OKUYUCUYA
•Bu kitapta ve di¤er çal›flmalar›m›zda evrim teorisinin çöküflüne özel bir yer
ayr›lmas›n›n nedeni, bu teorinin her türlü din aleyhtar› felsefenin temelini oluflturmas›d›r. Yarat›l›fl› ve dolay›s›yla Allah'›n varl›¤›n› inkar eden Darwinizm, 150
y›ld›r pek çok insan›n iman›n› kaybetmesine ya da kuflkuya düflmesine neden
olmufltur. Dolay›s›yla bu teorinin bir aldatmaca oldu¤unu gözler önüne sermek
çok önemli bir imani görevdir. Bu önemli hizmetin tüm insanlar›m›za ulaflt›r›labilmesi ise zorunludur. Kimi okuyucular›m›z belki tek bir kitab›m›z› okuma
imkan› bulabilir. Bu nedenle her kitab›m›zda bu konuya özet de olsa bir bölüm
ayr›lmas› uygun görülmüfltür.
•Belirtilmesi gereken bir di¤er husus, bu kitaplar›n içeri¤i ile ilgilidir. Yazar›n
tüm kitaplar›nda imani konular Kuran ayetleri do¤rultusunda anlat›lmakta, insanlar Allah'›n ayetlerini ö¤renmeye ve yaflamaya davet edilmektedirler.
Allah'›n ayetleri ile ilgili tüm konular, okuyan›n akl›nda hiçbir flüphe veya soru iflareti b›rakmayacak flekilde aç›klanmaktad›r.
•Bu anlat›m s›ras›nda kullan›lan samimi, sade ve ak›c› üslup ise kitaplar›n yediden yetmifle herkes taraf›ndan rahatça anlafl›lmas›n› sa¤lamaktad›r. Bu etkili
ve yal›n anlat›m sayesinde, kitaplar "bir solukta okunan kitaplar" deyimine tam
olarak uymaktad›r. Dini reddetme konusunda kesin bir tav›r sergileyen insanlar dahi, bu kitaplarda anlat›lan gerçeklerden etkilenmekte ve anlat›lanlar›n
do¤rulu¤unu inkar edememektedirler.
•Bu kitap ve yazar›n di¤er eserleri, okuyucular taraf›ndan bizzat okunabilece¤i gibi, karfl›l›kl› bir sohbet ortam› fleklinde de okunabilir. Bu kitaplardan istifade etmek isteyen bir grup okuyucunun kitaplar› birarada okumalar›, konuyla ilgili kendi tefekkür ve tecrübelerini de birbirlerine aktarmalar› aç›s›ndan yararl› olacakt›r.
•Bunun yan›nda, sadece Allah r›zas› için yaz›lm›fl olan bu kitaplar›n tan›nmas›na ve okunmas›na katk›da bulunmak da büyük bir hizmet olacakt›r. Çünkü
yazar›n tüm kitaplar›nda ispat ve ikna edici yön son derece güçlüdür. Bu sebeple dini anlatmak isteyenler için en etkili yöntem, bu kitaplar›n di¤er insanlar taraf›ndan da okunmas›n›n teflvik edilmesidir.
•Kitaplar›n arkas›na yazar›n di¤er eserlerinin tan›t›mlar›n›n eklenmesinin ise
önemli sebepleri vard›r. Bu sayede kitab› eline alan kifli, yukar›da söz etti¤imiz
özellikleri tafl›yan ve okumaktan hoflland›¤›n› umdu¤umuz bu kitapla ayn› vas›flara sahip daha birçok eser oldu¤unu görecektir. ‹mani ve siyasi konularda
yararlanabilece¤i zengin bir kaynak birikiminin bulundu¤una flahit olacakt›r.
•Bu eserlerde, di¤er baz› eserlerde görülen, yazar›n flahsi kanaatlerine, flüpheli kaynaklara dayal› izahlara, mukaddesata karfl› gereken adaba ve sayg›ya dikkat etmeyen üsluplara, burkuntu veren ümitsiz, flüpheci ve ye'se sürükleyen
anlat›mlara rastlayamazs›n›z.
KÖTÜLÜ⁄ÜN
SESS‹Z D‹L‹
Yoksa kötülüklere bat›p-yara alanlar, kendilerini iman
edip salih amellerde bulunanlar gibi k›laca¤›m›z› m›
sand›lar? Hayatlar› ve ölümleri bir mi (olacak)?
Ne kötü hüküm veriyorlar.
(Casiye Suresi, 21)
HARUN YAHYA
Ekim, 2005
YAZAR ve ESERLER‹ HAKKINDA
Harun Yahya müstear ismini kullanan yazar Adnan Oktar, 1956 y›l›nda Ankara'da do¤du. ‹lk, orta ve lise ö¤renimini Ankara'da tamamlad›. Daha sonra
‹stanbul Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde ve ‹stanbul
Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde ö¤renim gördü. 1980'li y›llardan bu yana,
imani, bilimsel ve siyasi konularda pek çok eser haz›rlad›. Bunlar›n yan› s›ra,
yazar›n evrimcilerin sahtekarl›klar›n›, iddialar›n›n geçersizli¤ini ve Darwinizm'in kanl› ideolojilerle olan karanl›k ba¤lant›lar›n› ortaya koyan çok önemli eserleri bulunmaktad›r.
Harun Yahya'n›n eserleri yaklafl›k 30.000 resmin yer ald›¤› toplam 45.000
sayfal›k bir külliyatt›r ve bu külliyat 41 farkl› dile çevrilmifltir.
Yazar›n müstear ismi, inkarc› düflünceye karfl› mücadele eden iki peygamberin hat›ralar›na hürmeten, isimlerini yad etmek için Harun ve Yahya isimlerinden oluflturulmufltur. Yazar taraf›ndan kitaplar›n kapa¤›nda Resulullah'›n
mührünün kullan›lm›fl olmas›n›n sembolik anlam› ise, kitaplar›n içeri¤i ile ilgilidir. Bu mühür, Kuran-› Kerim'in Allah'›n son kitab› ve son sözü, Peygamberimiz (sav)'in de hatem-ül enbiya olmas›n› remzetmektedir. Yazar da, yay›nlad›¤› tüm çal›flmalar›nda, Kuran'› ve Resulullah'›n sünnetini kendine rehber
edinmifltir. Bu suretle, inkarc› düflünce sistemlerinin tüm temel iddialar›n› tek
tek çürütmeyi ve dine karfl› yöneltilen itirazlar› tam olarak susturacak "son
söz"ü söylemeyi hedeflemektedir. Çok büyük bir hikmet ve kemal sahibi olan
Resulullah'›n mührü, bu son sözü söyleme niyetinin bir duas› olarak kullan›lm›flt›r.
Yazar›n tüm çal›flmalar›ndaki ortak hedef, Kuran'›n tebli¤ini dünyaya ulaflt›rmak, böylelikle insanlar› Allah'›n varl›¤›, birli¤i ve ahiret gibi temel imani
konular üzerinde düflünmeye sevk etmek ve inkarc› sistemlerin çürük temellerini ve sapk›n uygulamalar›n› gözler önüne sermektir.
Nitekim Harun Yahya'n›n eserleri Hindistan'dan Amerika'ya, ‹ngiltere'den
Endonezya'ya, Polonya'dan Bosna Hersek'e, ‹spanya'dan Brezilya'ya, Malezya'dan ‹talya'ya, Fransa'dan Bulgaristan'a ve Rusya'ya kadar dünyan›n daha pek çok ülkesinde be¤eniyle okunmaktad›r. ‹ngilizce, Frans›zca, Almanca, ‹talyanca, ‹spanyolca, Portekizce, Urduca, Arapça, Arnavutça, Rusça, Boflnakça, Uygurca, Endonezyaca,
Malayca, Bengoli, S›rpça, Bulgarca, Çince, Kishwahili (Tanzanya'da kullan›l›yor), Hausa (Afrika'da
yayg›n olarak kullan›l›yor), Dhivelhi (Mauritus'ta kullan›l›yor), Danimarkaca ve ‹sveçce gibi pek çok dile çevrilen eserler,
yurt d›fl›nda genifl bir okuyucu kitlesi taraf›ndan takip edilmektedir.
Dünyan›n dört bir yan›nda ola¤anüstü takdir toplayan bu eserler pek çok
insan›n iman etmesine, pek ço¤unun da iman›nda derinleflmesine vesile olmaktad›r. Kitaplar› okuyan, inceleyen her kifli, bu eserlerdeki hikmetli, özlü,
kolay anlafl›l›r ve samimi üslubun, ak›lc› ve ilmi yaklafl›m›n fark›na varmaktad›r. Bu eserler süratli etki etme, kesin netice verme, itiraz edilemezlik, çürütülemezlik özellikleri tafl›maktad›r. Bu eserleri okuyan ve üzerinde ciddi biçimde düflünen insanlar›n, art›k materyalist felsefeyi, ateizmi ve di¤er sapk›n görüfl ve felsefelerin hiçbirini samimi olarak savunabilmeleri mümkün de¤ildir.
Bundan sonra savunsalar da ancak duygusal bir inatla savunacaklard›r, çünkü
fikri dayanaklar› çürütülmüfltür. Ça¤›m›zdaki tüm inkarc› ak›mlar, Harun
Yahya Külliyat› karfl›s›nda fikren ma¤lup olmufllard›r.
Kuflkusuz bu özellikler, Kuran'›n hikmet ve anlat›m çarp›c›l›¤›ndan kaynaklanmaktad›r. Yazar›n kendisi bu eserlerden dolay› bir övünme içinde de¤ildir, yaln›zca Allah'›n hidayetine vesile olmaya niyet etmifltir. Ayr›ca bu eserlerin bas›m›nda ve yay›nlanmas›nda herhangi bir maddi kazanç hedeflenmemektedir.
Bu gerçekler göz önünde bulunduruldu¤unda, insanlar›n görmediklerini
görmelerini sa¤layan, hidayetlerine vesile olan bu eserlerin okunmas›n› teflvik
etmenin de, çok önemli bir hizmet oldu¤u ortaya ç›kmaktad›r.
Bu de¤erli eserleri tan›tmak yerine, insanlar›n zihinlerini buland›ran, fikri
karmafla meydana getiren, kuflku ve tereddütleri da¤›tmada, iman› kurtarmada güçlü ve keskin bir etkisi olmad›¤› genel tecrübe ile sabit olan kitaplar› yaymak ise, emek ve zaman kayb›na neden olacakt›r. ‹man› kurtarma amac›ndan
ziyade, yazar›n›n edebi gücünü vurgulamaya yönelik eserlerde bu etkinin elde edilemeyece¤i aç›kt›r. Bu konuda kuflkusu olanlar varsa, Harun Yahya'n›n
eserlerinin tek amac›n›n dinsizli¤i çürütmek ve Kuran ahlak›n› yaymak oldu¤unu, bu hizmetteki etki, baflar› ve samimiyetin aç›kça görüldü¤ünü okuyucular›n genel kanaatinden anlayabilirler.
Bilinmelidir ki, dünya üzerindeki zulüm ve karmaflalar›n, Müslümanlar›n
çektikleri eziyetlerin temel sebebi dinsizli¤in fikri hakimiyetidir. Bunlardan
kurtulman›n yolu ise, dinsizli¤in fikren ma¤lup edilmesi, iman hakikatlerinin
ortaya konmas› ve Kuran ahlak›n›n, insanlar›n kavray›p yaflayabilecekleri flekilde anlat›lmas›d›r. Dünyan›n günden güne daha fazla içine çekilmek istendi¤i zulüm, fesat ve kargafla ortam› dikkate al›nd›¤›nda bu hizmetin elden geldi¤ince h›zl› ve etkili bir biçimde yap›lmas› gerekti¤i aç›kt›r. Aksi halde çok
geç kal›nabilir.
Bu önemli hizmette öncü rolü üstlenmifl olan Harun Yahya Külliyat›,
Allah'›n izniyle, 21. yüzy›lda dünya insanlar›n› Kuran'da tarif edilen huzur ve
bar›fla, do¤ruluk ve adalete, güzellik ve mutlulu¤a tafl›maya bir vesile olacakt›r.
Bu kitapta kullanılan ayetler, Ali Bulaç'ın hazırladığı,
"Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı" isimli mealden alınmıştır.
1. bask›: Temmuz 2003
2. bask›: A¤ustos 2005
3. bask›: Ekim 2005
ARAfiTIRMA
YAYINCILIK
Talatpafla Mah. Emirgazi Caddesi
‹brahim Elmas ‹flmerkezi
A. Blok Kat 4 Okmeydan› - ‹stanbul
Tel: (0 212) 222 00 88
Bask›: Seçil Ofset
100 Y›l Mahallesi MAS-S‹T Matbaac›lar Sitesi
4. Cadde No: 77 Ba¤c›lar-‹stanbul
Tel: (0 212) 629 06 15
www.harunyahya.org - www.harunyahya.net
‹Ç‹NDEK‹LER
G‹R‹fi
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .8
KURAN'A GÖRE ‹Y‹L‹K VE KÖTÜLÜK
. . . . . . . . . . . . . .12
KÖTÜLÜ⁄ÜN KAYNA⁄I; NEFS VE fiEYTAN . . . . . . . . . . . .16
fiEYTANIN D‹N‹ VE G‹ZL‹ YÖNTEMLER‹ . . . . . . . . . . . . . .19
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹N‹ KONUfiANLAR . . . . . . . . . .36
Gizli Kötülükleri Masumlu¤un ve Safl›¤›n Ard›na S›¤›narak
Yaflayanlar . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .37
Negatifliklerini ve Hoflnutsuzluklar›n› Kötülü¤ün Gizli Diliyle
‹fade Edenler . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .54
Donuk ve Cans›z Bir Karakterle Protesto Edenler . . . . . . . . . .72
Umutsuzlu¤a ve Tevekkülsûzlü¤e Kap›lanlar›n Gizli
Samimiyetsizlikleri . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .106
Duygusall›¤› Kullanarak Sessiz Bir Dil ile Mücadele Verenler..127
Haks›zl›¤a U¤rad›klar› ‹ddias›yla Ortaya Ç›kanlar . . . . . . . . .146
fieytan›n Zorlay›c› Hiçbir Gücü Yoktur; ‹nsan Ahirette Yapt›¤›
Kötülüklerden Tek Bafl›na Sorumlu Olacakt›r . . . . . . . . . . . .170
SONUÇ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .175
DARWIN‹ZM'‹N ÇÖKÜfiÜ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .179
8
G‹R‹fi
Dünyanın her neresine giderseniz gidin, genç yaşlı, kadın
erkek demeden, karşınıza çıkan hemen her insanın çok yakından tanıdığı evrensel bir dil olduğunu görürsünüz. Belki de hayatları boyunca birbirlerini bir kez bile görmemiş olan bu kişiler, birbirlerinden kilometrelerce uzakta; farklı kültürlerin ve
farklı inançların etkisi altında farklı yaşamlar sürmekte, farklı
dillerde konuşmaktadırlar. Buna rağmen tümünün çok iyi bildiği, kimilerinin ise ihtiyaç duyduklarında kullandıkları ortak bir
dil vardır: Bu dil, 'kötülüğün sessiz dili'dir...
Bu, insanlara, açıkça yapamadıkları çirkin davranışları, açıkça söyleyemedikleri kötü sözleri, gizli yollarla birbirlerine ifade etmelerini sağlayan sinsi bir dildir. Kimi insanlar içlerindeki
kötülüğü açıkça ortaya koymaktan çoğu zaman çekinirler.
Çünkü bu tarz davranışların açıkça yapılması, çevrelerindeki
insanlardan tepki almalarına ve menfaatlerinin zedelenmesine
neden olabilir. Gizliden gizliye yapıldığında ise, çok ince ve detaylı yöntemler kullanılmasından dolayı ispat edilme riskinin
büyük ölçüde ortadan kalktığına inanırlar. Gerçekten de bu
sessiz dil ile söylenmek istenenler çok açık bir şekilde anlaşılır
ama içerdiği kötülüklere dair ortada delil bırakmaz ve bu sebeple de ispatı pek mümkün olmaz.
Tüm bunların akla getirdiği asıl önemli soru ise, bu kadar
Girifl
detaylı kurallara dayanan bir dili, dünyanın dört bir yanındaki
farklı insanların nereden ve nasıl öğrendikleridir. Kuşkusuz onlara kötülüğün sessiz dilini öğreten, onları bu gizli dili kullanmaya teşvik eden biri vardır; kötülüğün liderliğini yapan bu varlık,
insanlığa karşı amansız bir mücadele veren 'şeytan'dır.
Şeytan, insanlara bu dili öğretmek ve onları gizliden gizliye
kötülüğün içine sürüklemek için Allah'a and içmiştir. Açıkça kabul ettiremeyeceği tavırları bu gizli dille yaptırır ve açıkça söyletemeyeceği kötü sözleri de yine bu gizli dille söyletir. İnsanları, içlerindeki kötülükleri yok etmek yerine, bunları gizliden
gizliye yaşamaya yönlendirir. Oysa Allah "... çirkin-kötülüklerin açığına ve gizli olanına yaklaşmayın..." (Enam Suresi, 151) ayetiyle, insanları kötülüğün her türlüsünden menetmiştir.
Şeytanın bu tuzağına düşen kimi insanlar belki pek çok konuda açıkça kötülük yapmaktan sakınırlar ama bir yandan da
şeytanın ahlakını benimser, onun diliyle konuşur ve onun istediği gibi bir yaşam sürerler. İsteklerine, amaçlarına bu gizli dilin
kurallarını uygulayarak ulaşmaya çalışırlar. Güzel bir hayatı,
mutluluğu, başarıyı, üstünlüğü, hep bu karanlık dilin yöntemlerini kullanarak elde edebileceklerine inanırlar. Oysa bu, şeytanın bir oyunudur; dolayısıyla insanlara mutluluk ve huzur getirmesi mümkün değildir. O, insanları ancak hüsrana ve zarara sürükler. Allah, "Ey insanlar, yeryüzünde olan şeyleri helal
ve temiz olarak yiyin ve şeytanın adımlarını izlemeyin.
Gerçekte o, sizin için apaçık bir düşmandır. O, size yalnızca, kötülüğü, çirkin-hayasızlığı ve Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder." (Bakara Suresi,
168-169) ayetleriyle bu tehlikeye karşı insanları uyarmıştır.
9
10
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
Ancak kimi insanlar, kendilerine Kuran'ı rehber edinmemelerinden dolayı yüzyıllardır şeytanın bu tuzağına düşmekte,
mutsuzluğa sürüklendikleri halde bu sistemi yaşamaktan ve
kötülüğün dilini konuşmaktan vazgeçmemektedirler. Bunun en
önemli nedenlerinden biri ise, bugüne kadar bu dilin sinsi yöntemlerinin deşifre edilmemiş olmasıdır. Dünya üzerinde bu dili konuşan binlerce insan olduğu halde, hiçbiri bundan söz etmemekte, kötülüğü deşifre etmemektedirler. Çünkü deşifre
edilmemesi de, bu dilin en önemli prensiplerinden biridir. Şeytan ancak bu yolla kendi sinsi sistemini sürdürebilmekte, insanlar da sinsiliğe dayalı gizli kötülükleri yaşamayı ancak bu şekilde devam ettirebilmektedirler. Bu evrensel dilin gizli kalması, şeytanın peşi sıra giden birçok insanın, kötülükten sakınmamasına neden olmaktadır.
Dolayısıyla şeytanın sisteminin ve kötülüğün gizli dilinin
tüm detaylarıyla açıkça ortaya konması son derece önemlidir.
Bu durumda, tüm mücadelesi gizlilik ve sinsilik üzerine kurulu
olan şeytan, deşifre olmuş yöntemleriyle insanlar üzerinde etkili olamayacaktır. O, insanları ancak sinsi metodlarıyla aldatabilmektedir; onlara beklemedikleri yerlerden, hiç ummadıkları
konulardan yanaşmaktadır. Kullandığı metodların bu şekilde
tüm insanlar tarafından bilinmesi, -Allah'ın dilemesiyle- onun
oyunlarını etkisiz hale getirecektir.
Bunun yanı sıra, "Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran
bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır." (Al-i İmran Suresi, 104) ayetiyle bildirildiği gibi, kötülüğü
engellemek, kötülüğü destekleyen bir ahlakı ortadan kaldırmak müminler üzerinde bir sorumluluktur. Allah Kuran'da in-
Girifl
sanlara nefislerini kötülüklerden ne şekilde arındıracaklarını ve
şeytanın kötülüğü savunan ahlakına ne şekilde karşı konulacağını bildirmiştir. Yeryüzündeki tüm kötülükleri ortadan kaldıracak çözüm Kuran ahlakının yaşanmasıdır.
Bu kitabın amacı, şeytanın kötülüğe çağıran ve gizlice kötülüğü yaşatan sistemini, kötülüğün sessiz dilini tüm detaylarıyla
anlatmak, onun tuzaklarını bozacak çözümleri insanlara göstermektir. Diğer bir amaç da, "Günahın açıkta olanını da, gizlisini de terk edin. Çünkü günahı kazananlar, yüklenegeldikleri nedeniyle karşılık göreceklerdir." (Enam Suresi, 120) ayetiyle bildirildiği gibi kötülüğün gizlisinin de açığının
da Allah Katında kişiyi sorumlu kılacağını hatırlatarak tüm insanları Kuran ahlakını yaşamaya davet etmektir.
11
12
KURAN'A GÖRE ‹Y‹L‹K VE
KÖTÜLÜK
İyilik ve kötülük, belki de insanların hayatları boyunca üzerinde en çok konuştukları ve düşündükleri kavramlardandır.
İnsanların çoğu, kendi belirledikleri ölçüler içinde "iyi insan olmak" ve "kendisini ve sevdiklerini kötü tavırlardan, kötü insanlardan korumak" için gayret eder. Kötülükten sakınmak için
gösterilen bu çaba elbette son derece önemlidir. Ancak yaşamları boyunca bu yönde çaba harcayan pek çok insan, kötülüğün aslında kendisine ne kadar yakın olduğunu gereği gibi düşünmemiş olabilir. Çünkü kimi insanlar kendilerine Kuran'da
bildirilen gerçekleri ölçü almadıkları için, kötülüğü, ancak açık
ve net olarak yaşandığında kötülük olarak kabul ederler. Örneğin intikam hissinin, öfkenin, kinin, kıskançlığın, bencilliğin,
yalan söylemenin kötü davranışlar olduğunu hemen herkes bilir; ya da kindar bir insanın öfkesini, yalan söyleyen bir kişinin
sahtekarlıklarının bir kısmını görüp anlayabilir.
Bunun yanı sıra kötülük denildiğinde genellikle insanların
aklına, yanlışlığı çoğu insan tarafından kabul edilen, birini öldürmek, hırsızlık yapmak, bir başkasının hakkını çiğnemek gibi temel tavır bozuklukları gelir. Dolayısıyla birçok insan, bu davranışlardan sakınmaları ve hatta bu tavırları gösteren insanları kınamaları nedeniyle kendilerini kötülükten çok uzak görebilir-
Kuran'a Göre ‹yilik ve Kötülük
ler. Oysa kötülüğün bir de açıkça görülemeyen, sinsice ve gizlice yaşanan yönleri vardır ki çoğu insan bunların kötülüğün bir
parçası olduğunu kabul etmek istemez.
Bunun sebebi ise, Kuran'a göre yaşamayan insanların iyilik
ve kötülük kavramları hakkında kendilerine göre birtakım doğrularının ve yanlışlarının olmasıdır. İyiliği ve kötülüğü kendi
inançları, düşünceleri, hayata bakış açıları ve toplumsal eğitimleri doğrultusunda kendileri belirlemektedirler. Oysa gerçekte
iyiliğin ve kötülüğün karşılığını öğrenebileceğimiz tek bir kaynak
vardır; Allah'ın, insanlara doğruyu yanlışı bildirmek ve onları karanlıklardan nura çıkarmak için göndermiş olduğu hak kitabı
'Kuran-ı Kerim'...
