İs lam H u k u k u Araştı r m al ar ı D e rgi si , s y. 2 5 , 2 0 1 5 , s. 3 4 3 - 3 5 9 .
CİHADIN MAHİYETİ VE “TEBLİĞ METODU”
OLARAK KULLANILMASI
Öğr. Gör. Dr. Fatih ORHAN*
Özet: Genel bir ifadeyle, kâfirlere karşı yürütülen mücadele şeklinde tanımlanan cihad
kavramı, klasik fıkıh kitaplarında daha çok muhatabın inancı bağlamında değerlendirilmiş, buna uygun olarak da cihadın emrediliş amacı, muhatabın itikadî anlamda değişimini sağlamak şeklindeki bir gaye ile izah edilmiştir. Biz de bu makalede cihad emrinin,
fikrî alt yapısında yatan gerçek sâiklerin neler olduğunu tespit etmeye ve cihad ile dinî
tebliğ arasında ne gibi bir ilişki olduğunu ortaya koymaya çalışacağız.
Anahtar Kelimeler: Cihat, tebliğ, dinî değişim.
Nature of Jihād and Using it as a Method of Tabligh
Abstract: The term Jihād is generally defined as struggling against the heretics has been
considered within the context of someone’s belief in the classical works of fiqh, and thereby
the purpose of jihad ordained (by Qur’ān) have been interpreted as getting conversion of
someone in terms of his religious belief. We therefore attemp to point out that what the real
factors on the theoretical basis of jihād order are and what kind of relation between “jihād”
and religious tabligh is.
Keywords: Jihād, Tabligh, Religious Conversion, Heretics.
GİRİŞ
İslâm dini, diğer semavi dinlerden farklı olarak belli bir bölge ve kitleye münhasır kılınmamış, âyetlerde yer alan “Ey insanlar!” şeklindeki hitaplardan da anlaşılacağı üzere tüm insanlığa gönderilmiş evrensel bir dindir. Bu dinin, diğer insanlara ulaştırılma ve duyurulma vazifesi de “Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle
çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et!”1 hitabı ile Hz. Peygamber’e; “Sizden
hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar
kurtuluşa erenlerdir.”2 emri ile de Müslümanlara tevdi edilmiştir.
Hz. Peygamber ve arkadaşları, risâlet sürecinde kendilerine verilen bu görevi
yerine getirme fırsatını elde etmenin yanında, tabiî bir hak olan inandıkları dinin
gereklerini yerine getirme ve ona uygun bir hayat sürme noktasında dâhi şiddet ve
baskıya maruz kalmışlardır. Müslümanların bu baskılara karşı nasıl tepki vermeleri gerektiğini bildiren âyetlerin dönemsel olarak farklı hükümler ihtiva etmesi iki
şekilde yorumlanmıştır. Yaygın olan birinci kanaate göre, risâlet sürecinde takip
*
1
2
Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Anabilim Dalı, forhan@cu.edu.tr
Nahl, 16/125.
Âl-i İmrân, 3/104.
344 | Öğr. Gör. Dr. Fatih ORHAN
edilen tedricî yöntem burada da uygulanmış ve inananlarının sayıca az ve güçsüz
olduğu Mekke döneminde, Müslümanların savaşmasına ve hatta kendilerini savunmalarına müsaade edilmemiş, bir sonraki süreçte inananların sayısının kısmen
artmasına paralel olarak da kendilerini savunmalarına müsaade edilmiştir. Daha
sonraki süreçte oldukça güçlenen Müslümanlara, düşmana karşı savaş açma hakkı tanınmıştır. Cihada dair emirlerin dönemlere göre farklılık arz etmesine ilişkin
ikinci görüşe göre, hükümlerdeki bu değişkenlik inanların güçlenmesiyle alâkalı
olmayıp, ahlâkî açıdan tekâmülleriyle ilişkilidir. Buna göre, yeni Müslüman olmuş
bir kişideki ahlâkî kontrol mekanizması etkin hale getirilmeden cihadın emredilmesi, şiddet ve zulüm gibi kötü sonuçların doğmasına sebep olabilirdi. Bu olumsuzlukların önüne geçilmesi adına, Müslümanların henüz savaş ahlâkından yoksun
oldukları ilk dönemlerde cihada izin verilmemiş, ahlâkî olgunluğun oluştuğu son
sahada cihad emredilmiştir.3
Savaş yetkisinin verildiği bu son süreçte bile Hz. Peygamber, ihanet ve anlaşmaya uymama ve nefsi müdâfaa gibi gerekçelerle düşmana savaş açılacağı zamanlarda
ordu komutanlarına, savaştan önce son bir kez düşmanın İslâm’a davet edilmesini,
kabul etmemeleri halinde savaşa başlanılması hususunda talimatlar vermiştir.4 Hz.
Peygamber’in bu talimatı, sonraki dönemlerde düşman üzerine ordu gönderen ya
da savaşlara bizzat kendisi komutanlık eden halifeler tarafından da uygulanmıştır.
Savaş öncesinde yapılan bu çağrı, Hz. Peygamber’i ordu hazırlamaya ve savaşmaya
sevk eden asıl sebeplerin önüne geçerek, cihadın sadece dini tebliğ etmek için emredildiği gibi bir kanaatin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Özellikle risâletin son
sahasında nâzil olan ve kâfirlerin nerede yakalanırsa orada öldürülmesini emreden, bu sebeple de “kılıç/kıtal âyeti” diye meşhur olan Tevbe 9/5 âyeti5 de bu kanaatin müctehidler arasında yaygınlık kazanmasına neden olmuştur.
1. TEBLİĞ VE İKRAH
Allah yoluna davet etmek anlamına gelen tebliğin üslubuna ilişkin nâzil olan
âyetlere bakıldığında, kırıcı olmayan ve yumuşak ifadeler seçilerek yapılmasının
tavsiye edildiği görülecektir.6 Özellikle inanç noktasında insanlara karşı zor kullanılmasını yasaklayan Bakara 2/256 âyeti tebliğin, baskı ve şiddetten uzak olması
gerektiği hususunda evrensel ve nihaî bir hüküm bildirmiştir. Ancak dine davet sürecinde zorlamanın yasak olmasına karşı, silah kullanılarak insanların İslâm’a davet
edilmesi şeklinde algılanan cihadın birlikte değerlendirilmesi, iki hüküm arasında
3
4
5
6
Safet Köse, “Cihad Şiddete Referans Olabilir mi?”, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, sy.9 (2007), s. 46.
Ebû Dâvûd, Süleyman b. el-Eş’as b. İshak b. Beşir es-Sicistânî, Kitâbü’s-sünen, “Cihad”, 90, nşr: Muhammed Muhyiddin Abdülhamid, I-V, el-Mektebü’l-asrî, Beyrut, t.s.
Tevbe, 9/5: “Haram aylar çıkınca müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün; onları yakalayın, onları hapsedin ve onları
her gözetleme yerinde oturup bekleyin. Eğer tevbe eder, namazı dosdoğru kılar, zekâtı da verirlerse artık yollarını
serbest bırakın. Allah yargılayan, esirgeyendir.”
Bkz. Âl-i İmran, 3/159; Nahl, 16/125; Kaf, 50/45.
Cihadın Mahiyeti ve “Tebliğ Metodu” Olarak Kullanılması | 345
bir tenakuzun olduğu sonucunu doğurmuştur. İslâm hukukçuları ve müfessirler de
bahsi geçen tenakuzun tevilini Bakara 2/256 âyeti7 ile Tevbe sûresi 9/5 âyeti üzerinden yapmayı tercih etmişlerdir.
Tevbe suresinin risâlet sürecinin son döneminde nâzil olması, Allah’ın tebliğ
metodu olarak bildirdiği son hükmünün cihad olduğu ve insanları inanç konusunda zorlamanın caiz olduğu gibi bir fikrin âlimler nezdinde revaç bulmasına neden
olmuştur. Bu fikrî yöneliş, kâfirlerin nerede yakalanırsa orada öldürülmesini mutlak olarak emreden kılıç âyetinin, başta Bakara 2/256 âyeti olmak üzere dine davet
sürecinde baskı yapmayı nehyeden ve barış yapmaya müsaade eden tüm âyetleri
neshettiği iddiası üzerine bina edilmiştir.8 Ancak bazı kâfirlere verecekleri cizye karşılığında inançlarını devam ettirme izni verilmiş, her hangi bir zorlamaya maruz
bırakılmamışlardır. İslâm hukukçuları ve müfessirler cizye veren kâfilerin Tevbe 9/5
âyetinin genel hükümden istisna edilmeleri gerektiğinde hem fikir olmakla birlikte
bu istisnanın hangi delil ile gerekçelendirileceği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu
görüş ayrılığının temelinde kılıç âyetinin, Bakara 2/256 âyetinin hükmünü nasıl neshettiğiyle alakalı yorum farklılıkları yer almaktadır. Âyetin tamamen neshedildiğini
savunanlar, cizye ehlinin daha sonra bu hükümden tahsis edildiğini iddia ederken,
kısmî bir nesihten söz edenler, cizye ehlinin hiç neshe uğramadığını, dolayısıyla bu
gruba hiçbir zaman ikrah yapmaya izin verilmediğini iddia etmişlerdir.
