçok... more
Kur’an’da ve Tekvin kitabında aktarılan Âdem kıssası gerçekten ilginç bir kıssadır. Klasik dönem İslam uleması (müfessirler) kıssada geçen “cennet” ve “düşüş” gibi anahtar kavramları literal anlam düzeyinde yorumlamış ve bu yorumu birçok mitolojik unsurla zenginleştirmiştir. Diğer yönden, söz konusu kıssa literal olarak anlaşıldığında Kur’an’ın diğer pek çok ayetiyle çelişmektedir. Kanaatimizce, bu sorunun çözümü için kıssanın aslında temsîlî (dramatik) olduğunu söylemekten başka bir seçenek yoktur. Âdem’in cennetine benzer tasvirler Tevrat’ın yanı sıra kadim Sümer mitolojisinde de mevcuttur. Esasen, Kur’an mesajı açısından Âdem kıssasının târihî olup olmadığı meselesi çok fazla bir değer taşımaz. Zira, bu ve diğer Kur’an kıssalarında önemli olan husus, anlatılanlardan dinî ve ahlâkî bir ders çıkarmak, diğer bir deyişle, kıssadan hisse almaktır. Anladığımız kadarıyla Allah burada insanın dünyadaki sınanma tecrübesini tasvir etmektedir. Bu tasvirdeki Âdem figürü büyük olasılıkla insan denen varlık türünü temsil etmektedir.
Adnan Oktar (Harun Yahya) İnsanların büyük bir çoğunluğu kendilerinin iyi insanlar olduklarını, kötü bir ahlak yapısına sahip olmadıklarını iddia ederler. Kimseye zararlarının dokunmadığını ve kötü yönlerinin olmadığını söylerler. Oysa,... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
İnsanların büyük bir çoğunluğu kendilerinin iyi insanlar olduklarını, kötü bir ahlak yapısına sahip olmadıklarını iddia ederler. Kimseye zararlarının dokunmadığını ve kötü yönlerinin olmadığını söylerler. Oysa, bu insanların çok büyük bir çoğunluğu, Allah'ın hoşnut olmadığı, insanlara yasakladığı birçok kötü ahlak özelliğine sahiptir. Ancak bu kötü ahlak özellikleri, bazı toplumlar içinde yaygınlaştığı ve olağan karşılanarak kabul gördüğü için, kötü ve çirkin karşılanmamaktadır. Örneğin dedikodu, Allah'ın yasakladığı, hatta bir insanın dedikodu yaptığında ölü kardeşinin etini yemek kadar tiksineceği bir davranışta bulunduğunu bildirdiği bir davranıştır. (Hucurat Suresi, 12) Buna rağmen, birçok insan biraraya geldiğinde, bir başka kişinin dedikodusunu yapabilmektedir. Hatta, dedikodu için televizyon programları ve dergilerde köşeler yer almaktadır.
Dedikodu gibi alaycılık, cimrilik, kibir gibi özellikler de Allah'ın insanları uyardığı ve karşılığının cehennem olduğunu belirttiği çirkin davranışlardır. Ancak, insanların büyük bir çoğunluğu bu özelliklere sahiptir ve bunları çok zararlı görmezler. Bu kişiler bir katilin, hırsızın veya katliamlar yapan azgın bir diktatörün çok kötü bir insan olduğuna kanaat getirirler, ancak yukarıda belirtilen tarzdaki ahlak bozukluklarını kendilerince zararsız ve önemsiz görürler. Oysa, her türlü ahlaksızlığın, derecesine göre Allah Katında adaletle verilmiş bir karşılığı vardır.
Bu kitabın konusunu oluşturan yalancılık da, insanların bir kısmının üstünde çok durmadıkları, başkaları yaptığında çoğu zaman anlamazlıktan gelip, kendileri yaptığında ise masum gördükleri ve insanların çok büyük bir kısmının sahip olduğu kötü bir özelliktir.
Dünyanın her yerinde, her kesimden insanın önemli bir kısmı, küçük yaşlarından itibaren sık sık yalana başvurur. Kimi insanlara gösteriş yapmak için, kimi kibirinden, kimi insanları güldürmek için, kimi bir çıkar sağlamak için, kimi birilerinden kendini korumak için, kimi ise bir başkasına kötülük yaparak iftira atmak için yalan söyler. Büyük bir kısmı ise çok basit nedenlerden dolayı veya sırf ağzı alışık olduğu için yalan söyler, fakat yalanın gerçekte ne kadar kötü bir ahlak bozukluğu olduğunu, Allah'ın yalan söylenmesini yasakladığını ve yalancıların ahirette cehennemle karşılık göreceklerini hiç düşünmez.
Bu kitap insanları, küçük, masum ya da zararsız gibi gördükleri, ancak kendileri için büyük bir tehlike olan yalancılığa karşı uyarmak, onlara yalan söylemenin haram olduğunu hatırlatmak için hazırlanmıştır. Kitapta, insanların neden yalana başvurdukları, yalan söylemekten nasıl vazgeçileceği, dürüstlüğün insana neler kazandıracağı gibi konuların yanısıra, yalancıların ruh hali, yalanlarını kurtarma taktikleri gibi konular da anlatılacaktır. Yalancılığın taktiklerinin deşifre edilmesi, yalan söyleyenlerin dayandıkları yöntemlerini ellerinden alacağı için, bir bakıma onları dürüstlüğe mecbur edecektir.
İnsanların büyük bir çoğunluğu kendilerinin iyi insanlar olduklarını, kötü bir ahlak yapısına sahip olmadıklarını iddia ederler. Kimseye zararlarının dokunmadığını ve kötü yönlerinin olmadığını söylerler. Oysa, bu insanların çok büyük bir çoğunluğu, Allah'ın hoşnut olmadığı, insanlara yasakladığı birçok kötü ahlak özelliğine sahiptir. Ancak bu kötü ahlak özellikleri, bazı toplumlar içinde yaygınlaştığı ve olağan karşılanarak kabul gördüğü için, kötü ve çirkin karşılanmamaktadır. Örneğin dedikodu, Allah'ın yasakladığı, hatta bir insanın dedikodu yaptığında ölü kardeşinin etini yemek kadar tiksineceği bir davranışta bulunduğunu bildirdiği bir davranıştır. (Hucurat Suresi, 12) Buna rağmen, birçok insan biraraya geldiğinde, bir başka kişinin dedikodusunu yapabilmektedir. Hatta, dedikodu için televizyon programları ve dergilerde köşeler yer almaktadır.
Dedikodu gibi alaycılık, cimrilik, kibir gibi özellikler de Allah'ın insanları uyardığı ve karşılığının cehennem olduğunu belirttiği çirkin davranışlardır. Ancak, insanların büyük bir çoğunluğu bu özelliklere sahiptir ve bunları çok zararlı görmezler. Bu kişiler bir katilin, hırsızın veya katliamlar yapan azgın bir diktatörün çok kötü bir insan olduğuna kanaat getirirler, ancak yukarıda belirtilen tarzdaki ahlak bozukluklarını kendilerince zararsız ve önemsiz görürler. Oysa, her türlü ahlaksızlığın, derecesine göre Allah Katında adaletle verilmiş bir karşılığı vardır.
Bu kitabın konusunu oluşturan yalancılık da, insanların bir kısmının üstünde çok durmadıkları, başkaları yaptığında çoğu zaman anlamazlıktan gelip, kendileri yaptığında ise masum gördükleri ve insanların çok büyük bir kısmının sahip olduğu kötü bir özelliktir.
Dünyanın her yerinde, her kesimden insanın önemli bir kısmı, küçük yaşlarından itibaren sık sık yalana başvurur. Kimi insanlara gösteriş yapmak için, kimi kibirinden, kimi insanları güldürmek için, kimi bir çıkar sağlamak için, kimi birilerinden kendini korumak için, kimi ise bir başkasına kötülük yaparak iftira atmak için yalan söyler. Büyük bir kısmı ise çok basit nedenlerden dolayı veya sırf ağzı alışık olduğu için yalan söyler, fakat yalanın gerçekte ne kadar kötü bir ahlak bozukluğu olduğunu, Allah'ın yalan söylenmesini yasakladığını ve yalancıların ahirette cehennemle karşılık göreceklerini hiç düşünmez.
Bu kitap insanları, küçük, masum ya da zararsız gibi gördükleri, ancak kendileri için büyük bir tehlike olan yalancılığa karşı uyarmak, onlara yalan söylemenin haram olduğunu hatırlatmak için hazırlanmıştır. Kitapta, insanların neden yalana başvurdukları, yalan söylemekten nasıl vazgeçileceği, dürüstlüğün insana neler kazandıracağı gibi konuların yanısıra, yalancıların ruh hali, yalanlarını kurtarma taktikleri gibi konular da anlatılacaktır. Yalancılığın taktiklerinin deşifre edilmesi, yalan söyleyenlerin dayandıkları yöntemlerini ellerinden alacağı için, bir bakıma onları dürüstlüğe mecbur edecektir.
Adnan Oktar (Harun Yahya) 01-20: Sorular ve Cevaplar 1 - Allah'a Yakınlaşmak Ne Demektir? Bir insanın Allah'a yakınlaşması, Allah'a olan sevgisinin, bağlılığının, Allah korkusunun, imanının ve inancının artması demektir. Hiçbir insan... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
01-20: Sorular ve Cevaplar
1 - Allah'a Yakınlaşmak Ne Demektir?
Bir insanın Allah'a yakınlaşması, Allah'a olan sevgisinin, bağlılığının, Allah korkusunun, imanının ve inancının artması demektir. Hiçbir insan için Allah'a yakınlaşmanın bir sınırı yoktur. İnsanlar ahirette Allah'a olan yakınlıkları ölçüsünde karşılık alacaklar ve yine bu ölçüde sonsuz bir cennet hayatına kavuşacaklardır. Bu nedenle her insanın dünyadaki asıl yaşayış amacı Allah'ın bildirdiği şekilde bu konuda samimi bir gayret sarf etmek olmalıdır. Kuran'da müminlerin bu konuda gösterdikleri çabaya şöyle dikkat çekilmiştir:
Bedevilerden öyleleri de vardır ki, onlar Allah'a ve ahiret gününe iman eder ve infak ettiğini Allah Katında bir yakınlaşmaya ve elçinin dua ve bağışlama dileklerine (bir yol) sayar. Haberiniz olsun, bu gerçekten onlar için bir yakınlaşmadır. Allah da onları Kendi rahmetine sokacaktır. Şüphesiz Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Tevbe Suresi, 99)
Böyle bir çaba sonucunda Allah'a yakınlaşan bir insanın Allah'a olan sevgisi ve bağlılığı daha da şiddetlenir, kalbinde Rabbimiz’e karşı daha büyük bir coşku hisseder, Allah'ın razı olmayacağı bir tavır içerisine girmekten çok daha fazla korkar ve bu ölçüde de Allah'tan sakınır. Din ahlakına karşı bağlılığı, şevki ve dine hizmet etme isteği kuvvetlenir. Allah'a olan yakınlığın gücü arttıkça tüm bu sayılan özellikler de sürekli olarak artmaya devam eder.
01-20: Sorular ve Cevaplar
1 - Allah'a Yakınlaşmak Ne Demektir?
Bir insanın Allah'a yakınlaşması, Allah'a olan sevgisinin, bağlılığının, Allah korkusunun, imanının ve inancının artması demektir. Hiçbir insan için Allah'a yakınlaşmanın bir sınırı yoktur. İnsanlar ahirette Allah'a olan yakınlıkları ölçüsünde karşılık alacaklar ve yine bu ölçüde sonsuz bir cennet hayatına kavuşacaklardır. Bu nedenle her insanın dünyadaki asıl yaşayış amacı Allah'ın bildirdiği şekilde bu konuda samimi bir gayret sarf etmek olmalıdır. Kuran'da müminlerin bu konuda gösterdikleri çabaya şöyle dikkat çekilmiştir:
Bedevilerden öyleleri de vardır ki, onlar Allah'a ve ahiret gününe iman eder ve infak ettiğini Allah Katında bir yakınlaşmaya ve elçinin dua ve bağışlama dileklerine (bir yol) sayar. Haberiniz olsun, bu gerçekten onlar için bir yakınlaşmadır. Allah da onları Kendi rahmetine sokacaktır. Şüphesiz Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Tevbe Suresi, 99)
Böyle bir çaba sonucunda Allah'a yakınlaşan bir insanın Allah'a olan sevgisi ve bağlılığı daha da şiddetlenir, kalbinde Rabbimiz’e karşı daha büyük bir coşku hisseder, Allah'ın razı olmayacağı bir tavır içerisine girmekten çok daha fazla korkar ve bu ölçüde de Allah'tan sakınır. Din ahlakına karşı bağlılığı, şevki ve dine hizmet etme isteği kuvvetlenir. Allah'a olan yakınlığın gücü arttıkça tüm bu sayılan özellikler de sürekli olarak artmaya devam eder.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Giriş Din ahlakından uzak toplumlarda yaşayan insanların büyük bir kısmının hayat anlayışları ve yaşama amaçları birbirine benzer. İlk bakışta birbirinden farklı görünse de, aslında temelde aynıdır. Çünkü... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Giriş
Din ahlakından uzak toplumlarda yaşayan insanların büyük bir kısmının hayat anlayışları ve yaşama amaçları birbirine benzer. İlk bakışta birbirinden farklı görünse de, aslında temelde aynıdır. Çünkü içinde bulundukları şartlar değişse de, dünyaya yönelik istekleri, tutkuları, hırsları, planları, idealleri ve emelleri son derece benzerdir.
İnsanın karakterinin şekil almaya başladığı ilk yıllar çocukluk yıllarıdır. Bu yıllarda çocukların oldukça sorumsuz ve dünyadan habersiz bir yaşantısı olur. Ardından okul hayatı ve gençlik yılları gelir. Bu yıllarda amaç, kalabalık bir arkadaş çevresi edinmek, okulda popüler bir insan olmak, modaya uygun markalarda kıyafetler giyinmek, çevresindekilere gösteriş yapmak gibi klasik isteklerle sınırlıdır. Ardından okul biter ve iş hayatı başlar. İş hayatında kişi kendi mesleğinde yükselmeye, daha çok para kazanmaya, daha üst bir mevkiye ulaşmaya çalışır. Bunun için tüm vaktini ve imkanlarını kullanır. Bu arada iyi bir eş bulup evlenmek ve bir an önce "çoluk çocuk sahibi olmak" için de uğraşır. Dünyadaki tek önemli olayın -kendi deyimiyle- "mutlu bir yuva kurmak" olduğunu düşünür. Kısacası doğar, büyür, eğitim görür, iş hayatına atılır, evlenir, çocuk sahibi olur, bu arada gücü yettiğince para ve itibar kazanmaya çalışır, sonra çocuklarını evlendirir, torun sahibi olur… Ve böyle belirli birkaç dünyevi amaç ve idealle yaşar. Elbette ki bunların tümü dünya hayatında gerekli olan ve Müslümanların şevkle yerine getirdikleri işlerdir ancak her insan asıl amacını unutmadan, dünyada imtihan edildiğini, dünyanın ahiret için bir hazırlık yeri olduğunu bilerek hareket etmekle sorumludur.
Allah üstün güç sahibi Yaratıcımız'dır ve O'nun kudreti karşısında her insanın yapması gereken kulluk görevlerini eksiksiz olarak yerine getirmektir. İman sahibi bir insan ibadetlerine gösterdiği titizlikle kendini belli eder. Allah'ın farz kıldığı zekat, 5 vakit namaz, abdest ve oruç gibi ibadetlerini yaşamı boyunca şevkle sürdürür. İbni Ömer radıyallahu anhümâ'dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuşlardır:
"İslam beş temel üzerine bina kılınmıştır: Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna şahitlik etmek. Namazı dosdoğru kılmak, zekâtı hakkıyla vermek, Allah'ın evi Kâbe'yi haccetmek ve Ramazan orucunu tutmak. (Buhârî, Îmân 1, 2, Tefsîru sûre(2) 30; Müslim, Îmân 19-22. Ayrıca bk. Tirmizî, Îmân 3; Nesâî, Îmân 13)
Yıllar hızla geçer ve hiç ummadığı bir anda hayatın en büyük ve kaçınılmaz gerçeklerinden biriyle karşılaşır. Ölüm vakti gelmiştir; belki 50, belki 60 veya en fazla 70 yaşındayken bu dünyadan ayrılır.
O ana kadar ölümü ya hiç düşünmemiş veya çok az düşünmüştür. Çevresinde birçok insanın ölümüne şahit olmuştur, ama kendi ölümünü her zaman uzak görmüştür. Hayatı boyunca ölümün düşüncesine bile yanaşmamıştır; çünkü ölümü aklına bile getirmeyecek kadar dünyevi hırslara kapılmıştır. Bu yüzden Yüce Allah'ın rızası, cennet, cehennem gibi konulara çok uzaktır; bu gerçekler üzerinde düşünerek hayatının gerçek amacını kavrayamamıştır. Dünyada bulunduğu süre boyunca, olması gerekenden çok farklı hedefler, planlar ve çıkarlar peşinde olmuştur. Dünya için çok çalışmıştır ama ölümden sonrası için hiçbir hazırlığı yoktur.
İşte bu durumdayken, hiç ummadığı bir anda uykudan uyanır gibi, hazırlıksız ve şaşkın bir şekilde ölüm ile karşılaşır. Son bir pişmanlıkla geri dönmek ister, yalvarır. Ama artık çok geçtir. Allah bu insanın ve benzerlerinin durumunu Secde Suresi'nde şöyle haber verir:
De ki: "Size vekil kılınan ölüm meleği, hayatınıza son verecek, sonra Rabbinize döndürülmüş olacaksınız." Suçlu-günahkarları, Rableri huzurunda başları öne eğilmiş olarak: "Rabbimiz, gördük ve işittik; şimdi bizi (bir kere daha dünyaya) geri çevir, salih bir amelde bulunalım, artık biz gerçekten kesin bilgiyle inananlarız" (diye yalvaracakları zamanı) bir görsen. (Secde Suresi, 11-12)
Peki insan bu duruma nasıl düşer? Asla telafisi olmayan bir pişmanlığa kapılana kadar gerçeklerden nasıl kaçar? Dünyada bulunuş amacını nasıl göz ardı eder?
