[go: up one dir, main page]

Academia.eduAcademia.edu
DEVLET-İ EBEDÎ, AHLÂK-I ÂLİ İLE MUKAYYEDDÜR A.Hamit Kılıçkaya Askerî vü siyâsî sevkülceyş ulemâ-yı ekâbirinden Yılmaz Paşa’yı, hâne-i saadetlerinde ziyaret ider, memleketin mevcut ahvâli ve âtisi üzerine mütalâalarını dinler, hisseyâb oluruz. Kânun-ı sâni nihâyetinde, kabul buyurarak, yine bize vakit ayırdılar. Türkiye’nin âtisinden bahsederlerken, Cahiz’in “Fezâʾilü’l-Etrâk” nâm eserinin, Tefeyyüz Kitabevince 1939 senesinde “Türklerin Faziletleri ve Övgüleri” ismiyle, bir risâle hacminde neşredildiğini söyleyip, kütüphanelerinde mevcut nüshayı önümüze koydular. Sahifelerini çevirdik. Kendilerinin bilhassa altını çizdikleri satırlar, Câhiz’in, IX. Asırda müşâhede ettiği Türklerin, hulâsa-i şahsiyetleri idi. Şunları söylüyordu, Câhiz. “Türkler, hiçbir vakit, hissiyatlarına mağlup olamamışlardır. Bütün hâl ve hareketleri, doğru ve şuurludur. Akıl ve rey tedbirini, kendilerine dâima hedef ve rehber ittihaz etmişlerdir. Doğruluğa, doğru hükme râzı ve kâil olup, dâima hak ve hakikate mâildirler. Hakkaniyeti gözetmek, bir Türk için muâşaka-i vicdândır… Türkler, herhangi bir savaş işlerindeki maharetleri, cömertlikleri ve büyük çalışmaları, terbiyeleri, ahlâkça fevkalâde metîn bulunmaları, rey’inde asîl, gerçek söz sahibi olmak gibi yüksek hasletleri bulunmakla beraber, temiz ve yumuşak huylu, bilgi, azim, sabır, tecrübe, ketum sahibi olup az aldanmak, silahtan anlamak, zaman ve mekânı tanımak, hîleye asla tahammül etmemek gibi vasıfları hâizdirler… Fazla mal biriktirmeye haris olmayan, kanaatkâr bir millettir.” Sohbet bu minvâlde seyrederken, Yılmaz Paşa’ya, Kadircan Kaflı Beyi sorduk. Gazete muharrirliğini, 1961 seçimlerinde CKMP Konya milletvekilliği seçildiğini, TBMM’deki ateşli konuşmalarının matbuattaki akislerini anlattı, bu Dağıstan Türkü’nün. “Türkiye’nin Kaderi”1ni suâl ettiğimizde, seneler evvel, okuduklarını söylediler. 1960’lı seneler itibariyle mühim olduğunu, bu arada aynı devreyi tetkik eyleyen, henüz neşredilmiş “Türkiye’nin Yol’u ve Yön’ü”2 adlı mukayeseli makaleler kitabını tavsiye ettiler. Yanımızda getirdiğimiz “Türkiye’nin Kaderi”nden, Kadircan Kaflı Beyin tespitlerini, kendilerine arz isteğimizi, gayet nazikâne karşıladılar. Kadircan Kaflı Bey, 16 Nisan 1964 günü, muhalefet milletvekili olarak, TBMM’de yaptığı konuşmada, “Bu tutumla ve bu gidişle, Türkiye’nin geleceği pek karanlıktır. Osmanlı Devleti altıyüz sene dayandı; Türkiye Cumhuriyeti, altmış sene zor dayanacak gibidir.” der. İktidar milletvekillerinin tepkileri serttir. Bunun üzerine “Türkiye’nin Kaderi”ni yazmaya karar verir. “Acı gerçeği iyi belirtmek için” kitabını, üç kısma ayırmış, Kadircan Kaflı Bey. “Osmanlı Devleti Nasıl Yükseldi?” ilk kısım. Fertlerin refahı ve devletin ebediyeti için yani “Milletlerin yükselmesi ve kuvvetlenmesi için, her şeyden önce, o millet fertlerinin sağlam inanç ve iyi ahlâk sahibi olmaları, devletin sağlam temellere, fazilete ve vatanseverliğe