Genel nitelikli bir nesihten söz edenler sadece Bakara 2/256 âyetinin değil daha
önce nâzil olmuş tüm sulh âyetlerinin de Tevbe 9/5 âyeti ile neshedildiğini iddia
etmişlerdir. Bu iddia İbn Mes’ûd (ö. 32/652-53),9 Dahhâk (ö. 105/723), Süddî (ö.
127/745) ve Süleyman b. Mûsâ’ya (ö. 369/979) nispet edilmiştir.10
İbn Hazm (ö. 456/1064), “[Ey Peygamber!] Antlaşma yaptığın bir topluluğun
hıyanet etmesinden endişe edersen, sen de antlaşmayı bozduğunu kendilerine açıkça
bildir. Çünkü Allah sözünde durmayanları hiç sevmez” 11 meâlindeki âyeti yorumlarken kurduğu şu cümlelerden onun da nesih görüşünde olduğunu anlaşılmaktadır:
İhtilaf yoktur ki bu âyet (Enfal 8/58), Tevbe sûresinden önce inmiştir. Dolayısıyla Tevbe sûresi kendinden önce gelen bütün hükümleri neshetmiş
ve “Allah’a ortak koşanların Allah katında ve Resulü yanında bir ahdi nasıl
olabilir? Ancak Mescid-i Haram’ın yanında kendileriyle antlaşma yaptıklarınız başkadır.” âyeti ile de bütün anlaşmaları geçersiz kılmıştır. Bahsi ge7
8
9
10
11
Bakara, 2/256: “Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tâğutu reddedip Allah’a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir.”
Cessâs, Ahmed b. Ali Ebû Bekir er-Razi, Ahkâmu’l-Kur’ân, nşr: Muhammed Sadık Kumhâvî, Dâru ihyâi’t-türâsü’lArabi, Beyrut 1405, IV. 269; Râgıb el-İsfehânî, Ebü’l-Kâsım Hüseyin b. Muhammed b. el-Mufaddal, Mukaddimetu
câmii’t-tefâsir, Dâru’l-vatan, Riyad 2003, I, 530.
Begavî, Ebû Muhammed Muhyissünne el-Hüseyin b. Mesû‘d b. Muhammed el-Ferrâ’, Meâlimu’t-tenzîl, nşr: Abdurrezzak el-Mehdî, Dâru ihyâi’t-türâsi’l-Arabî, Beyrut 1420, I, 349.
Cessâs, Ahkâmu’l Kur’ân, II, 167; İbn Mühennâ en-Nefrâvî, Ahmed b. Guneym b. Salim, el-Fevâkihü’d-devvânî alâ
Risâleti İbn Ebî Zeyd el-Ķayrevânî, Dâru’l-fikr, y.y., 1415/1995), II, 299.
Enfâl, 8/58;
346 | Öğr. Gör. Dr. Fatih ORHAN
çen Enfâl 58. âyetinin hükümleri barış dönemlerinde geçerliydi. Tevbe 9/5
âyeti nâzil olduktan sonra müşriklerin hiçbir şekilde serbest bırakılmaları
helâl olmaz. Ya öldürülürler ya da Müslüman olurlar…12
Kapsamlı bir nesihten söz eden âlimlere göre, ikrahı nehyeden ve barışa izin
veren âyetler, İslâm’ın ilk yıllarına ait hükümlerdir. Hz. Peygamber de “Eğer sizden
uzak durur, sizinle savaşmaz, size barış teklif ederlerse Allah onlara dokunmanıza
izin vermez.”13 âyeti gereğince İslâm’ın ilk yıllarında, iman etmeleri adına kâfirlere
karşı baskı kurmamış ve tebliğini bu üslup üzere devam ettirmiştir. Diğer taratan
inananların sayı bakımından artması, buna bağlı olarak da dinin güçlenmesi üzerine kılıç âyeti nâzil olmuş ve dinde zorlamanın olmadığını ifade eden Bakara 2/256
âyeti neshedilmiştir.14
İkrahın caiz olduğunu iddia eden bu âlimler, bunun doğruluğuna hem
Kur’an’dan hem de Sünnet’ten deliller getirmişlerdir. Kur’an’dan getirilen deliller
genelde şu iki âyettir:
Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert
davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir!15
Ey iman edenler! Kâfirlerden yakınınızda olanlara karşı savaşın ve onlar
(savaş anında) sizde bir sertlik bulsunlar. Bilin ki, Allah sakınanlarla beraberdir.16
Hz. Peygamber’in ömrü boyunca, Müslüman olmalarına kadar bütün kâfirle
savaşmış olmasını, Hz. Peygamberin ikrahı bizzat kendisinin uygulaması olarak
değerlendiren bu âlimler Hz. Peygamber’in yapmış olduğu savaşları bunun doğruluğuna delil olarak getirmişlerdir.17 Görüşlerine dayanak yaptıkları bir başka delil
de şu hadistir:
Hz. peygamber bir adama “Müslüman ol” dedi. Adam da “Bana dayatma
yapıldığını düşünüyorum” deyince, Hz. Peygamber “Öyle olsa bile (Müslüman ol)” dedi.18
Bu hadiste de görüldüğü üzere Hz. Peygamber ikrah altında bile olsa tebliğin yapılabileceğine ve bu şekilde gerçekleşen imanın geçerli olduğuna vurgu yapmaktadır.
Cüveynî (ö. 478/1085) genel kanaatin aksine, bütün müşriklerin öldürülmesi
ve ikrahın caiz olduğu hükmünün Tevbe 9/5 âyeti ile değil şu iki âyetle verildiğini
iddia etmektedir:19
12
13
14
15
16
17
18
19
İbn Hazm, Ebû Muhammed Ali b. Ahmed b. Said, el-Muhallâ bi’l-âsâr, Beyrut, t.s., XII, 119-120.
Nisa, 4/90
Cessâs, Ahkâmu’l Kur’ân, IV. 269; Râgıb el-İsfehânî, Câmi’u’t-tefsîr, I, 530.
Tevbe, 9/73.
Tevbe, 9/123.
İbn Hazm, Muhallâ bi’l-âsâr, XII, 120.
Ahmed b. Hanbel, Ebû Abdullah Ahmed b. Muhammed b. Hanbel b. Hilal b. Esed b. eş-Şeybanî, el-Müsned, nşr:
Şuâyb el-Arnaût, Âdil Mürşid ve diğerleri, Müessesetü’r-risâle, Beyrut 1421/2001, XX, 234.
Cüveynî, Abdülmelik b. Abdullah b. Yusuf b. Muhammed, Nihâyetü’l-matlab fi dirâyeti’l- mezheb, y.y., 2007, XVIII, 5.
Cihadın Mahiyeti ve “Tebliğ Metodu” Olarak Kullanılması | 347
Onlar kendileri inkâr ettikleri gibi, keşke siz de inkâr etseniz de eşit olsanız isterler. Allah yolunda hicret etmedikçe onlardan dost edinmeyin.
Eğer yüz çevirirlerse onları tutun, bulduğunuz yerde öldürün. Onlardan
dost ve yardımcı edinmeyin.20
Onları bulduğunuz yerde öldürün. Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne çıkarmak, adam öldürmekten daha kötüdür. Mescidi
Haram’ın yanında, onlar savaşmadıkça siz de onlarla savaşmayın. Sizinle
savaşırlarsa onları öldürün. İnkâr edenlerin cezası böyledir. 21
Genel bir nesihten söz edenler, cizyenin caiz oluşunu tahsis delili ile açıklamışlardır. Bakara 2/256 âyetini tamamen nesheden Tevbe 9/5 âyetinin, “Kitap verilenlerle, boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.”22 âyeti ve sünnetteki bazı uygulamalar ile tahsis edildiğini iddia etmişlerdir. Buna göre, cizye verinceye kadar savaşmayı emreden âyet ehl-i kitap olan kâfirleri; Hz. Peygamber’in
uygulamaları da kadın, çocuk ve rahipleri ikrah yapılacaklardan tahsis etmiştir.23
Vâhidî (ö. 468/1076) Bakara 2/256 âyetin anlamı ve hükmü bağlamında İbn
Abbas (ö. 68/687-88), Mücahid (ö. 103/721) ve Katâde’den (ö. 117/735) şöyle bir
yorum nakletmektedir: Âyetin anlamı “Araplar Müslüman olduktan sonra ikrah
yoktur” şeklindedir. Araplar ümmi bir toplumdu. Onların ne kitapları ne de dinleri
vardı. İşte bu yüzden herkes gönüllü ya da kerhen İslâm’a girinceye kadar yapılacak
ikraha müsaade edildi. Bundan sonra Allah bu âyeti (Tevbe 9/29) indirerek cizye almak şartıyla ehl-i kitabın din konusunda ikrahını yasakladı.24 Vahidi, el-Veciz
isimli eserinde de Arapların İslâm’a zorlanma nedeni olarak, müşrik olmalarını gerekçe göstermektedir.25
Nesihle alakalı olarak dile getirilen ikinci görüş kılıç âyetinin, Bakara 2/256
âyetini kısmen neshettiği şeklindedir. Bu görüşe göre, Bakara 2/256 âyeti sadece
müşrik Araplar bakımından neshe uğramıştır. Fakat ehl-i kitap gibi kendisinden
cizye alınması caiz olan kâfirler açısından hükmü hâlâ devam etmektedir.