İnsanların böylesine hayati gerçekleri göz ardı etmek ve bunu yaparken de kendi kendilerini avutmak için kullandıkları bazı savunma mekanizmaları vardır. Bunlardan biri ve belki de en etkilisi insanın "kendi kendini kandırması"dır. Kendini kandıran insan, başta ölüm olmak üzere tüm gerçeklerden ve sorumluluklardan kaçabileceğini zanneder. Oysa kendini kandırmak insanın kurtuluşu için bir çare değildir; aksine dünyada bulunuşunun gerçek amacını anlamazlıktan gelmek, insanı, sonu cehennemle bitecek çıkmaz bir yola sürükler. Öyleyse insanın yapması gereken, gerçekleri göz ardı ederek kendisini kandırmayı bir kenara bırakması ve Allah'ın kendisine dünyada tanıdığı süreyi en iyi şekilde değerlendirmesidir.
Şimdi tüm bunları bir de kendiniz için düşünün. Bugüne kadar yukarıda tarif ettiğimiz çerçevede bir yaşantınız olmuş olabilir. Siz de hayatınızın gerçek amacı üzerinde düşünmemiş, sizi yaratmış olan Allah'a karşı sorumluluklarınızı bir kenara bırakmış, kendinizi aldatarak bir yaşam sürdürmüş olabilirsiniz. Eğer bu durumdayken bir anda ölümle ve ardından da ebedi pişmanlıkla karşılaşmak istemiyorsanız, bu kitapta anlatılan gerçekleri ciddi bir şekilde düşünerek okumalısınız. Çünkü bu kitapta, insanların hayatları boyunca kendilerini kandırdıkları konular açıklanmakta ve anlamazlıktan geldikleri gerçekler hatırlatılmaktadır.
Unutmayın, ölüm anında uyanmak ve gerçekleri görmek insana fayda sağlamayacaktır. Allah bu konuda insanları kesin bir şekilde uyarmaktadır:
Sizden birinize ölüm gelip de: "Rabbim, beni yakın bir süreye (ecele) kadar geciktirsen ben de böylece sadaka versem ve salihlerden olsam" demezden önce, size rızık olarak verdiklerimizden infak edin. Oysa Allah, kendi eceli gelmiş bulunan hiçbir kimseyi kesinlikle ertelemez. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. (Münafikun Suresi, 10-11)
Giriş
Din ahlakından uzak toplumlarda yaşayan insanların büyük bir kısmının hayat anlayışları ve yaşama amaçları birbirine benzer. İlk bakışta birbirinden farklı görünse de, aslında temelde aynıdır. Çünkü içinde bulundukları şartlar değişse de, dünyaya yönelik istekleri, tutkuları, hırsları, planları, idealleri ve emelleri son derece benzerdir.
İnsanın karakterinin şekil almaya başladığı ilk yıllar çocukluk yıllarıdır. Bu yıllarda çocukların oldukça sorumsuz ve dünyadan habersiz bir yaşantısı olur. Ardından okul hayatı ve gençlik yılları gelir. Bu yıllarda amaç, kalabalık bir arkadaş çevresi edinmek, okulda popüler bir insan olmak, modaya uygun markalarda kıyafetler giyinmek, çevresindekilere gösteriş yapmak gibi klasik isteklerle sınırlıdır. Ardından okul biter ve iş hayatı başlar. İş hayatında kişi kendi mesleğinde yükselmeye, daha çok para kazanmaya, daha üst bir mevkiye ulaşmaya çalışır. Bunun için tüm vaktini ve imkanlarını kullanır. Bu arada iyi bir eş bulup evlenmek ve bir an önce "çoluk çocuk sahibi olmak" için de uğraşır. Dünyadaki tek önemli olayın -kendi deyimiyle- "mutlu bir yuva kurmak" olduğunu düşünür. Kısacası doğar, büyür, eğitim görür, iş hayatına atılır, evlenir, çocuk sahibi olur, bu arada gücü yettiğince para ve itibar kazanmaya çalışır, sonra çocuklarını evlendirir, torun sahibi olur… Ve böyle belirli birkaç dünyevi amaç ve idealle yaşar. Elbette ki bunların tümü dünya hayatında gerekli olan ve Müslümanların şevkle yerine getirdikleri işlerdir ancak her insan asıl amacını unutmadan, dünyada imtihan edildiğini, dünyanın ahiret için bir hazırlık yeri olduğunu bilerek hareket etmekle sorumludur.
Allah üstün güç sahibi Yaratıcımız'dır ve O'nun kudreti karşısında her insanın yapması gereken kulluk görevlerini eksiksiz olarak yerine getirmektir. İman sahibi bir insan ibadetlerine gösterdiği titizlikle kendini belli eder. Allah'ın farz kıldığı zekat, 5 vakit namaz, abdest ve oruç gibi ibadetlerini yaşamı boyunca şevkle sürdürür. İbni Ömer radıyallahu anhümâ'dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuşlardır:
"İslam beş temel üzerine bina kılınmıştır: Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna şahitlik etmek. Namazı dosdoğru kılmak, zekâtı hakkıyla vermek, Allah'ın evi Kâbe'yi haccetmek ve Ramazan orucunu tutmak. (Buhârî, Îmân 1, 2, Tefsîru sûre(2) 30; Müslim, Îmân 19-22. Ayrıca bk. Tirmizî, Îmân 3; Nesâî, Îmân 13)
Yıllar hızla geçer ve hiç ummadığı bir anda hayatın en büyük ve kaçınılmaz gerçeklerinden biriyle karşılaşır. Ölüm vakti gelmiştir; belki 50, belki 60 veya en fazla 70 yaşındayken bu dünyadan ayrılır.
O ana kadar ölümü ya hiç düşünmemiş veya çok az düşünmüştür. Çevresinde birçok insanın ölümüne şahit olmuştur, ama kendi ölümünü her zaman uzak görmüştür. Hayatı boyunca ölümün düşüncesine bile yanaşmamıştır; çünkü ölümü aklına bile getirmeyecek kadar dünyevi hırslara kapılmıştır. Bu yüzden Yüce Allah'ın rızası, cennet, cehennem gibi konulara çok uzaktır; bu gerçekler üzerinde düşünerek hayatının gerçek amacını kavrayamamıştır. Dünyada bulunduğu süre boyunca, olması gerekenden çok farklı hedefler, planlar ve çıkarlar peşinde olmuştur. Dünya için çok çalışmıştır ama ölümden sonrası için hiçbir hazırlığı yoktur.
İşte bu durumdayken, hiç ummadığı bir anda uykudan uyanır gibi, hazırlıksız ve şaşkın bir şekilde ölüm ile karşılaşır. Son bir pişmanlıkla geri dönmek ister, yalvarır. Ama artık çok geçtir. Allah bu insanın ve benzerlerinin durumunu Secde Suresi'nde şöyle haber verir:
De ki: "Size vekil kılınan ölüm meleği, hayatınıza son verecek, sonra Rabbinize döndürülmüş olacaksınız." Suçlu-günahkarları, Rableri huzurunda başları öne eğilmiş olarak: "Rabbimiz, gördük ve işittik; şimdi bizi (bir kere daha dünyaya) geri çevir, salih bir amelde bulunalım, artık biz gerçekten kesin bilgiyle inananlarız" (diye yalvaracakları zamanı) bir görsen. (Secde Suresi, 11-12)
Peki insan bu duruma nasıl düşer? Asla telafisi olmayan bir pişmanlığa kapılana kadar gerçeklerden nasıl kaçar? Dünyada bulunuş amacını nasıl göz ardı eder?
İnsanların böylesine hayati gerçekleri göz ardı etmek ve bunu yaparken de kendi kendilerini avutmak için kullandıkları bazı savunma mekanizmaları vardır. Bunlardan biri ve belki de en etkilisi insanın "kendi kendini kandırması"dır. Kendini kandıran insan, başta ölüm olmak üzere tüm gerçeklerden ve sorumluluklardan kaçabileceğini zanneder. Oysa kendini kandırmak insanın kurtuluşu için bir çare değildir; aksine dünyada bulunuşunun gerçek amacını anlamazlıktan gelmek, insanı, sonu cehennemle bitecek çıkmaz bir yola sürükler. Öyleyse insanın yapması gereken, gerçekleri göz ardı ederek kendisini kandırmayı bir kenara bırakması ve Allah'ın kendisine dünyada tanıdığı süreyi en iyi şekilde değerlendirmesidir.
Şimdi tüm bunları bir de kendiniz için düşünün. Bugüne kadar yukarıda tarif ettiğimiz çerçevede bir yaşantınız olmuş olabilir. Siz de hayatınızın gerçek amacı üzerinde düşünmemiş, sizi yaratmış olan Allah'a karşı sorumluluklarınızı bir kenara bırakmış, kendinizi aldatarak bir yaşam sürdürmüş olabilirsiniz. Eğer bu durumdayken bir anda ölümle ve ardından da ebedi pişmanlıkla karşılaşmak istemiyorsanız, bu kitapta anlatılan gerçekleri ciddi bir şekilde düşünerek okumalısınız. Çünkü bu kitapta, insanların hayatları boyunca kendilerini kandırdıkları konular açıklanmakta ve anlamazlıktan geldikleri gerçekler hatırlatılmaktadır.
Unutmayın, ölüm anında uyanmak ve gerçekleri görmek insana fayda sağlamayacaktır. Allah bu konuda insanları kesin bir şekilde uyarmaktadır:
Sizden birinize ölüm gelip de: "Rabbim, beni yakın bir süreye (ecele) kadar geciktirsen ben de böylece sadaka versem ve salihlerden olsam" demezden önce, size rızık olarak verdiklerimizden infak edin. Oysa Allah, kendi eceli gelmiş bulunan hiçbir kimseyi kesinlikle ertelemez. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. (Münafikun Suresi, 10-11)
Adnan Oktar (Harun Yahya) Hayatta en fazla neyi istersiniz? Güzel bir ev, gösterişli elbiseler, zenginlik, bolluk, ihtişam... Peki size, dilediğiniz herşeyin anında ve sonsuza kadar sağlanacağı bir mekanın varlığı haber verilse, bunu... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Hayatta en fazla neyi istersiniz? Güzel bir ev, gösterişli elbiseler, zenginlik, bolluk, ihtişam... Peki size, dilediğiniz herşeyin anında ve sonsuza kadar sağlanacağı bir mekanın varlığı haber verilse, bunu nasıl karşılardınız? Elbette, büyük bir heyecana kapılır ve hemen bu kusursuz mekanı görmek isterdiniz. Böyle bir mekanda yaşamaya kuşkusuz hiçbir insanın, hiçbir şekilde itirazı olmazdı.
Şimdi bir düşünün. Şimdiye kadar size, güzelliklerin ayaklarınızın altına serileceği, sayısız nimet ve bollukla karşılaşacağınız bir mekanın varlığından hiç bahsedilmedi mi? Kuşkusuz ki bahsedildi. Aslında size ve sizin gibi tüm insanlara tüm istediklerini hazır bulacakları bir yaşamın, "cennet yaşamının" varlığı mutlaka haber verilmiştir. Yeryüzündeki her insan, ölümünden sonra ahiret yaşamında sonsuz bir cennetin var olduğu bilgisine sahiptir. Cennete girmeye layık görülen her insan, nefsinin istediği herşeyi hazır bulacağı, mükafat ve nimetlerle karşılanacağı, sonsuza kadar güzellikle muhatap olacağı eşsiz bir mekanda yaşayacaktır. Dünyada yaşadığı sınırlı süre ise, bu güzelliklere kavuşabilmesi için kendisine verilmiş bir fırsattır. Allah, dünya hayatındaki imtihanın gereklerini yerine getiren salih kullarına, bu güzel yurdu vaat etmiştir.
O halde insanları, cennet müjdesiyle sevince kapılmaktan alıkoyan, cennete özlem duymalarını ve ona kavuşmak için çaba harcamalarını engelleyen sebep ne olabilir? İnsanlar, acaba neden kendilerine karşılıksız nimetler ve güzellikler verileceğini bile bile, cennet için bir hazırlık yapmazlar? Kuşkusuz bunun en önemli nedeni, insanların bir kısmının cennetin varlığına kesin olarak inanmamaları, bir kısmının da bundan büyük bir şüphe içinde olmalarıdır. İnsanların inançsız veya şüpheci olmalarının kuşkusuz çeşitli sebepleri olabilir. Ancak burada asıl üzerinde durulması gereken, bu şüphenin kimi zaman bilgi eksikliğinden kaynaklanmasıdır.
Bu bilgi eksikliğinin giderilmesi için başvurulacak yegane kaynak ise Kuran'dır.
Allah, Kuran'da insanlara eşsiz ve sınırsız güzellikleri ile muhteşem bir cennet yaşamı tarif etmiştir. Bu güzelliklerin sınırını bilmeyen, tarif edilen detayların farkında olmayan bir kimsenin, cenneti ve oradaki yaşamı gözünde canlandırması zor olabilir.
Elinizdeki kitap ile amaçlanan, Allah'ın insanlara sunmuş olduğu ve büyük bir nimet olarak Kitabında anlattığı cenneti, insanlara tanıtmak, sahip olduğu güzelliklerden herkesi haberdar etmektir. Cennetin, ahirette insanlar için hazırlanmış iki yaşamdan bir tanesi olduğunu bildirmek ve orada insana, şu anki düşünce sınırlarını aşacak derece güzel olan herşeyin verileceğini belirtmektir. Cennetin, cahilce inanışların aksine, tüm nimetlerin kusursuzca var edildiği bir mekan olduğunu haber vermek ve insanlara orada "nefislerinin istediği", "arzu ettikleri" herşeyin sunulacağını göstermektir. Cennette, tüm eksikliklerden, acizliklerden uzak olacaklarını, sıkıntı ve hüznü tatmayacaklarını, asla pişmanlık duymayacaklarını bildirmektir. Cennette, şu ana kadar görülmüş, bilinmiş her türlü güzelliğin ve nimetin çok daha üstününün var olduğunu, ayrıca Allah'tan bir ikram olarak henüz tanınmamış, görülmemiş nimetlerin de orada hazır bulundurulduğunu ve bunların yalnızca Allah'ın kendilerinden hoşnut olduğu insanlara sunulmakta olduğunu haber vermektir.
Elinizdeki kitapta cennetle ilgili tüm bilgiler Kuran ayetlerinden yola çıkılarak tarif edilmektedir. Dolayısıyla sizler de bu bilgileri okuyup, cennet mekanını gözünüzde canlandırmaya çalışırken, anlatılanların tümünün gerçek olduğunu unutmamalısınız. Bütün bu bilgiler doğrultusunda sizleri bekleyen asıl yurdun kusursuzluğunu düşünmeli ve oraya layık olabilmek için çaba içinde olmalısınız. Allah'ın tüm bunları sizlere karşılıksız olarak vereceğini ve tüm bu nimetlere sonsuza kadar sahip olabileceğinizi unutmamalısınız. Tüm bunların yanında, eğer sonsuz güzelliği tercih etmezseniz, tek seçeneğinizin sonsuz azap dolu cehennem olacağını ve cennettekilerin refah dolu yaşamlarını izlerken orada sonsuza kadar sıkıntı, hüzün, azap ve pişmanlık yaşanacağını mutlaka düşünmelisiniz.
Hayatta en fazla neyi istersiniz? Güzel bir ev, gösterişli elbiseler, zenginlik, bolluk, ihtişam... Peki size, dilediğiniz herşeyin anında ve sonsuza kadar sağlanacağı bir mekanın varlığı haber verilse, bunu nasıl karşılardınız? Elbette, büyük bir heyecana kapılır ve hemen bu kusursuz mekanı görmek isterdiniz. Böyle bir mekanda yaşamaya kuşkusuz hiçbir insanın, hiçbir şekilde itirazı olmazdı.
Şimdi bir düşünün. Şimdiye kadar size, güzelliklerin ayaklarınızın altına serileceği, sayısız nimet ve bollukla karşılaşacağınız bir mekanın varlığından hiç bahsedilmedi mi? Kuşkusuz ki bahsedildi. Aslında size ve sizin gibi tüm insanlara tüm istediklerini hazır bulacakları bir yaşamın, "cennet yaşamının" varlığı mutlaka haber verilmiştir. Yeryüzündeki her insan, ölümünden sonra ahiret yaşamında sonsuz bir cennetin var olduğu bilgisine sahiptir. Cennete girmeye layık görülen her insan, nefsinin istediği herşeyi hazır bulacağı, mükafat ve nimetlerle karşılanacağı, sonsuza kadar güzellikle muhatap olacağı eşsiz bir mekanda yaşayacaktır. Dünyada yaşadığı sınırlı süre ise, bu güzelliklere kavuşabilmesi için kendisine verilmiş bir fırsattır. Allah, dünya hayatındaki imtihanın gereklerini yerine getiren salih kullarına, bu güzel yurdu vaat etmiştir.
O halde insanları, cennet müjdesiyle sevince kapılmaktan alıkoyan, cennete özlem duymalarını ve ona kavuşmak için çaba harcamalarını engelleyen sebep ne olabilir? İnsanlar, acaba neden kendilerine karşılıksız nimetler ve güzellikler verileceğini bile bile, cennet için bir hazırlık yapmazlar? Kuşkusuz bunun en önemli nedeni, insanların bir kısmının cennetin varlığına kesin olarak inanmamaları, bir kısmının da bundan büyük bir şüphe içinde olmalarıdır. İnsanların inançsız veya şüpheci olmalarının kuşkusuz çeşitli sebepleri olabilir. Ancak burada asıl üzerinde durulması gereken, bu şüphenin kimi zaman bilgi eksikliğinden kaynaklanmasıdır.
Bu bilgi eksikliğinin giderilmesi için başvurulacak yegane kaynak ise Kuran'dır.
Allah, Kuran'da insanlara eşsiz ve sınırsız güzellikleri ile muhteşem bir cennet yaşamı tarif etmiştir. Bu güzelliklerin sınırını bilmeyen, tarif edilen detayların farkında olmayan bir kimsenin, cenneti ve oradaki yaşamı gözünde canlandırması zor olabilir.