Allah, Kuran'da iyilik ve kötülüğün neler olduğunu tarif etmiş, ayrıca insanı kötülüğe sürükleyen nedenleri de açıklamıştır. Kuran'da gerçek iyiliğin Allah'tan korkan ve Allah'ın sınırlarını koruyan kimselerin davranışları olduğu bildirilmiştir:
"... ama iyilik sakınan(ın tutumudur)..." (Bakara Suresi, 189)
Allah'tan korkup sakınan kişi, karşısına çıkan her olayda
Allah'ın rızasına ve Kuran'a uygun bir tavır göstererek, hayatının her anında iyi davranışlarda bulunmuş olur. Çevresinde
olup biten tüm olayların Allah'ın hakimiyetinde geliştiğini bilmesi, herşeye hayır ve hikmet gözüyle bakması, gizli veya açık yaptığı her tavrın ahirette karşısına çıkacağını düşünmesi kişiyi sürekli olarak doğru düşünmeye ve güzel davranışlarda bulunmaya sevk eder. Dolayısıyla iyiliğin gerçek anlamıyla yaşanabilmesi
için insanın; "Allah'tan korkması, ahirete inanması ve kendisine
Allah'ın rızasını kazanmayı amaç edinmiş olması" gerekir. Bu
özellikler olmadan yapılan davranışlar, Kuran'a göre gerçek iyilik değildir.
13
14
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
Kuran ayetleriyle insanlara iyilik gibi, kötülüğün tanımı da
bildirilmiştir. Kuran'a göre kötülük Allah'tan korkup sakınmadan yapılan tavırlardır. Allah'tan başka ilahlar edinmek, O'ndan
başkasına kulluk etmek, insanların hoşnutluğunu ve dünya hayatının menfaatlerini elde edebilmek için yaşamak kişileri kötülüğün içine sürükler. İman etmeyenler için büyük bir hırs ve
tutkuya dönüşen dünyevi değerler bu insanları güzel ahlaktan
uzaklaştırır. Dünya hayatından olabilecek en fazlasını, en iyisini elde edebilmek için daima öncelikle kendi menfaatlerini düşünür ve bunları herşeyin üzerinde tutarlar. Bunlar da beraberinde kişiye bencillik, cimrilik, nankörlük, sahtekarlık, kibir, yalan, merhametsizlik gibi kötü ahlak özellikleri getirir.
Hayatlarını bu düşünceler doğrultusunda yönlendiren insanlar yine de kendilerine göre birtakım kötülüklerden sakınabilirler. Ancak bu konudaki ölçüleri genellikle insanlar tarafından kınanmamak, toplumun değer yargılarına ters düşmemek
ya da menfaatlerinin zarar görmesini engellemek gibi hedeflere yöneliktir. Bu nedenle kimi zaman açıktan açığa bazı kötü
tavırlardan sakınırlarken, bunların gizli kalması durumunda bu
konuda hiçbir kısıtlamaya gitmeyebilirler. Kimsenin duyup görmeyeceğinden ve ispatlanamayacağından emin oldukları durumlarda kötülüğe gönül rahatlığıyla yanaşabilirler. Bu, söz konusu kişilerin Allah korkularının olmamasından kaynaklanır.
Kötülükten sakınmadaki ölçüleri, "insanların bilmemesi, onların gözünde itibarlarını kaybetmemeleri ve toplum genelinde
iyi bilinmeleri" şartlarına dayalıdır. Bu şartlarda güvence sağladıkları takdirde duruma göre kötülüğün pek çok türüne eğilim
gösterebilirler. Dolayısıyla bu kimselerin kötülük kavramını
değerlendirişleri, yalnızca "kötülüğün açığa çıkmaması"
esasına dayalıdır.
Kuran'a Göre ‹yilik ve Kötülük
Oysa Allah, insanlara kötülüğün açık olanından da gizlisinden
de kaçınmalarını bildirmiş ve bunların neler olduğunu Kuran
ayetleriyle açıklamıştır. Kuran'ı ölçü almayan insanlar, Allah'ın
"... onlar salih bir ameli bir başka kötüyle karıştırmışlardır. Umulur ki Allah tevbelerini kabul eder. Hiç şüphesiz Allah, bağışlayandır, esirgeyendir." (Tevbe Suresi,
102) ayetiyle bildirdiği gibi bir ahlak göstererek kötülüğe meyledebilirler. Böyle bir durumun oluşmasını engellemek içinse,
insanlara öncelikle kötülüğün kaynağını tanıtmak ve bu kaynağı
tüm yönleriyle deşifre etmek gerekmektedir. Kötülüğün bu şekilde deşifre edilmesi, sinsiliği ortadan kaldıracak, gizli olmasına
dayanarak kötülüğü meşru gören ve uygulayan insanların bu tavırlardan sakınmalarını sağlayacaktır. Aksinde Allah'ın "Yoksa
kötülüklere batıp-yara alanlar, kendilerini iman edip
salih amellerde bulunanlar gibi kılacağımızı mı sandılar? Hayatları ve ölümleri bir mi (olacak)? Ne kötü hüküm veriyorlar." (Casiye Suresi, 21) ayetiyle bildirdiği gibi,
kötülüğü, gizli kalmasına aldanarak yaşayan kimselerin dünyada
ve ahiretteki yaşamları, iman sahiplerininkinden çok farklı olacaktır. Kuran'da "güzel işler yaptıklarını sanan" ama aslında tüm
çabaları boşa çıkan kimselerin ahirette "en çok hüsrana uğrayanlar" oldukları bildirilmiştir:
De ki: "Davranış (ameller) bakımından en çok hüsrana uğrayacak olanları size haber vereyim mi?"
"Onların, dünya hayatındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar."İşte onlar, Rablerinin ayetlerini ve O'na kavuşmayı inkar edenlerdir. Artık onların yapıp-ettikleri boşa çıkmıştır, kıyamet gününde onlar için bir tartı tutmayacağız. (Kehf Suresi, 103-105)
15
16
KÖTÜLÜ⁄ÜN KAYNA⁄I;
NEFS VE fiEYTAN
Kuran'da insanlara bildirilen, kötülüğün iki ana kaynağı vardır. Bunlardan biri her insanın içinde bulunan ve kendisine sürekli olarak kötülüğü emreden "nefis"tir. Nefis durmaksızın
verdiği telkinlerle insanları doğru yoldan uzaklaştırmaya ve onları felakete sürüklemeye çalışır. Kuran'da nefsin bu özelliği
şöyle bildirilmektedir:
"(Yine de) Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü
gerçekten nefis, -Rabbimin kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir..." (Yusuf Suresi, 53)
Nefsin destekçisi olan ve insanlara kötülüğü ve çirkin davranışları emretmekle görevli olan bir diğer varlık ise "şeytan"dır. Kuran'da şeytanın insanları yalnızca kötülüğe çağırdığı şöyle haber verilmiştir:
O, size yalnızca, kötülüğü, çirkin-hayasızlığı ve
Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder. (Bakara Suresi, 169)
Nefis ve şeytan, insanı kötülüğe sürükleyebilmek için hayatının son anına kadar ona karşı mücadele edeceklerdir. Şeytan
bu mücadelesinde başarılı olabilmek için elinden gelen her yolu deneyecek, her türlü hileli yönteme başvuracaktır. Çünkü
amacı, kendisi gibi insanları da cehennem azabına sürükleyebil-
Kötülü¤ün Kayna¤›; Nefs ve fieytan
mektir. Cehennem azabının kurtuluşu yoktur, bu azap sonsuza
kadar sürecektir ve dayanılmaz acılarla doludur.
İnsanın kendisini büyük bir tehlikeye sürüklemeye çalışan
şeytanın oyununu anlaması ve onun saldırılarına karşı bu dikkatle karşı koyması gerekir. Bunun için yapması gereken ise,
şeytan hakkında en doğru bilgilerin yer aldığı Kuran'ı kendisine
rehber edinmesidir. Allah Kuran'da şeytanın karakterini, amacını, insanlara karşı kullanacağı yöntemleri, bunların nasıl etkisiz
hale getirilebileceğini insanlara bildirmiştir.
Şeytan hakkında bilinmesi gereken ilk şey ise, onun kendine
ait müstakil bir gücü olmadığıdır. Tüm varlıklar gibi onu da
Allah yaratmıştır. İnsanlara karşı kötülükten yana verdiği bu
mücadele Allah'ın kontrolündedir. Allah dünya hayatında insanlardan hangilerinin güzel davranışlarda bulunacaklarının, hangilerinin ise kötülüğe meyledeceklerinin anlaşılması için böyle bir
imtihan ortamı yaratmıştır.
Allah, bu imtihan ortamının bir gereği olarak, kötülüğe çağıran nefis ve şeytanın yanında insana her an doğruyu ilham eden
"vicdan"ı yaratmıştır. Vicdan, nefsin tam tersine, şeytanın kışkırtmalarına karşı insana daima hak olanı söyler ve onu Allah'ın
razı olacağı güzel davranışlarda bulunmaya teşvik eder. Dolayısıyla vicdanının sesine uyan kişi, kötülüğe çağıran nefsini ve şeytanı kolaylıkla etkisiz hale getirebilir. Allah Kuran'da bu gerçeği
insanlara şöyle bildirmiştir:
Nefse ve ona 'bir düzen içinde biçim verene', sonra
ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve
ondan sakınmayı ilham edene (andolsun). Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur. Ve onu
(isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp-saran da elbette yıkıma uğramıştır. (Şems Suresi, 7-10)
Şeytan hakkında bilinmesi gereken bir diğer önemli konu
17
18
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
ise, onun "insanlar üzerinde zorlayıcı hiçbir etkisinin olmadığı"dır. Şeytanın vasfı, insanları sadece kendi yoluna çağırmak ve onlara bu yönde telkinlerde bulunmakla sınırlıdır. Kötülükten ya da iyilikten yana tavır koyma konusundaki seçimi
ise tümüyle insanın kendi iradesindedir. Eğer iman eder ve Kuran ahlakıyla hareket ederse "Gerçek şu ki, iman edenler
ve Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun (şeytanın)
hiçbir zorlayıcı-gücü yoktur." (Nahl Suresi, 99) ayetiyle bildirildiği gibi şeytanı etkisiz hale getirmiş olacaktır. Bu durumda Allah'ın "... Hiç şüphesiz, şeytanın hileli-düzeni pek zayıftır." (Nisa Suresi, 76) ayetiyle bildirdiği gibi şeytanın düzeni bozulacaktır. Allah Kuran'da şeytanın samimi insanlara etki
edemeyeceğini şöyle haber vermiştir:
Dedi ki: "Senin izzetin adına andolsun, ben, onların
tümünü mutlaka azdırıp-kışkırtacağım. Ancak onlardan, muhlis olan kulların hariç." (Sad Suresi, 82-83)
Eğer insan şeytana karşı Allah'a sığınıp, kendisine doğru yolu gösterecek olan Kuran'ı rehber edinmezse, bu durumda
"Onun zorlayıcı-gücü ancak onu veli edinenlerle, onunla
O'na (Allah'a) ortak koşanlar üzerindedir." (Nahl Suresi,
100) ayetiyle haber verildiği gibi, şeytanın etkisi altına girmiş
olacaktır. Bu da onu dönüşü olmayan cehennem azabına sürükleyecektir.
Kuşkusuz böyle bir durum ile karşılaşmayı hiç kimse istemez. Bunun için yapılması gereken, şeytan hakkındaki tüm bilgileri Kuran'dan öğrenmek ve onun hileli yöntemlerine Kuran
ile karşılık vererek, onun tuzağını bozmak olmalıdır.
İlerleyen satırlarda şeytanın kötülüğü savunan karakterini,
insanları çağırdığı gizli dinini ve bunun için kullandığı yöntemleri deşifre ederek, kötülükten sakınmanın Kuran'da bildirilen
yollarını ortaya koyacağız.
19
fiEYTANIN D‹N‹ VE G‹ZL‹
YÖNTEMLER‹
Allah Kuran'ın "Dedi ki: "Rabbim, beni kışkırttığın şeye
karşılık, andolsun, ben de yeryüzünde onlara, (sana başkaldırmayı ve dünya tutkularını) süsleyip-çekici göstereceğim ve onların tümünü mutlaka kışkırtıp-saptıracağım.
Ancak onlardan muhlis olan kulların müstesna." (Hicr Suresi, 39-40) ayetleriyle insanın düşmanı olan şeytanın, kıyamet
gününe kadar tüm gücüyle insanları kötülüğe sürükleme konusundaki inatçılığını insanlara bildirmiştir.
Ancak kimi insanlar şeytan hakkında gerçeğe dayalı doğru
bilgilere sahip değillerdir. Bu nedenle, şeytanın düşmanlığından
sakınabilmek için insanın öncelikle yapması gereken onun yöntemlerini, nasıl mağlup edilebileceğini öğrenmek ve tuzaklarına
karşı hazırlıklı olmaktır.
Bu konuda ilk bilinmesi gereken ise şeytanın yüzyıllardır savunuculuğunu yaptığı ve insanlara kabul ettirmeye çalıştığı bir
"din anlayışı" olduğudur. Tarihin başlangıcından itibaren, dünyanın dört bir yanındaki tüm insanlara aynı telkinleri vererek
onlara ortak bir yaşam stilini, kendi batıl dinini benimsetmeye
çalışmaktadır. Bu dinin temel özelliklerinden ve şeytanın bu din
anlayışını insanlara kabul ettirebilmek için kullandığı yöntemlerden bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
20
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
Vicdanı etkisiz hale getirmek için bahaneler
öne sürmesi
Şeytanın dini, insanlara şeytanın karakterini ve onun düşünce sistemini kabul ettirme amacına dayalıdır. Şeytan, insanları
bu yönde ikna edebilmek için batıla dayalı çok çeşitli ve sinsi
yöntemler geliştirmiştir. Ancak ana felsefesi, öncelikle kendi
tuzaklarını bozan, verdiği telkinlerle insanları durmaksızın iyiliğe ve doğruya çağıran vicdanı etkisiz hale getirmeye yöneliktir. Aslında, Allah'ın "Hayır; insan, kendi nefsine karşı bir
basirettir. Kendi mazeretlerini ortaya atsa bile." (Kıyamet Suresi, 14-15) ayetleriyle bildirdiği gibi, şeytan nasıl bir tuzak kurarsa kursun, vicdanın yol göstermesi sayesinde her insan doğruyu görebilecek bir basirete sahiptir. Ancak şeytan,
insanların vicdanlarını örtmelerini sağlayacak, onları kendi ahlakını yaşamaya ikna edecek çok çeşitli mazeretler öne sürerek insanların bu basiretlerini örtmeye çalışır.
İman edenler Kuran'a göre düşündükleri için, şeytanın bu
yöndeki telkinlerini, ne kadar ustaca olursa olsun, hemen fark
edebilir ve vicdanlarından yana bir tavır ortaya koyarlar. Kuran ahlakından uzak yaşayan insanlar ise, yaşamlarını nefislerini memnun etme amacı üzerine kurdukları için, şeytanın nefislerini destekleyen bahanelerini hemen kabullenirler. Vicdanlarının sesini bastırmak için zaten bir yol aradıkları için, şeytanın
bu telkinlerini nefislerine yönelik bir destek ve yardım olarak
kabul ederler.
Şeytanın bu sistemi, her tavır bozukluğu ve her kötülük için
ayrı bir mazeret, ayrı bir sapkın açıklama içerir. Bu yolla insanların vicdanlarına karşı koyabilmelerini sağlar ve böylece kendi düşüncelerini onlara meşru ve makul göstermeye çalışır.
fieytan›n Dini ve Gizli Yöntemleri
İyiyi kötü, kötüyü iyi göstererek insanları
aldatması
Şeytanın insanları kötülüğe çağırmada kullandığı yöntemlerden biri ise "iyiyi kötü, kötüyü de iyi göstererek insanları
aldatmak"tır. Şeytan doğru yolda olduklarına ikna etmek için
insanlara çok çeşitli ve çok fazla sayıda sahte delil öne sürer. Bu
deliller, o kadar detaylandırılmış ve o kadar kurnazca mantıklarla süslenmiştir ki, iman gözüyle bakmayan kimseler kolaylıkla ikna olurlar. Şeytanın öne sürdüğü delilleri adeta bir gerçek
gibi kabul eder ve tavırlarını, kendilerini inandırdıkları bu sahte
gerçekler doğrultusunda şekillendirirler.
Şeytanın bu yöndeki oyunlarına kanarak hatalı tavırlarda bulunan insanlara dair günlük hayatta pek çok örneğe rastlamak
mümkündür. Sözgelimi şeytan kimi zaman verdiği telkinlerle kişiyi, yakın bir dostunu, düşmanı olarak görecek hale getirebilir.
Karşı tarafın kötü niyetli olduğuna ve kendisine düşmanlık beslediğine dair o kadar detaylı ve net deliller öne sürer ki, bu kişi dostunun iyi niyetli tavırlarını dahi bu şekilde algılamaya başlar. Bu bakış açısı nedeniyle her tavrın, her sözün ardında bir
ima ya da ters bir anlam arar. Şeytanın o denli etkisi altına girmiş ve onun verdiği telkinlerle o kadar düşünmeye başlamıştır
ki, karşı taraf bu durumu ortadan kaldırmak için ne kadar iyi niyetli bir çaba içerisine girerse girsin, fayda vermez.
Şeytan kimi zaman da aynı telkini tam ters şekliyle verir. Kişinin kendisine zarar verecek ve kötülüğe sürükleyecek kimseleri dost olarak görmesini sağlar. Ortada bu kimsenin kötü niyetini ispatlayan onlarca delil olduğu halde, şeytan tüm bunlara birer
açıklama getirerek bu kötü niyetin fark edilmesini engeller.
21
22
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
Birkaç önemsiz detayı da ön plana çıkarıp kişinin gözünde büyüterek, karşı tarafın iyi niyetli olduğu konusunda onu inandırır.
Şeytan, bu taktiklerini insanın günlük hayatında karşısına çıkan her konuda kullanır. Tüm bunların sonucunda kötülüğe
teşvik ettiği bir insanı, gaflete sürükleyerek içerisinde bulunduğu kötülüklerden sakınmasına engel olur. Oysa gerçekte, kendisi bu kişinin yakın bir dostu olmuş ve onu kendi din anlayışına, kendi ahlak özelliklerine yaklaştırmıştır. Kuran'da şeytanın
insanları bu şekilde; "hidayette oldukları izlenimi vererek
doğru yoldan ayırdığı" şöyle bildirilmiştir:
Kim Rahman (olan Allah)ın zikrini görmezlikten gelirse, Biz bir şeytana onun 'üzerini kabukla bağlattırırız'; artık bu, onun bir yakın dostudur.
Gerçekten bunlar (bu şeytanlar), onları yoldan alıkoyarlar; onlar ise, kendilerinin gerçekten hidayette olduklarını sanırlar. (Zuhruf Suresi, 36-37)
Sinsice yöntemler kullanması ve insanları da
sinsiliğe teşvik etmesi
İnsanları doğru yoldan ayırıp kendisi ile birlikte cehenneme
sürüklemek için çaba harcayan şeytanın en önemli özelliklerinden biri sinsiliğidir. Sinsilik aynı zamanda şeytanın insanlığa karşı verdiği amansız mücadelede kullandığı en hayati yöntemlerdendir. İnsanları, gerçek amacını açıklayarak kendisine uymaya
çağırsa sonuç alamayacak, başarılı olamayacaktır. İnsanlık tarihinin başlangıcından beri onlara karşı nasıl büyük bir kin ve
düşmanlık beslediğini, onları kendisiyle birlikte sonsuza kadar
cehennem azabına sürüklemek için kandırmaya çalıştığını ve
onlara yalnızca yalan söylediğini anlatacak olursa, elbette ki
fieytan›n Dini ve Gizli Yöntemleri
sözlerine inanılmayacaktır. Hatta ona karşı dikkatli ve uyanık
olunacak ve tuzağına düşmekten kurtulunacaktır. Bu nedenle
şeytan, insanları sinsilikle, yalan, hile ve aldatmaca dolu yöntemlerle kandırmaya çalışır. Onlara düşman olduğunu açıkça hissettirecek tavırlardan sakınır. Ya da onlara açık açık 'gelin bana
uyun', 'kötü ahlaklı olun', 'kendinize, etrafınızdaki insanlara zarar verin', ya da 'iyi ya da kötü arasında tercih yapmanız gerektiğinde her zaman kötüden yana tavır alın' gibi telkinlerde bulunmayabilir. Aslında bu sözler şeytanın nihai
hedefini özetlemektedir. Ama o her zaman için tüm bunları iyilik, güzellik, doğruluk gibi erdemlerle süsleyerek insanlara sunar. Onlara sinsice yanaşır; zekice ve kurnazca ikna metodları
kullanır.
Kuran'da şeytanın kendisinin de bu yönünü dile getirdiği; insanlara açıktan açığa değil, pusu kurarak yaklaşacağını söylediği
şöyle bildirilmektedir:
Dedi ki: "Madem öyle, beni azdırdığından dolayı onlar(ı insanları saptırmak) için mutlaka Senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım. Sonra muhakkak önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın." (Araf Suresi, 16-17)
İnsanlar üzerinde doğrudan etkisi olmayan şeytan insanlara
doğruyu yanlış, iyiyi kötü, gerçekleri ise hayal gibi gösterebilmek için çeşitli sinsi yöntemlere başvurur. Onları aldatmak için
yaldızlı sözler söyler, yapmakta oldukları yanlış işleri süslü ve
çekici gösterir. Aynı şekilde güzel ve hayırlı olan işleri de çirkin
gösterip bunlardan vazgeçirmeye çalışır. Onlara dünya hayatına
ilişkin süslü vaatlerde bulunur. Doğrulardan yana onları olma-
23
24
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
dık kuruntulara düşürür. En sade konuları bile içinden çıkılmaz
ve karmaşık hale getirmeye, Allah'ın emirlerini onlara zor göstermeye çalışır. Onları, dünya menfaatlerinin yakın ve elde
edilmesi kolay, ahiret menfaatlerinin ise uzak ve sözde hayali
vaatler olduğuna inandırmaya çabalar. İnsanları her an gözetler. Her an açıklarını, zayıf yönlerini kollar. Onları aciz oldukları noktalardan yakalamaya ve tuzağa düşürmeye çalışır. Sürekli kötülüğü öğütler. Onların da kendisi gibi kötülüğü benimsemelerini ve böylece kendine benzemelerini ister. Tüm bu
telkinlerini onlara beklemedikleri anlarda, beklemedikleri yönlerden pusu kurarak yapar.
Kimi zaman açık telkinlerde bulunur, çoğu zaman ise kendisini adeta bir dost gibi gösterip, o insanın iyiliğini istiyormuş
gibi davranır. Şeytanın çeşitli yalanlarına aldanan insanlar, içerisinde bulundukları gaflet nedeniyle giderek doğru yoldan
uzaklaşırlar. Kendilerine şeytanı dost edinmiş olmaları, bu insanların yaşadıkları kötü ahlakı, gösterdikleri bozuk tavırları
önemli görmemelerine ve bunları ısrarla savunmalarına neden
olur.
İnsanlara kötülüğü ispat edilemeyecek şekilde
yaşamayı öğretmesi
Şeytanın insanları kendi ahlakına çağırmakta kullandığı sessiz dilin önemli prensiplerinden biri "yapılan kötü davranışın
ustalıkla gizlenmesi"dir. Şeytanın, etkisi altına aldığı kimselere öğrettiği bu gizli din, "ispat edilemezlik" ilkesine dayalı eylemlerle yaşanmaktadır. Bu kimseler açık bir şekilde kötü ahlak özellikleri göstermez, bunu çok ince detayların arasına gizlerler. Bu öyle sinsi bir sistemdir ki, bu gizli ve sessiz dil ile karşılarındaki insanlara hem ne demek istediklerini çok açık bir
fieytan›n Dini ve Gizli Yöntemleri
şekilde ifade etmiş olurlar, hem de karşı tarafın bu kötü tavırlarını deşifre edebileceği hiçbir delil vermezler.
Bu yöntemle bir yandan da, aynı şeytani ahlakı yaşayan kimselerin birbirlerini kolaylıkla tanıyabilmeleri de sağlanmış olur.
Kendi kullandıkları dilin tüm inceliklerini bilen bu kimseler, aynı alametleri başkalarında gördüklerinde bu kimselerin de kendileri gibi şeytanın etkisi altına girmiş olduklarını anlarlar. Bu
durumu bilmek ise onlara, bu kimselerin yanında şeytanın ahlakını çekinmeden ve gizlenmeye gerek duymadan yaşayabilecekleri konusunda büyük bir cesaret sağlar. Kendileriyle aynı ortak
dili konuştuğunu bildikleri insanların yanında, diğer insanların
yanında gizledikleri gerçek yüzlerini hiç çekinmeden ortaya koyabilirler.