Cessâs âyetin kısmen neshe uğradığı şeklindeki iddiayı, İbn Hazm’ın yaptığı
gibi âyetlerin nüzul tarihleri ile açıklamaktadır. Buna göre, Bakara 2/256 âyeti,
müşrik Araplarla savaşılmasını emreden âyetlerden önce nâzil olmuştur. Hz.
Peygamber’in hak peygamber olduğu ile ilgili deliller tamamlanmadığı için Allah,
müşrik Araplarla savaşmayı henüz emretmemişti. Deliller tamamladıktan sonra
müşrik Arapların Hz. Peygamber’i inkârda inat etmeleri üzerine Allah “Müşrikleri
20
21
22
23
24
25
Nisa, 4/89
Bakara, 2/191
Tevbe, 9/29
Kurtubî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed, el-Câmi’li-ahkâmi’l-Kur’ân, nşr: Ahmed el-Berdûnî ve İbrahim Etfîş,
Dâru’l-kütübi’l-Mısriyye, Kahire 1383/1964, VIII, 72.
Vâhidî, Ebü’l-Hasen Alî b. Ahmed b. Muhammed en-Nîsâbûrî, el-Vasît fî tefsîri’l-Ķur’âni’l-mecîd, Dâru’l-kütübi’lilmiyye, Beyrut 1415/1994, I, 369.
Vâhidî, el-Vecîz fî tefsîri’l-kitâbi’l-azîz, Dâru’l-kalem, Beyrut 1415/1994, I, 183.
348 | Öğr. Gör. Dr. Fatih ORHAN
artık bulduğunuz yerde öldürün. Haram aylar sona erdiğinde [antlaşma şartlarına
uymayan] müşrikleri ele geçirdiğiniz yerde öldürün”26 âyeti ve bu anlamdaki diğer
âyetleri indirdi. İşte Allah’ın bu âyetlerde “müşrik Araplarla” savaşılmasını emretmesi ile Bakara 2/256 âyetin hükmü müşrik Araplar açısından neshedilmiş oldu.
Buna göre âyetin hükmü cizye vermeyi ve Müslümanların hükmü altına girmeyi
kabul eden ehl-i kitap için geçerliliğini sürdürmektedir.27
Bakara 2/256 âyetinin ehl-i kitap ve Mecûsîler gibi belli bir grup hakkında hükmünün devam ettiğini düşünenler buna kanıt olarak Hz. Ömer’in (634-644) şu
uygulamalarını delil göstermişlerdir:
Zeyd b. Eslem (ö. 136/754) babasının şöyle dediğini rivâyet etmiştir: Ömer
b. Hattab’ı, ihtiyar bir Hristiyan’a: “Eğer Müslüman olursan selamete erersin. Çünkü Allah Hz. Muhammed’i hakla göndermiştir” derken duydum.
İhtiyar, Ömer’e: “Ben çok ihtiyarım. Üstelik ölüm bana yakındır. Müslüman
olmak istemiyorum” dedi. Bunun üzerine Ömer: “Ey Allah’ım! Benim ona
tebliğ ettiğime şahit ol” dedi ve “dinde zorlama yoktur” âyetini okudu.”28
(Hz. Ömer’in kölesi Estak anlatıyor) Ben, Hz. Ömer’in kölesiydim ve
Hristiyan’dım. Hz. Ömer ara sıra bana İslâm’ı arz eder ve şöyle derdi: “Eğer
Müslüman olsaydın emanetim yani halifelik işinde seninle yardımlaşırdım.
Fakat Hristiyan olduğun için seni Müslümanların emaneti hususunda yardımcı yapmam helâl değildir.” Ama ben Müslüman olmuyordum. O da
“Dinde zorlama yoktur” buyuruyordu. Vefat edeceği zaman beni azat etti.
Ben hâlâ Hristiyan’dım. Bana, ‘Dilediğin yere git’ dedi.29
Hz. Ömer’in ehl-i kitap olan kişilere ikrah yapmaması ve buna gerekçe olarak
her iki olayda da Bakara 2/256 âyetini okuması Hz. Ömer’in, bu âyetin hükmünün
hala devam ettiği şeklinde bir kanaatine sahip olduğunu göstermektedir.
Kurtubî (ö. 671/1273), kâfirlerin esir alınmasına müsaade eden Muhammed
47/4 âyetinin30, Tevbe 9/5 âyeti ile neshedildiği şeklindeki yorumlara karşı çıkmış
ve her iki âyetin de muhkem olduğunu iddia etmiştir. Kılıç âyetindeki “ َو ُخذُو ُهم/onları alın” emri de bu anlamı desteklemektedir. Çünkü “almak” ile kastedilen müşrikleri esir almaktır. Esir de öldürülmek, afedilmek veya fidye istemek için alınır. Hz.
Peygamber’in yaptığı ilk savaştan itibaren zaten esirler hakkında öldürme, afetme
ve fidye alma şeklindeki hükümler bir arada uygulana gelmiştir.31
26
27
28
29
30
31
Tevbe, 9/5.
Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’ân, II, 168.
İbn Hazm, Muhallâ bi’l-âsâr, XII, 120; Kurtubî, el-Câmi’li-ahkâmi’l-Kur’ân, III, 280.
Müttakî, Alauddin Ali b. Abdülmelik b. Kadı Han el-Hindî, Kenzü’l-ummâl fi süneni’l-akvâl ve’l-ef ’âl, nşr: Bekrî
Hayyânî-Safve es-Sekâ, Müessesetü’r-risale, Beyrut 1401/1981, IX, 205.
Muhammed, 7/24: “Sonunda onlara üstün geldiğinizde onları esir alın; savaş sona erince onları ya karşılıksız, ya da
fidye ile salıverin.”
Kurtubî, el-Câmi’ li-ahkâmi’l-Kur’ân, VIII, 72
Cihadın Mahiyeti ve “Tebliğ Metodu” Olarak Kullanılması | 349
Taberî (ö. 310/923), konuya farklı bir açıdan yaklaşmakta ve Bakara 2/256
âyetinin neshedildiğine yönelik bütün görüşleri reddetmektedir. Ona göre âyet,
sadece ehl-i kitap, Mecûsîler ve cizye alınması caiz olan kâfirler hakkında nâzil
olmuştur ve hükmü bu kimseler için her zaman bâkî olagelmiştir. Taberî nesih iddiasının geçersizliğini de şu şekilde izah etmektedir:
Nâsih, mensûhun hükmünü geçersiz kılar. (Allah’ın hem ikrahı yasaklayıp
hem de dine girmeleri için kâirlerle savaşmayı emretmesinde olduğu
gibi) İkisinin bir arada bulunması caiz değildir. Âyetten zâhiren anlaşılan,
emrin ve nehyin umum ifade etmesidir. Fakat âyette gizli olan anlam, bu
emir ve nehyin insanlardan bir kısmını kapsayacak şekilde husus ifade
ettiğidir. Mensûh olan bölüm ise hükümden çıkarılmıştır. Bunun tersine
(yani âyet bütün kâirler için zorlamayı nehyediyor şeklinde) bir tevil
yapabilmek için âyette herhangi bir delil de yoktur.32
Taberî âyetin bütün kâfirleri kapsadığı şeklinde yapılacak bir yorumun mümkün olmamasını, Hz. Peygamber’in her dönemde müşrik Arapların ve irtidad edenlerin Müslüman olmayı kabul etmemeleri halinde öldürülmeleri yönünde emir
verdiğini aktaran rivâyetlere dayandırmaktadır. Şayet müşrik Araplar ve mürtedler
de Bakara 2/256 âyetinin hükmüne dâhil olsalardı, Hz. Peygamber onlar hakkında
“ya ölüm ya İslâm” şeklinde bir hüküm vermezdi. Hz. Peygamber’in âyete rağmen
bir hüküm vermesi düşünülemeyeceğine göre “Dinde zorlama yoktur” sözünün,
“kendisinden cizye alınması makbul olan ve İslâm’ın hükmüne rıza gösteren kimse
dinde zorlanamaz” anlamına hamledilmesi daha doğru olur. 33
Nesih iddiasına karşı çıkanlardan birisi de İbnü’l-Arabî’dir (ö. 543/1148). O
da “Dinde zorlama yoktur” âyetine rağmen kâfirlerin din adına zorlanmasının
meşru olduğunu iddia etmektedir. İbnü’l-Arabî dinde ikrahın hem yasak hem
de caiz olmasını ikrah kavramına yüklediği anlam ile izah etmiştir. Ona göre
âyette bahsi geçen ve yasaklanan ikrah, kişinin batıl olan bir dine girmesi için
yapılacak olan zorlamadır. Hak din olan İslâm’a girmesi adına yapılacak zorlama ise zaten dinin bir gereğidir. Çünkü İslâm’da kâfirin sadece din için öldürülmesine izin verilmiş olması, dinde ikrahın var olduğunun en açık göstergesidir.34
İbnü’l-Arabî’ye göre kâfirin din uğruna öldürülmesine izin veren deliller ise “Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın!