Elinizdeki kitap ile amaçlanan, Allah'ın insanlara sunmuş olduğu ve büyük bir nimet olarak Kitabında anlattığı cenneti, insanlara tanıtmak, sahip olduğu güzelliklerden herkesi haberdar etmektir. Cennetin, ahirette insanlar için hazırlanmış iki yaşamdan bir tanesi olduğunu bildirmek ve orada insana, şu anki düşünce sınırlarını aşacak derece güzel olan herşeyin verileceğini belirtmektir. Cennetin, cahilce inanışların aksine, tüm nimetlerin kusursuzca var edildiği bir mekan olduğunu haber vermek ve insanlara orada "nefislerinin istediği", "arzu ettikleri" herşeyin sunulacağını göstermektir. Cennette, tüm eksikliklerden, acizliklerden uzak olacaklarını, sıkıntı ve hüznü tatmayacaklarını, asla pişmanlık duymayacaklarını bildirmektir. Cennette, şu ana kadar görülmüş, bilinmiş her türlü güzelliğin ve nimetin çok daha üstününün var olduğunu, ayrıca Allah'tan bir ikram olarak henüz tanınmamış, görülmemiş nimetlerin de orada hazır bulundurulduğunu ve bunların yalnızca Allah'ın kendilerinden hoşnut olduğu insanlara sunulmakta olduğunu haber vermektir.
Elinizdeki kitapta cennetle ilgili tüm bilgiler Kuran ayetlerinden yola çıkılarak tarif edilmektedir. Dolayısıyla sizler de bu bilgileri okuyup, cennet mekanını gözünüzde canlandırmaya çalışırken, anlatılanların tümünün gerçek olduğunu unutmamalısınız. Bütün bu bilgiler doğrultusunda sizleri bekleyen asıl yurdun kusursuzluğunu düşünmeli ve oraya layık olabilmek için çaba içinde olmalısınız. Allah'ın tüm bunları sizlere karşılıksız olarak vereceğini ve tüm bu nimetlere sonsuza kadar sahip olabileceğinizi unutmamalısınız. Tüm bunların yanında, eğer sonsuz güzelliği tercih etmezseniz, tek seçeneğinizin sonsuz azap dolu cehennem olacağını ve cennettekilerin refah dolu yaşamlarını izlerken orada sonsuza kadar sıkıntı, hüzün, azap ve pişmanlık yaşanacağını mutlaka düşünmelisiniz.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Giriş In the life of this world, human beings are responsible for overcoming the impulses and appetites of their nafs (selves) and living their lives to please Allah. To do this we have been given a very short... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Giriş
In the life of this world, human beings are responsible for overcoming the impulses and appetites of their nafs (selves) and living their lives to please Allah. To do this we have been given a very short lifespan of sixty or seventy years on average. After the life of this world is over, Allah has created an endless and perfect life for His slaves who have won His favour. In comparison to that timeless existence, life in this world lasts only as long as the blink of an eye. The faithful slaves are those who have shown steadfastness and determination in living according to the genuine knowledge of the unity of Allah without association of partners to Him and in obedience to Allah and His Messenger. They will obtain a great reward in the world to come: the eternal life of the Garden. Doubtless the favour, mercy and love of our Lord for His slaves are a great joy for them.
landscape
Rabbiniz'den olan mağfiret ve eni göklerle yer kadar olan cennete (kavuşmak için) yarışın; o, muttakiler için hazırlanmıştır.
(Al-i İmran Suresi, 133)
İnsan, dünya hayatında nefsindeki kötülükleri yenip ömrünü Allah'ın razı olacağı umulan şekilde geçirmekle sorumludur. Bunun içinse kendisine ortalama altmış yetmiş yıl gibi çok az bir süre verilmiştir. Allah, rızasını kazanan kulları için, dünyadaki bu kısa yaşamın ardından, sonsuz ve eşsiz bir hayat yaratmıştır. Dünya hayatındaki bu ömür göz açıp kapayıncaya kadar, hızla tükenip geçmektedir. Bu süre içerisinde sabır gösteren, güzel ahlakta kararlı davranan, Allah'a samimi bir kul olan kimseler ahirette çok büyük bir mükafatla; sonsuz cennet hayatıyla karşılaşacaklardır. Kuşkusuz bu Rabbimiz'in kullarına olan ihsanının, rahmetinin ve sevgisinin çok önemli bir tecellisidir.
Allah her insanı, herşeyin en güzelinden, en mükemmelinden zevk alacak ve bunlara karşı büyük bir özlem duyacak bir ruh ile yaratmıştır. Bu nedenle insan, hayatı idrak etmeye başladığı andan itibaren bu mükemmelliğe ulaşabilmek için, içinde sürekli olarak büyük bir istek duyar. Daima bir güzellik ve nimet arayışı içerisinde olur. Ancak buna ne kadar çok istek duyarsa duysun ve bunun için ne kadar çok çaba harcarsa harcasın, dünya hayatında hiçbir zaman aradığı mükemmellikle karşılaşamaz. Çünkü Allah dünya hayatını özel olarak kusurlu ve eksik olarak yaratmıştır.
landscape
İşte bunların karşılığı, Rablerinden bağışlanma ve içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetlerdir...
(Al-i İmran Suresi, 136)
Giriş
In the life of this world, human beings are responsible for overcoming the impulses and appetites of their nafs (selves) and living their lives to please Allah. To do this we have been given a very short lifespan of sixty or seventy years on average. After the life of this world is over, Allah has created an endless and perfect life for His slaves who have won His favour. In comparison to that timeless existence, life in this world lasts only as long as the blink of an eye. The faithful slaves are those who have shown steadfastness and determination in living according to the genuine knowledge of the unity of Allah without association of partners to Him and in obedience to Allah and His Messenger. They will obtain a great reward in the world to come: the eternal life of the Garden. Doubtless the favour, mercy and love of our Lord for His slaves are a great joy for them.
landscape
Rabbiniz'den olan mağfiret ve eni göklerle yer kadar olan cennete (kavuşmak için) yarışın; o, muttakiler için hazırlanmıştır.
(Al-i İmran Suresi, 133)
İnsan, dünya hayatında nefsindeki kötülükleri yenip ömrünü Allah'ın razı olacağı umulan şekilde geçirmekle sorumludur. Bunun içinse kendisine ortalama altmış yetmiş yıl gibi çok az bir süre verilmiştir. Allah, rızasını kazanan kulları için, dünyadaki bu kısa yaşamın ardından, sonsuz ve eşsiz bir hayat yaratmıştır. Dünya hayatındaki bu ömür göz açıp kapayıncaya kadar, hızla tükenip geçmektedir. Bu süre içerisinde sabır gösteren, güzel ahlakta kararlı davranan, Allah'a samimi bir kul olan kimseler ahirette çok büyük bir mükafatla; sonsuz cennet hayatıyla karşılaşacaklardır. Kuşkusuz bu Rabbimiz'in kullarına olan ihsanının, rahmetinin ve sevgisinin çok önemli bir tecellisidir.
Allah her insanı, herşeyin en güzelinden, en mükemmelinden zevk alacak ve bunlara karşı büyük bir özlem duyacak bir ruh ile yaratmıştır. Bu nedenle insan, hayatı idrak etmeye başladığı andan itibaren bu mükemmelliğe ulaşabilmek için, içinde sürekli olarak büyük bir istek duyar. Daima bir güzellik ve nimet arayışı içerisinde olur. Ancak buna ne kadar çok istek duyarsa duysun ve bunun için ne kadar çok çaba harcarsa harcasın, dünya hayatında hiçbir zaman aradığı mükemmellikle karşılaşamaz. Çünkü Allah dünya hayatını özel olarak kusurlu ve eksik olarak yaratmıştır.
landscape
İşte bunların karşılığı, Rablerinden bağışlanma ve içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetlerdir...
(Al-i İmran Suresi, 136)
Kur’anın 50. suresi, 45 ayettir. ( 50 + 45 = 95/19 = 5 ) Kur’an saf vahiy olduğundan, vahiy de kâinatın derin katmanlarından ve dosyalarından deşifre edilen evrensel ve gaybî bilgiler olduğu için, Kur’an binler, belki de milyonlar... more
Kur’anın 50. suresi, 45 ayettir. ( 50 + 45 = 95/19 = 5 )
Kur’an saf vahiy olduğundan, vahiy de kâinatın derin katmanlarından ve dosyalarından deşifre edilen evrensel ve gaybî bilgiler olduğu için, Kur’an binler, belki de milyonlar matematiksel tevafukları içeriyor. Bu konuda Müslümanlar reddedilmez onlarca çalışmayı ortaya koydular.
Evet, Varlık, Bilinç ve eşyanın özü, yazılım ve sayılar ile oluşum olduğundan, Varlığın en gerçek boyutu olan vahiy ve diriliş gibi gerçekler elbette birçok matematiksel tevafukları içerecektir. Saf akıl ise, bu derinliklere inemediğinden, bilincin gaybî mağaralarında ve dehlizlerinde dolaşamadığından bunları peşinen inkâr eder, bir kaç aceminin yanlış hesaplarını bahane ederek bütün matematik ilmini ve elektronik teknolojiyi inkâr etmeye çalışır.
Zaten Batı dillerinde saf akıl manasında kullanılan Rasyo ve Rast kökleri, dümdüz, pürüzsüz iş ve eylem ve saha demektir. Evet, insanın aklı böyledir, ama onun kalb ve ruhunun derinlikleri o kadar kıvraktırlar ki, bütün kâinattan daha zengindirler, denilebilir.
Kur’an saf vahiy olduğundan, vahiy de kâinatın derin katmanlarından ve dosyalarından deşifre edilen evrensel ve gaybî bilgiler olduğu için, Kur’an binler, belki de milyonlar matematiksel tevafukları içeriyor. Bu konuda Müslümanlar reddedilmez onlarca çalışmayı ortaya koydular.
Evet, Varlık, Bilinç ve eşyanın özü, yazılım ve sayılar ile oluşum olduğundan, Varlığın en gerçek boyutu olan vahiy ve diriliş gibi gerçekler elbette birçok matematiksel tevafukları içerecektir. Saf akıl ise, bu derinliklere inemediğinden, bilincin gaybî mağaralarında ve dehlizlerinde dolaşamadığından bunları peşinen inkâr eder, bir kaç aceminin yanlış hesaplarını bahane ederek bütün matematik ilmini ve elektronik teknolojiyi inkâr etmeye çalışır.
Zaten Batı dillerinde saf akıl manasında kullanılan Rasyo ve Rast kökleri, dümdüz, pürüzsüz iş ve eylem ve saha demektir. Evet, insanın aklı böyledir, ama onun kalb ve ruhunun derinlikleri o kadar kıvraktırlar ki, bütün kâinattan daha zengindirler, denilebilir.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Kuran Hakkında Ne Biliyorsunuz? Çoğu kişi bu soruya şöyle bir cevap verir: "Kuran, dinimizin mukaddes kitabıdır." Bu elbette doğrudur; ancak Kuran asıl olarak Allah'ın tüm insanlara gönderdiği ve onları sorumlu... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Kuran Hakkında Ne Biliyorsunuz?
Çoğu kişi bu soruya şöyle bir cevap verir: "Kuran, dinimizin mukaddes kitabıdır." Bu elbette doğrudur; ancak Kuran asıl olarak Allah'ın tüm insanlara gönderdiği ve onları sorumlu tuttuğu bir kitaptır. Öyleyse insanların Kuran'ın içeriği, emirleri, tavsiyeleri, hükümleri ile ilgili herşeyi bilmeleri gerekir. Ama bu noktada önemli bir eksiklik karşımıza çıkar, pek çok insan Kuran'ın içeriği hakkında pek bir fikir sahibi değildir.
Kuran hakkında halk arasında yaygın pek çok batıl inanç vardır. Kuran, genellikle evlerin duvarlarında süslü bir muhafaza içinde asılı durur. Ve yine genellikle yaşlılar tarafından okunur. Fakat okuyanlar da Kuran'ın yalnızca Arapçasını okurlar ve Arapça bilmediklerinden dolayı da doğal olarak içeriği hakkında hiçbir şey öğrenemezler.
Bu batıl inanca göre; Kuran'ın çok ilginç bazı yararları olduğu da düşünülür. Arasıra okunduğunda, okuyan kişiyi -ve de okuduktan sonra okuyup-üflediği yakınlarını- "kazadan-beladan" koruyacağı umulur. Bu yönüyle Kuran, bir nevi belalara karşı muska gibi görülür. Adeta tılsımlı kelimeler içerdiği ve bu şekilde insanları koruduğu zannedilir.
Kimi insanlar da etraflarından gördükleri bazı Kuran dışı geleneksel kuralları, Kuran kaynaklı zannederler.
Peki Kuran'ın gerçek mahiyeti nedir? Bunu, Kuran'ın kendisinden (ayetlerinden) öğrenmek gerekir:
İşte bu (Kur'an) uyarılıp korkutulsunlar, gerçekten O'nun yalnızca bir tek ilah olduğunu bilsinler ve temiz akıl sahipleri iyice öğüt alıp düşünsünler diye bir bildirip-duyurma (bir belağ)dır. (İbrahim Suresi, 52)
Andolsun Biz Kur'an'ı zikr (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık. Fakat öğüt alıp-düşünen var mı? (Kamer Suresi, 32)
Andolsun, onların kıssalarında temiz akıl sahipleri için ibretler vardır. (Bu Kur'an) düzüp uydurulacak bir söz değildir, ancak kendinden öncekilerin doğrulayıcısı, herşeyin 'çeşitli biçimlerde açıklaması' ve iman edecek bir topluluk için bir hidayet ve rahmettir. (Yusuf Suresi, 111)
Bu, kendisinde şüphe olmayan, muttakiler için yol gösterici olan bir kitaptır. (Bakara Suresi, 2)
Bu ayetlerde ve daha bunlara benzer pek çok ayette Kuran'ın indiriliş amacının; insanları düşünmeye yöneltmek, onlara kendilerini yaratan ve yaşatan Allah'ı tanıtmak, onlara "kılavuz" olup yol göstermek olduğu vurgulanır. Kuran, vicdanları açık olan insanlara hitap eden bir kitaptır. Ancak öğüt alabilmek için, öncelikle Kuran'a yönelik olan yanlış bakış açısı düzeltilmelidir. Kuran sadece belli bir dönemde yaşamış insanlara değil, her dönemde bütün dünya insanlarına hitab eden bir kitapdır. "Allah'a iman ediyorum" diyen herkes Kuran'ı okumalı ve ayetlerini anlamaya çalışmalıdır. Allah "… Ve Kuran'ı belli bir düzen içinde oku." (Müzzemmil Suresi, 4) ayeti ile bunun önemini bildirmiştir. Ayrıca Allah Kuran'da ayetler üzerinde derin derin düşünülmesini de özellikle vurgulamıştır:
Onlar hala Kuran'ı iyice düşünmüyorlar mı? (Nisa Suresi, 82)
Andolsun Biz Kuran'ı zikr (öğüt alıp düşünme) için kolaylaştırdık. Fakat öğüt alıp-düşünen var mı? (Kamer Suresi, 17)
Allah'ın bu emri uygulanmadığı, Kuran ayetleri gereği gibi okunup öğrenilmediği takdirde, sayısız hurafenin dinin içine girmesi de elbette kaçınılmaz olur. Kuşkusuz Kuran'ın öğrenilmesinin ardından da uygulanması gelir. Kimileri Kuran'ı yalnızca okumakla yetinir, böylece üstüne düşen görevi yerine getirdiğini düşünür. Halbuki Kuran okumak başlıbaşına ibadet olsa bile, asıl yapılması gereken kitapta okunanları uygulamak, günlük hayata geçirmektir. Çünkü, "… insanları yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zariyat Suresi, 56) ayetinde bildirildiği gibi Allah, bütün insanları bu dünya hayatında Kendisi'ne kulluk etsinler diye yaratmıştır. Kulluk etmek isteyenler için de bir rehber olarak Kuran'ı indirmiştir:
(Bu Kur'an,) Ayetlerini, iyiden iyiye düşünsünler ve temiz akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. (Sad Suresi, 29)
Kuran, insanın dünyada ve ahirette kurtuluşu için gerekli tüm bilgileri içerir. Allah'ın emirlerini bildirir, O'nun hoşnut olacağı ahlakı, ceza ile karşılık görecek tavırları, ahiret ve dünya hayatı ile ilgili tüm gerçekleri, karşılaşılabilecek her türlü insan karakterini, Allah korkusunu, Allah sevgisini kısacası ihtiyaç duyduğumuz herşeyi Kuran'dan öğreniriz. Allah'ın sözlerinin yazılı olduğu bu kitap, vicdanen cevabını aradığımız herşeyi bize açıklar. Ancak bazı insanlar; kendilerine hayat verecek, onları "karanlıklardan aydınlığa çıkaracak" olan bu kitabı uygulamaktan, hatta öğrenmekten kaçınırlar. Oysa Kuran hükümleri, tüm insanlar için dünyada ve ahirette yegane kurtuluş yolunu gösterirler.
Kuran'ın, insanın hayatındaki önemini fark eden Müslümanın ise, Allah'a gerektiği gibi kulluk edebilmesi ve bütün hayatını Kuran'a göre yaşaması için iyi bir Kuran bilgisine sahip olması gerekir. İşte elinizdeki bu kitap, Allah'ı gereği gibi tanıyıp takdir edebilmeyi, kulluk görevini eksiksiz yerine getirmeyi, Allah'ın rızasına, rahmetine ve cennetine kavuşmayı hedef edinenlerin Kuran bilgilerini güçlendirmek amacıyla hazırlanmıştır.
Kuran Hakkında Ne Biliyorsunuz?
Çoğu kişi bu soruya şöyle bir cevap verir: "Kuran, dinimizin mukaddes kitabıdır." Bu elbette doğrudur; ancak Kuran asıl olarak Allah'ın tüm insanlara gönderdiği ve onları sorumlu tuttuğu bir kitaptır. Öyleyse insanların Kuran'ın içeriği, emirleri, tavsiyeleri, hükümleri ile ilgili herşeyi bilmeleri gerekir. Ama bu noktada önemli bir eksiklik karşımıza çıkar, pek çok insan Kuran'ın içeriği hakkında pek bir fikir sahibi değildir.
Kuran hakkında halk arasında yaygın pek çok batıl inanç vardır. Kuran, genellikle evlerin duvarlarında süslü bir muhafaza içinde asılı durur. Ve yine genellikle yaşlılar tarafından okunur. Fakat okuyanlar da Kuran'ın yalnızca Arapçasını okurlar ve Arapça bilmediklerinden dolayı da doğal olarak içeriği hakkında hiçbir şey öğrenemezler.
Bu batıl inanca göre; Kuran'ın çok ilginç bazı yararları olduğu da düşünülür. Arasıra okunduğunda, okuyan kişiyi -ve de okuduktan sonra okuyup-üflediği yakınlarını- "kazadan-beladan" koruyacağı umulur. Bu yönüyle Kuran, bir nevi belalara karşı muska gibi görülür. Adeta tılsımlı kelimeler içerdiği ve bu şekilde insanları koruduğu zannedilir.