"İspat edilmezlik ilkesi" kötülüğün sessiz dilini konuşan
kimselerin vicdanlarını örtebilme amacını da taşımaktadır. Şeytan bu dili öğrettiği insanlara, kötülüğe açıktan açığa yanaşmamalarının güzel ahlaklı ve iyi bir insan olmaları için yeterli olduğu fikrini aşılar. Bu nedenle sessiz dili konuşan kimi insanlar,
vicdanlarını örterek, kötü bir ahlak göstermelerini hiç önemsemeden sessiz dilin sinsi yöntemlerini uygulamaya devam ederler. Çevrelerindeki insanların, ince detaylara dayandırdıkları
kötü ahlaklarını kendilerine ispat edememeleri de, yine onların
kendilerini bu konudan müstağni görmelerine neden olur.
İnsanlar üzerinde fıtratlarını bozarak etkili
olmaya çalışması
Yeryüzündeki tüm varlıkların tek hakimi olan Allah, yarattıklarını ve onlara en uygun olan yaşam şeklini en iyi bilendir.
Allah insanları ancak imanı kavradıkları ve Kuran ahlakını yaşadıkları takdirde mutlu ve huzurlu olabilecek şekilde yaratmıştır.
25
26
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
Kuran'ın "... Haberiniz olsun; kalpler yalnızca Allah'ın zikriyle mutmain olur." (Rad Suresi, 28) ayetiyle bildirilen bu
gerçek istisnasız tüm insanlar için geçerlidir. İnsan ancak kendisini yaratan Rabbimiz'e yönelip, O'nun sevgisini ve rızasını
kazanabileceği şekilde yaşadığı takdirde dünya hayatında güzel
bir yaşam sürebilir. Allah Kuran'da insanlara, kendilerini yarattığı fıtrata yönelmelerini şöyle bildirmiştir:
Öyleyse sen yüzünü Allah'ı birleyen (bir hanif) olarak
dine, Allah'ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır... (Rum Suresi, 30)
Fıtratlarına en uygun olan bu yaşam şeklini ve bu ahlak anlayışını benimsemedikleri takdirde insanlar sıkıntı ve huzursuzluk içinde bir yaşam sürerler. Allah'ın insanlar için yaratmış olduğu yeryüzündeki onca nimetten gereği gibi zevk alamaz,
çevrelerindeki güzelliklerin farkına varamazlar. Allah'ın "Kim
de Benim zikrimden yüz çevirirse, artık onun için sıkıntılı bir geçim vardır ve Biz onu kıyamet günü kör olarak
haşredeceğiz" (Taha Suresi, 124) ayetiyle belirttiği gibi, zorluklarla dolu bir yaşam sürerler. Herşeyden kolaylıkla hüzne,
tedirginliğe, umutsuzluğa ya da karamsarlığa kapılabilir, hayatlarını bir türlü çözüm bulamadıkları sorunlarla iç içe yaşarlar.
İçerisinde bulundukları bu durumu fark ettikleri zaman ise,
hayatlarına hakim olan sıkıntının kaynağını ve nasıl çözüme kavuşturulabileceğini bulamazlar. Oysa insanların karşı karşıya
kaldıkları bu zorluğun temelinde de yine her türlü kötülüğün
asıl kaynağı olan "şeytanın çabası" yer almaktadır. Şeytanın
insanlığa karşı verdiği mücadelede başvurduğu yöntemlerden
biri de onların "fıtratlarını bozması"dır. Çünkü önceki satırlarda belirtilen, insanların ancak fıtratlarına uygun bir yaşam
sürdükleri takdirde mutlu olacakları gerçeğini şeytan da bil-
fieytan›n Dini ve Gizli Yöntemleri
mektedir. Bu nedenle fıtratlarına aykırı bir ahlak anlayışını ve
farklı bir yaşam stilini benimseterek onların mutluluktan da
uzak kalmalarını sağlamaktadır. Ancak bunu da yine kendi sinsi
yöntemleriyle gerçekleştirerek, insanları gaflete sürüklemekte
ve bu yolla içerisine düştükleri bu tuzaktan kurtulmalarına engel olmaktadır. Onları fıtratlarına ters düşen bir ahlaka çağırırken, bir yandan da onlara sahte mutluluk vaadlerinde bulunmaktadır. Kuran'da şeytanın insanları "Allah'ın yarattıklarını
değiştirmeye" çağıracağı şöyle bildirilmektedir:
Onları -ne olursa olsun- şaşırtıp-saptıracağım, en olmadık kuruntulara düşüreceğim ve onlara kesin olarak davarların kulaklarını kesmelerini emredeceğim
ve Allah'ın yarattıklarını değiştirmelerini emredeceğim." Kim Allah'ı bırakıp da şeytanı dost (veli) edinirse, kuşkusuz o, apaçık bir hüsrana uğramıştır. (Nisa
Suresi, 119)
Allah'ın Kuran'da bildirdiği tüm bu gerçekler, insanın ancak
Kuran ahlakını yaşadığı, Allah'ın kendisini yarattığı fıtrata döndüğü takdirde mutlu olabileceğini ortaya koymaktadır. Aksinde,
ilerleyen satırlarda daha detaylı olarak inceleneceği gibi, şeytan
insanı yalnızca dünya hayatını kapsayan bir mutsuzluğa değil,
sonsuza dek sürecek bir sıkıntı ve azabın içine sürükleyecektir.
İnsanları Allah'ın adını kullanarak
kandırmaya çalışması
Öne sürdüğü her fikrin, insanların kalbine fısıldadığı her kötü düşüncenin, vicdanın doğruyu telkin eden sesiyle karşılık bulacağını bilen şeytan bu duruma karşı farklı bir düzen geliştirmiştir. Gerçek kimliğini ve kötü niyetini gizleyebilmek için kimi
zaman insanlara verdiği telkinleri vicdanlarının sesiymiş gibi
27
28
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
göstermeye çalışır. Bunun için başvurduğu yöntem ise, onlara
"Allah'ın adını kullanarak yaklaşması"dır.
Taraftarlarıyla birlikte insanları görmedikleri, fark edemedikleri yerlerden gözleyen şeytan, onların nelerden etkileneceklerini ve nelere karşı tepki vereceklerini de bilmektedir. İnsanın zayıf noktalarını, nelere karşı zaaf duyduğunu, hangi fikirlerinin aklını karıştıracağını göz önünde bulundurarak onları
yönlendirir. Vicdanen hassasiyet gösterilecek konuları, dini değerleri, insani öğeleri "hayır" adı altında kullanarak insanları
kandırır. Yaptırmak istediği kötü bir davranışı, onlara meşru ve
makul gösterecek birtakım bahaneler öne sürerek onları tam
tersi bir ahlaka yöneltmeye çalışır. Söz konusu kişiler de şeytanın sunduğu bu bahaneleri çevrelerindeki insanlara karşı yaptıkları kötülükleri savunabilmek için samimiyetsizce kullanırlar.
İman eden insanların ise kendilerini yeterli görmelerini,
yaptıkları bazı ibadetlerle yetinmelerini, kendilerini beğenip
müstağni görmelerini sağlamaya çalışır. Onları güzel ahlaklı olduklarına, ellerinden gelenin en fazlasını yaptıklarına, güçlerinin
bu kadarına yeteceğine inandırmaya çalışır. Kalplerinin temiz
olmasının yeterli olacağını, Allah'ın kalplerindeki iyi niyeti yeterli görüp onlardan razı olacağını düşündürerek, onları samimiyetsizliğe itmek ister. Etrafa göre iyi olmalarının yeterli olacağını, çoğunlukla kıyaslandığında çok üstün bir ahlaka sahip
olduklarını düşündürerek onları gevşekliğe sürüklemeye çalışır. Ancak elbette ki şeytan tüm bu bahaneleri ne kadar gerçekçi ve inandırıcı bir şekilde sunarsa sunsun, onun telkinleriyle hareket eden bir insan, bu tavrının Kuran ahlakına uygun olmadığının bilincindedir. Çünkü Allah'ın kullarına rahmet olarak
yarattığı vicdan sayesinde, her insan iyiyi kötüyü ayırt edebilecek bir anlayışa sahiptir. Allah, Kuran ayetleriyle insanları şey-
fieytan›n Dini ve Gizli Yöntemleri
tanın bu tuzağına karşı şöyle uyarmıştır:
Ey insanlar, hiç şüphesiz Allah'ın vaadi haktır; öyleyse dünya hayatı sizi aldatmasın ve aldatıcı(lar) da, sizi Allah ile (Allah'ın adını kullanarak) aldatmasın.
Gerçek şu ki, şeytan sizin düşmanınızdır, öyleyse siz
de onu düşman edinin. O, kendi grubunu, ancak çılgınca yanan ateşin halkından olmaya çağırır. (Fatır
Suresi, 5-6)
Şeytanın insanı Allah'ın adıyla aldatmasının bir başka yolu da,
Allah'ın affediciliğini öne sürerek insanı günah işlemeye teşvik
etmesidir. Allah sonsuz merhamet sahibidir ve tevbe edip Kendisi'nden bağışlanma dileyen her kulunun günahlarını affedebilir.
Ama bir insanın, "nasıl olsa Allah affeder" diyerek bile bile
günah işlemesi samimi bir davranış değildir. Böyle bir ahlakta
süreklilik gösteren kimsenin kalbi zamanla katılaşıp duyarsızlaşabilir. Allah korkusuyla hareket etmemek bu kişiyi daha pek
çok kötülüğün içine de sürükleyebilir. Allah Kuran'da "yakında bağışlanacağız" diyerek bile bile günah işleyen kimselerin
örneğini vererek, insanları şeytanın böyle bir kandırmacasına
karşı uyarmıştır:
Onların ardından yerlerine Kitaba mirasçı olan birtakım 'kötü kimseler' geçti. (Bunlar) Şu değersiz olan
(dünya)ın geçici-yararını alıyor ve: "Yakında bağışlanacağız" diyorlar. Bunun benzeri bir yarar gelince
onu da alıyorlar. Kendilerinden Allah'a karşı hakkı
söylemekten başka bir şeyi söylemeyeceklerine ilişkin kitap sözü alınmamış mıydı? Oysa içinde olanı
okudular. (Allah'tan) Korkanlar için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Hala akıl erdirmeyecek misiniz? (Araf
Suresi, 169)
29
30
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
Elbette kitabın başında da vurgulandığı gibi, şeytanın tüm bu
oyunları ancak iman etmeyenler üzerinde etkili olabilir. Yoksa
Kuran'ı kendilerine rehber edinen kimseler için şeytanın sesi
ile vicdanın sesi arasında çok açık ve net bir farklılık vardır.
Vicdan insana daima Kuran ahlakına uygun olan davranışları ilham eder. Şeytan ise her ne kadar sinsice oyunların ardına gizlemeye çalışsa da daima Allah'ın razı olmayacağı bir ahlaka teşvik eder. Dolayısıyla iman eden bir insan bu ikisi arasındaki farkı hemen görür, şeytanın etkisinden Allah'a sığınıp vicdanının
sesine uyar.
Ancak iman etmeyenler için böyle bir netlik söz konusu
değildir. Bu nedenle şeytan bu kimseler üzerinde istediği gibi
etkili olabilir. Allah Kuran'ın "Onlardan güç yetirdiklerini
sesinle sarsıntıya uğrat, atlıların ve yayalarınla onların
üstüne yaygarayı kopar, mallarda ve çocuklarda onlara
ortak ol ve onlara çeşitli vaadlerde bulun." Şeytan, onlara aldatmadan başka bir şey vadetmez." (İsra Suresi, 64)
ayetiyle şeytanın "güç yetirebildiklerini sesiyle sarsıntıya
uğratacağını" bildirerek, iman edenlerle inkar edenler üzerindeki şeytanın farklı etkisine dikkat çekmiştir.
İns ve cin şeytanları kullanarak insanlara
yaklaşması
Allah Kuran'ın "...Gerçekten şeytanlar, sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına gizli-çağrılarda bulunurlar." (Enam Suresi, 121) ayetiyle, şeytanın insanlara yaklaşmak
için kendi taraftarlarını ve dostlarını kullanacağını haber vermiştir. Bu durum bizlere şeytanın tek başına hareket eden bir
güç olmadığını göstermektedir. Allah Kuran'ın "Böylece her
peygambere, insan ve cin şeytanlarından bir düşman kıl-
fieytan›n Dini ve Gizli Yöntemleri
dık. Onlardan bazısı bazısını aldatmak için yaldızlı sözler
fısıldarlar. Rabbin dileseydi bunu yapmazlardı. Öyleyse
onları yalan olarak düzmekte olduklarıyla baş başa bırak." (Enam Suresi, 112) ayetiyle insanlara "ins ve cins şeytanların" varlığını bildirmektedir. Şeytan, insanlardan ve cinlerden kendisine uyanlarla birlikte hareket etmekte, onları diğer
insanları saptırmak için bir araç olarak kullanmaktadır. Bu kişiler de şeytanın ahlakını uygulayarak sinsiliği kendilerine ilke
edinmekte ve insanların kalplerine vesvese ve şüphe düşürerek
onları doğru yoldan uzaklaştırmaya çalışmaktadırlar. Allah Kuran'da şerrinden Rabbimiz'e sığınılması gereken bu ins ve cin
şeytanların sinsi yöntemlerini bizlere şöyle bildirmektedir:
De ki: İnsanların Rabbine sığınırım.
İnsanların malikine,
İnsanların (gerçek) İlahına;
'Sinsice, kalplere vesvese ve şüphe düşürüp duran'
vesvesecinin şerrinden.
Ki o, insanların göğüslerine vesvese verir (içlerine
kuşku, kuruntu fısıldar);
Gerek cinlerden, gerekse insanlardan (olan her hannas'tan Allah'a sığınırım). (Nas Suresi, 1-6)
Bir başka ayette ise "… O da (şöyle) dedi: "Andolsun,
kullarından 'miktarları tesbit edilmiş bir grubu' (kendime
uşak) edineceğim..." (Nisa Suresi, 118) sözleriyle haber verildiği gibi şeytan, insanlardan ve cinlerden kendisine uyanları
"uşak" edinmektedir. Şeytanın uşağı haline gelen bu kimseler,
insanları doğru yoldan uzaklaştırma ve sürekli olarak onları kötülüğe teşvik etme görevini üstlenmekle, şeytanın emirlerini yerine getirmektedirler. Allah, şeytanın taraftarlığını yapanların bu
tavrını Kuran'da şöyle haber vermektedir:
31
32
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
(Şeytanın) Kardeşleri ise, onları sapıklığa sürüklerler, sonra peşlerini bırakmazlar. (Araf Suresi, 202)
Kuran'da "münafık"lar olarak isimlendirilen, kalplerinde
imandan yana hastalık bulunan kimseler, şeytana hizmet eden
bu kişiler arasında en belirgin olanlardandır. Kitabın ilerleyen
bölümlerinde detaylı olarak incelenecek olan münafık karakterinde görülen tüm ahlak bozuklukları, şeytanın bu kimseler
üzerinde kurmuş olduğu hakimiyetin etkisiyle gerçekleşmektedir. Bu kimseler de şeytanın sinsi ve gizli yöntemlerini kullanmakta ve aynı onun gibi insanları gizli bir dille kötülüğe çağırmaktadırlar.
Kuran'ın "(Münafıklar) Onlara seslenirler: "Biz sizlerle
birlikte değil miydik?" Derler ki: "Evet, ancak siz kendinizi fitneye düşürdünüz, (Müslümanları acıların ve yıkımların sarmasını) gözetip-beklediniz, (Allah'a ve İslam'a
karşı) kuşkulara kapıldınız. Sizleri kuruntular yanıltıp-aldattı. Sonunda Allah'ın emri (olan ölüm) geliverdi; ve o
aldatıcı da sizi Allah ile (Allah'ın adını kullanarak, hatta
masumca sizden görünerek) aldatmış oldu." (Hadid Suresi, 14) ayetiyle münafıkların şeytanın sinsi taktiklerine kanarak
kuşkulara kapılanlardan oldukları haber verilmiştir.
Şeytanın amacı bu kimseleri kullanarak kendi adına faaliyet
gösterecek sadık bir taraftar kitlesi oluşturmaktır, idealleri
doğrultusunda onları istediği gibi yönlendirebilmektir. Bu insanların vasıtasıyla geniş kitlelere ulaşmak, insanlara telkin etmek istediği sözleri onların ağzından söyletmek, kendi ahlak
anlayışını bu insanların ahlakında yaşatarak dinini hayatta tutabilmektir. Bu yolla insanları ürkütmeden, onlara şeytanın dininin tebliğ edildiğini sezdirmeden, kendi yoluna çağıracak ve
kendi taraftarı haline getirecektir. Bu kimseler de, yaşadıkları
fieytan›n Dini ve Gizli Yöntemleri
kötü ahlak anlayışı ile, çevrelerindeki insanları da gaflete ve şeytanın ahlakına sürükleyeceklerdir.
Şeytanın dinini benimseyen tek bir kişi, çevresindeki diğer
insanlara da ulaşarak her birini yavaş yavaş şeytanın ahlakına çağırır ve bu batıl dini onlara da benimseterek her birini yine yüzlerce insana şeytanın elçiliğini yapacak hale getirir. Böylece şeytanın, dinini tebliğ edecek binlerce ağzı, ahlakını ortaya koyacak
binlerce vücudu ve insanları doğru yoldan saptıracak binlerce
askeri olmuş olur. Şeytan, ordusunun her bir askerini an an
yönlendirip, an an her birini yeni bir şeytani faaliyete önderlik
etmeye sürükler.
Şeytanın adeta bir hipnoz etkisiyle, kumandası altına aldığı bu
taraftar kitlesi, şeytandan başka hiç kimseden, hatta kendi vicdanlarından dahi, emir almayacak kadar sadık ve itaatli bir disiplin içerisine girer ve nasıl acı bir sona doğru sürüklendiklerinin
farkına varmadan hayatları boyunca şeytanı ve onun dinini savunurlar. Şeytanın adeta bir uşağı ya da oyuncağı haline gelen bu
insanlar akıllarını, vicdanlarını, düşünce ve muhakeme yeteneklerini, iradelerini, tüm akli ve fiziksel fonksiyonlarını şeytana teslim ederler. Sonrasında ise şeytanın iradesiyle hareket edip,
onun düşünceleri doğrultusunda yaşamaya başlarlar.
Allah'tan gereği gibi korkup sakınmadıkları için şeytanın, nefisleri yoluyla an an kendilerine fısıldadıklarını, şeytandan geldiğini düşünmeden, tüm bunların kendi düşünceleri olduğuna inanarak hiç tereddütsüz uygularlar. Ancak zaten bir süre sonra
onlar da tüm bu fikirleri, şeytanın kendisi kadar benimsedikleri
için, şeytanın telkinlerine ihtiyaç duymadan aynı şeytan gibi bu
dini savunacak ve şeytanın sessiz dilini konuşacak hale gelirler.
Dünya hayatında herkesin aynı imtihan ortamına tabi olması nedeniyle, şeytan sadece inkar eden insanlarda değil, iman
33
34
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
eden insanlar üzerinde de etkili olmaya çalışır. İman ettiklerini söyledikleri halde aslında imanı gereği gibi yaşamayan kimi
insanlar, Allah'a tam bir teslimiyetle teslim olmamaları, yaşadıkları her olayı Kuran ile değerlendirmemeleri ve güzel ahlakı Allah korkusuyla yaşamamaları nedeniyle şeytanın fısıltılarına kulak verirler. Şeytana nasıl karşı koyacaklarını ve onun hileli oyunlarını nasıl etkisiz hale getirebileceklerini bildikleri halde, şeytanın sözlerine itibar ederler.
Kuran'ı çok iyi bildikleri ve şeytanın kendilerine nasıl büyük
zararlar verebileceği konusunda şuurları çok açık olduğu halde, ondan gereken itinayla sakınmazlar. Bunun sonucunda ise,
bir yandan ibadetlerini yerine getirirken bir yandan da gösterdikleri pek çok tavır ile şeytanın tebliğini yapmış olurlar. Ancak bu noktada bilinmesi gereken önemli bir konu ise, genellikle bu kimselerin, yaptıkları tavrın yanlışlığına kendileri de şahitken şeytandan ve kötülükten şiddetle sakınan güzel ahlaklı
ihlaslı kimseler olduklarını iddia etmeleridir.
Şeytan, bu kimselerin yaptıkları iyi davranışları ve kötülükten açıkça sakınmalarının yeterli olduğunu düşündürterek gizlice yaşadıkları kötülüklere dikkat vermemelerini ve böylece
bunlardan sakınmaya da gerek duymamalarını sağlar. Onları
din ahlakından uzaklaştırmaya çalışır.
Şeytanın bu oyunu sonucunda ise, ortaya gerçek Müslüman
karakterinden uzaklaşmış farklı karakterler çıkar. Oysa
Allah'ın Kuran'da bildirdiği tek bir Müslüman karakteri vardır.
Bu Allah'ın razı olacağı, kişiye cenneti kazandıracak, cehennemden uzaklaştıracak olan yoldur. Bunun dışında din ahlakının sadece bir kısmını uygulamak ve mümin karakterinden
farklı bir karakter geliştirmek, insanı fark etmeden cehenneme
fieytan›n Dini ve Gizli Yöntemleri
sürükleyebilir. Ancak elbette ki bu kimseler Kuran'ı kendilerine rehber edinerek Allah'ın bildirdiği ayetler doğrultusunda düşünecek olurlarsa, içerisinde bulundukları durumun çok açık
bir şekilde farkına varabilir ve bu durumdan kolaylıkla kurtulabilirler.
İlerleyen sayfalarda şeytanın açıktan açığa değil de, kötülüğün sessiz dilini kullanarak insanlar üzerinde oluşturduğu farklı
karakterlere ve bu kimseler üzerinde şeytanın etkisinin ne tür
davranış bozukluklarıyla ortaya çıktığına değineceğiz. Bu kimseler için bir çeşit hayat şekli haline gelen bu sessiz dil ile ne gibi
mesajlar verildiğini ve bu mesajların ne anlamlara geldiğini ortaya koyacağız.
35
36
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹N‹
KONUfiANLAR
Şeytanın etkisi altında hareket eden kimseleri ve konuştukları sessiz dili teşhis edebilmek, ancak imanın insana kazandırdığı akıl ile mümkün olabilir. Bu kimseleri diğer insanlardan
ayıran dikkati çekici bir farklılık yoktur. Çünkü bu kitapta ele
alınan şeytanın etkisine giren söz konusu kişiler, kimi akımların etkisinde kalarak 'şeytana taptığını' (Allah'ı tenzih ederiz)
söyleyen, şeytanı simgelediğini düşündükleri özel birtakım kıyafetler giyen insanlar değildir. Bu nedenle birtakım sembolik
özelliklerden bu kimseler hakkında böyle bir yargıya varabilmek mümkün olmaz.
Kuran'da verilen bilgiler doğrultusunda bu kimselerin tavırlarında şeytanın etkisiyle hareket ettiklerini gösteren pek çok
delil olduğu görülür. Bunlar kişilere, şartlara ya da olaylara göre değişebilir. Değişmeyen ortak yönleri ise, kötülüğün sessiz
dilini konuşan kimselerde görülen tüm bu özelliklerin çok fazla negatiflik içermesi ve söz konusu kişilerde maddi manevi büyük tahribatlara neden olmasıdır.
Şeytanın etkisiyle gelişen ve kişileri hem çarpık bir ahlak anlayışına hem de mutsuz bir hayata sürükleyen gizli kötülüklerden bazılarını, kişilerin karakterlerini şekillendiren en temel
özellikler altında şöyle sınıflandırabiliriz:
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
GİZLİ KÖTÜLÜKLERİ MASUMLUĞUN VE
SAFLIĞIN ARDINA SIĞINARAK
YAŞAYANLAR
İnsanların yaptıkları kötülüklerin üzerini örtebilmek için masumluğun ardına saklanmaları, şeytanın hileli yöntemlerinden
biridir. Şeytan, etkisi altına aldığı kimselere yaptıkları kötülükleri ne şekilde gizleyecekleri konusunda da yol gösterir.