(İnkâra) son verirlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çok iyi görür.”35 âyeti
ve “Allahtan başka ilah olmadığını söyleyinceye kadar insanlarla savaşmakla emir
olundum”36 hadisidir.
32
33
34
35
36
Taberî, Câmiû’l-beyân, V, 414.
Taberî, Câmiû’l-beyân, V. 414-415.
İbnü’l-Arabî, Ebû Bekir Muhammed b. Abdillah, Ahkâmu’l-Kur’ân (Beyrut, ts.), I, 311.
Enfâl 8/39.
Buhârî, Muhammed b. İsmail Ebû Abdullah, el-Câmiû’s-sahîh, “İstitâbetü’l-mürteddîn ve’l-muânidîn ve kıtâlühüm”,
Dâru İbn Kesîr, y.y., 1423/2002, 3.
350 | Öğr. Gör. Dr. Fatih ORHAN
Tâhir b. Âşûr da Bakara 2/256 âyetin umum anlamı ifade etmediğini, belli
bir gruba özel indirildiği görüşündedir. Fakat o, âyetin kapsamına dâhil olanları,
İslâm’a ilk kez girecek olanlar ve tekrar girecek olanlar (mürtedler) ayrımı ile tespit
etmektedir. Bu bağlamda Müslüman yapabilmek için kâfirlere ikrah uygulanamazken, İslâm’dan çıkmış olanlara anlara tekrar dine girmesi için ikrah yapılabilmektedir.37
Bakara 2/256 âyeti ile ilgili olarak aktardığımız bu yorumların dışında başka
yorumlar da yapılmıştır. Fazla taratar bulmamakla birlikte tefsirlerde yer alan görüşler şunlardır:
• Âyet, kılıçla Müslüman yapılan kişiye “Mükreh” denilmeyeceği anlamına gelmektedir.
• Âyet, esirler hakkında gelmiştir. Bu manada âyet, ehl-i kitaptan esir düşen yetişkinlere ikrahın yapılmayacağını ifade etmektedir. Putperest ve
Mecûsîlerden esir düşenler ise ister küçük isterse yetişkin olsun İslâm’a
girmeleri hususunda icbar edilebilir. Çünkü onların esirlerinden faydalanılamaz. Kestikleri yenmez, kadınları ile cima edilemez. Necaset ve meyte
yeme gibi necis şeyleri, kendilerine din edinmişlerdir. Efendi olacak kişi bu
tip şeyleri pis bulacağından onlardan istifade etmek de imkânsızlaşacaktır.
Bu yüzden icbar caiz olur. Çocuklar ise batıl bir dine girmesinler diye icbar edilirler.38
• Âyet, sadece dünyevî konularda ikrahı yasaklamaktadır. Bu manada
İslâm’a girmesi için zorlanan ile zorlanmayan kişi sorumluluk bakımından aynıdır.
• Âyet, baskı ile yapılan ve itaat anlamına gelen fiillere ahirette itibar edilmeyeceğini bildirmektedir. Allah kalpte gizli olanlara kıymet verir ve ihlasla yapılan fiillerden razı olur. “Ameller niyetlere göredir”39 ve “Amel olarak az da olsa en ihlaslı olan sana yeter”40 hadisleri buna delildir.
• Âyet, Allah’ın ceza (yapılan iyiliklere verilen karşılık) hususunda zorlanamayacağını bildirmektedir. Dilediği gibi davranan kişiye karşı Allah
da dilediği gibi karşılık verebilir. Aynı şekilde Allah “yardım etme” veya
“koruma” gibi talepleri de kabul etmek hususunda zorlanamaz.
“Hz. Muhammedin iplerinden (sahabe) birisini aldım” ifadesindeki “ip” lafzı gibi, âyetteki “urvetül vuska” ifadesi de “güvenilen kişiler” anlamında mecazen kullanılmıştır.41
37
38
39
40
41
İbn Âşûr, Muhammed Tahir, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, Tunus 1977, II, 337.
Kurtubî, el-Câmi’ li-ahkâmi’l-Kur’ân, III, 281.
Buhârî, “Bedü’l-vahy”, 1; Müslim, el-Haccâc Ebü’l-Hasan el-Kuşeyrî en-Nîsâbûrî, “el-Câmiû’s-sahîh”, nşr: Muhammed Fuad Abdülbâki, Dâru ihyâi’t-türâsi’l-Arabî, Beyrut, t.s., “İmâret”, 155.
Münâvî, Zeynüddin Muhammed Abdürrauf b. Tacilarifin b. Ali, Feyzü’l-kadîr şerhü’l-Câmii’s-sağîr, el-Mektebü’tticâriyyetü’l-kübrâ, Mısır 1356, I, 216.
Râgıb el-İsfehânî, Câmiû’t-tefsîr, I, 530-531.
Cihadın Mahiyeti ve “Tebliğ Metodu” Olarak Kullanılması | 351
İslâm’ın ilk yıllarında uygulanan ve hoşgörüye dayalı tebliğ metodunun alternatifi olarak gösterilen cihadın gerçekten dinin tebliği ile alakalı olup olmadığının
ve tebliğde ikrahın caiz olduğu iddiasının doğru tespit edilebilmesi için fakihlerin
cihad kavramına yükledikleri anlamın doğru tespit edilmesi büyük önem arz etmektedir.
2. KLASİK ANLAYIŞTA CİHAD VE TEBLİĞ
2.1. Cihadın Tarifi
Fıkıh kitaplarında yapılan tariler özü aynı olmakla birlikte kapsam bakımından farklılıklar göstermiştir. Dar kapsamlı olan tariler inanmayanlara karşı sadece
kılıçla yapılan mücadeleye hasredilerek genelde “hak olan dine davet etmek, kabul
etmeyenlerle savaşmak” şeklinde yapılmıştır.42 Daha geniş anlamda yapılan tariler
ise kılıç dışındaki yöntemleri de kuşatacak bir biçimde “Allah yolunda can, mal,
lisan ve benzeri bir şeyle savaşmak suretiyle sahip olunan güç ve enerjinin harcanması” şeklinde yapılmıştır.43 Tarite yer alan “lisan ve benzeri” ifadesi cihadın
sadece kılıçla yapılmayacağını, dinin duyurulması noktasında verilecek her türlü
mücadelenin cihad kabul edileceğini ortaya koymaktadır.
Cihad kavramı, bazen kâfirlere karşı yapılan mücadelenin de dışına çıkarılarak
kişinin nefsiyle olan mücadelesini de kapsayacak şekilde ele alınmıştır. İbn Âbidîn,
din adına gösterilen her türlü çabanın cihad olduğunu çekilen meşakkat bağlamında izah etmiştir. Ona göre cihadın fazileti çok büyüktür. Bu faziletin elde edilmesi ve Allah’a yakın olunabilmesi için canın feda edilmesi gibi büyük meşakkatlere
katlanılması gerekir. Fakat katlanılması gereken bu meşakkatlerin en ağırı, nefsi
devamlı olmak şartıyla itaat etmeye hasretmek, hevâ ve arzulardan uzak tutmaktır.
Dolayısıyla da cihadın en zor olanı nefsin terbiyesiyle olan mücadeledir. Bundan
dolayıdır ki Hz. Peygamber bir gazve dönüşünde “Küçük cihaddan büyük cihada
döndük”44 buyurmuştur. Yine İbn Mes‘ûd hadisinde yer alan faziletli ameller sıralaması da bu manayı tekid sadedindedir. Bu hadiste Hz. Peygamber en faziletli davranış olarak vaktinde kılınan namazı, akabinde anne babaya iyilik etmeyi zikretmiş
bunlardan sonra Allah yolunda yapılan cihadı zikretmiştir. Düzenli tekrar eden bu
ibadetleri vaktinde yapmanın hem farz-ı ayn olması hem de tekrarın sıklığı sebebiyle bu ibadetleri alışkanlık haline getirmenin zorluğu, nefisle yapılan mücadeleyi
silahla yapılan cihaddan daha faziletli kılmaktadır.45
42
43
44
45
Serahsî, Muhammed b. Ahmed b. Ebû Sehl, el-Mebsut, Beyrut, t.s., X, 2; Bâbertî, Ekmeleddîn Muhammed b.
Mahmûd b. Ahmed, el-İnâye, y.y.,t.s., Dâru’l-fikr, V, 437; İbn Âbidîn Muhammed Emin b. Ömer b. Abdülaziz
Âbidîn, Reddü’l-muhtâr ale’d-Dürri’l-muhtâr, Dâru’l-fikr, Beyrut 1412/1992, IV, 195.
Kâsânî, Alauddin Ebû Bekr b. Mesud b. Ahmed el-Hanefi, Bedâi‘u’s-sanâi‘ fî tertîbi’ş-şerâi‘, Matbaatü’l-cemaliyye,
Beyrut 1327/1910, VII, 97.