Kimi insanlar da etraflarından gördükleri bazı Kuran dışı geleneksel kuralları, Kuran kaynaklı zannederler.
Peki Kuran'ın gerçek mahiyeti nedir? Bunu, Kuran'ın kendisinden (ayetlerinden) öğrenmek gerekir:
İşte bu (Kur'an) uyarılıp korkutulsunlar, gerçekten O'nun yalnızca bir tek ilah olduğunu bilsinler ve temiz akıl sahipleri iyice öğüt alıp düşünsünler diye bir bildirip-duyurma (bir belağ)dır. (İbrahim Suresi, 52)
Andolsun Biz Kur'an'ı zikr (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık. Fakat öğüt alıp-düşünen var mı? (Kamer Suresi, 32)
Andolsun, onların kıssalarında temiz akıl sahipleri için ibretler vardır. (Bu Kur'an) düzüp uydurulacak bir söz değildir, ancak kendinden öncekilerin doğrulayıcısı, herşeyin 'çeşitli biçimlerde açıklaması' ve iman edecek bir topluluk için bir hidayet ve rahmettir. (Yusuf Suresi, 111)
Bu, kendisinde şüphe olmayan, muttakiler için yol gösterici olan bir kitaptır. (Bakara Suresi, 2)
Bu ayetlerde ve daha bunlara benzer pek çok ayette Kuran'ın indiriliş amacının; insanları düşünmeye yöneltmek, onlara kendilerini yaratan ve yaşatan Allah'ı tanıtmak, onlara "kılavuz" olup yol göstermek olduğu vurgulanır. Kuran, vicdanları açık olan insanlara hitap eden bir kitaptır. Ancak öğüt alabilmek için, öncelikle Kuran'a yönelik olan yanlış bakış açısı düzeltilmelidir. Kuran sadece belli bir dönemde yaşamış insanlara değil, her dönemde bütün dünya insanlarına hitab eden bir kitapdır. "Allah'a iman ediyorum" diyen herkes Kuran'ı okumalı ve ayetlerini anlamaya çalışmalıdır. Allah "… Ve Kuran'ı belli bir düzen içinde oku." (Müzzemmil Suresi, 4) ayeti ile bunun önemini bildirmiştir. Ayrıca Allah Kuran'da ayetler üzerinde derin derin düşünülmesini de özellikle vurgulamıştır:
Onlar hala Kuran'ı iyice düşünmüyorlar mı? (Nisa Suresi, 82)
Andolsun Biz Kuran'ı zikr (öğüt alıp düşünme) için kolaylaştırdık. Fakat öğüt alıp-düşünen var mı? (Kamer Suresi, 17)
Allah'ın bu emri uygulanmadığı, Kuran ayetleri gereği gibi okunup öğrenilmediği takdirde, sayısız hurafenin dinin içine girmesi de elbette kaçınılmaz olur. Kuşkusuz Kuran'ın öğrenilmesinin ardından da uygulanması gelir. Kimileri Kuran'ı yalnızca okumakla yetinir, böylece üstüne düşen görevi yerine getirdiğini düşünür. Halbuki Kuran okumak başlıbaşına ibadet olsa bile, asıl yapılması gereken kitapta okunanları uygulamak, günlük hayata geçirmektir. Çünkü, "… insanları yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zariyat Suresi, 56) ayetinde bildirildiği gibi Allah, bütün insanları bu dünya hayatında Kendisi'ne kulluk etsinler diye yaratmıştır. Kulluk etmek isteyenler için de bir rehber olarak Kuran'ı indirmiştir:
(Bu Kur'an,) Ayetlerini, iyiden iyiye düşünsünler ve temiz akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. (Sad Suresi, 29)
Kuran, insanın dünyada ve ahirette kurtuluşu için gerekli tüm bilgileri içerir. Allah'ın emirlerini bildirir, O'nun hoşnut olacağı ahlakı, ceza ile karşılık görecek tavırları, ahiret ve dünya hayatı ile ilgili tüm gerçekleri, karşılaşılabilecek her türlü insan karakterini, Allah korkusunu, Allah sevgisini kısacası ihtiyaç duyduğumuz herşeyi Kuran'dan öğreniriz. Allah'ın sözlerinin yazılı olduğu bu kitap, vicdanen cevabını aradığımız herşeyi bize açıklar. Ancak bazı insanlar; kendilerine hayat verecek, onları "karanlıklardan aydınlığa çıkaracak" olan bu kitabı uygulamaktan, hatta öğrenmekten kaçınırlar. Oysa Kuran hükümleri, tüm insanlar için dünyada ve ahirette yegane kurtuluş yolunu gösterirler.
Kuran'ın, insanın hayatındaki önemini fark eden Müslümanın ise, Allah'a gerektiği gibi kulluk edebilmesi ve bütün hayatını Kuran'a göre yaşaması için iyi bir Kuran bilgisine sahip olması gerekir. İşte elinizdeki bu kitap, Allah'ı gereği gibi tanıyıp takdir edebilmeyi, kulluk görevini eksiksiz yerine getirmeyi, Allah'ın rızasına, rahmetine ve cennetine kavuşmayı hedef edinenlerin Kuran bilgilerini güçlendirmek amacıyla hazırlanmıştır.
Adnan Oktar (Harun Yahya) İnsan, dünya hayatında nefsindeki kötülükleri yenip ömrünü Allah'ın razı olacağı şekilde geçirmekle sorumludur. Bunun içinse kendisine ortalama altmış yetmiş yıl gibi çok az bir süre verilmiştir. Allah, rızasını... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
İnsan, dünya hayatında nefsindeki kötülükleri yenip ömrünü Allah'ın razı olacağı şekilde geçirmekle sorumludur. Bunun içinse kendisine ortalama altmış yetmiş yıl gibi çok az bir süre verilmiştir. Allah, rızasını kazanan kulları için, dünyadaki bu kısa yaşamın ardından, sonsuz ve eşsiz bir hayat yaratmıştır. Dünya hayatındaki bu ömür göz açıp kapayıncaya kadar, hızla tükenip geçmektedir. Bu süre içerisinde sabır gösteren, güzel ahlakta kararlı davranan, Allah'a samimi bir kul olan kimseler ahirette çok büyük bir mükafatla; sonsuz cennet hayatıyla karşılaşacaklardır. Kuşkusuz bu Rabbimiz'in kullarına olan ihsanının, rahmetinin ve sevgisinin çok önemli bir tecellisidir.
Allah her insanı, herşeyin en güzelinden, en mükemmelinden zevk alacak ve bunlara karşı büyük bir özlem duyacak bir ruh ile yaratmıştır. Bu nedenle insan, hayatı idrak etmeye başladığı andan itibaren bu mükemmelliğe ulaşabilmek için, içinde sürekli olarak büyük bir istek duyar. Daima bir güzellik ve nimet arayışı içerisinde olur. Ancak buna ne kadar çok istek duyarsa duysun ve bunun için ne kadar çok çaba harcarsa harcasın, dünya hayatında hiçbir zaman aradığı mükemmellikle karşılaşamaz. Çünkü Allah dünya hayatını özel olarak kusurlu ve eksik olarak yaratmıştır.
Elbette Allah'ın bu yaratışında pek çok hikmet vardır. Çünkü "O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir." (Haşr Suresi, 24) ayetiyle bildirildiği gibi, Allah'ın yaratışı kusursuzdur. Rabbimiz herşeye güç yetiren, dilediğini yaratmaya kadir olandır. Dolayısıyla dünya hayatındaki bu eksikliklerin bir amacı vardır. Rabbimiz'in bu yaratışının hikmetlerinden biri, insanın cennetin varlığını kavramasına ve bunun için samimi bir gayret harcamasına yöneliktir.
Allah insanın fıtratını ancak cennette rahat edebileceği ve nefsinin isteklerini ancak burada karşılayabileceği şekilde yaratmıştır. Kuran'ın pek çok ayetinde bu gerçek insana bildirilmiştir. Asıl hayatını cennette yaşayacağını, bu nedenle tüm çabasının da sonsuz güzellikler yurdu olan cennete yönelik olmasını hatırlatmıştır. Bu konudaki Kuran ayetlerinden bazıları şöyledir:
Bu dünya hayatı, yalnızca bir oyun ve '(eğlence türünden) tutkulu bir oyalanmadır'. Gerçekten ahiret yurdu ise, asıl hayat odur. Bir bilselerdi. (Ankebut Suresi, 64)
Gerçek şu ki, ebrar olanlar (iyiler, doğru olanlar), elbette nimetler içindedirler. Tahtlar üzerinde bakıp-seyretmektedirler. Nimetin parıltılı-sevincini sen onların yüzlerinde tanırsın. Onlara mühürlü, katıksız bir şaraptan içirilir. Ki onun sonu misktir. Şu halde yarışmak isteyenler, bunun için yarışsınlar. (Mutaffifin Suresi, 22-26)
Allah dilediğine rızkı genişletir-yayar ve daraltır da. Onlar ise dünya hayatına sevindiler. Oysaki dünya hayatı, ahirette (ki sınırsız mutluluk yanında geçici) bir meta'dan başkası değildir. (Ra'd Suresi, 26)
Orada diledikleri herşey onlarındır; Katımız'da daha fazlası da var. (Kaf Suresi, 35)
Peygamber Efendimiz (sav) de bir hadis-i şerifinde dünya hayatının yanında, cennetin insan için nasıl büyük bir nimet olduğunu şöyle bir örnek ile açıklamıştır:
Cennette, yay kadar bir yer, Güneş'in üzerine doğduğu veya battığı şeyden (dünyadan) daha hayırlıdır. [Kütüb-i Sitte-14, s. 429/2]
İnsan, dünya hayatında nefsindeki kötülükleri yenip ömrünü Allah'ın razı olacağı şekilde geçirmekle sorumludur. Bunun içinse kendisine ortalama altmış yetmiş yıl gibi çok az bir süre verilmiştir. Allah, rızasını kazanan kulları için, dünyadaki bu kısa yaşamın ardından, sonsuz ve eşsiz bir hayat yaratmıştır. Dünya hayatındaki bu ömür göz açıp kapayıncaya kadar, hızla tükenip geçmektedir. Bu süre içerisinde sabır gösteren, güzel ahlakta kararlı davranan, Allah'a samimi bir kul olan kimseler ahirette çok büyük bir mükafatla; sonsuz cennet hayatıyla karşılaşacaklardır. Kuşkusuz bu Rabbimiz'in kullarına olan ihsanının, rahmetinin ve sevgisinin çok önemli bir tecellisidir.
Allah her insanı, herşeyin en güzelinden, en mükemmelinden zevk alacak ve bunlara karşı büyük bir özlem duyacak bir ruh ile yaratmıştır. Bu nedenle insan, hayatı idrak etmeye başladığı andan itibaren bu mükemmelliğe ulaşabilmek için, içinde sürekli olarak büyük bir istek duyar. Daima bir güzellik ve nimet arayışı içerisinde olur. Ancak buna ne kadar çok istek duyarsa duysun ve bunun için ne kadar çok çaba harcarsa harcasın, dünya hayatında hiçbir zaman aradığı mükemmellikle karşılaşamaz. Çünkü Allah dünya hayatını özel olarak kusurlu ve eksik olarak yaratmıştır.
Elbette Allah'ın bu yaratışında pek çok hikmet vardır. Çünkü "O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir." (Haşr Suresi, 24) ayetiyle bildirildiği gibi, Allah'ın yaratışı kusursuzdur. Rabbimiz herşeye güç yetiren, dilediğini yaratmaya kadir olandır. Dolayısıyla dünya hayatındaki bu eksikliklerin bir amacı vardır. Rabbimiz'in bu yaratışının hikmetlerinden biri, insanın cennetin varlığını kavramasına ve bunun için samimi bir gayret harcamasına yöneliktir.
Allah insanın fıtratını ancak cennette rahat edebileceği ve nefsinin isteklerini ancak burada karşılayabileceği şekilde yaratmıştır. Kuran'ın pek çok ayetinde bu gerçek insana bildirilmiştir. Asıl hayatını cennette yaşayacağını, bu nedenle tüm çabasının da sonsuz güzellikler yurdu olan cennete yönelik olmasını hatırlatmıştır. Bu konudaki Kuran ayetlerinden bazıları şöyledir:
Bu dünya hayatı, yalnızca bir oyun ve '(eğlence türünden) tutkulu bir oyalanmadır'. Gerçekten ahiret yurdu ise, asıl hayat odur. Bir bilselerdi. (Ankebut Suresi, 64)
Gerçek şu ki, ebrar olanlar (iyiler, doğru olanlar), elbette nimetler içindedirler. Tahtlar üzerinde bakıp-seyretmektedirler. Nimetin parıltılı-sevincini sen onların yüzlerinde tanırsın. Onlara mühürlü, katıksız bir şaraptan içirilir. Ki onun sonu misktir. Şu halde yarışmak isteyenler, bunun için yarışsınlar. (Mutaffifin Suresi, 22-26)
Allah dilediğine rızkı genişletir-yayar ve daraltır da. Onlar ise dünya hayatına sevindiler. Oysaki dünya hayatı, ahirette (ki sınırsız mutluluk yanında geçici) bir meta'dan başkası değildir. (Ra'd Suresi, 26)
Orada diledikleri herşey onlarındır; Katımız'da daha fazlası da var. (Kaf Suresi, 35)
Peygamber Efendimiz (sav) de bir hadis-i şerifinde dünya hayatının yanında, cennetin insan için nasıl büyük bir nimet olduğunu şöyle bir örnek ile açıklamıştır:
Cennette, yay kadar bir yer, Güneş'in üzerine doğduğu veya battığı şeyden (dünyadan) daha hayırlıdır. [Kütüb-i Sitte-14, s. 429/2]
Adnan Oktar (Harun Yahya) Yaşamlarının asıl amacı Allah’ın rızasını kazanmak olan müminler, tüm güçleriyle bu uğurda çaba harcayan kimselerdir. Allah Kuran'da onlardan "Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cehd eden", yani "çaba... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Yaşamlarının asıl amacı Allah’ın rızasını kazanmak olan müminler, tüm güçleriyle bu uğurda çaba harcayan kimselerdir. Allah Kuran'da onlardan "Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cehd eden", yani "çaba harcayan, gayret eden" kimseler olarak bahsetmektedir. Çünkü tüm hayatlarını Allah'a adamış, Allah'ın rızasına, cennetine karşılık sahip oldukları maddi manevi herşeylerini ortaya koymuşlardır.
İnananların Allah'a karşı güçlü ve kararlı bir teslimiyet gösterebilmelerini ve her ne zorlukla karşılaşırlarsa karşılaşsınlar yılgınlığa kapılmadan "Rabbimiz bize yeter" (Al-i İmran Suresi, 173) diyebilecek kadar yüksek bir ruha sahip olabilmelerini sağlayan çok önemli bir özellikleri vardır: Allah'ın rızasını kazanma şevki…
İmanın kazandırdığı bu şevk insanın hem bedensel hem de zihinsel kapasitesini olabilecek en yüksek seviyeye çıkartan ve böylece kişinin, hayatı her an, hep en güzel ve en huzurlu şekilde yaşamasını sağlayan bir güçtür. Allah aşkından kaynaklanan bu heyecan, inananlara büyük bir manevi kuvvet, dayanıklılık ve direnç verir. Çelik gibi bir irade, gözüpek ve yiğit bir karakter kazandırır. Müminler bu imani güç sayesinde her zorluğu en güzel şekilde göğüsleyebilir ve şartlar her ne olursa olsun tüm güçleriyle Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için gayret sarf etmeye devam ederler.
Allah Kuran'ın pek çok ayetinde şevkin önemine dikkat çekmiş ve müminlerin sınır tanımadan birbirlerini teşvik edip güçlendirmelerini tavsiye etmiştir. "... Müminleri hazırlayıp-teşvik et..." (Nisa Suresi, 84) ayetiyle de emredildiği gibi, inananları şevklendirmek Kuran ahlakını yaşayan insanlar için önemli bir ibadettir.
Bu ayetin işareti doğrultusunda biz de bu kitapta, müminlerin hayatlarının sonuna kadar her an daha da artan şevklerini konu edineceğiz. Amaç, tüm inananlara şevkin ne kadar büyük bir nimet ve müminlerin gücüne nasıl güç katan bir özellik olduğunu göstermektir. Aynı zamanda da şevkin, şartlar her ne olursa olsun müminleri başarılı kılan önemli bir sır olduğunu açıklamak, sabırla ve tevekkülle zorluklara göğüs gerip şevklerini yitirmeyenlere vaat edilen güzellikleri müjdelemektir. Allah'ın çağrısına uyarak müminleri hazırlamak, teşvik edip cesaretlendirmek ve onlara "eni göklerle yer kadar olan cennete kavuşmak için" (Al-i İmran Suresi, 133) yarışmalarını bir kez daha hatırlatmaktır.
Ayrıca Allah'ın bildirdiği gibi "yarışıp öne geçenlerden" olmak varken, kendilerine "orta bir yol" tutan ve din ahlakını bu şekilde yaşamayı yeterli gören kimseleri de, böylesine büyük bir nimetin varlığını hatırlatarak harekete geçirmektir.
Yaşamlarının asıl amacı Allah’ın rızasını kazanmak olan müminler, tüm güçleriyle bu uğurda çaba harcayan kimselerdir. Allah Kuran'da onlardan "Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cehd eden", yani "çaba harcayan, gayret eden" kimseler olarak bahsetmektedir. Çünkü tüm hayatlarını Allah'a adamış, Allah'ın rızasına, cennetine karşılık sahip oldukları maddi manevi herşeylerini ortaya koymuşlardır.
İnananların Allah'a karşı güçlü ve kararlı bir teslimiyet gösterebilmelerini ve her ne zorlukla karşılaşırlarsa karşılaşsınlar yılgınlığa kapılmadan "Rabbimiz bize yeter" (Al-i İmran Suresi, 173) diyebilecek kadar yüksek bir ruha sahip olabilmelerini sağlayan çok önemli bir özellikleri vardır: Allah'ın rızasını kazanma şevki…
İmanın kazandırdığı bu şevk insanın hem bedensel hem de zihinsel kapasitesini olabilecek en yüksek seviyeye çıkartan ve böylece kişinin, hayatı her an, hep en güzel ve en huzurlu şekilde yaşamasını sağlayan bir güçtür. Allah aşkından kaynaklanan bu heyecan, inananlara büyük bir manevi kuvvet, dayanıklılık ve direnç verir. Çelik gibi bir irade, gözüpek ve yiğit bir karakter kazandırır. Müminler bu imani güç sayesinde her zorluğu en güzel şekilde göğüsleyebilir ve şartlar her ne olursa olsun tüm güçleriyle Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için gayret sarf etmeye devam ederler.