Masumluk genellikle insanların günlük hayatlarında çok sıklıkla vurgulamaya çalıştıkları bir özellik değildir. Daima güzel
davranışlarda bulunan, gizli saklı bir işi olmayan, iyi bir insanın
herşeyi açık ve ortadadır. Bu nedenle kendisinin ne kadar iyi niyetli ve masum bir kimse olduğunu ispat etmek için özel bir çaba harcamaya gerek duymaz. Kötülük yapan kimseler ise, gizliden gizliye yaptıkları kötülükleri bildikleri için sürekli olarak bunun huzursuzluğuyla yaşarlar. Gizledikleri kötülüklerin her an
açığa çıkma tehlikesi vardır. Böyle bir ihtimalle karşılaştıklarında kendilerini temize çıkarabilmek için, önceden iyi niyetli ve
masum oldukları izlenimini mümkün olduğu kadar çok vurgularlar. Aynı şekilde kötülükleri deşifre edildiğinde de yine masumluğun ardına sığınarak karşı tarafı yanıltmaya ve kendilerini
kurtarmaya çalışırlar.
Masumluğun ardına sığınmaları aynı zamanda, yaptıkları gizli
kötülükleri, ihtiyaç duyduklarında tekrarlayabilme amacını da
taşımaktadır. Yaptıklarının üzerini ne kadar iyi örtebilirlerse,
sonrakileri de çevrelerindeki insanlara o kadar kolay kabul ettirebileceklerini düşünürler. Masum taklidi yapmaları eğer bir
kez olsun sonuç veriyorsa, bu yöntemle her zaman başarılı olacaklarını düşünürler.
Masumiyetlerine dair sundukları delillerle, yaptıkları kötülükleri örtbas edip karşı tarafın gözünde temize çıkabilmenin
37
38
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
yanı sıra kendi vicdanlarını rahatlatmayı da amaçlarlar. Çünkü
yapılan her kötülük, insanın vicdani bir sıkıntı çekmesine neden olur. İnsan kötülüğü, bunun vicdanına aykırı bir tavır olduğunu bilerek yapar. Bu vicdan azabından kurtulabilmek için de
kendisini rahatlatacak, yaptığı kötülüğü mazur gösterecek mazeretler bulmaya çalışır. Oysa vicdanın bu baskısını ortadan
kaldıracak tek çözüm Kuran'a uygun bir ahlak göstermektir.
Allah Kuran'da insanlara bir kötülük işledikleri zaman tevbe
etmelerini, yaptıkları kötülükleri, salih amellerde bulunarak iyiliklere çevirmelerini bildirmiştir. Bu ahlak gösterilmediği sürece, insanın yaptığı bir kötülüğü masumluk görünümü gibi sahte bir kılıf ile örtmeye çalışması, kişiyi bir başka kötü tavra sürüklemekten başka bir işe yaramayacaktır. Bunun yanı sıra
Allah'ın "Kim izzeti istiyorsa, artık bütün izzet Allah'ındır. Güzel söz O'na yükselir, salih amel de onu yükseltir.
Kötülükleri tasarlayıp düzenleyenler ise; onlar için şiddetli bir azab vardır. Onların tasarladıkları 'boşa çıkıp
bozulur'." (Fatır Suresi, 10) ayetiyle bildirdiği gibi, her kötülük mutlaka boşa çıkıp bozulacaktır.
Şeytanın telkiniyle hareket eden insanlar da aynı onun gibi,
kendilerini masum tanıtabilmek için, özel yöntemler geliştirir
ve karşılarındaki insanların etkilenebileceklerini düşündükleri
bazı üslup, tavır ve konuşmalarda bulunurlar.
Bu yöntemlerden bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
Allah'ın adını kullanarak kendilerini masum
göstermeye çalışmaları
Bazı insanların, çevrelerindeki kişileri iyi niyetli ve masum
olduklarına inandırabilmek için başvurdukları samimiyetsiz
yöntemlerden biri, manevi değerleri kullanmaktır. Kuran ahla-
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
kıyla hiçbir şekilde bağdaşmayan bir yaşam süren kimseler dahi, kendilerini iyi niyetli ve temiz kalpli kimseler olarak tanıtmak
için gerektiğinde Allah'ın adını anar; dindar olmanın, Allah'tan
korkmanın, vicdanı kullanmanın öneminden bahsedebilirler.
Ancak Allah'ın adını zikrederken, Allah'ın büyüklüğünü, yaptıkları samimiyetsizlikleri bildiğini ve bundan dolayı kendilerini
azaplandırabileceğini düşünmezler.
Toplumda bu samimiyetsiz tavrın pek çok örneğine rastlanır. Bunlar arasında en bilinenlerden biri, bu tip insanların her
zor durumda kalışlarında, hemen "Allah'ın adı üzerine yalan
yere yemin etmeleri"dir. Bu yolla, ortada masum olduklarına dair inandırıcı hiçbir delil olmasa ve hatta haksızlıkları çok
açık olsa bile, karşı tarafı kolaylıkla ikna etmeyi başaracaklarını
sanırlar. Çünkü Allah'ın adını söyleyerek yemin etmekle insanların vicdanlarında derin bir etki bırakacaklarını düşünürler.
Özellikle de dindar insanlar arasında bu yöntemin çok daha etkili olacağına inanırlar.
Bu kimselerin kendilerine masum imajı verebilmek için tek
yaptıkları Allah'ın adını kullanarak yemin etmek değildir. Kendilerini temize çıkarabilmek için mümkün olan tüm imani öğeleri
bu yönde kullanmaya çalışırlar. Örneğin gösterdikleri tavır bozukluklarını makul bir zemine oturtabilmek için uzun uzun imani içerikli konuşmalar yaparlar. Güzel ahlaka ne kadar önem
verdiklerini, kötülükten nasıl dikkatle sakındıklarını, bu konuda
ne kadar hassasiyetle davrandıklarını anlatırlar. Yanlış bir tavrın
ahiretteki karşılığından çekindikleri için, bu tür davranışlardan
daima kaçındıklarını dile getirirler. Ancak menfaatleriyle çatışan
herhangi bir durumla karşılaştıklarında, bu anlattıklarının tam
tersi bir tavır göstermeleri samimiyetsizliklerini ortaya koyar.
Yine bu yönde başvurdukları bir başka samimiyetsiz yöntem
39
40
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
ise, yaptıkları kötülükleri örtüp bunlara makul açıklamalar getirebilmek için Kuran ayetlerini kendi çarpık mantıklarıyla yorumlamaya çalışmalarıdır. Allah Kuran'da tüm ayetlerin apaçık
bir dille indirildiğini bildirmiştir. Dolayısıyla Kuran'da yer alan
tüm ayetlerde ifade edilen anlam çok anlaşılırdır. Ancak şeytanın etkisi altına giren kimseler, kendilerini haklı çıkarabilmek
için çirkin bir cesaret göstererek yaptıkları vicdansızlıklarını,
yanlış yorumlar katarak söyledikleri ayetlere dayandırmaya çalışırlar.
Bu gibi şeytani yöntemler, olayları Kuran'a dayalı bir akıl ile
değerlendirmeyen kimselerde kimi zaman gerçekten de etkili
olabilir. Ancak Müslümanlar, kişilerin tavırlarını Allah'ın Kuran'da bildirdiği ölçülere göre değerlendirirler. Bir kimsenin
sadece diliyle Allah'ın isimini anması veya Allah'ın adı üzerine
yemin etmesi, konuşmalarında dini öğelere yer vermesi, kalbinin ne kadar temiz olduğunu dile getirmesi, o kişinin samimiyetine kanaat getirebilmek için yeterli değildir. Çünkü tüm
bunlar kalplerinde hastalık bulunan insanların, iman edenleri
yanıltabilmek için taklit edebilecekleri davranışlardır. Gerçek
samimiyetin göstergesi, kişinin sözleriyle dile getirdiklerini, tavırlarıyla da uygulaması, kötülüğün gizlisinden de açığından da
titizlikle sakınmasıdır.
Bunun da ötesinde böyle bir tavır bozukluğu içerisinde olan
bir kişinin asıl unutmaması gereken, insanlardan gizlemeyi her
ne kadar başarsa da, yaptığı kötülüklerin hepsine Allah'ın şahit
olduğudur. "... Onlardan hiçbir şey Allah'a karşı gizli kalmaz..." (Mümin Suresi, 16) ayetiyle bildirildiği gibi, Allah yapılan her kötülüğü ve bunları örtebilmek için öne sürülen her
samimiyetsiz mazereti tüm detaylarıyla bilmektedir. Bu nedenle insanın tüm bunların hesap gününde karşısına çıkacağını bi-
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
lerek hareket etmesi, Allah'ın rızasına uygun bir ahlak göstermeyi hedeflemesi gerekmektedir.
Masumiyetlerini ispatlayabilmek için seri
şekilde yalan söylemeleri
Şeytanın etkisiyle hareket eden insanların kendilerini masum gösterebilmek için başvurdukları yöntemlerden biri de yalan söylemektir. Ancak yalan söylemek deyince akla sadece çok
açık ve net olarak ortada olan bir konunun tam tersinin söylenerek gizlenmesi gelmemelidir. Şeytan kötülüğün sessiz dilini
öğrettiği insanlara, yalanı da ispatı çok zor olacak şekilde sinsice söylemenin yollarını gösterir. Eğer ispat edilemiyorsa, ortada gerçek anlamda bir yalan da olmadığına inanmalarını sağlar.
Ve bu yolla yalanın adı konulmamış bir şekilde gizliden gizliye
insanlar arasında yaygınlaşmasını ister.
Dolayısıyla söz konusu kişiler, aslında çok sık yalan söyledikleri halde, kendilerini bu tavır bozukluğundan müstağni görürler. Şeytanın bu yöntemiyle söyledikleri yalanlara ise farklı isimler takarak bunlara masumiyet kazandırmaya çalışırlar. Örneğin
"ağzımdan öyle çıktı", "yanlış ifade ettim", "eksik anlatmışım",
"yanlış hatırlamışım", "o kısmını söylemeyi unutmuşum", "başka
bir konuyla karıştırmışım" gibi açıklamalarla söyledikleri yalanı
iyi niyetli ve zararsız bir eylem gibi göstermeye çabalar, kendilerini de bu açıklamalara inandırırlar. Söyledikleri sözlerin dinleyenler tarafından "yalan" olduğu algılansa da, onların bunları
dile getirmekteki amaçlarının yalan söylemek olmadığını öne
sürerler. Önemli olanın bunları söylerken kalplerinde taşıdıkları "niyet" olduğunu ve kendilerinin de bu iyi niyetlerinden emin
olduklarını iddia ederler. Oysa bu da yine bir başka yalandır ve
kalplerine Allah'ı şahit gösterdikleri halde Allah yalan söyle-
41
42
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
mekte olduklarını bilmektedir.
Şeytan açıktan açığa yalana teşvik edemediği insanları işte
bu tür sinsi yöntemlerle dürüstlükten uzaklaştırır. Kimi zaman
bir konuyu olduğundan farklı, eksik ya da fazlasıyla anlattırarak, kimi zaman söylenen sözü daha sonrasında değiştirip kelimelerin anlamını saptırmaya teşvik eder. Kuran'ın "Gerçeği
sürekli ters yüz eden, günaha düşkün olan herkesin vay
haline." (Casiye Suresi, 7) ayetiyle bu kimselerin "gerçeği sürekli ters yüz ederek" söyledikleri yalanlara dikkat çekilmiştir.
Şeytanın etkisiyle hareket eden bu kimseler, makul olmayan davranışlarda bulunurken bunları sonrasında ne şekilde
açıklayacaklarını, bazen daha o eylemi yaparken akıllarından
geçirerek belirlerler. Bazen de bunun sonucunu hiç düşünmez;
yaptıkları kötü tavırlar ortaya çıktığında, kendilerini temize çıkarabilmek için bir anda refleks olarak yalana başvururlar. Söz
konusu kişilerin bu reflekslerini harekete geçiren ise elbette ki
yine şeytandır. Onlara bir konuyu en iyi ne şekilde tevil edebileceklerini, aksinin ispatını en iyi nasıl zorlaştırıp kendilerini
masum gösterebileceklerini ilham eder.
Ancak bir yalan genellikle peşinden pek çok yalanı da beraberinde getirir. Bu nedenle şeytanın etkisine giren kimseler
kendilerini temize çıkarabilmek için seri şekilde yalan söylemeye başlarlar. Sadece tek bir konudaki samimiyetsizliklerini
örtebilmek için, panik halde düşünmeden pek çok yanlış bilgi
verir, bozuk mantıklar öne sürerler. Söyledikleri yalanlar karşılarındaki kimseler tarafından çürütüldüğünde ise, ne yapacaklarını iyice şaşırır ve bu sefer de yanlış anlaşıldıklarını, haksızlığa uğradıklarını iddia edip üste çıkmaya ve konuyu kapatmaya
çalışırlar. Hatta böyle bir durumda, kendilerini temize çıkarmak adına yukarıdaki bölümde değindiğimiz gibi yalan yere ye-
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
min etmekten de çekinmezler.
Kuşkusuz bu onların Allah'ı gereği gibi tanımamalarından,
Allah adına edilen yeminin ne kadar büyük bir sorumluluk olduğunun şuurunda olmamalarından kaynaklanır. Allah'tan gereği gibi korkmamaları nedeniyle bu konuda çirkin bir cesaret
göstermektedirler. Yalan yere yemin edip Allah'ı şahit getirirken, gizlilerin gizlisini bilen Allah'ın kendilerini işittiğini akıllarına bile getirmemektedirler. Kaldı ki kendilerine hatırlatıldığında da şeytanın etkisinde oldukları için bu gerçeği göz ardı edebilmektedirler. Oysa belki şuurunda değillerdir fakat aslında bu
yalanları insanlara değil Allah'a karşı söylemiş olurlar. Kuran'da
"... Kendileri de bildikleri halde Allah'a karşı (böyle) yalan
söylerler." (Al-i İmran Suresi, 78) ayetiyle bu gerçeğe dikkat
çekilir. Kuran'ın "Şunların hiçbirine itaat etme: Yemin edip
duran aşağılık" (Kalem Suresi, 10) ayetiyle Allah, bu gibi insanlara itimat edilmemesi gerektiğine işaret etmektedir.
Kuran'da, Hz. Yusuf'un kardeşlerinin, ona karşı tasarladıkları "kötülüğü" örtebilmek için yine aynı yönteme; yalana başvurdukları bildirilmektedir. Kendi aralarında kardeşleri Hz. Yusuf'u öldürebilmek için bir plan kurmuş, ardından da onun "iyiliğini" istediklerini söyleyerek babalarından Hz. Yusuf'u kendileriyle birlikte göndermesi için izin istemişlerdir:
(Bu karara vardıktan sonra) "Ey Babamız," dediler.
"Sana ne oluyor, Yusuf'a karşı bize güvenmiyorsun?
Oysa gerçekte biz, onun iyiliğini isteyenleriz. Sen
onu yarın bizimle gönder, gönlünce gezsin, oynasın.
Elbette biz onu koruyup-gözetiriz." (Yusuf Suresi,
11-12)
Daha sonra Hz. Yusuf'u bir kuyunun dibine bırakmış, babalarına ise bir başka yalan ile gelerek onu bir kurdun kaptığını
43
44
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
söylemişlerdir. Bir yandan da 'biz doğruyu söylesek bile
sen bize inanacak değilsin' diyerek kendilerini masum göstermeye çalışmışlardır:
"Akşamüstü babalarına ağlar vaziyette geldiler. Dediler ki: "Ey Babamız, gerçek şu ki, biz gittik, yarışıyorduk. Yusuf'u da yiyeceklerimizin (veya eşyamızın) yanında bırakmıştık. Fakat onu kurt yemiş. Ne
var ki biz doğruyu söylesek bile sen bize inanacak değilsin. " (Yusuf Suresi, 16-17)
Babaları Hz. Yakup ise onların yalan söylemekte olduklarını fark ederek, sözlerine güvenmemiş ve onların kötü düzenlerine karşı Allah'a sığındığını belirtmiştir:
Ve üzerine yalandan kan (sürülmüş) olan gömleğini
getirdiler. "Hayır" dedi. Nefsiniz, sizi yanıltıp (böyle)
bir işe sürüklemiş. Bundan sonra (bana düşen) güzel
bir sabırdır. Sizin bu düzüp-uydurduklarınıza karşı
(Kendisi'nden) yardım istenecek olan Allah'tır." (Yusuf Suresi, 18)
Yaptıkları kötülüklerin sorumluluğunu
başkalarının üzerine atmaya çalışmaları
Allah Kuran'ın "... O, sizi daha iyi bilendir; hem sizi topraktan inşa ettiği (yarattığı) ve siz daha annelerinizin
karnında cenin halinde bulunduğunuz zaman da. Öyleyse kendinizi temize çıkarıp-durmayın. O, sakınanı daha
iyi bilendir." (Necm Suresi, 32) ayetiyle insanları nefislerindeki "kendilerini temize çıkarma" isteğine karşı uyarmıştır.
Ancak tavırlarını Kuran ahlakının gerektirdiği şekilde düzenlemeyen bazı kimseler, nefislerini kötülüklerden temizlemek yerine, bunları örtme yoluna giderler. Kimi zaman bu amaçla, sırf
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
kendilerini kurtarabilmek adına, yaptıkları samimiyetsiz bir tavrın sorumluluğunu bir başkasının üzerine yüklemeye çalışırlar.
Ancak bu noktada akla sadece işlenen bir suçu kabaca bir başkasının üzerine atmak gelmemelidir. Örneğin bir kişiye bir eşya için "bunu sen mi aldın?" dendiğinde, bu kişi "hayır ben değil, filanca kişi aldı" diye yalan söyleyecek olsa, diğer kişiye sorulduğunda yalanın hemen ortaya çıkacağı bellidir. Üstelik de
yalanın Allah'ın insanlara yasakladığı bir davranış şekli olduğunu
bilen kimseler, bile bile böyle bir tavır göstermeye vicdanen yanaşmazlar. Dolayısıyla şeytan, açıkça kötülük yapmaktan sakınan bu gibi kimselere genellikle bu tarz açık yalanlar söyletmekte başarılı olamayabilir. Bu durumda yapabileceği, onları kendi
ince metodlarına dayalı eylemlerde bulunmaya teşvik etmektir.
Bunun için kullandığı yöntem ise, bir kötülüğü yaparken bundan
duyacakları vicdani huzursuzluğu örtebilmek için, bu davranışlarının sorumluluğunu bir başkasına yüklemeye teşvik etmek
olur.
Şeytanın bu şekilde kandırdığı kimseler kendilerini temize
çıkarabilmek için çevrelerindeki insanların iyi niyetli sözlerini ya
da davranışlarını çarpıtır ve bunları mazeret göstererek kötü
tavırlarını meşru hale getirmeye çalışırlar. Kendi davranışlarının
sorumluluğunu yükleyecekleri bu kişilerin özellikle samimiyetleri, dürüstlükleri, güvenilirlikleri ve güzel ahlaklarıyla tanınan
kimselerden olmasına büyük özen gösterirler. Bu yolla, kendilerinin iyi niyetli bir şekilde, yalnızca bu kimselerin sözüne uyduklarını söyler; eğer ortada yanlış bir tavır varsa bunun asıl sorumluluğunun bu kişilerde olduğunu öne sürerler. Savundukları bu çarpık mantığa göre kendilerinin hiçbir suçu yoktur; onlar yalnızca "dürüst, samimi ve güvenilir" bildikleri insanların sözüne uymuş, dolayısıyla ortaya çıkan yanlış tavra da bu kişiler
45
46
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
sebep olmuştur.
Bu kişiler, bazen de olumsuz tavırlarını temize çıkarabilmek için aynı yöntemi sözlerin kelime anlamlarını çarpıtarak
uygularlar. Bir kelimenin aynı anda birkaç anlama birden gelişini kullanarak karşı tarafın gerçekte kastettiğini farklı şekilde
algıladıkları için böyle bir tavır gösterdiklerini öne sürerler.
Kuran'da bu gibi kişilerin samimiyetsiz tavırlarına "Ama zulmedenler, kendilerine söylenen sözü bir başkasıyla değiştirdiler..." (Bakara Suresi, 59) ayetiyle dikkat çekilmiştir.
Şeytan, etkisi altına aldığı kimseleri bu gibi sinsi yöntemlerle
kötülüğün içine sürüklemektedir.
Çoğunluğun aynı hatayı yaptığını söyleyerek,
tavırlarını makul hale getirmeye çalışmaları
Şeytanın etkisiyle hareket eden kimselerin kullandıkları samimiyetsiz yöntemlerden bir diğeri ise, kendileri gibi aynı yanlış tavır içerisinde olan insanların varlığını öne sürerek hatalarını makul göstermeye çalışmalarıdır. Bu aslında şeytanın en
bilinen yöntemlerinden biridir; insanları kötülüğe sevk ederken, çevrelerindeki olumsuz insanlardan örnekler göstererek
onları cesaretlendirir. Bu kimselerin de aynı tavırda bulunduğunu öne sürerek kişiyi bu tür bir davranışta bir yanlışlık olmadığına inandırmaya çalışır. Elbette ki vicdanları bu insanlara
gerçekte doğru olanı göstermektedir ancak nefislerini temize
çıkarmayı amaçlayan kimseler, şeytanın kışkırtmalarını bile bile kendilerine mazeret edinirler.
Kendilerine herhangi bir hataları hatırlatıldığında hemen bu
mazereti öne sürerek kendilerini haklı çıkarmaya çalışırlar. Bu
davranışın çevrelerindeki insanların büyük çoğunluğunda yay-
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
gın olması, söz konusu kişilerin savunmasının temel noktasını
oluşturur. Ama aslında bu durumun, yanlış tavırlarını meşru hale getirmeyeceğini çok iyi bilirler. Ancak buna rağmen, "bunu
yapan yalnızca ben değilim ki, şu kişiler de aynı tavırları
gösteriyor" ya da "bunu herkes yapıyor" gibi sözlerle kendilerine yöneltilen eleştiriyi geçersiz hale getirebileceklerini düşünürler. Bu yolla karmaşa oluşturup dikkatleri kendilerinden
uzaklaştırmak isterler.
Oysa Kuran'a göre bu mantığın hiçbir geçerliliği yoktur. Başkalarının da aynı suçu işliyor olması kişiyi sorumluluktan kurtarmaz; kurtarmadığı gibi hafifletici bir sebep de sayılmaz. Çünkü
Allah Kuran'ın "Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak
olursan, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar
ancak zanna uyarlar ve onlar ancak 'zan ve tahminle yalan söylerler." (Enam Suresi, 116) ayetiyle, insanları çoğunluğa uymamaları konusunda uyarmıştır. Pek çok insan aynı anda
aynı hataya düşebilir; ancak kişi tek başına vicdanının sesine uymakla ve Kuran ahlakını yaşamakla yükümlüdür. Her insan ahirette Allah'a tek başına hesap verecektir. Aynı hatayı bir kişi cahilliğinden, bir kişi yanıldığından, bir başka kişi ise kasıtlı olarak
art niyetle yapabilir. Hiçbir insan bir başkasının gerçek niyetini
bilemez. Ancak Allah tüm insanların niyetlerini, "sinelerinin
özünde" sakladıklarını bilir ve onları bundan sorguya çekecektir.
"Ey iman edenler, üzerinizdeki (yükümlülük) kendi
nefislerinizdir. Siz doğru yola erişirseniz, sapan size zarar
veremez. Tümünüzün dönüşü Allah'adır. O, size yaptıklarınızı haber verecektir." (Maide Suresi, 105) ayetiyle bildirildiği gibi her insan kendinden sorumludur. Kaldı ki söz konusu insanlar, "herkes yapıyor" bahanesini çoğunluğa kandıkları
47
48
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
için değil, doğruyu bildikleri halde kendilerini kurtarmak için
kullanmaktadırlar.
Oysa bu durumu Kuran ile değerlendirecek olurlarsa, yapılan her hatırlatmanın kendilerine mutlaka hayır getireceğinin
farkına varırlar. Çünkü yanlış bir tavır aynı anda pek çok insan
tarafından uygulanıyor bile olsa, Allah'ın bunun yanlışlığını o kişiye duyurmuş olması onun için büyük bir rahmettir. Olayı bu
şekilde değerlendirmek yerine, çoğunluğu delil göstererek bu
hatalı tavrın üzerini örtmeye çalışmak kişiye dünyada ve ahirette ancak kayıp getirir.