İbn Battâl el-Kurtubî, Ebü’l-Hasan Ali b. Halef b. Abdülmelik, Şerhu Sahîhi’l-Buhârî li-ibn Battâl, Mektebetü’r-rüşd,
Riyad 2003, X, 210.
İbn Âbidin, Reddü’l-Muhtar, IV, 119-120.
352 | Öğr. Gör. Dr. Fatih ORHAN
2.2. Cihadın Farz Kılınma Nedeni
Fıkıh kitaplarını incelediğimizde cihadın, genel seferberlik dışında kifâî vacib
olduğu hususunda âlimlerin ittifak ettiklerini fakat cihadın emredilmesindeki gayenin ne olduğunu hususunda ihtilaf ettiklerini görmekteyiz. Hanefî âlimler, cihadın farz kılınış nedenini iki gerekçeyle izah etmişlerdir. Bunlardan ilki, hak dine
davet etmek ve onun duyurulmasını sağlamak, ikincisi ise kâfirlerden gelen kötülük ve zulümden İslâm toplumunu korumaktır.46 Şafiî mezhebi ise cihadın emredilme sebebi olarak, küfrün yeryüzündeki varlığını ve onunla mücadele edilmesini
gerekçe göstermiştir.47
Şafiî âlimler, küfrün yok edilmesi amacıyla cihadın emredildiği görüşünün
meşruiyetini şu şekilde açıklamışlardır: Allah dünyayı insanoğluna bir yurt olması
ve orada imtihan edilmesi için yaratmıştır. Tıpkı diğer canlılar için çeşitli rızıklar
yarattığı gibi Allah, istifade etmesi amacıyla insanlar için de farklı rızıklar ve mülkler yaratmıştır. Ancak akıl sahibi olması nedeniyle diğer varlıklardan farklı olarak
insanoğluna, bu nimetlerin yanında birbirlerini ve verilmiş olan rızıkları yok etmelerine engel olacak sorumluluklar da yüklemiştir. Din ve dünya maslahatlarıyla
alakalı olan bu genel sorumluluklardan bazı kifâî farzlar neş’et etmiştir. Allah’ın
insana ilham ettiği ve sebeplere bağladığı dünya ile ilgili menfaatlerin korunması
hususunda ayrıca bir emre ya da teşvike gerek yoktur. Çünkü bunlar alış-veriş ve
mülk edinme konularında olduğu gibi insanın tabiatında zaten var olan güdülerdir. Fakat dinin özünden kaynaklanan maslahatların devamlılığını koruma isteği,
içgüdü olarak mevcut olmadığından insanoğluna ayrı bir emirle farz kılınmıştır.
Bu meyanda insana yüklenen «dine davet” görevinin baskıyla ve delille olmak üzere
iki şekilde yapılabileceğini düşünen Şafiî âlimler, baskı ile olan dine davet şeklinin
cihad, delille yapılan davetin de ilim olduğunu iddia etmişlerdir.48
Cihadın hangi gerekçelerle yapılacağı noktasında farklı görüş bildiren âlimler,
karşı tarafın Müslüman olması ya da cizye vermeyi kabul etmesi durumunda kılıç kullanmaya gerek kalmadığı noktasında hem fikir olmuşlardır. Ancak burada
akıllara, savaş neticesinde Müslüman olan bir kişinin imanının ne derece muteber
olacağı sorusu gelmektedir. Müctehidler bu soruyu dünyevî ve uhrevî olmak üzere
iki açıdan ele almışlar ve ikrah ile gerçekleşen imanın uhrevî anlamda geçerli olmayacağını söylemişlerdir. Bu manada hakikî bir imandan söz edebilmek için imanın
kalpten gelen bir tasdikle gerçekleşmesi şarttır.49 Filhakika inancın, içten gelen bir
46
47
48
49
Merğinânî, Ebü’l-Hasan Burhaneddin Ali b. Ebû Bekir b. Abdülcelîl, el-Hidâye fi şerhi Bidâyeti’l-mübtedî , Beyrut,
t.s., II, 378; Kâsânî, Bedâi‘u’s-sanâi‘, VII, 98; Mevsılî, Ebü’l-Fazl Mecdüddin Abdullah b. Mahmud b. Mevdud, elİhtiyar li-ta‘lîli’l-Muhtâr, Beyrut 1356, IV, 118.
Cüveynî, Nihâyetü’l-matlab, XVII, 389; Şevkânî, Muhammed b. Ali b. Muhammed b. Abdullah, Neylü’l-evtâr, nşr:
Isâmüddîn es-Sabâbitî, I-VIII, Dâru’l-hadîs, Mısır 1413/1993, VII, 246.
Cüveynî, Nihâyetü’l-matlab, XVII, 392-393.
Serahsî, el-Mebsut, I, 153; İbn Kudâme, Ebû Muhammed Muvafakuddin Abdullah b. Ahmed b. Muhammed b.
Kudâme Cemmâilî Makdisî, el-Muğnî, Mektebetü’l-Kâhire, Riyad 1388/1968, IX, 24; Gaznevî, Ebû Hafs Sirâcüddîn
Ömer b. İshâk b. Ahmed, el-Gurretü’l-münîfe fî tahķiķi bazı mesâili’l-İmâm Ebî Hanîfe, Müessesetü’l-kütübi’ssekâfiyye, y.y., 1986, s. 153.
Cihadın Mahiyeti ve “Tebliğ Metodu” Olarak Kullanılması | 353
tasdikle kulun kalbinde gerçekleşen bir olay olması nedeniyle bu cevabın itiraz edilecek bir yönü bulunmamaktadır.
İkrah ile gerçekleşen imanın uhrevî anlamda geçerli olmaması, Bakara 2/256
âyetindeki “الر ْش ُد ِم َن الْ َغي
ُ ”قَد تَبَيَ َنkısmına dayandırılmıştır. Allah, hak ile batılın birbirinden açık bir şekilde ayrıldığını ve hak olanı kabul ettirmek için insanlara ikrah
yapmaya artık gerek kalmadığını bildirmiştir. Hattâbî, genelde ikrahın cevazına
delil gösterilen “Allahtan başka ilah olmadığını söyleyinceye kadar insanlarla savaşmakla emir olundum. Kim bunu söylerse canını ve malını korumuş olur. (ahiretteki)
hesabı ise Allah’a aittir.”50 hadisini farklı bir bakış açısıyla ele almış ve bu hadisin
ikrah altında açıklanan imanın geçerli olmayacağına delil teşkil edeceğini söylemiştir. Çünkü hadiste ikrah ile gerçekleşen imanın sıhhatinden emin olunamadığı
için bu kişinin hesabını ahirete bırakma ihtiyacı hissedilmektedir.51
Baskı altında açıklanan imanı uhrevî anlamda geçerli kabul etmeyen müctehidler, yapılan baskının “haklı ikrah” olması durumunda hukuki ve beşerî ilişkiler bağlamında geçerli kabul edileceğini, böyle bir kişiye muâmelât konularında
Müslüman hükümlerinin tatbik edileceğini iddia etmişlerdir. Haksız olarak yapılan zorlama sonucunda itiraf edilen imanı ise uhrevî ve dünyevî manada muteber
kabul etmedikleri için böyle bir kişiye muâmelât konularında İslâm hükümleri de
uygulanamaz demişlerdir.52
Müctehidler ikrahın haklı/haksız oluşunu, kâfirin cizye vermeye ehil olup olmamasıyla ilişkilendirmişlerdir. Buna göre cizye vermeye ehil olmayan kâfire yapılacak her türlü ikrahı haklı bulunurken, cizye vermeye ehil olan ve bir anlaşma
yapılan kâfire uygulanacak ikrah ise haksız telakki edilmiştir. Cizyenin ikrahı sonlandıran bir unsur olduğu noktasında hem fikir olan âlimler, cizye vermesi caiz
olan kâfirlerin kimler olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir.
2.3. Cizye: Cihadın Nihâyet Bulması
Cizye “kâfi gelmek; karşılığını vermek, ödemek” manasındaki ceza mastarından türemiş bir isim olup, İslâm literatüründe, tebaadan sayılan gayri müslimlerin
ödedikleri verginin adıdır.53 Bu vergi gayri müslim vatandaşların can ve mal güven50
51
52
53
Buhârî, “İstitâbetü’l-mürteddîn ve’l-muânidîn ve kıtâlühüm”, 3.
Hattâbî, Ebû Süleymân Hamd (Ahmed) b. Muhammed, Meâlimü’s-sünen= şerhu Sünen-i ebî Dâvûd, el-Matbaatü’lilmiyye, Halep 1351/1932, II, 10.
Mâverdî, Ebü’l-Hasan Ali b. Muhammed b. Muhammed b. Habib el-Basri el-Bağdâdî, el-Hâvi’l-kebîr fi fıkhi
mezhebi’l-imam eş-Şâiî, nşr: eş-Şeyh Ali Muhammed Muavvid ve Adil Ahmed Abdülmevcud, Dâru’l-kütübi’lilmiyye, Lübnan 1419/1999, XIII, 449; Serahsî, el-Mebsut, XXIV, 57; İmrânî, Ebü’l-Hüseyin İbn Ebi’l-Hayr Yahya b.