dayanması şarttır.” (s.7) Türklerin ahlâkı, “İslâm ahlâkı” idi. Kur’an’da beyan buyurulan “Yetimin malına, rüşdüne erinceye kadar, en güzel olanından başka suretle yaklaşmayın. Ölçüyü, tartıyı tam ve doğru tutun… Alabildiğine yalan dinleyenler, haram yiyenlerdir. Alabildiğine yemin eden, haysiyeti olmayan, herkesi ayıplayan, laf getirip götüren, iyilikten alıkoyan, aşırı zâlim ve çok günah işleyici, kaba, sert ve bunlardan başka damgalı ve soysuz olan hiçbir kişiyi tanıma!... Rabbinizden başkasına kulluk etmeyin. Ana, babaya iyi muamele edin. Onları, azarlamayın; onlara, güzel söz söyleyin… Kötülüklerin açığına da gizlisine de 1 2 Türkiye’nin Kaderi, İst. 1965 Türkiye’nin Yol’u ve Yön’ü, (1961-1967) Siyaset-Eğitim-Kültür-Sanat, Nobel Akademik Yayıncılık, Ank. 2021 1 yaklaşmayın…” (s.9) ikazları, ferdî ve sosyal ahlâkın varlığının temel unsurlarıdır. Ahlâkın mükemmeliyetini sağlayacak olan da adalettir. Hz. Peygamber buyurmuş; “Bir saatlik adalet, yetmiş saatlik ibadetten hayırlıdır. Haktan ve adaletten ayrılmadıkça, ümmetimden hiçbir kavim, zevâl bulmaz. Bir kavim ki zayıfı, kuvvetlisinden hakkını alamaz, yani bir memlekette adalet ve hukukta eşitlik olmaz, artık o halktan hiçbir hayır gelmez. Adalet, mülkün temelidir.” (s.17) Osmanlı Devleti, adalet temeli üzerinde yükselirken, Türk İslâm ahlâkının icaplarını yerine getirme şuurundadır. “Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman, adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisâ Sûresi 58. Ayet) uyarısı, devlet idaresinde uyulması kaçınılmaz bir ilkedir. Kadircan Kaflı Bey de bunu tespit ediyor. “Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve yükselme devirlerinde, ehliyet ve liyakate pek dikkat ediliyordu. Kanunî Sultan Süleyman zamanında, Türkiye’de vazife gören Avusturya elçisi Busbeck, şöyle anlatmıştır. “Hiç kimse, sırf falancanın neslinden gelmiş olduğu için, diğerlerinden seçkin bir yer alamaz. Padişah, vazife verirken ne servete ne de ricalara ve iddialara önem verir. Yalnız, liyakate bakar, seciye arar, onun yaratılışındaki kabiliyet ve istidâdı düşünür. Ona göre, mükâfatlandırır. Her işin başında, onu yapmaya gücü ve aklı yeten bir kişi bulunur. Türkiye’de, herkes, kendi mevki ve ikbâlinin yapıcısıdır. Türkler, insanlara, meziyetin soydan ve miras gibi geçeceğine inanmazlar. Ahlâksız, tembel ve gevşek olanlar, asla yükselemezler, itibarsız ve aşağı kalırlar. Türklerin her teşebbüslerinde, başarılar elde ederek, hâkim bir ırk hâline gelmelerinin ve her gün hudutlarını genişletmelerinin sırrı, işte buradadır.” (s.23) Tabii bu iradeyi “İmandan gelen utanma duygusunun kuvvetli oluşu, herkesin, her ailenin bizzat kendi kendini kontrol altında tutmasını sağlıyordu.” (s.26) Kadircan Kaflı Bey, “Osmanlı Devleti Niçin Yıkıldı?” sualine, ikinci kısımda cevaplar veriyor. Sosyal tabakalardaki Türk İslâm “inanç ve ahlâkı”nın örselenmesinin neticesinde, “İnançlar zayıflamıştı. Artık, Allah korkusu, kalmamıştı. Artık, öteki