Yanlış tavırlarını bilinçsizce yaptıklarını iddia
etmeleri
Şeytanın telkinlerine uyan kimi insanlar da yaptıkları hatalara mazeret olarak "bilgisizliklerini" öne sürerler. Oysa bu da
şeytanın insanlara öğrettiği kendilerini masum gösterme yöntemlerinden biridir. Çoğu zaman aslında yanlışlığını çok iyi bildikleri kötülükleri, sanki hiç bilmeden ve farkında olmadan
yapmışlar gibi kendilerini savunmaya çalışırlar. "Bilsem yapar
mıydım?", "cahilliğimden, düşünemediğimden yaptım"
gibi ifadelerle kendilerini temize çıkarmak isterler. Elbette ki
bir insan bilmediğinden ya da cahillliğinden dolayı birtakım hatalarda bulunabilir. Ancak bu durum şeytanın etkisiyle oluşan
tavır bozukluklarından çok daha farklıdır. Kişinin bakışlarına,
ses tonuna, üslubuna, konuşmalarına yansıyan samimiyeti bu
konudaki dürüstlüğünün anlaşılmasını sağlar. Şeytanın etkisine
giren kişiler ise gerçekten bilmediklerinden değil, samimiyetsizliklerinden dolayı bu mazeretin ardına sığınmaktadırlar.
Gerçekte Allah'ın Kuran'da bildirdiği güzel ahlakın gerektirdiği
davranışlardan haberdardırlar. Bunun yanı sıra vicdanları da
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
nasıl bir ahlak göstermeleri ve hangi tavır bozukluklarından sakınmaları gerektiği konusunda her an kendilerini uyarmaktadır.
Kişinin buna rağmen bir tavır bozukluğu içerisine girmesi, bu
ahlakı kendisine hatırlatıldığında ise bunun bilgisizliğinden kaynaklandığını söylemesi dürüst bir davranış değildir. Söz konusu
kişiler bunu, kötülüğün sessiz yöntemlerinden biri olarak kullanmaktadırlar.
Kuran ahlakına uymayan bir tavrı, bilmedikleri için yaptıklarını söyleyen kimseler, bu samimiyetsizliklerini desteklemek
için "kalbinde olanı Allah'tan ve kendilerinden başka hiç
kimsenin bilemeyeceği" gerçeğini de kullanmaya çalışırlar.
Elbette ki insanların kalplerinde olanı ancak Allah bilebilir. İnsanlar ise, bir başkasının gerçek niyetini bilemezler. Ancak şu
da vardır ki, Allah insanların niyetlerini dışa yansıtan bazı alametleri Kuran ile bildirmiş ve müminlerin vicdanlarına bir kimsenin sinsiliğini ya da kötü niyetini anlayabilecekleri bir hassasiyet vermiştir. İman edenler, şeytanın etkisi altına giren kimseleri Kuran'da bildirilen bu alametler sayesinde fark edebilirler.
Ancak bu kimseler, ortada, yaptıkları sinsi kötülükleri ispatlayabilecek somut deliller olmamasını samimiyetsizliklerinin üzerini
örtebilmek için kasıtlı olarak kullanırlar. Bu yolla kendilerini güzel ahlaka çağıran kimselerin önünü kesip, kendilerine yöneltilen eleştirinin geçersizliğini ispatlayabileceklerini düşünürler.
Oysa bu düşünce onları çok daha büyük samimiyetsizliklere sürükler. Bu yolla yaptıkları samimiyetsizliğin çevrelerindeki insanlar tarafından anlaşılmadığına inanacak olurlarsa, daha sonra
bu tür bir durumla her karşılaştıklarında aynı yönteme başvurabileceklerdir.
Şeytan, nefislerini temize çıkarabilmek için insanlara kötülüğün sessiz dilinin bunun gibi daha pek çok ince metodunu öğ-
49
50
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
retir. İnsanın tüm bunlardan sakınabilmesi için, aklından hiç çıkarmaması gereken önemli bir gerçek vardır. Allah Kuran'ın
"... onlar, ancak kendi nefislerini saptırırlar ve sana hiçbir şeyle zarar veremezler. Allah, sana Kitab'ı ve hikmeti indirdi ve sana bilmediklerini öğretti..." (Nisa Suresi,
113) ayetiyle insanların yaptıkları kötülüklerle ancak kendilerine zarar verdiklerini hatırlatmıştır. Küçük ya da büyük gizli ya
da açık olsun, Allah insanlara kötülüğün her türlüsünden sakınmalarını bildirmiştir. Yanlış olan bir tavrı ispat edilemeyecek
şekle getirip saklamak, insan için bir kazanç değil büyük bir kayıptır. Kuran ahlakına en uygun olan tavır, böyle bir durumda
yapılan yanlışlığı samimiyetle kabul edip, bunu Allah'ın beğeneceği bir ahlak ile telafi etmek olmalıdır.
Çocuk karakteri göstererek kendilerini masum
göstermeye çalışmaları
Her insan yetişkin olana kadar bir çocukluk dönemi yaşamış ve bu yaşlarda gösterdiği karakterin çevresindeki insanlar
üzerindeki etkisine şahit olmuştur. Çocuk olmanın kişiye sağladığı doğal birtakım avantajları olduğunu görmüş, insanların
çocuklara içten bir sempati ve anlayış ile yaklaştıklarını tecrübe etmiştir. Tüm bu tecrübeler kişilerin aklında yer etmiş ve
hangi tavrın nasıl bir tepkiyle karşılaşacağı konusunda bilgi sahibi olmalarını sağlamıştır. Kimi insanlar ilerleyen yaşlarında
da, sıkıştıklarını düşündükleri bazı anlarda, geçmişteki bu tecrübelerine dayanarak çocuk karakterine ilişkin birtakım özellikler gösterirler. Ancak bunları hala çocukluktan kurtulamadıkları için değil, bu şekilde davrandıklarında etraflarındaki insanlarda çocukluklarındaki gibi yine sempati, merhamet, acıma
gibi etkiler oluşturabileceklerine inandıkları için yaparlar.
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
Özellikle de hata yaptıklarında, bu tavırlarının karşılarındaki insanlar tarafından makul görülebilmesi için bu yönteme başvururlar. Çünkü çocuklar henüz bir gelişme ve eğitim süreci içerisinde olduklarından, pek çok konudaki hatalarını bilinçli olarak yapmazlar. Bundan dolayı çocuklara, gösterdikleri yanlış tavırlardan dolayı kızılmaz; aksine anlayış, hoşgörü ve şefkat ile
karşılık verilir. Yaptıkları hemen herşey makul karşılanır; "çocuktur, ne yapsa yeridir", "çocuk aklı işte", "çocuktur aklı ermez" gibi değerlendirmelerle yaklaşılır. Ancak elbette ki belirli
bir eğitim sürecinin ardından her insan olgun ve akıllı bir kişilik
sahibi olabilecek bir seviyeye ulaşır.
Şeytanın insanlara öğrettiği önemli samimiyetsizliklerden biri olan bu kasıtlı çocuklanma tavrı, Kuran ahlakını yaşamayan
insanlar arasında belki beklenen karşılığı bulabilir. Ancak iman
eden kimseler, Allah'a iman eden, ahirete inanan kişilerin imani bir olgunluk, istikrarlı ve dirayetli bir kişilik gösterebilecek
bir akla sahip olduklarını bilirler. Bu nedenle nefisleriyle çatıştıkları anlarda eğer çocuk karakterine benzer tavırlar gösterilirse bunların şeytanın etkisinden kaynaklandığını anlarlar. Çünkü Allah'ın insanlara bildirdiği sorumlulukların yerine getirilmesi ve Kuran ahlakının yaşanabilmesi için akıl ve şuur açıklığının
gerektiğini bilirler. Aynı zamanda Allah'ın gücünü, hesap gününün varlığını, cehennem azabının zorluğunu bilerek, kolaylıkla
anlayıp güç yetirilebilecek konuları bile bile anlamazlıktan gelip
çocuklanmanın insana nasıl bir sorumluluk yükleyeceğinin de
farkındadırlar.
Şeytan kimi insanlara tüm bu gerçekleri unutturur ve kendilerini masum gösterebilmeleri için onları bu gizli yöntemin ardına saklanmaya teşvik eder. Bazen yalnızca bir hata yaptıklarında, samimiyetsizliklerini örtebilmek için bu yola başvururlar.
51
52
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
Kişilikli ve aklı başında bir insanın ses tonu yerine, acizliklerini
ve masumluklarını ifade edeceğini düşündükleri bir çocuk sesi
ile konuşurlar. Kimi zaman konuşamama taklitleri yapar; söyleyecekleri kelimeyi bulamıyormuş, ne demek istediklerini ifade edemiyormuş hatta cümle dahi kuramıyormuş gibi davranırlar. Çok heyecanlanmış, aklı karışmış ve konuyu toparlayamıyormuş gibi yaparak karşı tarafı masum oldukları yönünde
etkilemeye ve kendilerini acındırmaya çalışırlar. Bir yandan da
bu şekilde vakit kazanarak, kendilerini nasıl temize çıkarabilecekleri konusunda kendilerine yeni yöntemler ararlar. Halbuki konuşamama gibi bir sorunları yoktur.
Aynı şekilde bakışlarında da hiçbir sorun yoktur. Ama bu
yönde de samimiyetsiz bir yola başvurur, kurnazlıklarını ve
sahtekarlıklarını gizlemek için olabildiğince saf bakışlarla bakarlar. Bununla da sanki hiçbir şeyden anlamaz, sinsilik nedir, kötülük nedir bilmez bir izlenim oluşturmaya çalışırlar. Keskin,
dikkatli ve akıllı bakışlarla bakabilen kimseler oldukları halde,
kasıtlı olarak bu bakışlarını saklayarak çevrelerindeki insanları
aldatmayı hedeflerler.
Çocuklanan sesin, kesik konuşmaların ve saf bakışların yanı sıra, -yine hiç öyle olmadıkları halde- beceriksizlik gösterileri yaparak, vermek istedikleri çocuk imajını güçlendirmeye
çalışırlar. En basit şeyleri bilmiyor, beceremiyor gibi bir tavır
içerisine girerler. Bununla, 'tıpkı bir çocuk gibi' sorumluluk
yüklenemeyecek kimseler olduklarına kanaat getirtmeye çalışırlar. Böylece kendileri hakkında "o safi niyetlidir, kötülük
yapamaz; istese de bilmez, beceremez" dedirterek şefkat
duyulması gereken, zararsız ve masum bir insan imajı oluşturmaya çalışırlar. Dikkat çeken önemli bir başka özellikleri ise,
işlerine geldiği zaman çocuk taklidi yapıp çevrelerindekileri
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
gerçek hallerinin bu şekilde olduğuna inandırmaya çalışan bu kişilerin, menfaatleriyle çatıştıkları anlarda birdenbire karakter
değiştirmeleridir. Bir anda çocuklanan, etrafına saf bakışlarla
bakan, derdini anlatmaktan aciz, beceriksiz kişi gider, son derece dikkatli ve kişilikli bir insan gelir.
Bazen de boş bulundukları bir anda gerçek yüzleri ortaya çıkar ve şeytanın etkisi altında olduklarına dair alametler açıkça
görünür. Ancak bunun fark edildiğini anladıklarında hemen toparlanır ve çevrelerine vermek istedikleri imaja uygun olarak
çocuk taklidi yapmaya geri dönerler. Tüm bu samimiyetsiz yöntemler ise bu kimselerin çocuk karakterini, şeytanın bir oyunu
olarak kasıtlı bir tavır olarak uyguladıklarını ortaya koymuş
olur.
Görüldüğü gibi, şeytan bu kişileri telkinleriyle peşinden sürüklemekte ve istediğini yaptırmaktadır. Oysa Allah bir ayetinde "Ey iman edenler, şeytanın adımlarına uymayın. Kim
şeytanın adımlarına uyarsa, (bilsin ki) gerçekten o (şeytan) çirkin utanmazlıkları ve kötülüğü emreder..." (Nur
Suresi, 21) sözleriyle kendilerini temize çıkarmak için şeytanın
peşinden giden insanları bu ahlak bozukluğuna karşı uyarmaktadır.
Kuşkusuz bir insanın aklı başında, kişilikli, güzel bakan, güzel
konuşan, yetenekli, normal, samimi bir insan olmak varken çocuk ahlakını tercih ederek kendini bunların tam tersi şekilde tanıtmaya çalışması, aklın kabul edebileceği bir tercih değildir. Bu
insanların şeytanın etkisiyle böyle bir karakter sergiledikleri
çok açıktır. Şeytan bu kişileri samimiyetsizliğe teşvik edip ardından da onlara bunu gizlemenin yollarını göstermiş ve çocuklanırlarsa masum görüneceklerine inandırmıştır. İman eden bir
kimsenin, Allah'ın gücünü, Kuran ayetlerini bilerek samimiyet-
53
54
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
sizliğe yanaşması ise ahirette onu büyük bir azabın içerisine sürükleyebilir. Kuran'ın "... Allah'ın ayetlerini oyun (konusu)
edinmeyin ve Allah'ın size verdiği nimeti ve size öğüt
olarak indirdiği Kitab'ı ve hikmeti anın. Allah'tan korkup-sakının ve bilin ki, Allah herşeyi bilendir." (Bakara Suresi, 231) ayetiyle Allah insanları "ayetleri bir oyun konusu
edinmemeleri" konusunda uyarmıştır. Bir kimsenin, şuuru açık
ve aklı yerindeyken, Allah'ın ayetlerini açık bir şekilde kavrayabiliyorken kasıtlı olarak çocuk imajına bürünmeye çalışması bu
ayetin hükmüne girebilir. (En doğrusunu Allah bilir)
Böyle bir durumda akıl ve iman sahibi bir kimsenin yapması gereken, insanların gözünde temize çıkabilmek için samimiyetsiz yöntemlere başvurmak değil, yalnızca Allah'ın rızasını
kazanmayı hedeflemesidir. Bunun için yapacağı ise samimi olmak ve hatalı bir davranışta dahi bulunsa bunu örtmek yerine
Allah'ın affediciliğine sığınıp tevbe etmektir.
NEGATİFLİKLERİNİ VE
HOŞNUTSUZLUKLARINI KÖTÜLÜĞÜN
GİZLİ DİLİYLE İFADE EDENLER
Kötülüğün sessiz dilini tüm insanlar arasında yaygınlaştırmaya çalışan şeytanın bu amaçla insanlara öğrettiği yöntemlerden bir diğeri de "negatiflik"tir. Negatiflik, temelde kişinin
Allah'ın, -gizli ya da açık- yapılan her kötülüğü gördüğünü ve
insanın ahirette tüm bunların karşılığını eksiksiz olarak alacağını unutmasından kaynaklanır. Bu şuur bulanıklığıyla ortaya çıkan negatif kişilik, gizli kötülüklerin en yoğun şekilde yaşandığı
karakterlerden biridir. Şeytanın telkinleriyle negatif bir tavır
içerisine giren bir kimse birbiri ardınca kötü ahlak özellikleri
göstermeye başlar. Ancak tüm bunları, yine ispat edilmesinin
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
mümkün olmadığını düşündüğü "kötülüğün sessiz dili"nin ardına sığınarak yapar.
Negatif bir ruh hali içinde olan bir kişinin aklında şeytanın
etkisinden kaynaklanan çok fazla kuruntu, şüphe ve olumsuzluk
vardır. Eğer şeytanın etkisinden kurtulmak isterse, elbette ki bu
düşüncelerin her birine Kuran ile gereken cevabı vererek, negatif ruh halinden hemen sıyrılabilir. Ancak bu kuruntularla
oyalanma halinde olduğundan, şeytanın baskısından kurtulmanın kolaylığını düşünmez. Söz konusu insanları negatif ruh haline iten sebepler ise, çoğu zaman gerçekle yakından uzaktan
bağlantısı olmayan boş kuruntulardan ibarettir. Akla ve mantığa son derece uzak olan bu saçma düşünceler Kuran ile değerlendirilerek deşifre edildiğinde geçersizlikleri hemen ortaya çıkar ve şeytanın etkisi de hemen dağılır.
İnsanın aklına yer eden ve onu negatif ruh haline sürükleyen
bu kuruntuların temelinde ise genellikle "hoşnutsuzluk" vardır. Nefis, Allah'ın yarattığı sayısız nimet ve güzelliğe rağmen
onu hoşnutsuz olacak, karamsarlığa kapılacak, herşeyin olumsuzluklarını görecek bir ahlaka sürüklemeye çalışır. Böyle bir
ahlak anlayışında ise kişi karşısına çıkan herhangi bir şeyden sebepsiz yere hoşnutsuzluk duyabilir; yaşadığı hayattan, içinde bulunduğu ortam ve şartlardan, çevresindeki insanların tavırlarından, karşılaştığı olaylardan, kendi ruh halinden, tavırlarından veya bunlar gibi daha pek çok konudan negatif bir ahlaka yönelebilir. Bazen de bu hoşnutsuzluğun sebebi, henüz yaşanmamış ve
yaşanacağına dair hiçbir bilgilerinin olmadığı geleceğe yani gayba dayalı olaylardır. "Ya şöyle bir şey olursa" ya da "bunun
sonucunda kesin böyle bir olay olacak" gibi tamamen karamsarlığa dayalı, ancak hiçbir gerçeklik payı olmayan olayları
düşünerek hoşnutsuz olurlar.
55
56
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
Ancak bu düşüncelerin ve bunların ortaya çıkardığı tavırların hiçbiri Kuran ahlakına uygun değildir. Bu nedenle şeytan bu
ruh halini imanları zayıf olan veya kalbinde hastalık olan insanlara yaşatmaya çalışır. Yaşanan hoşnutsuzlukların temeli kişinin
çevresindeki insanlara dayalı olduğunda, şeytan bu negatif ruh
halinin gizli bir dille ve ispatı mümkün olmayacak şekilde bu
kimselere hissettirilmesini ister. Zira Kuran ahlakından uzak
bir yaşam süren cahiliye toplumlarında bu dil, insanların birbirlerine gizli mesajlarla ne demek istediklerini ve birbirlerinden
neler talep ettiklerini anlatmak için kullanılmaktadır. Şeytan bu
ahlakı iman edenler arasında da yerleştirmek ve onların da
imalı, nükteli ve mesaj içerikli birtakım gizli tavırlarla anlaşmalarını ister. Bu şekilde onları Kuran ahlakından uzaklaştırıp sinsiliğe ve kendi ahlakına yaklaştırabileceğini düşünür.
Şeytanın bu çağrılarına kulak asanlar ise bunun en büyük
zararını yine kendileri görürler. Allah'ın rızasına ve Kuran'a uygun bir ahlak gösterilmediği sürece, sıkıntı ve huzursuzluk kişinin hayatından eksik olmaz. Yemek, içmek, uyumak, dinlenmek, nimetlerden zevk almak, dostluğun, sevginin tadını almak, neşeli, huzurlu, mutlu olmak bu insanlar için adeta imkansız hale gelir. Bunun yanı sıra yaşadıkları ruh halini ve hoşnutsuzluklarını açıkça dile getirip çözüm arayamamaları da bu kişileri büyük bir gerilime sürükler. Onlar böylesine bir zorluk
ve gerilim içindeyken, karşılarındaki insanların hiçbir şeyden
habersiz, rahat ve huzurlu olmaları ise bu gerilimi dayanılmaz
boyutlara ulaştırır. Kimi zaman bu nedenle çevrelerindeki insanlara karşı gizliden bir öfkeye dahi kapılabilirler. Tüm bu kuruntularla içten içe kendilerini sürekli olarak doldurdukları için
negatifliklerinin derecesi giderek daha da artar.
Bu kişilerin yaşadıkları negatif ruh hali, imanı tam olarak
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
kavrayamamalarından ve Allah'a gereği gibi teslim olmamalarından kaynaklanmaktadır. Bu nedenle "Allah, kimi hidayete erdirmek isterse, onun göğsünü İslam'a açar; kimi saptırmak isterse, onun göğsünü, sanki göğe yükseliyormuş gibi dar ve sıkıntılı kılar. Allah, iman etmeyenlerin üstüne
işte böyle pislik çökertir." (Enam Suresi, 125) ayetiyle bildirildiği gibi, Allah bu kimselerin üzerine manevi bir kir çökertmekte ve onların kalbine dayanılmaz bir sıkıntı vermektedir.
İlerleyen satırlarda şeytanın kontrolüne giren insanların, kötülüğün gizli ve sessiz diliyle negatifliklerini hangi eylemlerle ortaya koyduklarını ve bunu hangi mantıklarla meşru gördüklerini anlatarak, şeytanın insanlara oynadığı bu oyunu deşifre edeceğiz.
Sessizlik ve suskunlukla yapılan gizli protesto
yöntemleri
Şeytani düşüncelerin neden olduğu negatif kişiliğin özel bir
ruh hali vardır. Suskunluk ise, bu ruh halindeki kimselerin en
önemli silahlarından biridir. Çevrelerindeki olaylardan ya da insanlardan duydukları rahatsızlığı en iyi ifade etme şekillerinden
birinin bu durgun ve sessiz halleri olduğunu düşünürler. Böylece çevrelerindeki insanların dikkatlerini kendi üzerlerine çekmek, onlara ortada olağan dışı bir şey olduğunu hissettirmek isterler. Asıl hedefleri ise içerisinde bulundukları durumun, onlardan kaynaklandığını düşünmelerini ve bunu telafi etmeye çalışmalarını sağlamaktır. Bu, Kuran ahlakından farklı bir yaşam
süren insanlar arasında çok yaygın olarak uygulanan bir yöntemdir.
Kişiler birbirlerine bir şey anlatmak istedikleri zaman önce
ortada tuhaf bir durum olduğunu hissedecekleri bir tavır içeri-
57
58
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
sine girerler. Genellikle de bu kimselere "ne oldu, neyin var,
canın bir şeye mi sıkıldı, nasıl yardımcı olabilirim?" gibi sorular
sorularak bu ruh halinden kurtulmaları sağlanmaya çalışılır.
Karşı taraf ise içerisinde bulunduğu ruh halinin bir gereği olarak, bu tür iyi niyetli sorulara da aynı tutuk tavır içerisinde karşılık verir. "Yok bir şey", "sana öyle gelmiş", "uykusuzum, yorgunum ondandır" gibi, kasıtlı olarak geçiştirici yanıtlar verirler.
Bunun dışında ise mümkün olduğunca hiçbir konuda yorum
yapmaz, konuşulan konulara katılmaz ve sessiz kalırlar. Arada
sırada kısa cümlelerle söze girdiklerinde de soğuk ve resmi bir
üslup kullanmaya özen gösterirler. Özel bir ses tonuyla "evet",
"hayır" ya da "bilmiyorum" gibi kısa ve kestirme cevaplar verirler. Dikkatlerini çekmek istedikleri kişiler gelip kendileriyle
ilgileninceye ve hatta istedikleri gibi üzerlerine düşünceye kadar bu protestolarını sürdürürler. Bunu elde ettiklerinde de
yine bir süre daha ağırdan alır, bu durum kendi iradeleri dışında gelişiyor imajı verebilmek için, 'zamanla açılıyormuş' gibi bir
tavır içerisine girerler.
Birkaç soru, biraz ilgi ve ihtimamın ardından yavaş yavaş ses
tonlarını normale döndürür, ara ara konuşmalara katılır, ara
ara zor da olsa neşelenebiliyormuş gibi yapar ve en sonunda
da normal hallerine dönerler. Bu şekilde ağırdan almalarının
nedeni, karşılarındaki insanlara bu olumsuz ruh halinin karşı
tarafın hatalı tavırlarından kaynaklandığını ve dolayısıyla yine
ancak onların tavırlarını değiştirmeleriyle değişebildiğini ispatlamış olmaktır.