Allah Kuran'ın pek çok ayetinde şevkin önemine dikkat çekmiş ve müminlerin sınır tanımadan birbirlerini teşvik edip güçlendirmelerini tavsiye etmiştir. "... Müminleri hazırlayıp-teşvik et..." (Nisa Suresi, 84) ayetiyle de emredildiği gibi, inananları şevklendirmek Kuran ahlakını yaşayan insanlar için önemli bir ibadettir.
Bu ayetin işareti doğrultusunda biz de bu kitapta, müminlerin hayatlarının sonuna kadar her an daha da artan şevklerini konu edineceğiz. Amaç, tüm inananlara şevkin ne kadar büyük bir nimet ve müminlerin gücüne nasıl güç katan bir özellik olduğunu göstermektir. Aynı zamanda da şevkin, şartlar her ne olursa olsun müminleri başarılı kılan önemli bir sır olduğunu açıklamak, sabırla ve tevekkülle zorluklara göğüs gerip şevklerini yitirmeyenlere vaat edilen güzellikleri müjdelemektir. Allah'ın çağrısına uyarak müminleri hazırlamak, teşvik edip cesaretlendirmek ve onlara "eni göklerle yer kadar olan cennete kavuşmak için" (Al-i İmran Suresi, 133) yarışmalarını bir kez daha hatırlatmaktır.
Ayrıca Allah'ın bildirdiği gibi "yarışıp öne geçenlerden" olmak varken, kendilerine "orta bir yol" tutan ve din ahlakını bu şekilde yaşamayı yeterli gören kimseleri de, böylesine büyük bir nimetin varlığını hatırlatarak harekete geçirmektir.
Ardavirafnâme ve Miraçnâmelerde Yükseliş Mitinin İncelenmesi
Adnan Oktar (Harun Yahya) Kuran ahlakından uzak bir yaşam süren bir kısım insanlar, doğru yol kendilerine gösterildiği halde, bu çağrılardan yüz çevirmektedirler. Ancak bu tutumları, bu kimselerin hayatları boyunca Allah'ın Kuran'da... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Kuran ahlakından uzak bir yaşam süren bir kısım insanlar, doğru yol kendilerine gösterildiği halde, bu çağrılardan yüz çevirmektedirler. Ancak bu tutumları, bu kimselerin hayatları boyunca Allah'ın Kuran'da tarif ettiği üstün ahlak yapısından yoksun kalmalarına ve bunun maddi-manevi zararlarına katlanmalarına yol açmaktadır: Üzüntü, sıkıntı, karamsarlık, umutsuzluk, bencillik, tartışma, kavga, geçimsizlik, ikiyüzlülük, alaycılık, çıkarcılık... Toplumun geneline hakim olan tüm bu ve benzeri olumsuz davranışlar, gerçekte insanların Allah'ın Kuran ile bildirdiği hak dinden ve güzel ahlak anlayışından uzaklaşmalarının bir sonucudur.
Ne var ki kimi insanlar bu durumun farkında bile değildir. Üstelik, mantık örgüleri de tüm bu olumsuzlukları normal karşılayacak kadar büyük bir bozulmaya uğramıştır. İçine düştükleri bu durumun nedeni, Allah'ın hak dinini terk etmiş olmalarıdır. Allah Kuran'ın, "Ve elçi dedi ki: "Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kuran'ı terk edilmiş (bir kitap) olarak bıraktılar." (Furkan Suresi, 30) ayetiyle insanların bunu bizlere bildirmektedir.
Bu kitabın konusu olan 'sadakat' kavramı da, Kuran ahlakından uzak yaşayan insanların tamamen yanlış ve çarpık bir bakış açısıyla değerlendirdikleri, hatta kimilerinin gerçek anlamıyla hiç bilmedikleri ve yaşamadıkları bir özelliktir. Her konuda olduğu gibi, sadakat konusunda da, iman edenler ile inkar edenler arasında büyük bir anlayış farkı vardır. Cahiliye toplumundaki sadakat anlayışını, 'insanın sevgi ve yakınlık duyduğu ya da menfaat umduğu kişilere bağlanması, hangi şartlar altında olursa olsun, tamamen o kişilerin emir ve arzularını gözetmesi' olarak tanımlayabiliriz. Cahiliye inançlarını benimseyen insanların sadakati, gerçek anlamından sapmış ve çeşitli dünyevi çıkarlara alet edilen bir sadakat türü haline gelmiştir.
İnkar edenler, Allah'a iman etmedikleri ve O'nun yüceliğini gereği gibi takdir edemedikleri için Allah'a sadakat gösterme şerefinden de mahrum kalırlar. Allah'a sadakat göstererek bir hayat yaşamanın, kendilerini tüm dünyevi zevk ve tutkularından mahrum bırakacağı yanılgısına düşerek, Allah'a bağlanmaktan ve O'na sadık kalmaktan kaçınırlar. Oysa Allah, samimi bir kalple Kendisi'ne bağlanan sadakatli kulları için, dünyada ve ahirette nimetlerin ve zevklerin en güzelleri olduğunu bildirmiştir. Ancak inkar edenler bu gerçeğin şuurunda değillerdir.
Buna karşılık, inkar edenler de farklı bir yönde derin bir sadakat hissi içerisindedirler. Bu sadakat, iman etmeyen insanların nefislerine ve şeytana karşı gösterdikleri sadakattir. Şeytanın ve nefsani arzularının peşine takılmış olan bu kimseler, yaşamlarını bu iki saptırıcıya son derece sadık kalarak geçirirler. Onları adım adım izlerler. Oysa şeytana ve nefse gösterilen sadakatin ahiretteki karşılığı ebedi bir azaptır.
Müminler ise inkar edenlerin aksine, Allah'ın onlara verdiği akıl ile doğru düşünebilen ve Allah'ın gücünü ve ilmini hakkıyla takdir etmeye çalışan insanlardır. Bu nedenle, övgüye tek layık olanın Allah olduğunun bilincindedirler. Allah'ın Kuran ile bildirdiği ahlakı, hiç taviz vermeden yaşarlar. Gönderilen elçilerin yoluna hiçbir kuşkuya kapılmadan sadakat göstererek uyarlar. Kendilerine isabet eden zorluklara karşı sabır gösterir ve her zaman her işlerinde daima Allah'a yönelirler. Allah'ın yardımını ve rahmetini isterler. Hiçbir korku ve endişeye kapılmadan, sürekli olarak Allah'ın rızasını kazanmaya çalışırlar. En şiddetli imtihan ortamları dahi Allah'a olan sadakatlerinden taviz vermelerine neden olmaz. Tam tersine Allah'a olan bağlılıkları, yakınlıkları ve sadakatleri sürekli olarak katlanarak artar. Yüce Rabbimiz Allah, bu güzel davranışlarına karşılık olarak, iman edenler için Allah Katında bir bağışlanma ve büyük bir ecir olduğunu vadetmiştir:
Şüphesiz, Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar, mü'min erkekler ve mü'min kadınlar, gönülden (Allah'a) itaat eden erkekler ve gönülden (Allah'a) itaat eden kadınlar, sadık olan erkekler ve sadık olan kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, saygıyla (Allah'tan) korkan erkekler ve saygıyla (Allah'tan) korkan kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve (ırzlarını) koruyan kadınlar, Allah'ı çokça zikreden erkekler ve (Allah'ı çokça) zikreden kadınlar; (işte) bunlar için Allah bir bağışlanma ve büyük bir ecir hazırlamıştır. (Ahzab Suresi, 35)
Kuran ahlakından uzak bir yaşam süren bir kısım insanlar, doğru yol kendilerine gösterildiği halde, bu çağrılardan yüz çevirmektedirler. Ancak bu tutumları, bu kimselerin hayatları boyunca Allah'ın Kuran'da tarif ettiği üstün ahlak yapısından yoksun kalmalarına ve bunun maddi-manevi zararlarına katlanmalarına yol açmaktadır: Üzüntü, sıkıntı, karamsarlık, umutsuzluk, bencillik, tartışma, kavga, geçimsizlik, ikiyüzlülük, alaycılık, çıkarcılık... Toplumun geneline hakim olan tüm bu ve benzeri olumsuz davranışlar, gerçekte insanların Allah'ın Kuran ile bildirdiği hak dinden ve güzel ahlak anlayışından uzaklaşmalarının bir sonucudur.
Ne var ki kimi insanlar bu durumun farkında bile değildir. Üstelik, mantık örgüleri de tüm bu olumsuzlukları normal karşılayacak kadar büyük bir bozulmaya uğramıştır. İçine düştükleri bu durumun nedeni, Allah'ın hak dinini terk etmiş olmalarıdır. Allah Kuran'ın, "Ve elçi dedi ki: "Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kuran'ı terk edilmiş (bir kitap) olarak bıraktılar." (Furkan Suresi, 30) ayetiyle insanların bunu bizlere bildirmektedir.
Bu kitabın konusu olan 'sadakat' kavramı da, Kuran ahlakından uzak yaşayan insanların tamamen yanlış ve çarpık bir bakış açısıyla değerlendirdikleri, hatta kimilerinin gerçek anlamıyla hiç bilmedikleri ve yaşamadıkları bir özelliktir. Her konuda olduğu gibi, sadakat konusunda da, iman edenler ile inkar edenler arasında büyük bir anlayış farkı vardır. Cahiliye toplumundaki sadakat anlayışını, 'insanın sevgi ve yakınlık duyduğu ya da menfaat umduğu kişilere bağlanması, hangi şartlar altında olursa olsun, tamamen o kişilerin emir ve arzularını gözetmesi' olarak tanımlayabiliriz. Cahiliye inançlarını benimseyen insanların sadakati, gerçek anlamından sapmış ve çeşitli dünyevi çıkarlara alet edilen bir sadakat türü haline gelmiştir.
İnkar edenler, Allah'a iman etmedikleri ve O'nun yüceliğini gereği gibi takdir edemedikleri için Allah'a sadakat gösterme şerefinden de mahrum kalırlar. Allah'a sadakat göstererek bir hayat yaşamanın, kendilerini tüm dünyevi zevk ve tutkularından mahrum bırakacağı yanılgısına düşerek, Allah'a bağlanmaktan ve O'na sadık kalmaktan kaçınırlar. Oysa Allah, samimi bir kalple Kendisi'ne bağlanan sadakatli kulları için, dünyada ve ahirette nimetlerin ve zevklerin en güzelleri olduğunu bildirmiştir. Ancak inkar edenler bu gerçeğin şuurunda değillerdir.
Buna karşılık, inkar edenler de farklı bir yönde derin bir sadakat hissi içerisindedirler. Bu sadakat, iman etmeyen insanların nefislerine ve şeytana karşı gösterdikleri sadakattir. Şeytanın ve nefsani arzularının peşine takılmış olan bu kimseler, yaşamlarını bu iki saptırıcıya son derece sadık kalarak geçirirler. Onları adım adım izlerler. Oysa şeytana ve nefse gösterilen sadakatin ahiretteki karşılığı ebedi bir azaptır.
Müminler ise inkar edenlerin aksine, Allah'ın onlara verdiği akıl ile doğru düşünebilen ve Allah'ın gücünü ve ilmini hakkıyla takdir etmeye çalışan insanlardır. Bu nedenle, övgüye tek layık olanın Allah olduğunun bilincindedirler. Allah'ın Kuran ile bildirdiği ahlakı, hiç taviz vermeden yaşarlar. Gönderilen elçilerin yoluna hiçbir kuşkuya kapılmadan sadakat göstererek uyarlar. Kendilerine isabet eden zorluklara karşı sabır gösterir ve her zaman her işlerinde daima Allah'a yönelirler. Allah'ın yardımını ve rahmetini isterler. Hiçbir korku ve endişeye kapılmadan, sürekli olarak Allah'ın rızasını kazanmaya çalışırlar. En şiddetli imtihan ortamları dahi Allah'a olan sadakatlerinden taviz vermelerine neden olmaz. Tam tersine Allah'a olan bağlılıkları, yakınlıkları ve sadakatleri sürekli olarak katlanarak artar. Yüce Rabbimiz Allah, bu güzel davranışlarına karşılık olarak, iman edenler için Allah Katında bir bağışlanma ve büyük bir ecir olduğunu vadetmiştir:
Şüphesiz, Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar, mü'min erkekler ve mü'min kadınlar, gönülden (Allah'a) itaat eden erkekler ve gönülden (Allah'a) itaat eden kadınlar, sadık olan erkekler ve sadık olan kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, saygıyla (Allah'tan) korkan erkekler ve saygıyla (Allah'tan) korkan kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve (ırzlarını) koruyan kadınlar, Allah'ı çokça zikreden erkekler ve (Allah'ı çokça) zikreden kadınlar; (işte) bunlar için Allah bir bağışlanma ve büyük bir ecir hazırlamıştır. (Ahzab Suresi, 35)
Adnan Oktar (Harun Yahya) Ey iman edenler, sabredin ve sabırda yarışın...(Al-i İmran Suresi, 200) Allah bir ayette, "… Bu bir Kitap'tır ki, Rabbinin izniyle insanları karanlıklardan nura, O güçlü ve övgüye layık olanın yoluna çıkarman... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Ey iman edenler, sabredin ve sabırda yarışın...(Al-i İmran Suresi, 200)
Allah bir ayette, "… Bu bir Kitap'tır ki, Rabbinin izniyle insanları karanlıklardan nura, O güçlü ve övgüye layık olanın yoluna çıkarman için sana indirdik" (İbrahim Suresi, 1) hükmüyle Kuran'ın insanları karanlıklardan aydınlıklara çıkarıcı özelliği olduğunu bildirmiştir.
Kuran'da sabretmenin, insanları karanlıklardan nura çıkaracak yollardan olduğu bildirilir. Ancak Kuran'da bildirilen sabır, günlük hayatta pek çok insanın şahit olduğu tavırlardan çok farklı, çok üstün ve kapsamlı bir ahlak özelliğidir. Kuran'da öğretilen gerçek sabır, sadece zorluklar karşısında değil, aksine hayatın her anında yaşanan bir ahlak özelliğidir. Gerçek sabır, zorluklarda olduğu kadar güzel olan herşeyde kararlılık ve istikrar göstermeyi, bir an olsun bunlardan taviz vermeyerek bir ömür süresince devam etmeyi gerektirir.
Allah'ın Kuran'da bildirdiği sabrın en çarpıcı örneklerini peygamberlerimizin yaşamlarında görmek mümkündür. Çünkü peygamberler Allah'ın dinini anlatmakta, güzel ahlakı yaşamakta güzel bir sabır göstermiş ve Allah'a sadakatlerinden asla ayrılmamış, sadece Allah'ın rızasını kazanabilmek amacıyla sabretmişlerdir. Sabır konusundaki en güzel örnek ise hiç kuşkusuz ki mübarek Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)'dir. Peygamberimiz (sav) Müslümanlara da her zaman sabırlı olmalarını emretmiştir. Bir hadis-i şerifinde Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmaktadır:
Mümin kişinin durumu ne kadar şaşırtıcıdır. Zira her işi onun için bir hayırdır. Bu durum, sadece mümine hastır, başkasına değil: Ona memnun olacağı bir şey gelse şükreder, bu ise hayırdır; bir zarar gelse sabreder, bu da hayırdır. (Kütüb-i Sitte, Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Prof. Dr. İbrahim Canan, 2. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, 1992, s. 208)
İşte bu kitabın amacı insanlara bu üstün ahlak özelliğini Kuran'da bildirildiği şekliyle tarif etmek ve onları gerçek sabrı yaşamaya davet etmektir. Bu amaç doğrultusunda kitap boyunca halk arasında yaşanan sabır anlayışının yanlışlığı, Allah'ın kullarından nasıl bir sabır istediği, sabretmeleri için onları ne tür olaylarla deneyebileceği ve Rabbimiz için güzel bir sabırla sabredenlere nasıl büyük bir karşılık vaat ettiği anlatılacaktır.
Tüm bunların yanında peygamberlerin, hayatlarının sonuna kadar her konuda nasıl üstün bir sabır gösterdiklerine dair Kuran'dan örnekler verilecek ve böylece tüm insanlar en doğru şekilde ve hiç taviz vermeden hayatlarının sonuna kadar "Rabbimiz için sabretmeye" davet edileceklerdir.
Kitabın bir diğer amacı da Allah'ın bu davetine karşılık verenlere "... Sabır gösterenleri müjdele." (Bakara Suresi, 155) ayetiyle bildirilen Allah'ın büyük müjdesini vermektir. Ayrıca Allah'ın "sabredenlerle beraber" olduğunu (Bakara Suresi, 153) bir kez daha hatırlatarak, sabrın müminlere pek çok güzelliğin kapısını açan eşsiz bir anahtar olduğunu vurgulamaktır.
Ey iman edenler, sabredin ve sabırda yarışın...(Al-i İmran Suresi, 200)
Allah bir ayette, "… Bu bir Kitap'tır ki, Rabbinin izniyle insanları karanlıklardan nura, O güçlü ve övgüye layık olanın yoluna çıkarman için sana indirdik" (İbrahim Suresi, 1) hükmüyle Kuran'ın insanları karanlıklardan aydınlıklara çıkarıcı özelliği olduğunu bildirmiştir.
Kuran'da sabretmenin, insanları karanlıklardan nura çıkaracak yollardan olduğu bildirilir. Ancak Kuran'da bildirilen sabır, günlük hayatta pek çok insanın şahit olduğu tavırlardan çok farklı, çok üstün ve kapsamlı bir ahlak özelliğidir. Kuran'da öğretilen gerçek sabır, sadece zorluklar karşısında değil, aksine hayatın her anında yaşanan bir ahlak özelliğidir. Gerçek sabır, zorluklarda olduğu kadar güzel olan herşeyde kararlılık ve istikrar göstermeyi, bir an olsun bunlardan taviz vermeyerek bir ömür süresince devam etmeyi gerektirir.