dünyada vaad edilen mükâfatlar ve cezalar unutulmuştu. Bu dünyadaki zevk ve şehvet uğruna, menfaat uğruna, en alçakça hareketler yapılıyordu… Ahlâk, bozulmuştu. Eşsiz ve yüksek İslâm ahlâkı, bilhassa yüksek denilen, zengin ve idareci tabakada, çok bozulmuştu. Dalkavukluk ve ikiyüzlülük son dereceyi bulmuştu…” Oysa “İyi ahlâk, iyi akılla ve ihtirasları gemlemekle kazanılır.” (s.51-54) İdaredeki zafiyet ve dar zümre hâkimiyetinin günün menfaatleri öncelikli anlayışı, devletin işleyiş çarklarını zayıflatıyor ve köreltiyordu. “Üçüncü Selim, halkı, bilhassa zulümden kurtarmak için çok uğraştıysa da kendisi, mazlum durumuna düştü ve şehit edildi. Bunun sebebi; devlete, milletin hâkim olmamasıydı. Devlete hâkim kuvvetler, millet dışındandı yahut saraya bağlı veya sarayı kendisi için istismar vasıtası yapan bir zümreden ibaretti.” (s.62) İdarî teşkilatın izmihlâlinin müşahhas numunesi, devletin mâliyesinin “hükmedilir” değil, ecnebilerce “hükmedilebilir” olmasıdır. Zîra, “Borçlanmalar ve borçlanılan paraların, günlük masraflara tahsisi ve israf edilmesi, Osmanlı Devleti’nin batması sebeplerinin başlıcasıdır.” (s.89) Sultan Abdülmecid, Devlet-i Aliyye’yi ecnebilere borçlandırırken, 1858’de, “güya israfın önüne geçmek üzere çıkardığı fermanda, şöyle buyuruyordu. 1.Mücevher takımlı çubuk, kullanılmayacak. 2.Memuriyet yerine gelen ziyaretçilere ve iş sahiplerine, çubuk ve kahve getirtilmeyecek. 3.Bâlâ ve daha yüksek rütbede olanlar, eskisi gibi, ikişer atlı arabaya binecekler, fakat yanlarında yalnız iki atlı bulundurabilecekler. 4.Bâlâ rütbesinden aşağı olanlar, üç çifte kayığa ve arabaya binmeyip, iki çifte kayığa binecekler. 5.Bu rütbelerdeki memurların hanımları, bir atlı arabaya binecekler ve bu arabalar, pek süslü ve gösterişli olmayacak!..” (s.103-104) İnanç ve ahlâktaki düşkünlüğün dünyevileştirdiği idarenin mesûliyet hissi de dumûra uğrar. “Sultan Aziz zamanında, sarayın aylık tahsisatı, doksan bin altın lira idi. Şimdiki paramızla, dokuz milyon lira demektir. Senede, yüz milyon liradan fazla eder. Bu bile yetmiyordu. Vezirlerin ve iki, üç derece 2 aşağıdaki memurların bile konakları, köşkleri, ahırları, arabaları, kâhyaları, uşakları, halayıkları vardı ve bütün bu israflar, “devletin şânı” sayılıyordu. İdareli hatta pinti sayılan Sultan İkinci Abdülhamit zamanında bile, israfın sonu alınamamıştı. Devlet merkezi böyle olunca, vilayetler ve sancaklar da öyle olmayı ihmâl etmiyorlardı.” (s.104) Hayatın her sahasında, aklın bir tarafa itilmesinin öldürücü darbesi, sosyal tabakalarda yerleşen tembelliktir. “Üçüncü Selim zamanında, İstanbul’da, Fransa elçisi olarak, General Sebastiani bulunuyordu. O sırada, Rusya ve İngiltere, Türkiye’ye baskı yapıyorlar ve Padişah çekiniyordu. General, dedi ki, “Niçin korkuyorsunuz? Sizin, İngiltere ve Rusya’dan büyük, üç düşmanınız daha var.!..” Padişah, hayretle ve merakla sordu. “Denizlerin kraliçesinden ve Kuzeyin arslanından daha büyük düşman kim olabilir?” “Onlardan