Ebi’l-Hayr b. Salim b. Esad, el-Beyân fî mezhebi’l-imam eş-Şâiî, nşr: Kasım Muhammed en-Nûrî, Dâru’l-minhâc,
Cidde 1421, XII, 51; İbn Kudâme, el-Muğnî, IX, 23; İbn Kudâme Ebü’l-Ferec, Şemsüddîn Abdurrahmân b. Muhammed b. Ahmed el-Makdisî, eş-Şerhu’l-kebir, Dâru’l-kitâbi’l-Arabî, Beyrut, t.s., X, 107; Buhûtî, Mansûr b. Yûnus b.
Salâhiddîn, Dekâiku üli’n-nühâ li-Şerhi’l-Müntehâ, Âlemü’l-kütüb, y.y., 1414/1993, III, 401.
İbn Fâris, Ebü’l-Hüseyn Ahmed b. Fâris b. Zekeriyya b. Muhammed er-Râzî el-Kazvînî el-Hemedânî, Mu‘cemü
354 | Öğr. Gör. Dr. Fatih ORHAN
liğinin temin edilmesine karşılık alınmaktadır. İslam dini, risâlet öncesi dönemlerde de uygulanan bu vergiyi, sadece çalışabilen ve işi olanlara hasrederek daha insanî
bir boyuta çekmiştir. Cizye bir bakıma devlete olan bağlılığın sembolik ifadesidir. 54
Müctehidler, iki grup gayri müslimden cizye alınmasının caiz olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bunlar, ehl-i kitap olanlar ile Mecûsîler gibi ehl-i kitap olup
olmadığı şüpheli olan gayri müslimlerdir. Müşrik Araplardan ise hiçbir surette cizye alınamayacağı hususunda da ittifak etmişlerdir.55
Cizye vermelerinin caiz olup olmadığı bağlamında haklarında ihtilaf edilen
gayri müslimler ise Arap olmayan putperestlerdir. Şafiî mezhebine göre bunlardan cizye alınması caiz değildir. Çünkü kıtal âyeti ile bütün kâfirlerin bulunduğu
yerde öldürülmesi emredilmiştir. Ancak Tevbe 9/29 âyeti ile ehl-i kitaptan olanlar;
Abdurrahman b. Avf ’ın (ö. 32/652), Hz. Peygamber’in Hecer Mecûsîlerinden cizye
aldığına dair şahitliğini nakleden hadis56 ile de Mecûsîler bu hükmünden tahsis
edilmiş ve cizye ödemelerine izin verilmiştir. Bunların dışında kalan diğer bütün
kâfirlerden cizye alınması asla caiz değildir.57
Hanefî mezhebine göre tıpkı ehl-i kitaptan cizye alındığı gibi Arap olmayan putperestlerden de cizye alınabilir. Hanefîler bu görüşlerini, Arap olmayan müşriklerin
esir alınmasının caiz oluşu ile izah etmişlerdir. Esir alınmak suretiyle inancı üzerinde kalmasına izin verilen gayri müslimler, aynı hakka cizye ile de sahip olabilirler.58
Malikî mezhebinde meşhur olan görüşe göre Arap olmayan müşriklerden cizye alınabileceği gibi müşrik Araplardan bile cizye alınabilir.59 Bu görüşlerini, Hz.
Peygamber’in müşrik düşmanla karşılaştıklarında ordu komutanlarının ne yapacaklarına dair verdiği talimattaki “müşrik” tabirinin umum ifade etmesine dayandırmışlardır.60
Cizyenin konulmasında gözetilen maksat, yapılan zimmet sözleşmesi ile kâfirin
“ya İslâm ya da ölüm” şeklinde bir zorlamaya tabi tutulmaması, inancı üzere devam
etmesine müsaade edilmesidir. Cizye anlaşması, kâfirlerin can ve mal güvenliğini
temin adına yapılan bir sözleşmedir. Dolayısıyla antlaşmaya rağmen yapılacak ikrah, mütecâviz bir eylem niteliği taşıyacağından “haksız” kabul edileceği aşikârdır.
54
55
56
57
58
59
60
mekâyîsi’l-luğa, nşr: Abdüsselam Muhammed Harun, Dâru’l-fikr, Kahire 1399/1979, I, 455; Nesefî, Ebû Hafs
Necmüddîn Ömer b. Muhammed b. Ahmed, Tılbetü’t-talebe fi’l-ıstılâhâti’l-fıkhiyye, Matbaa-i Âmire, İstanbul 1311,
I, 42.
Bk. Safet Köse,, İslâm Hukuku Açısından Din ve Vicdan Hürriyeti, İz Yayıncılık, İstanbul 2003, s. 36-39.
Merginânî, el-Hidâye, II, 402; Mevvâk, Ebû Abdullah Muhammed b. Yusuf b. Ebi’l-Kâsım el-Mevvâk el-Abderî elGırnâtî, et-Tâc ve’1-iklîl li muhtasar-ı Halil, Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, y.y., 1416/1994, IV, 594.
Buhârî, “Cizye”, 1.
İbnü’l-Mehâmilî, Ebü’l-Hasen Ahmed b. Muhammed b. Ahmed, el-Lübâb fi’l-fıķh, Dâru’l-Buhârî, Medine 1416, s.
375; Mâverdî, el-Hâvi’l-kebîr, XIV, 298; Şîrâzî, Ebû İshak İbrahim b. Ali b. Yusuf, el-Mühezzeb fî fıkhi’ş –Şâiî, Dâru’lkütübi’l-ilmiyye, y.y., t.s., III, 306.
Merginânî, el-Hidâye, II, 402.
Mevvâk, et-Tâc ve’1-iklîl, IV, 594
Zuhaylî, Vehbe, el-Fıkhu’l-İslâmî ve edilletühû, Şam 1989, VIII, 36.
Cihadın Mahiyeti ve “Tebliğ Metodu” Olarak Kullanılması | 355
Buradan hareketle, can ve mal güvenliğinin temini adına kendisiyle anlaşma yapılmamış olan kâfirlere, din hususunda yapılacak her türlü baskı “haklı” görülmüştür.61
Müctehidlerin, ikrah ile gerçekleşen imanı dünyevî ve uhrevî şeklinde ayırmaları ve uhrevî boyutunu Allah’a havale etmekle birlikte beşerî ilişkilere yönelik
muâmelât konularında geçerli kabul etmeleri, söz konusu imanı hakikat anlamında
bir inanç olmaktan ziyade bir tâbiiyet konusu gördüklerini göstermektedir. Müctehidlerin beşerî konularda geçerli kabul ettikleri bu inanç, vatandaşları arasındaki
bağı din üzerine kurmuş olan bir devlette, kişinin devlete olan aidiyetinin ya da
en azından ona karşı zarar verme ihtimali taşımadığının sembolü kabul edilebilir.
Fıkıh kitaplarında geçen, “Müslümanların lehine ve aleyhine olan durumlar, cizye
vermeyi kabul edenler hakkında da geçerlidir” ibaresi ile cizyenin geçerli olması için ileri sürülen “kâfirlerin beşerî konularda İslâm hükümlerine bağlı kalmayı
kabul etmesi”62 şartı, cizye verenlerin de bu anlaşma sebebiyle İslâm devletinin bir
vatandaşı kabul edildiklerini gösterir.
Cihadın özünde, kılıç zoruyla da olsa tüm insanların Müslüman yapılması
gibi bir gaye olsaydı, İslâm’ın “zimmî” ya da “müstemen” gibi çeşitli nitelemelerle,
kâfirlerin inançları üzerinde özgürce dolaşmalarına müsaade etmemesi gerekirdi.
Gayri müslim tebaanın varlığı, cizye karşılığında düşman ülkelerine inançlarını yaşama hakkının verilmesi ve savaş meydanında olsa dahi savaşa katılmayan kadınların öldürülmemeleri, cihadın salt inanç bağlamında her kâfire karşı değil, sadece
devletin varlığına veya İslâm’ın tebliğ görevine karşı tehlike arz edenlere karşı emredildiğini gösterir. Serahsî’nin dile getirdiği “öldürülmeleri caiz olmadığı için kadın ve çocuklardan cizye alınmaz” 63 hükmü de öldürmenin inançla ilişkili olmayıp
tehdit unsuru olmakla alakalı olduğunu açıkça göstermektedir. Yine Serahsî’nin
(ö. 483/1090 [?]), öldürülmesi caiz olan bir kâfirin cizye vermesi durumunda öldürülmeyeceği yönündeki kararı, bu kararı kâfirin savaştan elini çekmiş olması ile
izah etmesi ve en önemlisi “savaşılmayan kişi ile savaşılmaz” şeklinde bir yargıda
bulunması, siyer ve cihad bölümlerinde kullanılan “kâfir” kavramı ile “dine karşı
tehdit oluşturan unsurların” kastedildiği kanaatini güçlendirmektedir.64
Hanefî âlimlerin dile getirdikleri “Müslümanların görevi kâfirleri İslâm’a davet
etmek girmemesi durumunda da onlarla savaşmak”65 şeklindeki ifadeleri ve İbn
Rüşd’ün (ö. 520/1126) “Kılıçla yapılan cihad, kâfirlerle din için savaşmaktır.”66 ifadelerini de bu bağlamda yani “tehdit oluşturan kafirler” şeklinde değerlendirmek
daha uygun düşecektir.