Allah'ın Kuran'da bildirdiği sabrın en çarpıcı örneklerini peygamberlerimizin yaşamlarında görmek mümkündür. Çünkü peygamberler Allah'ın dinini anlatmakta, güzel ahlakı yaşamakta güzel bir sabır göstermiş ve Allah'a sadakatlerinden asla ayrılmamış, sadece Allah'ın rızasını kazanabilmek amacıyla sabretmişlerdir. Sabır konusundaki en güzel örnek ise hiç kuşkusuz ki mübarek Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)'dir. Peygamberimiz (sav) Müslümanlara da her zaman sabırlı olmalarını emretmiştir. Bir hadis-i şerifinde Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmaktadır:
Mümin kişinin durumu ne kadar şaşırtıcıdır. Zira her işi onun için bir hayırdır. Bu durum, sadece mümine hastır, başkasına değil: Ona memnun olacağı bir şey gelse şükreder, bu ise hayırdır; bir zarar gelse sabreder, bu da hayırdır. (Kütüb-i Sitte, Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Prof. Dr. İbrahim Canan, 2. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, 1992, s. 208)
İşte bu kitabın amacı insanlara bu üstün ahlak özelliğini Kuran'da bildirildiği şekliyle tarif etmek ve onları gerçek sabrı yaşamaya davet etmektir. Bu amaç doğrultusunda kitap boyunca halk arasında yaşanan sabır anlayışının yanlışlığı, Allah'ın kullarından nasıl bir sabır istediği, sabretmeleri için onları ne tür olaylarla deneyebileceği ve Rabbimiz için güzel bir sabırla sabredenlere nasıl büyük bir karşılık vaat ettiği anlatılacaktır.
Tüm bunların yanında peygamberlerin, hayatlarının sonuna kadar her konuda nasıl üstün bir sabır gösterdiklerine dair Kuran'dan örnekler verilecek ve böylece tüm insanlar en doğru şekilde ve hiç taviz vermeden hayatlarının sonuna kadar "Rabbimiz için sabretmeye" davet edileceklerdir.
Kitabın bir diğer amacı da Allah'ın bu davetine karşılık verenlere "... Sabır gösterenleri müjdele." (Bakara Suresi, 155) ayetiyle bildirilen Allah'ın büyük müjdesini vermektir. Ayrıca Allah'ın "sabredenlerle beraber" olduğunu (Bakara Suresi, 153) bir kez daha hatırlatarak, sabrın müminlere pek çok güzelliğin kapısını açan eşsiz bir anahtar olduğunu vurgulamaktır.
İnanış noktasında, Tanrı ve Cennet gibi kavramlardan her biri genellikle semavi dinlere inanan kişilerin karşılaştığı öncelikli kutsal kavramlardandır. Bu iki kavramın sanata yansımaları, soyut birer kavram oldukları için, semboller... more
İnanış noktasında, Tanrı ve Cennet gibi kavramlardan her biri genellikle semavi dinlere inanan kişilerin karşılaştığı öncelikli kutsal kavramlardandır. Bu iki kavramın sanata yansımaları, soyut birer kavram oldukları için, semboller yoluyla olmak durumundadır. Türk sanatında yer alan sembolik işaretlerin kullanımı, damga vurma geleneği ile doğrudan bağlantılıdır. Damga, Türk devletlerinin ve halklarının kendi benliklerini yansıttığı simgeler olarak, hemen her türlü malzemede kullanılmıştır. Türk sanatında karşılaşmış olduğumuz Tanrı ve Cennet damgalarının beraber kullanımı, Orta Asya'dan ve İran bölgesinden Anadolu'ya kadar, yoğunlukla mimari gelenek yoluyla taşınmıştır. Çalışmamızda örneklerle izlerini takip ettiğimiz bu kutsal geleneğin taş, alçı, tuğla, kerpiç, çini gibi pek çok malzemede, ince bir işçilikle uygulandığını görmekteyiz. Birer sanat eseri olarak üretilmiş bu damgaların beraber kullanımı, Cennet ve Tanrı kavramlarının, insan zihnindeki anlamlarının benzerlik göstermesi ile yakından ilgilidir. Bu çalışmada, Türk damgalarından kutsallık ifade eden Tanrı ve Cennet damgalarının beraber kullanımı, anlam noktasında irdelenmiş ve sorgulanmıştır.
- At the point of belief, each of the concepts such as God and Heaven is generally one of the primary sacred concepts that people who believe in monotheistic religions encounter. The reflections of these two concepts on art since they are abstract concepts have to be through symbols. The use of symbolic signs in Turkish art is directly related to the stamping tradition. The stamp has been used in almost all kinds of materials as symbols reflecting the Turkish states and peoples identities. The joint use of the stamps of God and Heaven which we have encountered in Turkish art has been carried extensively through architectural tradition from Central Asia and Iran to Anatolia. In our work we see that this sacred tradition whose traces we follow with examples is applied with fine craftsmanship on many materials such as stone, plaster, brick, adobe and tile.
The use of these stamps produced as works of art is closely related to the similarity between the concepts of Heaven and God in the human mind. In this study, the use of God and Heaven stamps which express holiness from Turkish stamps was examined and questioned in terms of meaning.
- At the point of belief, each of the concepts such as God and Heaven is generally one of the primary sacred concepts that people who believe in monotheistic religions encounter. The reflections of these two concepts on art since they are abstract concepts have to be through symbols. The use of symbolic signs in Turkish art is directly related to the stamping tradition. The stamp has been used in almost all kinds of materials as symbols reflecting the Turkish states and peoples identities. The joint use of the stamps of God and Heaven which we have encountered in Turkish art has been carried extensively through architectural tradition from Central Asia and Iran to Anatolia. In our work we see that this sacred tradition whose traces we follow with examples is applied with fine craftsmanship on many materials such as stone, plaster, brick, adobe and tile.
The use of these stamps produced as works of art is closely related to the similarity between the concepts of Heaven and God in the human mind. In this study, the use of God and Heaven stamps which express holiness from Turkish stamps was examined and questioned in terms of meaning.
İslâm'ın zuhurundan itibaren Müslümanların mücadele etmek mecburiyetinde kaldığı Hıristiyanlar ve onların bahsedilen dönemdeki en güçlü temsilcisi Bizans'ın ciddî anlamda çekişme içerisinde olduğu saha, hiç şüphesiz ki Anadolu toprakları... more
İslâm'ın zuhurundan itibaren Müslümanların mücadele etmek mecburiyetinde kaldığı Hıristiyanlar ve onların bahsedilen dönemdeki en güçlü temsilcisi Bizans'ın ciddî anlamda çekişme içerisinde olduğu saha, hiç şüphesiz ki Anadolu toprakları olmuştur. Anadolu'daki stratejik öneme sahip bir kısım yerleşim birimleri ve geçit noktaları bu açıdan Müslümanların dikkatini çekmiştir. Siyasî, iktisadî ve askerî manada ehemmiyeti haiz bu yerlerin fethinde, pek çok değişik sebebin yanında inanç unsurlarının da önemli bir tesirinin bulunduğuna şahit olunmaktadır. Bu çalışmada, Çukurova bölgesindeki kimi beldelerle ilgili olarak Hz. Muhammed ile bazı İslâm büyüklerine atfedilen rivayetler ve bahis konusu edilecek rivayetlerin bu havalinin fetih, hatta iskân siyasetine katkıları üzerinde durulacaktır. Bir seri araştırmanın ilk bölümünü oluşturan bu yazıda, sadece Tarsus ve Adana yöresi hakkında nakledilen haberlere ve bunlarla ilgili değerlendirmelere yer verilecektir.
İslâm devletinin fetih amacıyla başlattığı askerî ve siyasî hareketlerin ve elde edilen başarıların sürekliliği için bilhassa stratejik ehemmiyeti hâiz belde ve bölgeler özel bir önem kazanmıştır. Bunun teessüsü için bu tür yerlerin alınması ve buralarda hâkimiyetin pekiştirilmesinde yalnızca askerî tedbirler yetmemekte, ayrıca dînî-kültürel bazı altyapılar oluşturulmaktadır. Yukarıda bahse konu hadis ve sair rivayetlerde de bu amaçlar çok fazla yoruma ihtiyaç bırakmayacak kadar açıklıkla vurgulanmaktadır.
İslâm devletinin fetih amacıyla başlattığı askerî ve siyasî hareketlerin ve elde edilen başarıların sürekliliği için bilhassa stratejik ehemmiyeti hâiz belde ve bölgeler özel bir önem kazanmıştır. Bunun teessüsü için bu tür yerlerin alınması ve buralarda hâkimiyetin pekiştirilmesinde yalnızca askerî tedbirler yetmemekte, ayrıca dînî-kültürel bazı altyapılar oluşturulmaktadır. Yukarıda bahse konu hadis ve sair rivayetlerde de bu amaçlar çok fazla yoruma ihtiyaç bırakmayacak kadar açıklıkla vurgulanmaktadır.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Dünyada yaşam süren toplumların birbirlerinden çok farklı yapıları ve değer yargıları vardır. İdeolojiler, gelenekler, kültürler insanlar arasında büyük farklılıklar oluşturmuştur. Bu nedenle de insanların... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Dünyada yaşam süren toplumların birbirlerinden çok farklı yapıları ve değer yargıları vardır. İdeolojiler, gelenekler, kültürler insanlar arasında büyük farklılıklar oluşturmuştur. Bu nedenle de insanların düşünce ve davranışları birbirine tamamen zıt olabilir. Bir insanın doğru olarak kabul ettiği şey, bir diğeri için tamamen yanlış olabilir.
Ancak insanlar arasındaki bu kültürel ya da ideolojik ayrımların ötesinde, çok daha büyük ve temel bir ayrım daha vardır. Kuran'da bildirildiğine göre, tüm insanlık, Allah'a iman edenler ve etmeyenler olarak iki gruba ayrılmıştır. Ve bu iki grubun arasındaki farklılık o denli büyüktür ki, az önce saydığımız geleneksel ve kültürel farklılıklar bunun yanında son derece önemsiz kalır.
İman eden kişi Allah'ın sonsuz kudretinin farkındadır: Kendisini ve tüm diğer varlıkları Allah'ın yarattığını ve O'nun kontrolünde olduğunu, Rabbimiz'in gücünün herşeye yettiğini ve tüm mülkün O'na ait olduğunu kavramıştır. Bu dünyanın geçici bir yurt olduğunu ve burada yaptıklarının hesabını ahirette Allah'a vereceğini de bilmektedir. Oysa Allah'ı tanımayan bir insan, doğal olarak bu gerçeklerin tümünden habersizdir. Onun yanlış bakış açısına göre tüm dünya başıboş ve sahipsizdir. Bu ortam içinde kendi varlığını devam ettirmeye, çıkarlarını korumaya çalışmalıdır. Çıkarlarını korumak uğruna her türlü sahtekarlığı da rahatlıkla yapabilir, çünkü tüm yaptıklarının hesabının sorulacağından habersizdir.
Bu iki insan modelinin, dünyaya bakış açıları ve dolayısıyla karakterleri, ahlak yapıları ve davranışları taban tabana zıttır. Kuran'da, bu farklar oldukça detaylı bir biçimde anlatılır.
Kuran'da bildirildiği gibi, inkarcı toplum, Allah'ı tanımayan, ya da "O'nu arkalarında-unutuluvermiş (önemsiz) bir şey edinmiş" (Hud Suresi, 92) ve "Allah'ı gereği gibi takdir edememiş" (Enam Suresi, 91) insanlardan oluşan bir toplumdur ki, Kuran'da bu topluma "cahiliye toplumu" adı verilir. Bu toplum her ne kadar kendini "ileri ve çağdaş bir uygarlık" olarak tanımlasa da, Allah'ı gereği gibi takdir edemeyen, ahireti gereği gibi tanımayan, kendi varoluşunun amacı hakkında bilgisi olmayan bir yapıya sahip olduğu için aslında "cahil"dir.
Gerçek müminler ise bu "cahiliye toplumu"nun üyelerinin yanında sayıca çok küçük bir azınlığı teşkil ederler. İman edenler Kuran'daki peygamber kıssalarında da açıkça görüldüğü gibi, tarih boyunca cahiliye toplumunun içinden çıkmış, fakat cahiliyenin kirli mantıklarından tamamen arınmış, temiz, salih ve net bir akıl kazanmış insanlardır.
Şunu da belirtmek gerekir ki, müminlerin cahiliye toplumundan farklı bir yapı oluşturmaları, onlarla hiç muhatap olmayacakları anlamına gelmez. Aksine müminler, Allah'ın emri gereği, sürekli olarak bu kişilerle konuşmaya, onları Kuran ahlakını yaşamaya davet etmeye çalışırlar. Çünkü bu toplum içinde de mümin olacak vicdana ve akla sahip kimseler vardır; ancak kendilerine anlatılmadığı için din ahlakından habersizdirler, "cahil" kalmışlardır. Müminler bu kimselere de şefkatle, güzel sözle Kuran ahlakını anlatmaya çalışırlar.
Ancak cahiliye toplumunun içinden gelen ve müminlerle yeni tanışan bir kişinin aklına, ilk başta bazı sorular takılabilir. Çünkü Kuran ahlakına sahip insanlar onun görmeye alıştığı insanlardan çok farklıdır. Bencil, çıkarcı, vicdansız, kibirli, basit hedefleri olan insanlarla birarada olmaya alışmışken, birden bire son derece vicdanlı, fedakar, akıllı, şahsiyetli, mütevazi, güvenilir, hoşgörülü insanlarla karşılaşmak kişiyi şaşırtabilir.
Müminler her zaman samimi ve dürüst insanlardır. Çünkü onlar Allah'ın gösterdiği yolu izlemektedirler ve insan için, kendisini yaratmış olan Allah'tan başka doğru bir yol gösterici yoktur. Kuran ahlakıyla yeni tanışan kişinin tüm şüphe ve kuruntuları ise, içinden çıkıp geldiği çarpık cahiliye toplumunun telkinlerinden kaynaklanmaktadır.
Bu kitap, cahiliye toplumunun içinden gelen ve Kuran ahlakıyla yeni tanışan bir kişinin aklına gelebilecek söz konusu muhtemel soru ve kuşkuları açıklamak üzere yazılmıştır.
İlerleyen sayfalarda söz konusu sorular ve bunların cevapları maddeler halinde incelenmiştir.
Dünyada yaşam süren toplumların birbirlerinden çok farklı yapıları ve değer yargıları vardır. İdeolojiler, gelenekler, kültürler insanlar arasında büyük farklılıklar oluşturmuştur. Bu nedenle de insanların düşünce ve davranışları birbirine tamamen zıt olabilir. Bir insanın doğru olarak kabul ettiği şey, bir diğeri için tamamen yanlış olabilir.
Ancak insanlar arasındaki bu kültürel ya da ideolojik ayrımların ötesinde, çok daha büyük ve temel bir ayrım daha vardır. Kuran'da bildirildiğine göre, tüm insanlık, Allah'a iman edenler ve etmeyenler olarak iki gruba ayrılmıştır. Ve bu iki grubun arasındaki farklılık o denli büyüktür ki, az önce saydığımız geleneksel ve kültürel farklılıklar bunun yanında son derece önemsiz kalır.
İman eden kişi Allah'ın sonsuz kudretinin farkındadır: Kendisini ve tüm diğer varlıkları Allah'ın yarattığını ve O'nun kontrolünde olduğunu, Rabbimiz'in gücünün herşeye yettiğini ve tüm mülkün O'na ait olduğunu kavramıştır. Bu dünyanın geçici bir yurt olduğunu ve burada yaptıklarının hesabını ahirette Allah'a vereceğini de bilmektedir. Oysa Allah'ı tanımayan bir insan, doğal olarak bu gerçeklerin tümünden habersizdir. Onun yanlış bakış açısına göre tüm dünya başıboş ve sahipsizdir. Bu ortam içinde kendi varlığını devam ettirmeye, çıkarlarını korumaya çalışmalıdır. Çıkarlarını korumak uğruna her türlü sahtekarlığı da rahatlıkla yapabilir, çünkü tüm yaptıklarının hesabının sorulacağından habersizdir.
Bu iki insan modelinin, dünyaya bakış açıları ve dolayısıyla karakterleri, ahlak yapıları ve davranışları taban tabana zıttır. Kuran'da, bu farklar oldukça detaylı bir biçimde anlatılır.
Kuran'da bildirildiği gibi, inkarcı toplum, Allah'ı tanımayan, ya da "O'nu arkalarında-unutuluvermiş (önemsiz) bir şey edinmiş" (Hud Suresi, 92) ve "Allah'ı gereği gibi takdir edememiş" (Enam Suresi, 91) insanlardan oluşan bir toplumdur ki, Kuran'da bu topluma "cahiliye toplumu" adı verilir. Bu toplum her ne kadar kendini "ileri ve çağdaş bir uygarlık" olarak tanımlasa da, Allah'ı gereği gibi takdir edemeyen, ahireti gereği gibi tanımayan, kendi varoluşunun amacı hakkında bilgisi olmayan bir yapıya sahip olduğu için aslında "cahil"dir.
Gerçek müminler ise bu "cahiliye toplumu"nun üyelerinin yanında sayıca çok küçük bir azınlığı teşkil ederler. İman edenler Kuran'daki peygamber kıssalarında da açıkça görüldüğü gibi, tarih boyunca cahiliye toplumunun içinden çıkmış, fakat cahiliyenin kirli mantıklarından tamamen arınmış, temiz, salih ve net bir akıl kazanmış insanlardır.
Şunu da belirtmek gerekir ki, müminlerin cahiliye toplumundan farklı bir yapı oluşturmaları, onlarla hiç muhatap olmayacakları anlamına gelmez. Aksine müminler, Allah'ın emri gereği, sürekli olarak bu kişilerle konuşmaya, onları Kuran ahlakını yaşamaya davet etmeye çalışırlar. Çünkü bu toplum içinde de mümin olacak vicdana ve akla sahip kimseler vardır; ancak kendilerine anlatılmadığı için din ahlakından habersizdirler, "cahil" kalmışlardır. Müminler bu kimselere de şefkatle, güzel sözle Kuran ahlakını anlatmaya çalışırlar.
Ancak cahiliye toplumunun içinden gelen ve müminlerle yeni tanışan bir kişinin aklına, ilk başta bazı sorular takılabilir. Çünkü Kuran ahlakına sahip insanlar onun görmeye alıştığı insanlardan çok farklıdır. Bencil, çıkarcı, vicdansız, kibirli, basit hedefleri olan insanlarla birarada olmaya alışmışken, birden bire son derece vicdanlı, fedakar, akıllı, şahsiyetli, mütevazi, güvenilir, hoşgörülü insanlarla karşılaşmak kişiyi şaşırtabilir.