büyük, üç düşmanınız, şunlardır: İnşallah, maşallah ve bakalım!” (s.98) “Devşirme zihniyeti” hâkimiyetindeki liyakatsiz idarenin kalıcı tahribatı, devlete ve millete aidiyeti zaafa uğratması, var olma hassasından uzaklaştırmasıdır. Nitekim, “Görülmüştür ki Türk’e, Türk’ten başka dost yoktur. Osmanlı Devleti ise Türk’ten ziyade, Türk olmayanlara hoş görünmüş, bu yüzden yıkılmıştır. Bu sebeple, halk arasında yerleşmiş bir söz vardır, “Türk’ün zulmü, kendinedir.” Türk olmayanlara, müsamahalı davranması da Türk’e zulüm olmuştur.” (s.120) Kadircan Kaflı Bey’in son suâli, “Türkiye Cumhuriyeti Ne Durumdadır?” Cevaplarını, 1964 senesinde, Türkiye’nin manzara-i umûmiyesini gayet vâzıh bir dil ve münevver mesûliyeti ile yazmaktan geri durmuyor ve resmediyor. “İnançların baltalanması yüzünden, yeni nesillerde kültür ve mefkûre sefaleti başlamış, tutumlara ve durumlara, hayvanca bir menfaat duygusu, şehvet ve her türlü âdi hırs hâkim olmuştur.” (s.139) “Büyük İslâm Peygamberi, “Utanmak, imandandır. Aklın, yüksek bilgi ve tedbirin başı, Allah korkusudur.” buyurmuş. İman ve Allah korkusu kalmayınca, ahlâk kalmaz. İnsanların yaptıkları kanunların hükmü, insan kudreti kadar olur. Her yerde hâzır bulunan Allah murakabesinin yerini, hiçbir murakabe tutamaz. Toplumun vicdanında, bu murakabenin varlığına inanç, çok azalmıştır. En lüzumlu çabanın en azını bile yapmadan servete, makama, şöhrete, şehvetin tatmini imkânlarına kavuşmak isteyen, gerçek mânevî değerden mahrum ve bu değerleri tanımayan, hayasız, saygısız, bencil bir nesil türemektedir. Millî bir gayesi olmayan bu nesil, ya birtakım sapık ideolojilere âlet olmakta yahut gününü gün etmekten başka bir şey düşünmemektedir. Dostluklar, geçici ve menfaatlerin devamı müddetincedir; vefasızlık ve ihanetler, birer marifetmiş gibi, yüz kızarmadan yapılmaktadır. Verilen sözler, tutulmamakta; verilen söz uğruna menfaatlerini feda eden nâdir kişilere, ahmak denilmektedir. Yalnız, verilen sözler değil, verilen imzalar bile inkâr edilmekte yahut hiçe sayılmaktadır.” (s.143) “Gurur, israf, sefahat, istibdat; toplumu yıkan en kötü huylardır. Biraz yükselince, biraz kudret sahibi olunca, “Sen, benim kim olduğumu biliyor musun?” diyenleri, hak arayanlara, gururla ve çok yüksekten bakanları, herkese meydan okuyanları, az mı gördük?” (s.146) “Baştakiler, hak ve adalet örneği olmak, hak ve adaletin gerçekleşmesi için çalışmakla vazifelidirler. Halbuki onlardan bazıları; cinayetleri örttüler, devlet hazinesinden, birtakım dalaverelerle paralar çektiler, nüfuz ticareti yaparak kolay zengin olmak yolunu, dalkavuklarına da gösterdiler; kudret sahiplerinin kardeşleri, oğulları, yakınları için kolay kazanç yolları icat ettiler.” (s.147) “Türkiye, ilimle değil kulak dolgunluğu ile idare edilmektedir. İdareciler ve onların emrinde mütehassıs geçinenler, her şeyi bildiklerini iddia etmekte, lâkin hiçbir şeyin aslını ve doğrusunu tamamıyla bilmemektedirler.” (s.165) 3 “Türk eğitim