Bazen de çevrelerindeki insanların dikkatlerini ve ilgilerini
üzerlerine çekebilmiş olmaları da bu tavır bozukluklarının ortadan kalkması için yeterli olmaz. Şeytan bu kimseleri negatif
bir ruh haline yöneltip suskunlaştırırken onları ne istediklerini
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
tam olarak bilmez bir tavır içerisine sokar. Bu durumda ilgi gösterilse de, gösterilmese de tavırlarını değiştirmezler. Söz konusu kişi bir kez şeytana uymuş ve böyle olumsuz ve protesto
eden bir kişilik sergilemeye başlamıştır ve aslında bundan istediği anda kurtulabilecek bir iradeye de sahiptir; çünkü bunu
kendi isteğiyle kasıtlı olarak yapmaktadır. Ancak mevcut ruh
halinin ne ile çözüleceği belli değildir; eğer bir anda bu samimiyetsiz tavırdan vazgeçip aklı başında bir kişilik gösterecek, canlı, konuşkan olacak olursa, bu onun diğer tavırlarını kasıtlı olarak yaptığını kesin olarak ortaya çıkaracaktır. İşte başında şeytana uyarken bu detayı göz ardı ettikleri için, daha sonra bu durumdan kurtulmak istedikleri halde, samimiyetsizliklerinin deşifre olmaması için sessiz protestolarını sürdürmeyi tercih
ederler. Şeytan da bu durumdan yararlanır ve sözde kurtarmak
adına onları başka gizli kötülüklerin içine sürükler.
Böyle bir durumda en büyük zararı ise yine şeytana kulak
veren insanların kendileri görürler. Yaşadıkları olumsuz ruh hali nedeniyle mutsuz ve huzursuz olur, sürekli olarak birtakım
hesaplar peşinde koşmalarından dolayı içlerinden geldiği gibi
davranamazlar. Vicdanlarının sesini bile bile dinlemedikleri için,
bir süre sonra artık doğru yolu göremeyecek, yaşadıkları zorluklara çözüm bulamayacak hale gelirler. Allah, şeytanın telkinlerine kapılan ve bunda direnen kimselerin anlayışlarını kapatır
ve onları kendi samimiyetsizlikleri içinde debelenip duran aciz
kimseler haline getirir. Bunun ardından, önceleri kasıtlı olarak
protesto amacıyla yaptıkları suskun, içine kapalı ve durgun hallerini asıl kişilikleri haline getirirler. Şeytanın verdiği azap ile
akılları durgunlaşan ve dilsizleşen bu insanların hem aklen hem
de fiziksel olarak güçleri kırılır. Kuran ayetlerinde verilen örnekler bu gibi insanların ruh hallerine şöyle dikkat çekmektedir:
59
60
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
Allah şu örneği verdi: İki kişi; bunlardan birisi dilsiz,
hiçbir şeye gücü yetmez ve herşeyiyle efendisinin üstünde (bir yük), o, onu hangi yöne gönderse bir hayır
getirmez; şimdi bu, adaletle emreden ve dosdoğru yol
üzerinde bulunanla eşit olabilir mi? (Nahl Suresi, 76)
Bir başka Kuran ayetinde ise "Gerçek şu ki, Allah Katında, yerde debelenenlerin en kötüsü, (bir türlü) akıl erdirmez olan sağırlar ve dilsizlerdir." (Enfal Suresi, 22) sözleriyle, bu kimselerin durumuna dikkat çekilmektedir. Kuran ahlakında ise böyle sessiz bir dilin, imalı hareketlerin, şeytanın etkisiyle yapılan negatif tavırların yeri yoktur. Müminlerin her
konudaki ölçüsü Kuran'dır. Ortada yanlış bir şey varsa Kuran
ahlakının gereği, bunun akıllı bir üslupla, sözün en güzeliyle
açıkça söylenmesidir. Ayrıca iman edenler vicdanlarının sesini
esas aldıkları için, Kuran'a uygun her hatırlatmadan öğüt alıp
buna daha güzeliyle karşılık vereceklerdir.
Gözlerde gizlenen hainlik ve
yüzdeki karanlık ifade
Gözler, bir insanın ruhunda yaşadığı tüm duyguları yansıtan
önemli bir samimiyet ölçüsüdür. İman eden kimseler gözlerinin bu özelliğini en hayırlı şekilde kullanır, sözleriyle ve tavırlarıyla olduğu kadar gözleriyle de güzel ahlaklarını ortaya koyarlar. Dolayısıyla yüzlerinde son derece aydınlık, nurlu ve temiz bir ifade hakimdir. Bakışlarından Allah'a derin bir teslimiyetle bağlı oldukları, dürüst, güvenilir, samimi, akıllı, vicdanlı ve
huzurlu kimseler oldukları anlaşılır.
Şeytanın etkisi altına giren kimselerin yüzlerinde ise bu
özellikleri görebilmek genellikle mümkün olmaz. Şeytanın kendilerine telkin ettiği negatif ruh hali nedeniyle yüzlerinde hu-
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
zur ve güvenlik ifadesinden eser yoktur. Aksine kalplerindeki
olumsuz düşüncelerin yüzlerine yansımasından dolayı karanlık,
ne düşündüğü belli olmayan, anlaşılmaz bir ifadeleri vardır. Her
ne kadar yaşadıkları şeytani ruh haline dair hiçbir delil vermediklerini düşünseler de, aslında yüzlerinin bu hali, hayırlı ve iyi
düşünceler içinde olmadıklarının bir delilidir. Bu yüzün ardında
daha nelerin gizlendiğinin bilinememesi ise tedirgin edicidir.
Elbette ki söz konusu kişiler de yüzlerinde oluşan bu negatif etkinin, karanlık ve zilletin farkındadırlar. Belki bir olaydan,
belki bir kişinin tavırlarından belki de hiçbir gerçeklik payı olmayan, tamamen kafalarında kurdukları düşünceleri samimiyetsizce yorumlamalarından dolayı bu negatif ruh haline girmişlerdir. Ve bu hoşnutsuzluklarını da gizliden gizliye çevrelerindekilere anlatabilmek için bu şeytani metodu kullanmaktadırlar.
Allah Kuran'da yaptıkları kötülükler nedeniyle vicdanları kararan insanların yüzlerini bir zillet bürüdüğünü bildirmektedir:
Kötülükler kazanmış olanlar ise; her bir kötülüğün
karşılığı, kendi misliyledir. Bunları bir zillet sarıp kaplar. Onları Allah'tan (kurtaracak) hiçbir koruyucu
yok. Onların yüzleri, sanki bir karanlık gecenin parçalarına bürünmüş gibidir. İşte bunlar ateşin halkıdırlar;
orada süresiz kalacaklardır. (Yunus Suresi, 27)
Yüzleri adeta bir gece kadar karanlık olan bu insanların bakışları normal değildir. Gözlerinde rahat, huzurlu ve mutmain
bir ifadeye rastlamak çok zordur. Yoğun olarak negatif bir ruh
hali içinde olduklarından tedirginlikleri ve tevekkülsüzlükleri
gözlerine yansır; bu gerilim gözlerinde fiziksel anlamda da bir
kasılma oluşturabilir. Gözler olabildiğince küçülür ve donuklaşır. Zihinleri nasıl şeytanın etkisinde ise aynı şekilde gözleri de
yoğun olarak şeytanın etkisi altındadır. Yoksa bir insanın gözle-
61
62
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
ri ortada hiçbir şey yokken sebepsiz yere böyle bir hal almaz;
mat ve anlamsız bakışlarla bakmaz. Samimi, dürüst normal bir
insanın gözü açık, canlı ve parlaktır. Yaşadığı olaylar doğrultusunda gözünde çeşit çeşit insani anlamlar oluşur. Böyle bir insanın gözlerine rahat bakılabilir ve bağlantı kurulabilir. Şeytanın etkisinde olan insanların gözlerine bakmak ise son derece
zor ve yorucudur. Bu kişi ile aynı ortamda bulunulduğu sürece üzerindeki negatif etki, orada bulunan diğer tüm insanları
huzursuz eder.
Bu noktada şunu da belirtmek gerekir ki, elbette bu bakış
bozukluğunu düzeltebilmek tamamen kişinin kendi iradesinde
olan bir durumdur. Kalbindeki kuruntuları, şeytandan gelen
kötü düşünceleri bir kenara atıp yerine Kuran ahlakına uygun
hayırlı düşünceler koyduğu zaman, yüzü de bakışları da Allah'ın
izniyle aydınlanacak ve güzelleşecektir. Hatta güzel ahlakı ve
Rabbimiz'e olan teslimiyeti doğrultusunda yüzündeki nur, bakışlarındaki anlam da giderek derinleşecektir. Ancak söz konusu kişiler bu bakışları belirli hedefler doğrultusunda kasıtlı olarak yaptıkları için bu durumu ortadan kaldıracak bir çaba harcamaktan da kasıtlı olarak kaçınırlar.
Allah insanları tanımada ve teşhis etmede bakışların önemine Kuran'ın pek çok ayetinde işaret etmiş; "Eğer Biz dilersek, sana onları elbette gösteririz, böylelikle onları simalarından tanırsın..." (Muhammed Suresi, 30) ayetiyle yüz ifadelerinin münafıkları tanıtan önemli bir özellik olduğunu belirtmiştir.
Allah Kuran'da Peygamberimiz (sav) döneminde yaşayan
bir grup samimiyetsiz insanın bakışlarından da örnekler vermiştir. Bir ayette, Peygamber Efendimiz (sav)'e olan bakışlarındaki bozukluğun şiddetini "O inkar edenler, zikri (Kuran'ı)
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
işittikleri zaman, seni neredeyse gözleriyle devireceklerdi..." (Kalem Suresi, 51) şeklinde bildirmiştir.
Oysa ne şekilde bakarsa baksın her insanın unutmaması gereken önemli bir gerçek vardır; Allah kendisini her an görmektedir. Kuran'ın "Gözler O'nu idrak edemez; O ise bütün
gözleri idrak eder. O, latif olandır, haberdar olandır."
(Enam Suresi, 103) ayetiyle Allah bu durumu insanlara bildirmiştir. Bir başka ayette ise "(Allah,) Gözlerin hainliklerini
ve göğüslerin sakladıklarını bilir." (Mümin Suresi, 19) hükmüyle haince bakan gözlere, bu kişilerin kalplerinde sakladıklarına dikkat çekilmiştir.
Şeytanın etkisine kapılarak, bazı kötü ahlak özelliklerini kalplerinde gizlice yaşatan bu insanların göz ardı etmemesi gereken
çok önemli bir konu daha vardır. Bu kimseler gerçek niyetlerini tavırlarında belki açıkça göstermiyor ve kötü ahlak özellikleri içeren davranışlardan titizlikle sakınıyor olabilirler. Ancak
unutulmamalıdır ki kişinin yaşadığı şeytani ruh halini yansıtan
gözlerindeki ifade de ona ahirette büyük sorumluluklar yükleyebilir. Bir insan diğer her tavrına çok dikkat ettiği halde sırf
içinde gizlediği ve bakışlarına yansıyan kötülüklerden dolayı günaha girebilir, Allah'ın rızasını ve cennetini kazanamayabilir. (En
doğrusunu Allah bilir) Allah Kuran'da, dünya hayatında sorumsuzca yüklendikleri nedeniyle ahirette büyük bir pişmanlığa kapılacak olan kimselerin varlığını hatırlatarak, tüm insanları bu
tehlikeye karşı uyarmaktadır:
... Öyle ki, saat (kıyamet günü) apansız onlara geliverince, günahlarını sırtlarına yüklenerek: "Onda (dünyada) sorumsuzca yaptıklarımızdan dolayı yazıklar
olsun bize…" derler. Dikkat edin, o işleyip-yüklendikleri ne kötüdür. (Enam Suresi, 31)
63
64
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
Olumsuz ve karamsar bir üslup kullanmaları
Şeytan, sinsice kontrolü altına aldığı insanları Kuran dışı bir
tavır içerisine sürüklemek için onlara çeşitli olumsuz konuşma
yöntemleri öğretir. Bu konuşma üslubunun, içerdiği şeytani
yönlerin ispat edilmez olmasına büyük özen gösterilir. En temel özelliklerinden biri ise, ilk bakışta olumlu bir konuşma gibi görünmesidir. Dinleyen, konuşan kişinin son derece faydalı
bir konuya değindiğini ve sonuçta da sözlerini yine Kuran'a uygun bir konuya bağlayacağını sanır. Nitekim konuşmanın genel
çatısından bu yönde bir anlam da çıkar. Ancak aralarda çok ince metodlarla yerleştirilmiş Kuran'a uygun olmayan şeytani
mantıklar olur.
Kişinin söylediği cümleler kağıt üzerinde yazılı hale getirilse belki bunu okuyan bir kişi anlatılanlarda şeytani hiçbir anlam göremeyecektir. Ancak şeytan kişiye bunları söyletirken
öyle detaylarla destekler ki, kullandığı kelimeler olumlu anlamlar içerdiği halde konuşmaları dinleyenler üzerinde tam tersi
bir izlenim bırakır. Yer yer yapılan vurgular, ses tonundaki iniş
çıkışlar, konuların ya da cümlelerin ard arda getiriliş sırası, çeşitli mimikler, yüz ifadesi ya da bakışlarla yapılan destekler anlatılanlara çok farklı anlamlar ekler. İman sahibi bir kimse, bu
tür bir konuşmayı dinlediğinde Kuran ahlakına uygun bir akla
ve vicdana sahip olmasından dolayı burada gizlenen şeytani
özellikleri tüm detaylarıyla fark eder.
Böylesine olumsuz bir üslupla şeytanın amaçladığı şey nedir? Asıl deşifre edilmesi gereken konulardan biri de budur.
Öncelikle şeytan iman edenler arasında fitne çıkarmak, onları
gizliden gizliye olumsuz düşüncelere sevk edip karamsar bir
ruh haline sokmak, aralarındaki kardeşliği, birlik ve beraberliği
bozmak, huzurlu ve neşeli olmalarını engellemek ve sonuç ola-
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
rak da onları Kuran ahlakından uzaklaştırmak ister. Etkisi altına
aldığı kişilerin ağzından yaptığı gizli kötülükler içeren konuşmalarla bu hedefine ulaşabileceğini düşünür.
Ancak elbette ki samimi iman eden kimseler arasında böyle
bir şey kesinlikle mümkün olmaz. Herşeyden önce iman sahipleri Allah'ın rahmeti ve koruması altındadırlar. Allah samimiyetlerinden ve her işlerinde Allah'ı vekil edinmelerinden dolayı onları şeytanın ya da ona uyan insanların şerrinden korumaktadır.
Onları doğru yolları üzerinde daimi kılmakta, Kendi Katından
verdiği üstün bir akıl, anlayış ve teşhis yeteneği ile onların bu
tür oyunları görmelerini ve bertaraf etmelerini sağlamaktadır.
Dolayısıyla şeytanın bu yöndeki tüm çabası boşa çıkmış olur.
İman eden insanlarla birarada olup da şeytana uyan insanlar
ise aslında onun bu hedeflerini çok iyi bilmektedirler. Ancak
şeytana hizmet ederken kendilerince çok daha farklı hedefler
peşindedirler. Çevrelerine bir şeylerden rahatsızlık duyduklarını belirtmek istediklerinden şeytanın onlara ilham ettiği bu yöntemi bilerek kullanırlar. Gizliden gizliye ortaya koydukları olumsuz üsluplarıyla dikkat çekmek, ilgi toplamak, üzerlerine düşülmesini, isteklerinin yapılmasını sağlamak isterler. Kuran ahlakını
yaşadıkları takdirde, vicdanlarını akıllarını kullanarak samimiyet
ve dürüstlükle elde edebilecekleri nimetleri, şeytani yöntemlerle kazanmaya çalışırlar. Bu da kesin olarak çıkmaz bir yoldur.
Müminler şeytani yöntemlerle ortaya koyulan taleplere hiçbir
zaman için karşılık vermezler. İman sahipleri şeytanın kışkırtmalarına karşı insanları Kuran ahlakına çağırmakla yükümlüdürler.
Şeytan insanları aksi ihtimallerle kandırmaya, onları kendi yöntemleriyle mutluluğu yaşayabileceklerine inandırmaya çalışır.
Ancak şeytan insanlara aldatmacadan başka bir şey vadetmez.
Hiçbir insan sürekli olumsuz konuşan, rahatsız edici bakış-
65
66
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
larla bakan, ısrarla sessiz, suskun ve küskün bir tavır gösteren,
herşeyin olumsuz yönünü görüp, karamsar yorumlar yapan bir
insandan hoşlanmaz. Böyle bir insan mutlu olamayacak ve güzel bir hayat yaşayamayacaktır. Tek çözüm kötülüğün gizli ya
da açık her türlüsünden sıyrılıp Allah'ın dinine teslim olmak,
Kuran ahlakını yaşamanın huzurunu tatmaktır.
Çevrelerindeki güzellikleri ve nimetleri dile
getirmekten kaçınmaları
Şeytanın telkinlerine kapılarak herşeye olumsuz gözle bakan kimseler bir süre sonra içinde yaşadıkları sayısız nimet ve
güzelliği göremeyecek hale gelirler. Çevrelerindeki herşeye
eleştirme, kusur bulma gözüyle baktıkları için zihinlerini yalnızca bu tür düşünceler meşgul eder. Bu nedenle konuşmalarında genellikle huzursuz oldukları konulardan yakınıp durur ancak Allah'ın kendileri için yaratmış olduğu nimetlerden bahsetmezler. Kendilerince kusur ya da eksiklik gibi gördükleri konuları son derece akıcı bir üslupla anlatırlarken Allah'ın nimet
olarak yarattığı güzellikleri dile getirmezler. Çünkü bu ahlakı
yaşayan insanlar şeytanın yoğun etkisiyle yalnızca kendilerine
kusurlu görünen şeylere dikkatlerini vermektedirler.
Oysa şu gerçek çok iyi bilinmelidir ki, insanın sahip olduğu
nimetler kendisine ait değildir. İnsan asla böyle haksız bir iddia
ve sahiplenme içinde olmamalıdır. En küçüğünden en büyüğüne tüm nimetler yalnızca Allah dilediği, lütfettiği için, kullarına
olan sonsuz rahmetinden dolayı vardır. İnsanların sahip oldukları herşey Allah onlara lütfettiği için kendilerinde bulunmaktadır. Allah Kuran'da sahip olduğu nimetler için "Bu, bende
olan bir bilgi dolayısıyla bana verilmiştir" (Kasas Suresi,
78) diyen Karun adlı kişinin nasıl yanlış bir tavır içerisinde ol-
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
duğunu ve bundan dolayı nasıl ibret dolu bir akıbete uğradığını
şöyle bildirmektedir:
Sonunda onu da, konağını da yerin dibine geçirdik.
Böylece Allah'a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı. Ve o, kendi kendine yardım edebileceklerden de değildi. (Kasas Suresi, 81)
Karun'un durumu tüm insanların üzerinde düşünüp ibret alması gereken bir gerçeğe işaret etmektedir. Allah yeryüzündeki tüm kullarına sayısız nimet vermektedir. Ancak yukarıda belirttiğimiz gibi negatif bir kişilik geliştiren insanların büyük bir
kısmı belki de müminlerle birlikte yaşarken içerisinde bulundukları refah ortamının ve rahatlığın verdiği cesaretle böyle bir
karakter gösterebilmektedirler. Mutlu olabilecekleri, şükredebilecekleri onca nimete karşın yakınmaları nankörlüklerinin
göstergesidir. Oysa sahip oldukları nimetler ellerinden gidecek
olsa, açlık, hastalık, zorluk gibi durumlarla karşılaşsalar, böyle
bir tavra güç yetiremeyeceklerdir. Tam aksine küçücük bir nimet bile onlar için çok değerli olacak, bunun kıymetini en iyi
şekilde bilecek ve şükredici bir ahlak göstereceklerdir.
Allah "Rabbinin nimetini durmaksızın anlat" (Duha Suresi, 11) ayetiyle insanları sürekli olarak nimetleri anmak ve anlatmakla yükümlü kılmıştır. Bir başka ayetinde ise Allah, insaların çevrelerini kuşatan nimetlerin çokluğunu bildirerek onlar
üzerindeki rahmetini şöyle hatırlatmıştır:
Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışacak olursanız,
onu bir genelleme yaparak bile sayamazsınız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Nahl Suresi, 18)
Kuşkusuz akıl ve mantık sahibi her insan bu gerçeği çok açık
bir şekilde görebilir. Bunun için özel bir çaba harcamasına ge-
67
68
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
rek yoktur; sadece çevresine dönüp bir bakması yeterlidir. O
halde neden bazı insanlar bu durumu anlamazdan gelmekte,
neden bu güzellikleri fark ettiklerini dile getirmemekte, neden
bunların sevincini ve neşesini yaşamaktan kaçınmaktadırlar?
Çünkü bu şeytanın etkisiyle gerçekleşir; şeytan insanların bu
gerçeğin şuurunda olarak yaşamalarını istemez. Bu nedenle
kendisine kulak veren insanların dikkatini boş kuruntulara çeker ve onları vesveselerle oyalar, böylece bunlardan başka hiçbir şey düşünemeyecek hale gelmelerini ve Allah'ın üzerlerindeki rahmetini takdir edememelerini ister.
Ancak burada şunu da belirtmek gerekir ki, kimi zaman da
şeytan insanlara doğrudan böyle bir etkide bulunmaz. İnsanları bu bölümde ele aldığımız negatif kişiliğe sürüklemesi onun
için yeterli olur. Böyle bir ahlak anlayışı geliştiren kişi, artık
olumsuzlukları kendi kendine bulur, sırf aksilik olsun diye güzellikleri dile getirmekten, güzel sözler söylemekten kaçınır.
Bu kimseler Allah'ın kendileri için yarattığı nimetleri tüm detaylarıyla gördükleri halde, çevrelerindeki insanlara birşeylerden "hoşnutsuzluk duyduklarını" belli edebilmek için kasıtlı
olarak bunları dile getirmezler. Bu, şeytanın insanlara öğrettiği sinsi ve sessiz dil ile verilen mesajlardan biridir. Herkesin sevinçle karşıladığı güzel bir haberi duymazlıktan gelir; herkes bu
konuda şevk ve heyecanla samimi yorumlarda bulunurken, bu
kişi ne konuşanları tasdik eder ne de kendisi bir söz söyler.
Çok mecbur kaldığında söylediği kısa birkaç sözü de özellikle
soğuk ve ilgisiz bir ses tonuyla söyler. Bu şekilde, o ortamda
bulunan diğer insanlardan çok daha farklı bir ruh hali içerisinde olduğunu, bir şeylerden memnuniyetsizlik duyduğunu; hatta konu edilen müjdeli ve sevinçli haberin bile onu bu ruh halinden kurtaramadığı mesajını vermiş olur. Oysa elbette ki or-
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
taya konulan bu çaba tümüyle yapmacıktır. Söz konusu kişi istese anında bu ruh halinden kurtulabilecek bir iradeye sahiptir.
Ancak bunu kasıtlı olarak istememekte, kasıtlı olarak bu şeytani ahlakı sürdürmektedir. Nimetlerden, güzelliklerden bahsedecek olursa üzerindeki negatif hava hemen dağılacak, doğruyu
görebilecek ve Kuran ahlakının gereğine uygun bir ahlak gösterebilecektir. Bunu istemediği için, içten içe şeytanın sesini dinlemenin üzerinde oluşturduğu ağırlıkla kasıtlı olarak suskun kalmaktadır. Şeytan kurduğu tuzaklarla, insanlara yaptıkları kötü
amelleri güzel göstermekte, kendi irade ve istekleriyle onları
kendilerine zarar verecek bir sistemin içine sürüklemektedir.
Kuran ayetlerinde nankör bir tavır göstererek Rabbimiz'in
nimetlerini anmaktan kaçınan insanların aslında gösterdikleri bu
ahlakın şuurunda oldukları şöyle bildirilmektedir:
Gerçekten insan, Rabbine karşı nankördür. Ve gerçekten, kendisi buna şahiddir. (Adiyat Suresi, 6-7)
Bir başka ayette ise Allah söz konusu kişilerin aslında nimetleri görebilen kimseler olduklarını şöyle belirtmiştir:
Onlar, Allah'ın nimetini biliyorlar, sonra da inkar
ediyorlar; onların çoğu inkar edenlerdir. (Nahl Suresi, 83)
Oysa bu durumda kişinin hemen Allah'a sığınması; Kuran
ahlakına uygun olmayan bir davranışta ısrar ettiği takdirde
Allah'ın azap ile karşılık verebileceğini hatırlaması gerekir. Böyle bir kimse Rabbimiz'in sonsuz gücü karşısındaki aczini, O'nun
rahmetine muhtaç olduğunu düşünerek, böyle bir cesaret göstermeye güç yetiremeyecek bir ahlak içerisinde olmalıdır.