Müminler her zaman samimi ve dürüst insanlardır. Çünkü onlar Allah'ın gösterdiği yolu izlemektedirler ve insan için, kendisini yaratmış olan Allah'tan başka doğru bir yol gösterici yoktur. Kuran ahlakıyla yeni tanışan kişinin tüm şüphe ve kuruntuları ise, içinden çıkıp geldiği çarpık cahiliye toplumunun telkinlerinden kaynaklanmaktadır.
Bu kitap, cahiliye toplumunun içinden gelen ve Kuran ahlakıyla yeni tanışan bir kişinin aklına gelebilecek söz konusu muhtemel soru ve kuşkuları açıklamak üzere yazılmıştır.
İlerleyen sayfalarda söz konusu sorular ve bunların cevapları maddeler halinde incelenmiştir.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Giriş İnsan dünyada zaman zaman maddi-manevi çeşitli acı ve sıkıntılarla karşılaşır. Ancak bunlar arasında öyle bir his vardır ki bu, belki de hiçbir fiziksel acı ile kıyaslanamayacak kadar şiddetlidir.... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Giriş
İnsan dünyada zaman zaman maddi-manevi çeşitli acı ve sıkıntılarla karşılaşır. Ancak bunlar arasında öyle bir his vardır ki bu, belki de hiçbir fiziksel acı ile kıyaslanamayacak kadar şiddetlidir. İnsanın ruhunda büyük bir sıkıntı oluşturur. Bahsettiğimiz bu his, "pişmanlık"tır.
Pişmanlığın iki farklı şekli vardır. Allah'a iman eden insanların yaşadıkları pişmanlık ile inkarcı insanların yaşadıkları pişmanlık... Bu iki his, birbirlerinden son derece farklıdır.
Hiç kimse hata yapmak istemez. Ama hatalar, dünya hayatındaki imtihanın önemli bir parçasıdır. İnsan pek çok konuda hata yaparak eğitilir ve çoğu zaman da, aynı hataları tekrarlamamaya ancak bu şekilde karar verir.
Hata, insanın bir parçası olduğuna göre, insanın bu konuyu da kapsamlı olarak düşünüp kendini bu duruma hazırlaması gerekir:
‘Bir hata yapıldığında, hatadan vazgeçmek nasıl olmalıdır?’, ‘İnsanın, yaptığı hatadan dolayı Allah'a sığınması, Allah'tan bağışlanma dilemesi nasıl olur?’, ‘Kuran'a göre hatadan pişmanlık duymanın ölçüsü nasıldır?’, ‘Hata yapan insanın suçluluk duygusu içerisinde olması gerekir mi?’, ‘İnsan yaptığı bir hatayı düzelttikten sonra unutmalı mıdır, yoksa sürekli o hatanın ezikliğini mi yaşamalıdır?’, ‘Bir insan aynı hatayı bir daha tekrarlamamak için nasıl tedbirler almalıdır?’, ‘Hatanın telafisi nasıl olmalıdır?’
Allah Kuran'da insanlara bu gibi soruların kesin cevaplarını vermiştir. Dolayısıyla insan bir hata yaptığında, hayatının bundan sonrasında bu konuyu nasıl değerlendirmesi gerektiğini Kuran'a göre belirlemelidir.
Müminler her olayın Allah'ın bilgisi ve izniyle gerçekleştiğini, başlarına ne gelirse gelsin Allah'ın dilemesiyle olduğunu kesin olarak bilen insanlardır. Bu yüzden de en önemli özelliklerinden biri tevekküllü oluşlarıdır. İnanan bir insan zorlukla da karşılaşsa, çok rahat bir ortamda da bulunsa, hiç yapmak istemediği bir hatayı da işlese tevekküllü davranır. Eğer hatalı bir tavır gösterdiyse hemen tevbe eder ve Allah'ın kendisini bağışlayacağını umar. Bu yüzden de yaşamı boyunca, sıkıntılı ve uzun süreli bir pişmanlık hissine kapılmaz. Müminin hissettiği pişmanlık, onu, hatalarını düzeltmeye, tevbe ederek böyle bir tavrı bir daha tekrarlamamaya yöneltir. Yani kendisini düzeltmesine, eksikliklerini tamamlamasına vesile olur. Asla sıkıntılı, olumsuz bir ruh haline sokmaz, şevkini, heyecanını, imani coşkusunu azaltmaz, vesveseye ve bunalıma sürüklemez.
Allah'a iman etmeyen insanların yaşadıkları pişmanlık duygusu ise son derece sıkıntılı ve uzun sürelidir. Tevekküllü olmadıkları için karşılaştıkları zorluklarda, yaptıkları bir hatada müthiş bir iç sıkıntısı yaşarlar. Hayatları boyunca pek çok olayda "keşke" kelimesini kullanırlar; "keşke yapmasaydım", "keşke söylemeseydim", "keşke gitmeseydim"...
Ancak bundan daha önemli bir konu vardır ki, dünyadayken yaşadıkları bu sıkıntılı pişmanlıktan çok daha büyüğü ahirette karşılarına çıkacaktır. Dünyada iken dinden uzak yaşayan insanlar, ahirette dünyada yanlış yola sapmış olarak geçirdikleri her dakikanın an an pişmanlığını duyacaklardır. Çünkü dünyada defalarca uyarılmış, doğru yola davet edilmişlerdir. Kendilerine verilen süre içerisinde düşünebilecekleri ve doğruyu bulabilecekleri çok fazla zamanları olmuştur. Ancak bu anları hep göz ardı etmiş, uyarıldıklarında dinlememiş ve dünya hayatının hiç son bulmayacağı gibi bir hisse kapılarak ahireti unutmuşlardır. Ne var ki, cehennem ile karşılaştıklarında artık geri dönüp telafi etme imkanı bulamayacaklardır. Allah Kuran'da bu kişilerin ahiretteki pişmanlık dolu sözlerini şöyle bildirmiştir:
Gerçekten Biz sizi yakın bir azap ile uyardık. Kişinin kendi ellerinin önceden takdim ettiklerine bakacağı gün, kafir olan da: "Ah, keşke ben bir toprak olsaydım" diyecek. (Nebe Suresi, 40)
Ateşin üstünde durdurulduklarında onları bir görsen; derler ki: "Keşke (dünyaya bir daha) geri çevrilseydik de Rabbimiz'in ayetlerini yalanlamasaydık ve müminlerden olsaydık." (Enam Suresi, 27)
Ve derler ki: "Eğer dinlemiş olsaydık ya da akıl etmiş olsaydık, şu çılgınca yanan ateşin halkı arasında olmayacaktık." (Mülk Suresi, 10)
İşte bu kitabın amacı, "keşke akıl etmiş olsaydık, keşke Rabbimiz'in ayetlerini yalanlamamış olsaydık, keşke bizi uyaranların sözlerine uysaydık, keşke..." diyecekleri ve toprak olarak yok olmayı dileyecek kadar büyük bir pişmanlık duyacakları böyle bir güne karşı insanları uyarmak ve henüz telafi imkanı varken Allah için yaşamaya çağırmaktır.
Unutmayın ki, o gün hiç kimsenin pişmanlığı kimseye fayda vermeyecek ve kişiyi Allah'ın azabından kurtaramayacaktır. Bu pişmanlığı yaşamamanın tek yolu da henüz vakit varken Allah'a teslim olmak, O'nun emrettiği şekilde bir hayat sürmektir.
Bu kitap sığınılacak hiçbir yerin ve kurtuluşa dair hiçbir imkanın olmadığı ahiret azabına karşı bir hatırlatma ve Allah'ın yoluna bir davettir. Rabbimiz Kuran'da bu gerçeği şöyle hatırlatmıştır:
Allah'tan, geri çevrilmesi olmayan bir gün gelmeden evvel, Rabbiniz'e icabet edin. O gün, sizin için ne sığınılacak bir yer var, ne sizin için inkar (etmeye bir imkan). (Şura Suresi, 47)
Giriş
İnsan dünyada zaman zaman maddi-manevi çeşitli acı ve sıkıntılarla karşılaşır. Ancak bunlar arasında öyle bir his vardır ki bu, belki de hiçbir fiziksel acı ile kıyaslanamayacak kadar şiddetlidir. İnsanın ruhunda büyük bir sıkıntı oluşturur. Bahsettiğimiz bu his, "pişmanlık"tır.
Pişmanlığın iki farklı şekli vardır. Allah'a iman eden insanların yaşadıkları pişmanlık ile inkarcı insanların yaşadıkları pişmanlık... Bu iki his, birbirlerinden son derece farklıdır.
Hiç kimse hata yapmak istemez. Ama hatalar, dünya hayatındaki imtihanın önemli bir parçasıdır. İnsan pek çok konuda hata yaparak eğitilir ve çoğu zaman da, aynı hataları tekrarlamamaya ancak bu şekilde karar verir.
Hata, insanın bir parçası olduğuna göre, insanın bu konuyu da kapsamlı olarak düşünüp kendini bu duruma hazırlaması gerekir:
‘Bir hata yapıldığında, hatadan vazgeçmek nasıl olmalıdır?’, ‘İnsanın, yaptığı hatadan dolayı Allah'a sığınması, Allah'tan bağışlanma dilemesi nasıl olur?’, ‘Kuran'a göre hatadan pişmanlık duymanın ölçüsü nasıldır?’, ‘Hata yapan insanın suçluluk duygusu içerisinde olması gerekir mi?’, ‘İnsan yaptığı bir hatayı düzelttikten sonra unutmalı mıdır, yoksa sürekli o hatanın ezikliğini mi yaşamalıdır?’, ‘Bir insan aynı hatayı bir daha tekrarlamamak için nasıl tedbirler almalıdır?’, ‘Hatanın telafisi nasıl olmalıdır?’
Allah Kuran'da insanlara bu gibi soruların kesin cevaplarını vermiştir. Dolayısıyla insan bir hata yaptığında, hayatının bundan sonrasında bu konuyu nasıl değerlendirmesi gerektiğini Kuran'a göre belirlemelidir.
Müminler her olayın Allah'ın bilgisi ve izniyle gerçekleştiğini, başlarına ne gelirse gelsin Allah'ın dilemesiyle olduğunu kesin olarak bilen insanlardır. Bu yüzden de en önemli özelliklerinden biri tevekküllü oluşlarıdır. İnanan bir insan zorlukla da karşılaşsa, çok rahat bir ortamda da bulunsa, hiç yapmak istemediği bir hatayı da işlese tevekküllü davranır. Eğer hatalı bir tavır gösterdiyse hemen tevbe eder ve Allah'ın kendisini bağışlayacağını umar. Bu yüzden de yaşamı boyunca, sıkıntılı ve uzun süreli bir pişmanlık hissine kapılmaz. Müminin hissettiği pişmanlık, onu, hatalarını düzeltmeye, tevbe ederek böyle bir tavrı bir daha tekrarlamamaya yöneltir. Yani kendisini düzeltmesine, eksikliklerini tamamlamasına vesile olur. Asla sıkıntılı, olumsuz bir ruh haline sokmaz, şevkini, heyecanını, imani coşkusunu azaltmaz, vesveseye ve bunalıma sürüklemez.
Allah'a iman etmeyen insanların yaşadıkları pişmanlık duygusu ise son derece sıkıntılı ve uzun sürelidir. Tevekküllü olmadıkları için karşılaştıkları zorluklarda, yaptıkları bir hatada müthiş bir iç sıkıntısı yaşarlar. Hayatları boyunca pek çok olayda "keşke" kelimesini kullanırlar; "keşke yapmasaydım", "keşke söylemeseydim", "keşke gitmeseydim"...
Ancak bundan daha önemli bir konu vardır ki, dünyadayken yaşadıkları bu sıkıntılı pişmanlıktan çok daha büyüğü ahirette karşılarına çıkacaktır. Dünyada iken dinden uzak yaşayan insanlar, ahirette dünyada yanlış yola sapmış olarak geçirdikleri her dakikanın an an pişmanlığını duyacaklardır. Çünkü dünyada defalarca uyarılmış, doğru yola davet edilmişlerdir. Kendilerine verilen süre içerisinde düşünebilecekleri ve doğruyu bulabilecekleri çok fazla zamanları olmuştur. Ancak bu anları hep göz ardı etmiş, uyarıldıklarında dinlememiş ve dünya hayatının hiç son bulmayacağı gibi bir hisse kapılarak ahireti unutmuşlardır. Ne var ki, cehennem ile karşılaştıklarında artık geri dönüp telafi etme imkanı bulamayacaklardır. Allah Kuran'da bu kişilerin ahiretteki pişmanlık dolu sözlerini şöyle bildirmiştir:
Gerçekten Biz sizi yakın bir azap ile uyardık. Kişinin kendi ellerinin önceden takdim ettiklerine bakacağı gün, kafir olan da: "Ah, keşke ben bir toprak olsaydım" diyecek. (Nebe Suresi, 40)
Ateşin üstünde durdurulduklarında onları bir görsen; derler ki: "Keşke (dünyaya bir daha) geri çevrilseydik de Rabbimiz'in ayetlerini yalanlamasaydık ve müminlerden olsaydık." (Enam Suresi, 27)
Ve derler ki: "Eğer dinlemiş olsaydık ya da akıl etmiş olsaydık, şu çılgınca yanan ateşin halkı arasında olmayacaktık." (Mülk Suresi, 10)
İşte bu kitabın amacı, "keşke akıl etmiş olsaydık, keşke Rabbimiz'in ayetlerini yalanlamamış olsaydık, keşke bizi uyaranların sözlerine uysaydık, keşke..." diyecekleri ve toprak olarak yok olmayı dileyecek kadar büyük bir pişmanlık duyacakları böyle bir güne karşı insanları uyarmak ve henüz telafi imkanı varken Allah için yaşamaya çağırmaktır.
Unutmayın ki, o gün hiç kimsenin pişmanlığı kimseye fayda vermeyecek ve kişiyi Allah'ın azabından kurtaramayacaktır. Bu pişmanlığı yaşamamanın tek yolu da henüz vakit varken Allah'a teslim olmak, O'nun emrettiği şekilde bir hayat sürmektir.
Bu kitap sığınılacak hiçbir yerin ve kurtuluşa dair hiçbir imkanın olmadığı ahiret azabına karşı bir hatırlatma ve Allah'ın yoluna bir davettir. Rabbimiz Kuran'da bu gerçeği şöyle hatırlatmıştır:
Allah'tan, geri çevrilmesi olmayan bir gün gelmeden evvel, Rabbiniz'e icabet edin. O gün, sizin için ne sığınılacak bir yer var, ne sizin için inkar (etmeye bir imkan). (Şura Suresi, 47)
Evrensel düşüncelerinden ve insanî hizmetlerinden dolayı kendisine çok saygı duyduğum bir dostumdan 18. 3. 2012 Pazar günü, dinin evrenselliğini anlatan ve ondan dolayı tehdit aldığım bir yazım münasebetiyle bana bir mail geldi. O mailde,... more
Evrensel düşüncelerinden ve insanî hizmetlerinden dolayı kendisine çok saygı duyduğum bir dostumdan 18. 3. 2012 Pazar günü, dinin evrenselliğini anlatan ve ondan dolayı tehdit aldığım bir yazım münasebetiyle bana bir mail geldi. O mailde, o dostumun mürşidinden, Ahir zamanda herkes ‘Nefsî, Nefsî’ diyecek’ mealinde bir bilgi geçiyordu.
İşte bu önemli keşif ve Mahşerin şiddetinde herkesin Nefsi, Nefsi dediği bir zamanda Muhammed, Ümmeti, Ümmeti, diyecek, mealindeki hadis-i şerif ve yukarıda anlatılan yazımın evrensellik içeren konusu, beni şu üç notu yazmaya mecbur etti:
A) Nefsî, Nefsî, Aman kendimi kurtarayım da başkasından bana ne, demektir. Bunun başka bir ismi, bencillik ve dunhimmetliktir. Başka bir deyim ile bunu söyleyen kişinin, doğal olarak sosyal bir varlık olan insan tarifinden yani insanlıktan dışarı çıkmasıdır. Halk tabiriyle düşüş ve düşkünlük demektir.
Bu gibi trajik ifadeler, her zaman ortaya çıkmaz. Ancak çok zor şartlarda vücut bulur. Zorluk ve zor şartlar ise, hayatın mayası olan imtihan ve gelişmenin esprisi ve sebebidir. Demek Nefsî, Nefsî diyen kişi, bu gelişme ve olgunlaşma yolculuğundan vazgeçip geri gitmeye çalışıyor. İşte tam manasıyla gericilik budur. Osmanlı İmparatorluğu bundan dolayı battı.
Çünkü o dönemin ahlak ve sosyal eleştiri yazılarının çoğu, gösteriyor ki; Osmanlının son dönemlerinde en çok kullanılan bir kelime Neme lazım, deyimidir. Bunun da manası, Bana ne, demektir. Eski Arapçada Nefsî, Nefsî şeklinde ifade edilmiş.
İşte bu önemli keşif ve Mahşerin şiddetinde herkesin Nefsi, Nefsi dediği bir zamanda Muhammed, Ümmeti, Ümmeti, diyecek, mealindeki hadis-i şerif ve yukarıda anlatılan yazımın evrensellik içeren konusu, beni şu üç notu yazmaya mecbur etti:
A) Nefsî, Nefsî, Aman kendimi kurtarayım da başkasından bana ne, demektir. Bunun başka bir ismi, bencillik ve dunhimmetliktir. Başka bir deyim ile bunu söyleyen kişinin, doğal olarak sosyal bir varlık olan insan tarifinden yani insanlıktan dışarı çıkmasıdır. Halk tabiriyle düşüş ve düşkünlük demektir.
Bu gibi trajik ifadeler, her zaman ortaya çıkmaz. Ancak çok zor şartlarda vücut bulur. Zorluk ve zor şartlar ise, hayatın mayası olan imtihan ve gelişmenin esprisi ve sebebidir. Demek Nefsî, Nefsî diyen kişi, bu gelişme ve olgunlaşma yolculuğundan vazgeçip geri gitmeye çalışıyor. İşte tam manasıyla gericilik budur. Osmanlı İmparatorluğu bundan dolayı battı.