sistemi, memleketin gerçek ihtiyaçlarından uzaktır. İhtiyaçları karşılayacak şekilde düzenlenmiş bir yürüyüşten ve hedeften mahrumdur. Boş dönen ve yalnız gürültü çıkaran bir dolabı andırmaktadır. Yetiştirdiği insanlar, umumiyetle müstahsil olmaktan ziyade, devlet sırtından geçinen bir kalabalık olmaktan ileri gidememektedirler.” (s.169) “Kültür, insana şahsiyet verir. Şu veya bu şahıs, şu veya bu zümre tarafından idare edilen siyasî partilerin liderleri, şahsiyet sahibi insan istemezler. Dolayısıyla, memleketin kaderine el koyanlar, kültürsüz ve ehliyetsiz olur.” (s.172) “Her yere yetişebilen, en gizli işleri bile dikkatle ve doğrulukla kontrol eden mânevî murakabeden ne kaldı? Kim, eline fırsat geçtiği zaman, devlet malını çalmıyor? Kim, imkân bulduğu zaman, devlet ve millet malından menfaat sağlamayı reddediyor? “Şu parada, şu malda saçı bitmedik yetimin hakkı var. Onu, çalarsam; onu, kendi menfaatime kullanırsam günahtır. Allah, bana, bunun hesabını sorar ve cezalandırır!” diyen, kaç kişi kaldı?” (s.174) “Akraba kayırılır, dost kayırılır. İş başındaki partinin mensupları kayırılır. Yetkili olan masonsa, mason kayırılır. Bunun içindir ki devlet kapısında hizmet isteyenler, çok zaman, nüfuzlu kimselerin tavsiyelerini sağlamak ihtiyacı duyarlar. Bazı yetkililer, tavsiyeler arasında ehliyetli olanların azlığını bildikleri için, bu gibileri peşin bir şüphe ile karşılarlar, imkân bulurlarsa reddederler. Ticaret, taahhüt, komisyonculuk gibi işlerde, iktidar sahiplerinin oğulları, kardeşleri, yakın akrabası, dostları ve gizli ortakları çabuk zengin olurlar. Çünkü işlerini çabuk ve kârlı bir şekilde yürütürler. Başkalarının yapamadıklarını, onlar yaparlar. Başkalarının göremediği kolaylıkları, onlar görürler. İktidar ve yetki sahiplerinin; şirketlerle, müteahhitlerle gizli ve açık ortak oldukları, yakınları veya dostlarıyla, kendi akrabalarından mürekkeb şirketler kurdukları, çok olmuştur. İşlerini yürütebilmek için, parti değiştirenler, nüfuzluların tavsiye ettikleri kimseleri, kendilerine ortak yapanlar, pek nâdir değildir. Öyle şirketler görülmüştür ki açık veya gizli ortaklarının mensup oldukları parti, iktidara geldiği zaman, büyük kazançlar sağlamış, o parti iktidardan düştüğü zaman, iflas etmiştir. Zira, bu gibi şirketler, normal birer ticaret müessesesi olmaktan ziyade, birer vurgun müessesesidir.” (s.179) Kadircan Kaflı Beyin, seçtiğimiz tespitleri bitirince, Yılmaz Paşa dedi ki “Size, Süheyl Ünver Beyin sohbetlerinden hiç aklımdan çıkmayan bir tavsiyesini aktarayım.” “Buyurun, lütfen.” dedik. Söylediler; “Hz. Ali’nin bir sözü; “Şahsınıza fenalık eden bir düşmanı affediniz. Ama vatanınıza, milletinize fenalık eden bir kimseyi affetmeyiniz.” Sessizlik çöktü birkaç dakika. Müsaadelerini isterken, biz de yine Süheyl Ünver Bey’den bir hatıra sözü arz ettik. “Bertrand Russell’a “Hayatınızda cereyan eden en mühim hâdise nedir?” demişler. O da “Çevremin çirkinleşmesi.” demiş. En son sözü, bu olmuş ve ölmüş.” 4