Unutulmamalıdır ki Allah'ın verdiği sayısız nimeti takdir edemez hale gelen bu kişiler, bir süre sonra artık isteseler de sahip oldukları nimetlerden zevk alamayacak hale gelebilirler.
69
70
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
Negatif bir ahlak yalnızca kişinin kendisine
zarar verir
Bu kimselerin şeytanın etkisiyle yaşadıkları ruh haline ve
bundan dolayı çektikleri sıkıntıya bakıldığında, çevrelerindeki
insanlara gizli mesajlar verebilmek için büründükleri bu karakterin kendilerine nasıl bir tahribatla geri döndüğü çok açık bir
şekilde görülebilecektir.
Saatler, günler, aylar boyunca bu kimselerin akıllarını meşgul eden ve bir türlü kurtulamadıkları olumsuz düşünceleri
şöyle örneklendirebiliriz:
Vicdan azabı çektiği olayları kendi kendine tekrarlamak, etrafında kötü insanlar olduğunu iddia etmek, vicdanına hiçbir
şekilde teslim olmamaya kararlı olmak. Çevresindekileri tedirgin etmek, kibirli olmakta inat etmek. Her zaman en kötü ihtimalin gerçek olduğunu düşünmek. Sevilmemek için elinden
geleni yapmak ve sonra da 'niçin sevilmiyorum' diye şaşırmak,
hüzünlenmek. Herşeye olumsuz bakmak ve herşeye karşı çıkmak sonra da mutlu olacak hiçbir şey olmadığını söylemek.
Her gittiği yere sıkıntısını ve vesveselerini de götürmek ve başkalarından sıkılmak. Terslenmeyi huy edinmek. Kendini çirkinleştirmek için elinden geleni yapmak, sonra buna üzülmek.
Bunlar şeytanın, telkin ettiği olumsuz bakış açısıyla insanlara kurduğu tuzaklardan yalnızca çok az bir kısmıdır. Şeytanın
etkisine girerek negatif bir bakış açısıyla hareket eden bir kişi,
neredeyse kendi kendisinin düşmanı olur. Herşeyin sonsuz
merhamet sahibi olan Allah'ın kontrolünde olduğunu unuttuğundan daimi bir korku ve karmaşa içinde yaşar. Bu sıkıntılı
ruh hali nedeniyle içine kapanır; yalnızlığı tercih eder. Çünkü
böyle bir durumda hüznünü umutsuzca yaşayacak ve rahat rahat hayali kurgular yapacak zamanı olacaktır. Allah'ı unutmuş
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
ve insanları ön plana çıkararak onlara yönelmiş bir düşünce
şekli, bu insanlara kendi kendilerine azap vermeleri için çok geniş imkanlar verir. Gidilecek bir toplantı, kaçırılmış bir otobüs
ya da beğenilmeyen bir kıyafet gibi nedenler bile büyük felaketlermiş gibi olağanüstü bir önem kazanır. Kişi bunları önemsememesi gerektiğini her ne kadar kendine kanıtlamaya çalışsa da
bulduğu kanıtların hiçbir etkisi olmaz. Çünkü bulunduğu ruh
hali içinde bu mümkün değildir. Herşeyin Allah'ın bilgisi dahilinde başına geldiğini unutmakta; insanları ve olayları kendisinin
yönlendirmesi gerektiğine inanmaktadır. Buna bir türlü güç yetiremediğini gördüğünde ise yıkıma uğramaktadır.
Böyle bir durumda en güçlü bedenin bile gerginlikten çöküntüye geçmesi kaçınılmazdır. İnsanların ve olayların Allah'tan
bağımsız olduğunu düşündükleri için, hayırları ve güzellikleri
göremeyen, tamamiyle olumsuz bir bakış açısına sahip olan bu
kişileri, bir noktadan sonra artık hiçbir şey ilgilendirmez. Herşeye karamsar bir gözle bakarlar. Her ne kadar kendilerine itiraf edemeseler de mutluluğa, sevgiye inanmazlar artık. İçinde
bulundukları durumu düşündükçe sıkıntıları daha da artar.
Umutsuzluk onlara çok zor gelir. Biri kendisine iltifat edecek
olsa, onunla alay ettiğini sanır, birinden iyilik görecek olsa, bunu kendisini küçük düşürmek için yaptığına inanır. Birileri bir
şey gizleyecek olsa bunun kendisiyle ilgili, aleyhinde bir konu
olduğunu düşünür. Kafası sürekli sağlıksız bir şekilde çalışır ve
bunun Kuran ahlakını yaşayıp, Allah'a tevekkül etmekten başka
bir çözümü yoktur. Çünkü en iyi olaylar bile kendisini Allah'a
teslim etmeyen, negatif bakan ve kendisini mutsuz hisseden bir
insanı memnun edemez. Allah Kuran'da bu kimselerin ruh haline "Rabbimiz, mutsuzluğumuz bize karşı üstün geldi…"
(Müminun Suresi, 106) ayetiyle işaret etmektedir.
71
72
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
Oysa Allah'ın dilemesiyle her türlü kötülükten kurtulmak
insanın kendi elindedir. Allah bu gerçeği Kuran'ın pek çok
ayetiyle insanlara bildirmiştir. Allah nefse hem kötülüğü hem
de ondan sakınmanın yollarını ilham etmiştir. Dolayısıyla her
insan yaratılıştan bu imkana sahiptir. 'Elimde değil' diyerek,
ümitsizliğe kapılmak ise ancak Kuran'ı bilmeyen, din ahlakını
yaşamayan bir kimse için söz konusu olabilir. Müminler böyle aciz ve güçsüz bir konuşmanın, iman ahlakıyla bağdaşmayacağını bilirler.
Bir insanın rahat, neşeli ve huzurlu olabilmesi, ancak Allah'a
kendisini teslim etmesiyle ve yalnızca O'na yönelmesiyle mümkündür. Allah'ın razı olacağı tavır insanın bu olumsuzluğa ve
bunun getirmiş olduğu hüzne karşı koymasıdır. Allah Kuran'da
gerçekten iman edenler için korku ve üzüntü olmadığını haber
vermiştir:
Müminlerin kalplerine, imanlarına iman katıp-artırsınlar diye, 'güven duygusu ve huzur' indiren O'dur.
... (Fetih Suresi, 4)
... Bundan sonra size Ben'den bir hidayet geldiğinde,
kim Benim hidayetime uyarsa, onlara korku yoktur
ve onlar mahzun olmayacaklardır." (Bakara Suresi,
38)
DONUK VE CANSIZ BİR KARAKTERLE
PROTESTO EDENLER
Şeytanın etkisi altına giren kimselerin geliştirdikleri bir başka karakter tarzı ise durgun ve donuk bir insan görünümüne
bürünmek ve bu şekilde çeşitli gizli protesto yöntemleri uygulamaktır. Amaçları, bu gizli protesto eylemleriyle çevrelerindeki insanlara çeşitli mesajlar vererek, samimiyetsiz ahlakları-
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
nı sürdürebilecekleri bir zemin oluşturmaktır. Şeytanın gösterdiği yöntemlere sarılarak, temelde son derece canlı, dışa dönük, neşeli insanlar oldukları halde bile bile kendilerini ağırlaştırırlar. Soğuk, donuk, içine kapalı, hiçbir şeyden zevk almayan,
yaşama sevincini kaybetmiş adeta "ölü gibi, cansız bir karakter"
gösterirler. Oysa şeytanın etkisinde olmadıklarında hoşsohbet
olmalarıyla, güzel tavırlarıyla dikkat çeken, kendilerinin yanı sıra çevrelerindeki insanları da canlandıran, neşe veren kimselerdir. Ama şeytanın etkisine girdiklerinde bu hal birdenbire değişir, öyle ki sanki yaratılış olarak böyle cansız bir karakterleri
varmışçasına ciddi bir kararlılık ve çözülmezlik izlenimi vermeye çalışırlar.
Söz konusu kimseler, bu kasıtlı oluşan soğuk karakterlerine
şeytanın yöntemleriyle bazı bahaneler bulmuşlardır. İyi niyetlerinin ve samimiyetlerinin gereği gibi anlaşılamamasının kendilerini bu hale getirdiği yalanına sığınırlar; yaşadıkları rahatsızlığın
şiddetinin çok büyük olduğunu, böyle bir durumda içlerine kapanmamanın, donuk bir karakter göstermelerinin ellerinde olmadığını iddia ederler. İçerisinde bulundukları duruma çok
üzüldüklerini ve yıprandıklarını, bu nedenle tüm çabalarına rağmen bir türlü neşelenemediklerini öne sürerler.
Oysa bu iddialarının hiçbiri gerçeği yansıtmamaktadır. Her
biri şeytanın ve nefsin kişiyi kandırmak için ortaya attığı aldatmacalardan ibarettir. Herşeyden önce gerçekte samimi ve iyi
niyetli olan bir insan iman edenler tarafından hemen fark edilir.
Dahası böyle bir insan doğal olarak çok fazla sevilir, sayılır ve
bu kişiye karşı derin bir güven duygusu duyulur. Tüm bunları
elde etmek için kişinin ayrıca özel bir tavır içerisine girmesi,
özel bir çaba harcaması gerekmez; Kuran ahlakını yaşaması yeterlidir.
73
74
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
Bunun yanında ortada gerçekten yanlış anlaşılan bir durum
olsa bile iman sahibi bir insan bu konuyu çözmek için hiçbir zaman Kuran'a uygun olmayan yöntemlere başvurmaz. Allah Kuran'da müminlere birbirlerine "sözün en güzelini söylemelerini" hatırlatmıştır. Böyle bir durumda bu kişinin yapması gereken karşı tarafa söylemek istediklerini, gizli tavırlarla, sessiz
mesajlarla, protesto yöntemleriyle değil, samimi bir dille açıkça söylemesidir.
Söz konusu kişilerin "isteseler de bir türlü neşelenememeleri, mutsuzluklarını yenmeye güçlerinin ve iradelerinin yetmediği" iddiaları da öne sürdükleri diğer mantıklar gibi doğru değildir. Öncelikle hiçbir şey iman sahibi bir insanın neşesini, sevincini kaçıramaz, içine kapanmasına, üzülüp sıkılmasına neden
olamaz. Çünkü mümin Allah'ın herşeyi hayır ve hikmetle yarattığını bilir. Allah'ın sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olduğunu, iman eden kulları için dünyada güzel bir hayat ve ahirette herşeyin en güzelini yaratacağını bilmenin daimi neşesini yaşar. Allah'ın rızasını ve cennetini ummanın, sonsuza dek eşsiz
nimetler içerisinde yaşamakla müjdelenmiş olmanın mutluluğu
içindedir.
Bunların yanı sıra, "gücüm ya da iradem yetmiyor" gibi sözlerin de Müslümanca bir konuşma olmadığı açıktır. Allah Kuran'da münafıkların bu tarz üsluplarla konuştuklarına dair örnekler vermiş ve onların bunu, din ahlakını yaşamamak için samimiyetsiz bir bahane olarak kullandıklarına dikkat çekmiştir.
Müminin üslubu ise her zaman Allah'a dayanıp güvenmek, en
zor olaylar karşısında bile yılgınlığa kapılmadan "Rabbimiz bizimledir" diyerek, Allah'a güvenmenin huzur ve güvenini yaşamaktır. Bu onların sürekli ümitvar bir üslup kullanmalarını,
güçlü ve iradeli bir kişilik sergilemelerini sağlar.
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
Görüldüğü gibi tüm bu anlatılanlar, söz konusu kişilerin "iyi
niyet" adı altında aslında tümüyle samimiyetsiz bir ahlakı savunduklarını göstermektedir. Şeytanın etkisiyle kendilerini kandırmakta, samimiyetsizliklerine şahit oldukları halde vicdanlarını
öne sürdükleri mazeretlerle ikna edip rahatlatmaktadırlar.
İsteseler rahatlıkla vazgeçebilecekleri bu tavırları sürdürmekle yaptıkları aslında kasıtlı olarak çevrelerindeki insanları rahatsız etmeye, onlara tedirginlik vermeye çalışmaktır. Şuuru
açık olup Kuran ahlakının gereğini bilen bir insanın, bile bile böyle bir vicdansızlık içerisine girmesi ise Allah Katında büyük bir
karşılık görebilir. Dünya hayatında küçük bir menfaat elde edebilmek için, hem mutsuz bir yaşam sürmek hem de ahirette büyük bir azap yüklenmek ise çok büyük bir akılsızlık olacaktır.
Burada şunu da belirtmek gerekir ki, iyi niyet adı altında içten içe samimi insanlara zarar vermeye çalışan bu tür kişiler, bu
amaçlarında hiçbir zaman başarılı olamazlar. Müslümanlar yapılan her kötü işin hem dünyada hem de ahirette sadece bunu yapan kişinin karşısına çıkacağını bilirler. Bundan kendilerinin bir
kayıpları olmayacağını, kendi sorumluluklarının sadece iyiliğe
davet etmek ve yaptığının ahiretteki karşılığını kişiye hatırlatmak olduğunun şuurundadırlar. Bu nedenle bu kişiler asıl olarak yalnızca kendilerine zararlar vermektedirler.
Mat, donuk ve anlamsız bakışlarla
gizli mesajlar vermeleri
Allah'ın insanlara verdiği en önemli nimetlerden biri gözleridir. Akıl sağlığı yerinde olan her insan bakışlarını güzel kullanma ve bakışları ile duygularını ifade etme yeteneğine sahiptir.
Şeytanın etkisinde olan kişiler ise bu önemli özelliği tam tersi
şekilde değerlendirir, Allah'ın kendilerine nimet olarak verdiği
75
76
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
gözlerini içlerinde sakladıkları kötülükleri yansıtmak için bir
araç olarak kullanırlar. Mat ve donuk bakışları ile bu bakışlarının sonucunda oluşan cansız, ölüye benzer halleri, bu kişilerin
en belirgin özelliklerindendir. Cansız bakışlarını destekleyen
bezgin, bıkkın, yorgun halleri ile genellikle çevrelerindeki insanlara birtakım mesajlar vermeyi hedeflerler. Kimi zaman dikkat çekip, huzursuzluklarını belli etmek ve bu huzursuzluklarıyla çevrelerindeki insanları da tedirgin etmeyi planlarlar. Kimi zaman yine şeytanın etkisiyle bakışlarında sevgi, saygı gibi
güzel ve olumlu ifadeler oluşmasını engellemek isterler. Kimi
zaman ise sessiz bir dille kalplerinde öfke, kin, kıskançlık gibi
olumsuz duygular olduğunu ima etmeye çalışırlar.
Ancak elbette ki bir insanın böyle şeytani bir irade gösterip, normal insani bir fonksiyonunu baskılaması, saatlerce kesintisiz olarak anlamsız bakışlarla bakabilmesi son derece güçtür. Zira daha önce de bahsettiğimiz gibi insanın hissettiği tüm
duygular doğal olarak bakışlarına yansır; bu nedenle içinde yaşadıklarını saklaması zordur. Dolayısıyla sağlıklı ve normal akıldaki bir insanın gözlerini dondurabilmesi, duygularını gözlerinden yansıtmaması için özel olarak güç harcaması; duygularını
ve tepkilerini belli etmemek için özel irade kullanması gerekir.
Dahası böyle bir hale girebilmesi için kişinin Kuran'da bildirilen güzel ahlak doğrultusunda değil de şeytanın istekleri doğrultusunda hareket etmesi gerekir. Yoksa insan karşı tarafı rahatsız etmek, tedirgin edip huzursuzluk vermek amacıyla sebepsiz yere kendisini böyle bir zorluk içerisine sokmaz. Kişi
bunu yaparken bir yandan Allah'ın kendisine sürekli olarak
doğruyu ilham ettiği vicdanının sesini duyar, bir yandan da bunu bastırmaya çalışır. Bir yandan da şeytana kulak verme ve
onun ilham ettiklerini yerine getirme gayretindedir. Bu da hem
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
fiziksel hem de zihinsel açıdan son derece yıpratıcıdır.
Ancak buna rağmen bu tavırlarında da son derece ısrarlıdırlar. Sevgi, saygı dolu dostane bakışlarla bakmamak, içlerindeki
kinlerini, kızgınlıklarını, öfkelerini gizlice ima etmek ya da çevrelerindeki insanların davranışlarını protesto etmek amacıyla
özel irade harcarlar. Güzel olan, insana neşe ve mutluluk veren
herşeyden kendilerini soyutladıkları gibi çevrelerindeki insanların neşesi, imani heyecanları, sahip oldukları nimetler ve güzellikler de adeta onları rahatsız eden özellikler halini alır. Müminler ne kadar canlı, neşeli, pırıl pırıl bakışlı, şevkli bir tavır içinde
olurlarsa bu kişiler de tam tersi bir durumdadırlar. Son derece
cansız, gözünden nereye baktığı belli olmayan, adeta boşluğa
bakıyormuş gibi anlamsız bakışları ve tavırları ile kendilerince
eylemlerini sürdürürler.
Donuk bakışlarla yapılan bu gizli protesto yöntemi müminlere yöneltildiğinde farklı mesajlar ve anlamlar içerir. Kuran ahlakının yaşanmadığı toplumlarda insanlar günlük hayatta birbirlerinin bakışlarına çok fazla önem vermeyebilirler. Bu konuya
özel dikkat veren kimseler de vardır elbette, ancak genellikle
karşısındaki kişinin bakışlarını veya cansızlığını hiç umursamayan, aslında kendisi de benzer bir yapıda olduğu için bundan etkilenmeyen çok sayıda kişi vardır. Müminlerin arasında ise bu
durum değişir. Mümin, aklını ve vicdanını Kuran ahlakının gerektirdiği şekilde kullandığı için karşı taraftaki en ufak bir olumsuzluğu ve şeytanın etkisini hemen hisseder. Şeytanın etkisiyle
bakışlarını donduran, cansız bir kişiyi Kuran'a uygun bir ahlak
göstermesi için uyarır. Allah'ı ve ahireti hatırlatıp yaptığı hatayı
kendisine göstermek ister. Cansız ve şevksiz bir tavrın Allah
Katındaki sorumluluğunu, vicdanını kullanmadığı takdirde ahirette bunun hesabını veremeyebileceğini hatırlatır. Ayrıca
77
78
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
Allah'ın insanlar için yarattığı sayısız nimet arasında bu nimetleri görmezden gelip donuk bir kişilik sergilemenin Allah'ın
rahmetine ve nimetine karşı nankörlük olabileceğini anlatır.
Ancak bu kimseler içinde bulundukları durumu kasıtlı olarak
oluşturdukları için, müminlerin bu hatırlatmalarından gereği gibi öğüt almazlar.
Fakat yukarıda da belirttiğimiz gibi bunun maddi ve manevi
zararını da en çok kendileri görürler. Öncelikle insanın en doğal özelliklerinden biri olan duygularını bakışlara yansıtmayı
frenlemek için özel enerji harcamak çok zordur. Sevinilecek
bir olay karşısında sevinmemek, çok beğendiği bir şeyi beğenmemiş gibi davranmak, neşeli olmak varken mutsuz görünmeye çalışmak gibi tavırlarla birçok nimetten sadece kendilerini
yoksun bırakırlar. Neşe, canlılık, coşku gibi, insanın doğasında
olan hislerini dondurup adeta ölü bir insan izlenimi vermeye
çalışmalarının kendilerinden başka hiç kimseye zararı olmaz.
Bunun sonucunda oluşan stres ve sıkıntı nedeniyle beden olarak güçten düşer, bünyeleri zayıflar ve pek çok hastalığa açık
hale gelirler.
Bütün bunlar gözleri ile bilinçaltlarındaki olumsuz düşünceleri çevrelerine yansıtmak isteyen insanlarla ilgili ilk bakışta görülecek özelliklerdir. Bu kişilerin dünyada yaşayacakları sıkıntılı hayatın yanı sıra, asıl olarak ahirette alacakları sonsuz karşılığı hatırlatmak gerekir. Çünkü dünya hayatı çok geçici ve kısadır. Ahirette ise insan yaptıklarının karşılığını sonsuza dek
alacaktır.
Sevgisiz, ilgisiz, soğuk ve umursuz tavırlar
Allah insanları yaratılış olarak sevgiye uygun olarak yaratmıştır. İnsanlar genel anlamda sevmekten, sevilmekten, ilgiden
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
hoşnut olurlar. Ancak şeytanın kimi insanlara kullandığı taktikler sonucunda, bu kimseler iradelerini kullanarak kendilerini bu
nimetten mahrum bırakırlar. İlk başta çevrelerindeki insanlara
şeytani yöntemlerle birtakım mesajlar vermek için gösterdikleri protesto tavırları, bu insanları sevmekten ve sevilmekten
uzak kimseler haline getirir. Şeytanın gösterdiği yola uymak adına, farkında olmadan kendilerine çok zor bir hayat yaşatır ve
kendilerini tüm güzelliklerden bilerek ve isteyerek mahrum
ederler.
Ancak şeytanın insanlara yaptırdığı tüm diğer tavır bozukluları gibi aslında bu da insan yaratılışına aykırı bir durumdur. Kuran'ın "Onları -ne olursa olsun- şaşırtıp-saptıracağım, en
olmadık kuruntulara düşüreceğim ve onlara kesin olarak
davarların kulaklarını kesmelerini emredeceğim ve
Allah'ın yarattıklarını değiştirmelerini emredeceğim.
Kim Allah'ı bırakıp da şeytanı dost (veli) edinirse, kuşkusuz o, apaçık bir hüsrana uğramıştır." (Nisa Suresi, 119)
ayetiyle belirtildiği gibi, şeytan insanların fıtratını bozarak zevk
alacakları, mutlu olacakları bir hayat yaşamalarına engel olur.
Tam tersine onları kendilerine zulmedecekleri, nimetlerden
mahrum kalacakları bir ortama sürükler. Sevgi de Allah'ın dünya hayatında insanlar için yaratmış olduğu en büyük, en güzel
nimetlerden biridir. Ancak şeytanın etkisindeki bir insan sevmekten ve sevilmekten mahrum kalır. Şeytan, temelde sevgiye
çok açık olan bu insanları çeşitli mazeretlerle sevgilerini belli
etmemeleri, baskılamaları ve hatta sevmekten vazgeçmeleri için
ikna etmeye çalışır. Verdiği telkinlerle onları, sevdikleri ve gerçekten sevilecek pek çok özelliğe sahip olan insanlara karşı
ters, soğuk ve ilgisiz tavırlar göstermeye zorlar.
Şeytanın tuzağına düşen kimseler bir yandan sevgilerini ge-
79
80
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
reği gibi yaşayamamalarının bir yandan da bu tavırları yüzünden sevilmemelerinin sıkıntısını yaşarlar. Sevilecek pek çok
özelliğe sahip olan insanlara karşı kasıtlı olarak ters ve soğuk
bir tavır içerisine girmeleri, bu kimseleri de sevilmeyecek insanlar haline getirir; şeytanın etkisiyle sevilecek tüm özellikleri körelir. Kuran'da "Şüphesiz Allah, insanlara hiçbir şeyle
zulmetmez. Ancak insanlar, kendi nefislerine zulmediyorlar." (Yunus Suresi, 44) ayetiyle hatırlatıldığı gibi, insanlar
bu durumu kendi elleriyle oluşturmaktadırlar.
Şeytanın telkinleriyle böyle bozuk bir tavır gösteren insanların bu konuda kendilerini ikna etmek için geliştirdikleri şeytani düşüncelerden bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
Karşılıksız sevgi göstermeyi, kibir ve
enaniyetleriyle bağdaştıramamaları
Kuran ahlakını yaşayan kimselerin en belirgin özelliklerinden biri tevazuları, yumuşak huylu olmalarıdır. Onlara pek çok
nimetin kapısını açan, Allah'ın dünya hayatında insanlar için yarattığı güzelliklerden gereği gibi zevk almalarını sağlayan da işte bu tevazulu ahlaklarıdır. Mütevazi kişilikleri nedeniyle, cennetteki en güzel nimetlerden biri olan sevgiyi dünyada da en
derin şekilde yaşayabilen insanlardır. Bir insanın sevilecek
özelliklerini tüm detaylarıyla görebilirler; kalplerindeki sevgilerini karşı tarafa tüm içtenlikleriyle gösterebilen, aynı zamanda
güzel ahlakları nedeniyle kendileri de çok sevilen kimselerdir.