Çünkü o dönemin ahlak ve sosyal eleştiri yazılarının çoğu, gösteriyor ki; Osmanlının son dönemlerinde en çok kullanılan bir kelime Neme lazım, deyimidir. Bunun da manası, Bana ne, demektir. Eski Arapçada Nefsî, Nefsî şeklinde ifade edilmiş.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Hak dinler, temelde aynı inanç ve ahlaki modeli insanlara sunmuşlardır. Hepsi, Allah'ın varlığı, birliği, insanın ve tüm varlıkların yaratılış amaçları, Allah'ın beğendiği ideal tavır ve yaşam biçiminin nasıl... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Hak dinler, temelde aynı inanç ve ahlaki modeli insanlara sunmuşlardır. Hepsi, Allah'ın varlığı, birliği, insanın ve tüm varlıkların yaratılış amaçları, Allah'ın beğendiği ideal tavır ve yaşam biçiminin nasıl olması gerektiği, iyi, kötü, doğru, yanlış kavramlarının neler oldukları, sonsuz yaşam için neler yapması gerektiği gibi konularda aynı inanç esaslarına sahiptir. Hristiyanlığın temeli olan Yeni Ahit'e, Yahudiliğin temeli olan Tevrat'a ve İslam'ın temeli olan Kuran'a baktığımızda, karşılıklı ilişkilerde en güzel söz ve davranışların tavsiye edildiğini görürüz. İnananların diğer insanlara karşı benimsemeleri gereken davranış biçimi İncil'de şöyle anlatılır:
Birbiriniz ve tüm insanlar için her zaman iyiliği amaç edinin. (Selaniklilere I. Mektup, 5/15)
Kuran'da ise Rabbimiz, pek çok ayetinde güzel ahlakın, iyiliğin, kötülüğe iyilikle karşılık vermenin önemini bildirmiş, Yahudilere ve Hristiyanlara, yani Kitap Ehli'ne karşı da, Müslümanların şefkatle yaklaşmalarını buyurmuştur. Kuran'da Ehl-i Kitap'ın, yani Hristiyanlar ve Yahudilerin, müşriklere (yani putperest veya dinsizlere) göre, Müslümanlara daha yakın oldukları açıkça bildirilmiştir. Ehl-i Kitap, temeli Allah'ın vahyine dayanan ahlaki kıstaslara, haram ve helal kavramlarına sahiptir. Bunun için Kitap Ehli'nden kimselerin pişirdiği bir yemek, Müslümanlar için helal kılınmıştır.
Hak dinler, temelde aynı inanç ve ahlaki modeli insanlara sunmuşlardır. Hepsi, Allah'ın varlığı, birliği, insanın ve tüm varlıkların yaratılış amaçları, Allah'ın beğendiği ideal tavır ve yaşam biçiminin nasıl olması gerektiği, iyi, kötü, doğru, yanlış kavramlarının neler oldukları, sonsuz yaşam için neler yapması gerektiği gibi konularda aynı inanç esaslarına sahiptir. Hristiyanlığın temeli olan Yeni Ahit'e, Yahudiliğin temeli olan Tevrat'a ve İslam'ın temeli olan Kuran'a baktığımızda, karşılıklı ilişkilerde en güzel söz ve davranışların tavsiye edildiğini görürüz. İnananların diğer insanlara karşı benimsemeleri gereken davranış biçimi İncil'de şöyle anlatılır:
Birbiriniz ve tüm insanlar için her zaman iyiliği amaç edinin. (Selaniklilere I. Mektup, 5/15)
Kuran'da ise Rabbimiz, pek çok ayetinde güzel ahlakın, iyiliğin, kötülüğe iyilikle karşılık vermenin önemini bildirmiş, Yahudilere ve Hristiyanlara, yani Kitap Ehli'ne karşı da, Müslümanların şefkatle yaklaşmalarını buyurmuştur. Kuran'da Ehl-i Kitap'ın, yani Hristiyanlar ve Yahudilerin, müşriklere (yani putperest veya dinsizlere) göre, Müslümanlara daha yakın oldukları açıkça bildirilmiştir. Ehl-i Kitap, temeli Allah'ın vahyine dayanan ahlaki kıstaslara, haram ve helal kavramlarına sahiptir. Bunun için Kitap Ehli'nden kimselerin pişirdiği bir yemek, Müslümanlar için helal kılınmıştır.
Adnan Oktar (Harun Yahya) İnsanların hayatları boyunca yapmak istedikleri, gerçekleştirmeyi arzuladıkları birbirinden farklı birçok amaçları ve planları vardır. İlk bakışta birbirlerinden farklı görünse de, bu amaçlar temel bir noktada... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
İnsanların hayatları boyunca yapmak istedikleri, gerçekleştirmeyi arzuladıkları birbirinden farklı birçok amaçları ve planları vardır. İlk bakışta birbirlerinden farklı görünse de, bu amaçlar temel bir noktada birleşmektedir. Bu temel nokta, insanların yaşadıkları hayattan olabilecek en fazla menfaati elde ederek, mutlu ve huzurlu bir yaşam sürmeleridir. Elde edilen menfaatler ne kadar fazla olursa, buna bağlı olarak duyulacak olan mutluluk ve rahatlık da o denli fazla olacaktır. Bu yüzden tüm insanlar farklı yollar ve yöntemler izleyerek, bu ortak amaca ulaşmayı hedeflemekte ve bunun için ömürleri boyunca büyük bir çaba harcamaktadırlar. Ancak Allah'ın rızasını arayan ve ahireti gerçek yurt olarak benimseyen salih müminler dışındaki insanlar, tüm bu isteklerini gerçekleştirip, hedeflerine ulaşsalar da sonuç yine değişmemektedir. Mutsuzluk ve buna bağlı olarak da sıkıntı dolu, kasvetli bir hayat...
Günümüzde insanların büyük bir kısmı bir türlü gerçek huzuru yakalayamadıklarından, onca çabaya, çalışmaya ve yorgunluğa rağmen bir türlü mutlu olamadıklarından şikayetçidirler. Böyle bir sonuçla karşılaşmalarının sebebi ise, insanların mutluluğu yanlış yerde, yanlış kimselerde bulacaklarına inanmış olmalarıdır. Kimisi için mutluluk elde edeceği maddi zenginliktedir; böylece parasını istediği gibi harcayacak, elde etmek istediği şeylere sahip olabilecek ve her geçen gün bir öncekine göre daha fazla şey tüketebilecektir. Bu insanlar için tüketmek, tüm güzellikleri ve zevkleri tatmak hayatlarının en büyük mutluluk kaynağıdır. Bu istekleri ise dipsiz bir kuyu gibidir; hiçbir zaman sonu gelmez. Bunun sonucunda da ortaya elde ettikleri hiçbir şeyden memnun olmayan, sürekli daha fazlasını, daha iyisini isteyen ve bu sayede mutlu olup daha rahat bir hayat sürebileceklerini zanneden insanlar çıkar. Ancak bu çabaları onlara sadece geçici bir mutluluk kazandırır.
Allah Kuran'da, "İnkar edenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) "Siz dünya hayatınızda bütün 'güzellikleriniz ve zevklerinizi tüketip yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbarınız) ve fasıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azap ile cezalandırılacaksınız." (Ahkaf Suresi, 20) ayetiyle, insanların dünya hayatında açgözlülük ve nankörlükle elde ettikleri bu sahte mutluluğu, ahirette sonsuz bir mutsuzluğa çevireceğini bildirmiştir.
Kimi insan içinse mutluluk, herkes tarafından tanınmak, herkesin sevdiği, beğendiği, peşinden koştuğu bir kişi olmaktır. Herkes ona özenip onu taklit edecek, yaptığı herşey ile insanların hayranlığını kazanacaktır. Bunu ne kadar çok başarır, insanların gözüne ne kadar girer, ne kadar dikkatlerini çekerse, kendini o derece mutlu hissedecektir.
Kimisi için de mutluluk, yaşadığı sıkıntılı ve monoton hayattan biraz olsun kurtulmak, sorunlarını unutmaktır. Buna bağlı olarak, mutlu olabilmek için hayatında birtakım 'değişiklikler' yapmalıdır. Sıra dışı olmalı, değişik giyinmeli, kısacası 'marjinal' bir hayat sürerek, farklı olan herşeyi denemelidir. Ya da değişik yerler görmeli, gezmeli, yeni insanlar tanımalıdır. Çevresindeki insanların dikkatini ne kadar üzerinde toplarsa kendini o denli farklı görecek, bu da ona büyük bir zevk verecektir. Bu şekilde hareket ederek hayatına renk katacağını ve yaşadığı mutsuzluktan kurtulacağını sanır. Dolayısıyla bu insanlar için mutluluk, 'değişiklik' veya 'farklı olmak' demektir.
Ancak tüm bu insanların elde ettikleri mutluluklar sahte ve geçicidir. Sadece yaşanılan o ana mahsustur; bu an bittiğinde duyulan mutluluk da sona erer ve kişi yine eski monoton ve sıkıntılı hayatına geri döner. Değişen bir şey yoktur; kişi kendini sadece kısa bir süre için rahatlatmıştır. Bu süre ister bir gün, ister bir ay, ister bir yıl olsun, insanlar mutluluğun sırrını bilmedikleri için, elde ettikleri sonuç hep aynıdır. Allah, hayatları boyunca Allah'ı ve ahireti unutarak, tamamen kendi istek ve tutkularına göre yaşayan bu insanların durumunu "Bunların örneği, ateş yakan adamın örneğine benzer; (ki onun ateşi) çevresini aydınlattığı zaman, Allah onların aydınlığını giderir ve göremez bir şekilde karanlıklar içinde bırakır." (Bakara Suresi, 17) ayetiyle haber verir. Allah, ayetlerinden uzak bir yaşam süren bu insanların 'göremez bir şekilde sürekli olarak karanlıklar içinde kalacaklarını' bildirmiştir. İnsanlar kendilerini yaratan Allah'ın emirlerine uymadıkları ve kendilerini yaratan Rabbimizi unutarak yaşadıkları için, Allah onların mutluluğa ulaşma çabalarını her defasında boşa çıkarmaktadır. Peygamberimiz (sav) dünyanın geçici bir kazanç sağladığını, gerçek kazanç sağlamanın ahirete yönelmekle olduğunu hatırlatmıştır:
"Ey insanlar! Dünya peşin verilen bir metaıdır. İyi de kötü de ondan nasibini alır. Ahiret ise sadık bir vaattir. Orada Kadir olan Melik hükmeder. Hak yerini bulur. Batıl ise zail olur. Ey insanlar, ahiret evladı olun, dünya uşağı olmayın. Zira evlat anaya tabidir. (Yani dünya çocuğu olursanız, dünya gibi mahvolmaya layık olursunuz.) Allah'dan korku üzerine amel ediniz. Biliniz ki amelleriniz sizinle yüzleşecektir. Ve yine sizler mutlaka Allah'a mülaki olacaksınız (kavuşacaksınız). Kim zerre miktarı hayır yaparsa onu görecek ve kim de zerre miktarı şer yaparsa onu görecek." (G. Ahmed Ziyaüddin, Ramuz El Hadis, 1. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 184/4)
İşte bu kitapta gerçek mutluluğun kaynağının ne olduğunu, nerede, hangi koşullarda gerçekten mutlu ve huzurlu olunabileceğini Kuran ayetleri ışığında anlatacağız.
Ancak bundan önce, Allah'ın Kuran ile bildirdiği gerçeklerden ve Kuran ahlakından uzak bir yaşam sürdükleri için 'cahiliye toplumu' olarak adlandırılan insanların, sürekli sıkıntı ve mutsuzluk içinde olmalarının nedenlerini kısaca inceleyelim.
İnsanların hayatları boyunca yapmak istedikleri, gerçekleştirmeyi arzuladıkları birbirinden farklı birçok amaçları ve planları vardır. İlk bakışta birbirlerinden farklı görünse de, bu amaçlar temel bir noktada birleşmektedir. Bu temel nokta, insanların yaşadıkları hayattan olabilecek en fazla menfaati elde ederek, mutlu ve huzurlu bir yaşam sürmeleridir. Elde edilen menfaatler ne kadar fazla olursa, buna bağlı olarak duyulacak olan mutluluk ve rahatlık da o denli fazla olacaktır. Bu yüzden tüm insanlar farklı yollar ve yöntemler izleyerek, bu ortak amaca ulaşmayı hedeflemekte ve bunun için ömürleri boyunca büyük bir çaba harcamaktadırlar. Ancak Allah'ın rızasını arayan ve ahireti gerçek yurt olarak benimseyen salih müminler dışındaki insanlar, tüm bu isteklerini gerçekleştirip, hedeflerine ulaşsalar da sonuç yine değişmemektedir. Mutsuzluk ve buna bağlı olarak da sıkıntı dolu, kasvetli bir hayat...
Günümüzde insanların büyük bir kısmı bir türlü gerçek huzuru yakalayamadıklarından, onca çabaya, çalışmaya ve yorgunluğa rağmen bir türlü mutlu olamadıklarından şikayetçidirler. Böyle bir sonuçla karşılaşmalarının sebebi ise, insanların mutluluğu yanlış yerde, yanlış kimselerde bulacaklarına inanmış olmalarıdır. Kimisi için mutluluk elde edeceği maddi zenginliktedir; böylece parasını istediği gibi harcayacak, elde etmek istediği şeylere sahip olabilecek ve her geçen gün bir öncekine göre daha fazla şey tüketebilecektir. Bu insanlar için tüketmek, tüm güzellikleri ve zevkleri tatmak hayatlarının en büyük mutluluk kaynağıdır. Bu istekleri ise dipsiz bir kuyu gibidir; hiçbir zaman sonu gelmez. Bunun sonucunda da ortaya elde ettikleri hiçbir şeyden memnun olmayan, sürekli daha fazlasını, daha iyisini isteyen ve bu sayede mutlu olup daha rahat bir hayat sürebileceklerini zanneden insanlar çıkar. Ancak bu çabaları onlara sadece geçici bir mutluluk kazandırır.
Allah Kuran'da, "İnkar edenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) "Siz dünya hayatınızda bütün 'güzellikleriniz ve zevklerinizi tüketip yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbarınız) ve fasıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azap ile cezalandırılacaksınız." (Ahkaf Suresi, 20) ayetiyle, insanların dünya hayatında açgözlülük ve nankörlükle elde ettikleri bu sahte mutluluğu, ahirette sonsuz bir mutsuzluğa çevireceğini bildirmiştir.
Kimi insan içinse mutluluk, herkes tarafından tanınmak, herkesin sevdiği, beğendiği, peşinden koştuğu bir kişi olmaktır. Herkes ona özenip onu taklit edecek, yaptığı herşey ile insanların hayranlığını kazanacaktır. Bunu ne kadar çok başarır, insanların gözüne ne kadar girer, ne kadar dikkatlerini çekerse, kendini o derece mutlu hissedecektir.
Kimisi için de mutluluk, yaşadığı sıkıntılı ve monoton hayattan biraz olsun kurtulmak, sorunlarını unutmaktır. Buna bağlı olarak, mutlu olabilmek için hayatında birtakım 'değişiklikler' yapmalıdır. Sıra dışı olmalı, değişik giyinmeli, kısacası 'marjinal' bir hayat sürerek, farklı olan herşeyi denemelidir. Ya da değişik yerler görmeli, gezmeli, yeni insanlar tanımalıdır. Çevresindeki insanların dikkatini ne kadar üzerinde toplarsa kendini o denli farklı görecek, bu da ona büyük bir zevk verecektir. Bu şekilde hareket ederek hayatına renk katacağını ve yaşadığı mutsuzluktan kurtulacağını sanır. Dolayısıyla bu insanlar için mutluluk, 'değişiklik' veya 'farklı olmak' demektir.
Ancak tüm bu insanların elde ettikleri mutluluklar sahte ve geçicidir. Sadece yaşanılan o ana mahsustur; bu an bittiğinde duyulan mutluluk da sona erer ve kişi yine eski monoton ve sıkıntılı hayatına geri döner. Değişen bir şey yoktur; kişi kendini sadece kısa bir süre için rahatlatmıştır. Bu süre ister bir gün, ister bir ay, ister bir yıl olsun, insanlar mutluluğun sırrını bilmedikleri için, elde ettikleri sonuç hep aynıdır. Allah, hayatları boyunca Allah'ı ve ahireti unutarak, tamamen kendi istek ve tutkularına göre yaşayan bu insanların durumunu "Bunların örneği, ateş yakan adamın örneğine benzer; (ki onun ateşi) çevresini aydınlattığı zaman, Allah onların aydınlığını giderir ve göremez bir şekilde karanlıklar içinde bırakır." (Bakara Suresi, 17) ayetiyle haber verir. Allah, ayetlerinden uzak bir yaşam süren bu insanların 'göremez bir şekilde sürekli olarak karanlıklar içinde kalacaklarını' bildirmiştir. İnsanlar kendilerini yaratan Allah'ın emirlerine uymadıkları ve kendilerini yaratan Rabbimizi unutarak yaşadıkları için, Allah onların mutluluğa ulaşma çabalarını her defasında boşa çıkarmaktadır. Peygamberimiz (sav) dünyanın geçici bir kazanç sağladığını, gerçek kazanç sağlamanın ahirete yönelmekle olduğunu hatırlatmıştır:
"Ey insanlar! Dünya peşin verilen bir metaıdır. İyi de kötü de ondan nasibini alır. Ahiret ise sadık bir vaattir. Orada Kadir olan Melik hükmeder. Hak yerini bulur. Batıl ise zail olur. Ey insanlar, ahiret evladı olun, dünya uşağı olmayın. Zira evlat anaya tabidir. (Yani dünya çocuğu olursanız, dünya gibi mahvolmaya layık olursunuz.) Allah'dan korku üzerine amel ediniz. Biliniz ki amelleriniz sizinle yüzleşecektir. Ve yine sizler mutlaka Allah'a mülaki olacaksınız (kavuşacaksınız). Kim zerre miktarı hayır yaparsa onu görecek ve kim de zerre miktarı şer yaparsa onu görecek." (G. Ahmed Ziyaüddin, Ramuz El Hadis, 1. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 184/4)
İşte bu kitapta gerçek mutluluğun kaynağının ne olduğunu, nerede, hangi koşullarda gerçekten mutlu ve huzurlu olunabileceğini Kuran ayetleri ışığında anlatacağız.
Ancak bundan önce, Allah'ın Kuran ile bildirdiği gerçeklerden ve Kuran ahlakından uzak bir yaşam sürdükleri için 'cahiliye toplumu' olarak adlandırılan insanların, sürekli sıkıntı ve mutsuzluk içinde olmalarının nedenlerini kısaca inceleyelim.