61
62
63
64
65
66
Mâverdî, el-Hâvi’l-kebîr, XIII, 449; İmrânî, el-Beyân, XII, 51.
Meydânî, Abdülgani b. Talib b. Hammade ed-Dımışki el-Hanefi, el-Lübâb fî şerhi’l-Kitâb, thc. Abdürrezzâk elMehdi, Dâru’l-kitâbi’’l-Arabî, Beyrut 2012, IV, 116.
Serahsî, el-Mebsut, X, 81.
Age., X, 77.
Age., X, 2; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr. IV, 195.
İbn Rüşd, Ebü’l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed, el-Mukaddimatü’l-mümehhedat, Dâru’l-garbi’lİslâmî, y.y., 1408/1988, I, 342.
356 | Öğr. Gör. Dr. Fatih ORHAN
Reddü’l-Muhtar isimli eserde geçen ve Kuhistânî’nin (ö. 962/1555) el-Muhît’ten
yaptığı rivâyette dile getirilen “küfrün cezası olarak vacip görülen öldürme, cizye
ile kalkar”67 görüşü, cihadda hedelenen gayenin kalplerde olan küfrü, hak olan
din ile değiştirmek olmadığının bir başka ifadesidir. Çünkü öldürme cezası sadece
küfrün varlığından dolayı gerekli görülmüş olsaydı, küfrün devam ediyor olması
sebebiyle cizyenin öldürme cezasını kaldırmaması gerekirdi. Kâfirlerin cizye vermeyi yani İslâm hükümlerinin tatbikini kabul etmeleri ve bu sayede öldürülmekten
kurtulmaları, cihadda hedelenen gayenin sadece tehdit unsurlarının bertaraf edilmesi olduğunu gösterir. Kâfirlerle yapılan zimmet anlaşmasının, düşman ülkesine
sığınmaları veya Müslümanlara karşı savaşmak amacıyla bir araya toplanmaları
gibi durumlarda bozulması da 68 cihadın düşmanlığa izafe edildiği anlamı güçlendirmektedir.
Şâfiî âlimler, “Hz. Peygamber’e sövmeyi”, “Müslüman bir kadınla zina etmeyi”,
“yol kesmeyi” ya da “bir Müslümanı öldürmeyi” de zimmet akdinin sonlandırılma
nedeni kabul etmişlerdir. Buna gerekçe olarak sözü edilen bu eylemlerin Müslümanlara zarar vermesini göstermişlerdir.69 Bu şartlarda içerik her ne kadar dinî konular gibi gözükse de aslında toplum ve onun varlığına yönelik bir zararın bertaraf
edilmesinin esas alındığı rahatlıkla söylenebilir.
Cizye anlaşmasının bozulma nedenleri, cihadda ulaşılmak istenen gaye ile
benzerlik gösterir. Kâfirlerin savaş açmaları veya cizye vermeyi kabul etmemeleri şeklinde özetlenebilecek olan muahedenin bozulma şartları70 aslında cihad ile
ulaşılmak istenen gayenin tesis edilmediği ve bu gayenin temini için savaşa ihtiyaç
duyulduğu anlamına gelir. Para kazanmak amacıyla yapılmayan cizye anlaşması,
aslında İslâm devletine gelebilecek tehlikenin bertaraf edildiğini gösteren bir sembol olması bakımından önemlidir. Cizye anlaşmasının yapılamaması veya bozulması, karşı tarafı İslâm devletine ve onun vatandaşı olan Müslümanlara karşı bir
tehdit unsuru haline getirir ki bu da reaksiyon olarak cihadın işletilmesini ve bu
tehlikenin kaldırılması sonucunu doğurur.
İslâm hukukunda yer alan ve herhangi bir vergi alınmaksızın cihadın terk edilmesini gerektiren cizye dışındaki anlaşmalar da cihadın mahiyetin tespit adına
önem arz etmektedir. Bu anlaşmalar farklı isimlerde ifade edilmiş olsa da fıkıh kitaplarında genelde “hüdne” veya “mühâdene” başlıkları altında ele alınmıştır.
67
68
69
70
İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, IV, 195.
Kâsânî, Bedâi‘u’s-sanâi‘, VII, 113; Zuhaylî, Vehbe, el-Fıkhu’l-İslâmî, VIII, 40.
Müzenî, Ebû İbrâhîm İsmâîl b. Yahyâ b. İsmâîl, Muhtasarü’l-Müzenî fî furûi’ş-Şâfiîyye, Dâru’l-maârife, Beyrut
1410/1990, VIII, 367; Mâverdî, el-Hâvi’l-kebîr, XIV, 316; Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, VIII, 40.
Mevvâk, et-Tâc ve’1-iklîl, IV, 601.
Cihadın Mahiyeti ve “Tebliğ Metodu” Olarak Kullanılması | 357
2.4. “Hüdne / Mühâdene”
Mühâdene, cizyede olduğu gibi kâfirlerin İslâm hükümlerine girmesini gerektirmeyen, sadece belirli bir süreliğine savaşmamak adına kâfirlerle yapılan antlaşmadır.71
Bu anlaşma bir bedel karşılığında yapılabileceği gibi bir bedel alınmadan da yapılabilir.72 Savaşanları rehavete sürükleyeceği ve cihad kavramının içini boşaltacağı endişesiyle zaruret durumları hariç bu tip anlaşmaların yapılması mekruh görülmüştür.73
Şafiîlere göre, galip gelme imkânı olan durumlarda yapılacak anlaşmaların dört
aydan az olması müstehaptır. Şafiî âlimler, güçlü olunan bir dönemde kâfirlere böyle bir süre verilmesini, Müslüman olmaları gibi bir ihtimalin varlığı ile izah etmişlerdir.74 Hanbelîlere göre, mühâdene ancak yolların kapalı olması veya Müslümanların zayıf olması gibi cihadın tehirini gerektiren bir durumun zuhûr etmesi halinde yapılabilir.75 Her iki mezhebe göre de Müslümanların zayıf olduğu durumlarda
yapılacak olan mühâdenenin üst sınırı bir yıldır ve bu süre geçilemez. Çünkü bir
yıllık süre, cizye için takdir edilen asgarî süre olup bu sürenin geçilmesi durumunda karşı taratan cizye talep edilmesi ve cizyeye ilişkin hükümlerinin uygulanması
gerekir. Her iki mezhebe göre de Müslümanların başına çok büyük felaketlerin gelmesi durumunda ise bu bir yıllık süre de uzatılabilir. Ancak bu da sınırsız olmayıp
Hudeybiye anlaşmasındaki on yıllık süre, üst limit olarak belirlenmiştir ve artık
hiçbir nedenle bu süreyi geçmek caiz değildir.76
Kılıç âyetinin varlığına rağmen mühâdene anlaşmasına izin veren Şafiî ve
Hanbelî mezhepleri, bu anlaşmanın meşruiyetini Enfâl 8/61 âyetine dayandırırlar.
Üst limit olarak belirtilen on yıllık süreyi de Tevbe 9/5 âyetinin âm olan hükmünden, Hz. Peygamber’in Mekkeli müşriklerle yapmış olduğu Hudeybiye anlaşması
ile tahsis ederek belirlerler. Bu mezheplere göre on yılı aşan süre Tevbe 9/5 âyetinin
âm hükmüne dâhildir ve bu on yıllık süreye yapılan ziyadeler de batıldır.77
Cüveynî, mezhepteki farklı sürelerin varlığını Müslümanların sahip oldukları
güç ile izah etmiştir. Buna göre, eğer Müslümanlar güçlü ise “Yeryüzünde dört ay
daha dolaşabilirsiniz”78 âyetine uygun olarak dört ay; cizyenin asgarî bir yıllık olması esasınsa göre de en fazla bir yıldır. Müslümanların zayıf olması durumunda
ise bu süre Hudeybiye anlaşmasındaki gibi on yıla kadar uzatılabilir fakat bu süre
geçilemez. Cüveynî on yılın sonunda Müslümanların hâlâ zayıf olmaları durumunda, sürenin uzatılacağı yönünde bir görüşün olduğunu da nakleder. Bu görüşün iti71
72
73
74
75
Mevvâk, et-Tâc ve’1-iklîl, IV, 603.
İbn Kudâme, el-Muğnî, IX, 296; İmrânî, el-Beyân, XII, 301.
Mevvâk, et-Tâc ve’1-iklîl, IV, 603.
İmrânî, el-Beyân, XII, 302.
Behûtî, Mansur b. Yunus b. Selahaddin el-Hanbelî, Keşşâfü’l-kına’ ‘ an metni’l-İkna‘,Beyrut 2009, I, 656.
76
İbnü’l-Mehâmilî, el-Lübâb, s. 377; Şîrâzî, el-Mühezzeb, III, 322; İmrânî, el-Beyân, XII, 302; İbn Kudâme, el-Muğnî,
IX, 297.
Şîrâzî, el-Mühezzeb, III, 322; İbn Kudâme, el-Muğnî, IX, 297.
Tevbe, 9/2.
77
78
358 | Öğr. Gör. Dr. Fatih ORHAN
bar edilmeyecek derecede zayıf olduğunu düşünen Cüveynî, on yıllık sürenin sona
ermesi durumunda ise ne yapılacağı hususunda herhangi bir görüş belirtmemiştir.79
Mâlikî mezhebinde konuya ilişkin iki görüş bulunmaktadır. Bunlardan ilki
Muhammed b. Ali el-Mâzirî’nin dile getirdiği, mühâdene süresinin devlet başkanının takdir yetkisine bağlı olduğu ve onun uygun göreceği her sürenin geçerli olacağı şeklindeki görüştür. 80 İkincisi de İbn Abdülber’in dile getirdiği ve dört aydan az
olmasının müstehap olduğu şeklindeki görüştür.81
Hanefîler de barış anlaşması yapmanın caiz olduğu kanaatinde olup bunu tıpkı Şafiî ve Hanbelî âlimler gibi Enfal 8/61 âyetine dayandırırlar. Hanefî âlimlere
göre, mühâdene anlaşmasında dikkate alınacak kriter süre değil, Müslümanların
menfaatidir. Dolayısıyla Hz. Peygamberden nakledilen on yıllık süre, Müslümanların yapacağı yeni anlaşmalarda bu sürenin üstüne çıkmayı ya da eksiltmeyi men
etmez. Çünkü anlaşmalarda tayin edilen süre, toplumun maslahatına mebni olup,
maslahat gereğince eksiltilebileceği gibi artırılabilir de.82 Şâfiî âlimler ise yukarıda
belirttiğimiz gibi Hudeybiye anlaşmasındaki on yıllık süreyi esas almışlar, anlaşmalarda takdir edilecek üst sınır olarak on yılı ölçüt kabul etmişler ve bunun üstüne çıkılamayacağını iddia etmişlerdir.
Hanefîler mühâdenedeki maslahat ile cihadda hedelenen maslahatın aynı olmasından hareketle, Müslümanların maslahatı mühâdene yapılmasını gerektiriyorsa anlaşma yapmanın da bir bakıma cihad olacağını iddia etmişlerdir. Çünkü cihaddaki gaye Müslümanlara dokunacak şerrin bir şekilde def edilmesidir ki yapılan
mühâdene anlaşması ile bu gaye elde edilmiş olunmaktadır.83 Hatta gerçek manada
bir ihtiyacın bulunması durumunda anlaşma yapabilmek için düşmanın şart koştuğu bazı malî sorumlulukları altına girilmesine dahi cevaz vermişlerdir. Hanefîlerin
vermiş oldukları bu hüküm “ehven-i şer” prensibinin bir gereğidir. Çünkü Müslümanların bu miktarı ödemeyi kabul etmemesi ve düşmanın da galip gelmesi durumunda, Müslümanların bütün malları ellerinden çıkmış olacak hatta kadın ve
çocukları da esir alınmış olacaktır. İşte belli bir miktar ödemeyi taahhüt eden bir
anlaşma ile Müslümanlara gelebilecek bütün bu zararlar giderilmiş olmaktadır.84
Hanefîlerin bir ilke olarak dile getirdikleri ve süre bağlamında bir sınırlama
getirmedikleri bu maslahat prensibini Şâfiîlerin de kısmen kabul ettiklerini söyleyebiliriz. Çünkü Şafiî mezhebinin de süreyi uzun tutmamak şartıyla da olsa zor
durumlarda silah bırakmayı kabul etmeleri, maslahata göre hareket edilebileceğini
ve menfaatin bu yönde olması durumunda cihadın terk edilebileceğini zımnen kabul ettikleri anlamına gelmektedir.
79
80
81
82
83
84
Cüveynî, Nihâyetü’l-matlab, XVIII, 76-77.
Mevvâk, et-Tâc ve’1-iklîl, IV, 604.
İbn Abdülber, Ebû Ömer Yusuf b. Abdullah b. Muhammed el-Kurtubî, el-Kâfî fî fıkhi ehli’l-Medine, I-II, nşr: Muhammed Muhammed Moritânî, Mektebetü’r-Riyadi’l-hadîseti, Riyad 1400/1980, I, 469.
Bâbertî, el-İnâye, VI, 456.
Mevsılî, el-İhtiyar, IV, 121; Bâbertî, el-İnâye, VI, 455.
Serahsî, el-Mebsut, X, 87; Merginânî, el-Hidâye, II, 382.
Cihadın Mahiyeti ve “Tebliğ Metodu” Olarak Kullanılması | 359
SONUÇ
Cihadın vacip kılınmasındaki temel etkenlerin isabetli bir şekilde anlaşılmaması
durumunda cihad hakkında yapılacak yorumların bir o kadar hatalı olacağı kaçınılmazdır. Bu sebeple müctehidlerin cihad konusunu ele alırken kullandıkları kavramlarının doğru bir şekilde okunması ve konuya dair görüşlerinin bu bağlamda yorumlanması gerekir. Bakara 2/256 âyetinin, kılıç âyeti diye maruf Tevbe 9/5 âyetiyle
neshedilip edilmediği hususunda yapılan yorumlara baktığımızda dile getirilen
görüşlerin ortak noktasını, cizye vermesi durumunda Arap müşrikler hariç hiçbir
gayri müslime baskı yapılamayacağı ve bu sebepten dolayı öldürülmeyeceği fikrinin
oluşturduğunu görürüz. Müctehidler, müşrik Arapların istisna edilme nedeni olarak
da diğer insanların sahip olmadıkları bir avantaja sahip olmalarını gerekçe göstermişlerdir. Nimet külfet dengesi gereğince, Hz. Peygamber’in risâlet sürecine ve bu
süreçteki mucizelere tanıklık etmelerine rağmen Müslümanlara karşı düşmanlıkta
aşırıya kaçmaları, Arap müşrikleri diğer gayrı müslimlerden farklı bir konuma sokmuştur.85 Oysa müşrik Araplar gibi Hz. Peygamber’in risâlet sürecine on yıl boyunca
tanıklık eden Yahudilerin böyle bir istisnaya tabi tutulmamaları, tarihi vâkıalarda
gözlemlediğimiz kadarıyla müşrik Araplar kadar aşırı bir düşmanlık sergilememiş
olmalarından kaynaklanmaktadır. Bu da müşriklere karşı takınılacak tavrın, gösterdikleri düşmanlığa ve verdikleri zarara göre değişeceğinin bir ifadesidir.
Kâfir kavramımın “tehdit/tehlike” anlama hamledilmesi ile kılıç âyetinin Bakara 2/256 âyetini neshettiği şeklinde bir yoruma da ihtiyaç kalmamaktadır. Çünkü
dinde zorlamanın yasak olması ile İslâm’a yönelmiş tehditlerin nerede tespit edilirse
orada bertaraf edilmesi emri arasında hiçbir çelişki bulunmamaktadır. Taberî’nin
de dile getirdiği “nesihe ancak deliller arasında tevilin kalmaması durumunda başvurulabilir oysa bu âyetler arasında tevil imkânı bulunmaktadır” şeklindeki ifade
de bu anlamanın bir sonucudur.
Kılıç âyetinin varlığı sulh yapmaya müsaade eden diğer âyetlerle tenakuz arz
etmez. Her bir âyet, dönemin ve şartların gereklerine uygun olarak kullanılabilecek
farklı hükümler ihtiva etmektedir. Dolayısıyla Müslümanların saldırı ya da ihanete
uğradıkları durumlarda kılıç âyetindeki hükümlere göre strateji belirlenebileceği
gibi, her hangi bir zararın olmadığı veya Müslümanların menfaatinin bu yönde
olduğu durumlarda ise sulh âyetlerine göre hareket edilebilir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki cihad, iddia edildiği gibi İslâm’ın tebliğ edilmesinde
kullanılan bir yöntem ve dünyayı kılıç zoruyla İslâmlaştırma faaliyetinin adı değildir. Cihadda gözetilen asıl gaye, tıpkı her devletin savaştan beklediği hedelerle aynı
olup bunlar, devletin bekasını sağlamak ve vatandaşı olan Müslümanları her türlü
tehdide karşı korumaktır. Bunun için fıkıh kitaplarında bu gayenin gerçekleştirilmesinin ancak silah yoluyla mümkün olduğu durumlar için savaş hükümlerinden;
barış gibi silahsız yollarla gerçekleşebileceği durumlar için de cizye/mühâdene gibi
anlaşmalardan söz edilmiştir.
85
İbn Abdülber, el-Kâfî, I, 485; Serahsî, el-Mebsut, X, 98; İbn Kudâme, el-Muğnî, IX, 4.