Şeytanın etkisine giren kimselerin en belirgin özelliklerinden biri ise kibirli ve enaniyetli olmaları, kendi benliklerini çok
büyük ve değerli görmeleridir. Şeytan, cennetten kovulmasına
sebep olan bu özelliğini insanlara da aşılayarak onların da
Allah'ın rahmetinden ve nimetlerinden mahrum kalmalarını is-
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
ter. İçlerinde giderek büyüyen kibir ve büyüklenme duygusu
onları çevrelerinde bulunan insanlara, nimetlere, güzelliklere
sevgi duymaktan alıkoyar. Zamanla kişiyi sarıp kuşatır ve insanın tahmin edemeyeceği boyutlara ulaşabilir. Allah bu kişilerin
kalplerindeki büyüklenme arzusunun hiçbir zaman ulaşamayacakları bir istek olduğunu şöyle bildirmektedir:
... onların göğüslerinde kendisine ulaşamayacakları
bir büyüklük (isteğin)den başkası yoktur... (Mümin
Suresi, 56)
Ancak kibir ve büyüklenme Kuran'da, "Ona: "Allah'tan
kork" denildiğinde, büyüklük gururu onu günaha sürükler, kuşatır. Böylesine cehennem yeter; ne kötü bir yataktır o." (Bakara Suresi, 206) ayetiyle bildirildiği gibi Allah'ın
beğenmediği bir tavırdır.
İnsanın hiçbir zaman ulaşamayacağı bir büyüklük duygusuyla
yaşaması, her zaman için kendisini herşeyden ve herkesten daha
çok sevmesi ve daima benlik duygusuyla hareket etmesidir. Kendi benliğine ve nefsine olan sevgisi o kadar büyüktür ki, onun isteklerini yerine getirmek bu kişi için herşeyden daha önemli hale gelir. Bu konuda şuursuzca bir cesaret içerisine girer.
Bu uğurda sevdiği insanları da kolaylıkla gözden çıkarabilir,
nefsinin bencilce tutkuları için kolaylıkla bu kimselere karşı
olumsuz tavırlar içerisine girebilir.
Bu tarz kişilerin kendilerine karşı duydukları sevgi öyle şiddetlidir ki, enaniyetleri yüzünden sevilecek yüzlerce üstün özelliğe sahip olan müminlere karşı bile sevgisiz ve ilgisiz tavırlar
sergileyebilirler. Müminlerin, dünyada en çok sevebilecekleri,
en yakın dost olabilecekleri, en çok güvenebilecekleri kimseler
olduklarını bilmelerine rağmen yine de onlara gereği gibi sevgi
gösteremezler. Ancak bu, söz konusu kişilerin istemsiz olarak
81
82
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
içerisine düştükleri bir durum değildir elbette. Vicdanları kendilerine güzel ahlakın gereğini ilham ettiği halde, sırf nefislerinin bencilce isteklerini yerine getirebilmek için şuurlu olarak
sevgi göstermekten kaçınmaktadırlar. Bunu kimi zaman yine
bir protesto yöntemi, kimi zaman o kişiye karşı olan kızgınlıklarının, küskünlüklerinin, kıskançlıklarının bir ifadesi, kimi zaman da yanlızca büyüklük hislerinin gereği olarak yaparlar. Bunu gizli bir eylem ve sessiz bir mesaj olarak kullanır ve bu şekilde istedikleri sonuçlara ulaşabileceklerini sanırlar.
Ancak elbette iman edenler arasında böyle bir davranışın
kabul görmesi mümkün değildir. İman edenler arasında kabul
görebilecek tavır ancak Kuran ahlakına uygun olandır. Allah'ın
Kuran ile insanlara bildirdiği ahlakı yaşayarak isteklerine ulaşmaya çalışan insanlar Allah'ın izniyle başarılı olurlar. Aksinde
ise yaptıkları şeytani tavırların zararı kendilerini sarıp kuşatır
ve kendilerine eziyet vermekten öteye gidemezler. Allah'ın
beğendiği ahlakı yaşamak yerine şeytana uymalarının karşılığı
olarak böyle bir zorluk içerisinde yaşarlar.
Sevgiyi önce karşı taraftan bekleme saplantıları
Şeytanın etkisine giren kimseler enaniyetleri nedeniyle sevgiyi her zaman için önce karşı tarafın göstermesini beklerler.
Çünkü karşılarındaki kişi onlara ne kadar sevgi gösterirse kendilerinin de buna göre bir karşılık vermeleri gerektiğini düşünürler. Eğer kendi gösterdikleri sevgi karşı taraftan gelenden
daha coşkulu veya fazla olursa, bunun kendilerini küçük düşüreceğine inanırlar. Bu tür bir durum onların gurur anlayışlarına tamamen zıttır; hayatlarının her aşamasında olduğu gibi,
sevgiyi de ancak kendi gururlarına zarar gelmemesi koşuluyla
ve bu anlayışın izin verdiği kadarıyla yaşarlar.
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
Halbuki Kuran ahlakında gururun yeri yoktur. Aynı şekilde
sevgi ile gurur da hiçbir şekilde birbirleriyle bağdaşmayan özelliklerdir. Gururun olduğu yerde sevgi yaşanamaz; çünkü böyle
bir insan herşeyden ve herkesten çok kendini sever. Gerçek
sevginin gerektirdiği tavırları da sadece kendisine karşı gösterebilir.
Bu nedenle gerçek sevgiyi en güzel şekilde yaşayabilen kimseler ancak nefislerinin bencil tutkularından kurtulabilmiş olan
müminlerdir. Müminlerin yaşadıkları tüm sevgilerin temeli
Allah sevgisine dayalıdır. Bu nedenle hiçbir zaman karşı tarafın
tavrına ayarlı bir sevgi anlayışı içerisine girmezler. Mümin için
bir kişinin sevilme ölçüsü o kimsenin Allah'ın rızasına uygun şekilde yaşamasıdır. Allah'ın istediği hayatı yaşayan, Allah'tan
korktuğu hissedilen bir kişiye mümin doğal olarak sevgi duyar
ve bu sevgisinde dünyevi özelliklere göre bir ayrım yapmaz, hiçbir karşılık beklemez. Herhangi bir hesap içerisine girmeden,
içinden geldiği gibi samimi sevgisini gösterir. Karşı taraftan sevgi görmese bile Allah'ın rızası için bu kişiye karşı samimi sevgi,
şefkat ve ilgi gösterir.
Şeytanın etkisinde olan kişi için ise nefsi herşeyden öncelikli gelir; nefsine ağır geleceğini düşündüğü böyle bir denemeye
asla yanaşmaz. Bu kişiler için nefislerinin memnun edilmesi,
övülmeleri, takdir edilmeleri herşeyden önemli gibidir. Bu nedenle sevginin, iltifatın, övgünün mutlak surette önce karşıdan
gelmesini beklerler. Hatta çoğu zaman sevgi gördüklerinde de
karşılık vermemeyi tercih ederler. Çünkü her ne şartta olursa
olsun sevgi göstermek gururlarına ağır gelmektedir.
Bunun için kötülüğün sessiz dilini kullanarak pek çok sinsi
oyuna başvururlar. Buna günlük hayattan pek çok örnek vermek mümkündür. Birbirlerine saygı, sevgi duyan, dost ve arka-
83
84
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
daş olan insanlar birbirleriyle karşılaştıkları zaman kalplerindeki bu samimi duyguları çeşitli şekillerde birbirlerine ifade ederler. Hal hatır sormak, iltifat etmek, karşı tarafın hoşnut olacağı güzel tavırlar göstermek bunlardan bazılarıdır. Şeytanın etkisine giren insanlar, çocuk yaştaki insanların bile düşünebildiği bu tavırlardan çeşitli bahanelerle kaçınırlar. Ancak tüm bunları özel bir stil içerisinde; karşı tarafa bunların özel bir kasıt
üzerine gerçekleştirildiğini hissettirecek şekilde yaparlar. Örneğin sanki öncelikli olarak konuşulması gereken çok daha
farklı konular varmışçasına, sevgi göstermek yerine bunlardan
bahsederler. Ya da karşı tarafın dikkati çeken güzel özelliklerine iltifat etmek yerine kasıtlı olarak çok alakasız kişilere övgüler yöneltirler. Ya da o kişiye iltifat etmek yerine içerisinde bulunulan mekandan, dekorasyondan; eşyaların, tabloların güzelliğinden bahsedilir. Eğer bir başkası bu kimselere iltifat edecek,
güzel söz söyleyecek olursa, bu kişi herhangi bir bahaneyle bu
konuşmayı duymazlıktan gelir ya da konuşmayı bölüp dikkati
başka yöne çekecek bir tavırda bulunur. Bazen de karşı tarafın güzel huylarından bahsedildiğinde, yüzüne şaşırmış, anlayamamış gibi bir ifade yerleştirerek gizliden gizliye kendisinin aynı kanaatte olmadığı izlenimini vermeye çalışır. Eğer çok zorda kalırsa kendisi de -içinden gelmediğinin anlaşılacağı şekildeilgisiz ve mat bir sesle konuya katılır. Ama bir yandan da yüzüyle bunların samimi hisleri olmadığı mesajını vermeye çalışır.
İlginç olan ise, kimi zaman bu kişilerin kalplerinde yaşadıklarıyla bu yaptıklarının tümüyle çelişmesidir. Şeytanın ilhamlarıyla kötülüğe meyletmekte, vicdanlarının sesine karşı çıkmaktadırlar. Ama aslında doğru olanın hangisi olduğunu bilmektedirler; karşılarındaki insanların aslında sevilecek ve sayılacak ne
kadar fazla özellikleri olduğunu görebilmektedirler. Buna rağ-
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
men şeytani bir ahlakta diretmektedirler.
Burada şunu belirtmek gerekir ki, şeytanın bu kimseleri teşvik ettiği bu tavır Kuran ahlakından uzak bir yaşam süren insanlar arasında oldukça yaygındır. Birbirlerini çok sevdiklerini söyleyen insanlar dahi dostluklarını neredeyse bir gurur savaşına
dönüştürürler. Ancak iman edenler arasında böyle bir ölçü
yoktur. Müminler Kuran ahlakını yaşayan kimselere karşı karşılıksız ve samimi bir sevgi duyarlar. Önce kimin sevgi gösterdiğinin, bu durumun kaç kez tekrarlandığının, o kişinin ne kadar
coşkulu karşı tarafın ne kadar sade bir tavır gösterdiğinin hiçbir önemi yoktur. Sevgi müminler için güzel ahlakın gereği olan
bir ibadettir. Daima önce sevgi gösteren olmak, daima iltifat
eden, özveri gösteren, coşkulu olan taraf olmak müminin Allah
korkusunun, ahiret inancının, imanının göstergeleridir. Bu nedenle hiçbir zaman bunların hesabını yapmazlar. Karşı taraf
kendilerine hiçbir şekilde sevgi göstermese bile, imanları nedeniyle müminler tarafından mutlaka sevileceklerini bilmenin güveni ve huzuru içerisindedirler.
Hak ettikleri sevgiyi göremediklerini iddia
etmeleri
Şeytanın etkisiyle hareket eden insanların bir özelliği de karşı taraf kendilerine ne kadar sevgi gösterirse göstersin bundan
memnun olmamaları ve bunu yeterli görmemeleridir. Genellikle nefislerindeki büyüklük hırsı gereği, hak ettiklerinden çok daha fazla sevgi, ilgi ve alaka talebinde olurlar. Her zaman daha
fazlasını hak ettiklerini düşündükleri için bir türlü hoşnut olmamalarına neden olan bir beklenti içerisindedirler. Bu noktada
hiç düşünmedikleri konulardan biri ise, kendilerinin bu sevgiye
gerçekten de layık olup olmadıklarıdır.
85
86
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
Müminler Kuran ahlakıyla hareket etmeleri sebebiyle, tüm
kusurlarına ve hatalarına rağmen, güzel ahlaka teşvik etmek
amacıyla, karşılarındaki kişiye sevgi ve şefkat gösterebilirler.
Bu durumu şeytanın etkisiyle değerlendiren kişiler ise, kendilerine gösterilen ilgi ve alakanın müminlerin üstün ahlakından
kaynaklandığını takdir edemezler. Hak ettikleri ve layık oldukları için böyle bir ilgi gördüklerini düşünürler. Hatta bu durum
kimi zaman öyle bir hal alır ki, büyüklenme hırsıyla mükemmel
olduklarını düşünen bu kişiler, kendilerine herkesten çok daha fazla, abartılı sevgi gösterilerinde bulunulmasını isterler. Eksik olduğuna kanaat getirdikleri sevgi şekillerini de yererler.
Ancak bu konudaki fikirlerini ve taleplerini de yine şeytanın
sinsi yöntemleriyle karşı tarafa hissettirmeye çalışırlar. Hiçbir
zaman açık açık "ben bundan daha iyisine layığım", "bana herkesten fazla sevgi gösterilsin, herkesten daha üstün olduğum
hissettirilsin" gibi ifadelerle bu düşüncelerini dile getirmezler.
Hatta kendilerine bu yönde bir söz söylenecek olsa, bunu kesinlikle kabul etmez, tüm güçleriyle itiraz ederler. Kalplerinde
kesinlikle böyle bir büyüklük hissi olmadığını, kendilerini çok
eksik gördüklerini, çok fazla hatalı yönleri olduğunu bildiklerini, bu nedenle böyle ayrıcalıklı bir sevgiyi zaten hak ettiklerine
inanmadıklarını söylerler. Ancak bu savunmalarında elbette ki
samimi değillerdir. Ama içten içe bunların tam aksine inandıklarını bilmektedirler. Şeytanın öğrettiği yöntemle bu konudaki
gerçek inançlarını gizli bir dille karşı tarafa ifade ederler. Ama
bir yandan bu durumu reddederek kendilerine samimi bir görünüm vereceklerini, bir yandan da bu konudaki gerçek kanaat ve taleplerini karşılarındaki insanlara gizlice hissettirebileceklerini düşünürler. Nitekim dilleriyle reddettikleri düşünceleri, yüz ifadelerindeki hoşnutsuzlukla, ters, ilgisiz, soğuk, res-
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
mi tavırlarıyla ortaya koyarlar.
Müminler elbette bu kimselerin gerçek düşüncelerinin ve
bu şeytani yöntemlerle elde etmek istediklerinin farkındadırlar.
Ancak onların bu tavırlarına yalnızca Kurani bir ahlak ile karşılık verirler. Çünkü büyüklenme hırsına kapılmış bir kişiyi sürekli övmek, yüceltmek, ona sanki güzel bir ahlak sergiliyormuş gibi davranmak onun kibirini ve enaniyetini daha da besleyecek
ve kişiye daha da zarar verecektir. Bu nedenle müminler böyle
bir durumda bu kişiye karşı hak etmediği bir sevgi ile yaklaşmak
yerine samimiyetle ona öğüt verir ve Kuran ahlakını yaşamaya
davet ederler. Aslında samimi olarak Allah'a iman eden ve ahirette hayırlı bir hayatla karşılaşmak isteyen bir kişi için bu en
büyük sevgi gösterilerinden biridir. Şeytanın etkisiyle düşünen
kişiler ise bu yaklaşımı takdir edemez ve hak ettikleri ilgiyi göremedikleri düşüncesiyle daha da olumsuz bir tavır içerisine girebilirler.
Sevgilerine karşılık göremedikleri için sevgi
göstermediklerini bahane etmeleri
Şeytanın ilhamı ile hareket eden kişilerin oynadıkları oyunlardan biri de 'kendileri çok sevdikleri halde sevilmediklerini iddia etmeleri ve bu sebeple de soğuk ve donuk bir tavır sergilemeleri'dir.
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, şeytanın ahlakını benimseyen bir insanın, bu özellikleriyle birlikte sevilebilmesi
mümkün değildir. Bu kişinin belki de pek çok güzel ahlak özelliği vardır; belki çevresindeki insanlardan sevgi beklerken kendisine bu özelliklerini ölçü almaktadır. Ancak şeytana uyularak
yapılan hareketler insanın sahip olduğu güzel özellikleri de gölgeler. Örneğin bir insan her ne kadar çalışkan, fedakar ya da in-
87
88
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
ce düşünceli olursa olsun, şeytanın etkisiyle negatif bir kişilik
yaşaması, yüzüne mat anlamsız donuk bakışlar vermesi, çevresindeki insanlara karşı soğuk ve resmi bir tavır içerisine girmesi onun olumlu özelliklerini de şüpheli hale getirir. Çünkü asıl
önemli olan, kişinin güzel ahlakı Allah korkusundan dolayı yaşamasıdır. Eğer kişi bazı konularda güzel özellikler gösterirken,
bazı konularda tam tersi bir ısrar gösteriyorsa, bu kişinin
olumlu özelliklerini de Allah korkusundan dolayı yaşadığından
emin olunamaz. Bu da bu kişiye karşı derin bir sevgi duyulmasını engeller.
Ayrıca şunu da hatırlatmak gerekir ki, müminlerin bir kişiye Allah rızası için hatasını söylemeleri, ahireti için onu kötülüklerden sakındırmaları en samimi sevgi gösterilerinden biridir. Ancak şeytani mantıkları nedeniyle her konunun altında
bir olumsuzluk arayan bu kişiler, kendilerine yapılan uyarıları
da olumlu anlamda algılamazlar. Bu kişilerin nefislerine göre
sevgi, kişiye hiçbir eksiğinin, hatasının söylenmemesi, sürekli
övülmesi ve takdir edilmesidir. Oysa müminler hatası olan bir
kişiye bunu söylememeyi vicdani olarak kabul etmezler. "Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar..." (Tevbe
Suresi, 71) ayeti gereği Allah rızası için birbirlerini kötülüklerden sakındırırlar.
Nitekim şeytanın etkisindeki kişiler de aslında müminlerin
bu konudaki samimiyetlerini ve Allah'ın rızasına uygun hareket
ettiklerini bilirler. Ancak ayette bildirildiği gibi, "Vicdanları
kabul ettiği halde, zulüm ve büyüklenme dolayısıyla..."
(Neml Suresi, 14) yaptıkları samimiyetsizliği görmezlikten gelirler. Bu tavırları çoğu zaman öyle bir seviyeye gelir ki, yapılan uyarılardan öğüt alıp tavırlarını düzeltecekleri yerde vic-
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
danlarını örtüp onlara şeytanın bir başka yöntemi ile karşılık
verirler. Şeytani mantıklarına göre 'kendileri aslında karşılarındaki insanları çok sevmektedirler; ancak kendileri sevilecek ahlakta olmadıkları için kendilerini geride tutarak bir nevi bu kimselere iyilik yapmak istemektedirler.'
Elbette ki bu son derece samimiyetsiz, akılsızca ve Kuran'a
uygun olmayan bir yöntemdir. Eğer bir insan samimi olarak
Allah'tan korkuyorsa ve kötü ahlakından dolayı sevilmediğini
düşünüyorsa böyle bir durumda hemen ahlakını düzeltmeyi ve
sevilecek hale gelmeyi hedefler. Dahası müminlerin, sevilmeyecek özelliklere sahip bir insana karşı samimiyetsiz bir sevgi gösterisi içerisine girmeyeceklerini, daima Kuran ahlakına uygun
şekilde hareket edeceklerini ve bu yöntemlerine karşılık vermeyeceklerini bilir. Buna rağmen söz konusu kişilerin böyle düşüncelere kapılıp, bu doğrultuda hareket etmeleri kendilerine
şeytanı veli edinmiş olmalarından kaynaklanır.
Sevgisizliklerinin ve soğukluklarının kişilikli
tavırlarından kaynaklandığını öne sürmeleri
Şeytanın, Kuran'a uygun olmayan bir ahlakı benimsetebilmek için insanlara ilham ettiği düşüncelerden biri de, 'kişilikli ve
şahsiyetli bir insan olmanın ancak ciddiyet, soğukluk ve resmiyet gibi özelliklerle mümkün olabileceği'dir. Ancak elbette ki bu
ahlakı uygulayan insanların birçoğu, gerçekte kişilikli olmak ile
samimi sevgiyi yaşamak arasındaki farkı çok iyi bilmektedirler.
Bir insanın şahsiyetli ve kişilikli bir tavır içerisinde olması Kuran
ahlakına uygun bir davranıştır; bu nedenle Kuran ahlakını yansıtan diğer özelliklerle çatışması mümkün değildir. Bir insan kişilikli olunca soğuk, samimi, rahat bir tavır içerisinde olunca da
kişiliksiz olacak diye bir kural yoktur. Bu tümüyle şeytanın bir
89
90
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
aldatmacasıdır ve bu ahlakı uygulayan kişilerin sinsiliğinden
kaynaklanmaktadır. Kişilikli olmak; bir insanın aklı başında, şuuru açık, samimi ve güvenilir olması, daha da önemlisi Allah'tan
korkan imanlı bir insan olmasıyla mümkün olabilir. Ciddiyet,
resmiyet gibi özellikler ile kişilikli olmanın hiçbir bağlantısı
yoktur.
Tüm bunlar, söz konusu kişiler tarafından da çok iyi bilinmektedir. Nitekim onlar da öne sürdükleri mantığı şeytani bir
ahlaka meşru bir zemin hazırlayabilmek için, yalnızca bir bahane olarak kullanmaktadırlar. Önceki satırlarda detaylı olarak
anlatıldığı gibi, içlerindeki büyüklük ve kibir duyguları nedeniyle karşılarındaki insanlara sevgi göstermek nefislerine ağır gelmektedir. Ya da bu kişilerin herhangi bir tavırlarını protesto
etmek, onlara bir şekilde bir mesaj vermek, küskünlüklerini,
kızgınlıklarını ifade etmek için kasıtlı olarak soğuk davranmaktadırlar. Tüm bunları açıktan açığa uygulamalarının Kuran ahlakına uygun olmayacağını bildikleri için de, bunu şeytanın gizli yöntemleriyle, sessiz bir dil ile ifade etmeye çalışmaktadırlar.
Sonuç olarak cansız ve donuk, soğuk ve sevgisiz bir karakter göstererek, çevrelerindeki insanlara gizli imalarda bulunmak isteyen kimselerin asıl sorunları kalplerindeki samimiyetsizliktir. Gerçekte Allah'tan yeteri kadar korkmaz, imanı ve
Kuran ahlakını gereği gibi yaşamaz ve müminleri kendilerine
tam olarak dost edinmezler. Sahip oldukları Allah korkusu ve
yaşadıkları din ahlakının iman edenleri ne kadar güvenilir kişiler haline getirdiklerini bildikleri halde, onlara gereği gibi güvenemezler. "Sizin dostunuz (veliniz), ancak Allah, O'nun
elçisi, rüku' ediciler olarak namaz kılan ve zekatı veren
müminlerdir." (Maide Suresi, 55) ayetiyle bildirildiği şekilde
onları kendilerine dost ve sırdaş edinemezler. Kalplerindeki
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
bu hastalık tavırlarına yansımakta ve bu nedenle onlara gereği
gibi sevgi ve samimiyet gösterememektedirler. Oysa Allah
"Kim Allah'ı, Resulü'nü ve iman edenleri dost (veli) edinirse, hiç şüphe yok, galip gelecek olanlar, Allah'ın taraftarlarıdır." (Maide Suresi, 56) ayetiyle insanın ancak bu şekilde başarıya ulaşabileceğini hatırlatmıştır. Bu ahlaktan yüz çeviren insanın dostu ise şeytan olacaktır. Böyle bir dostluğun sonucu ise Kuran'da şöyle açıklanmıştır:
... Kim Allah'ı bırakıp da şeytanı dost (veli) edinirse,
kuşkusuz o, apaçık bir hüsrana uğramıştır. (Nisa Suresi, 119)
İnsanlar güvendikleri kişilerin yanında çok rahat ve doğal
davranır, onların kendileri ile ilgili bilgi sahibi olmalarından rahatsız olmazlar. Örneğin bir anne çocuğu ile ilgili her konuyu
bilir. Bu konu onun bir eksikliği veya hatası da olsa, karşılıklı
olarak iki taraf da bundan rahatsız olmaz. Anne çocuğunun iyiliği için bu hatasını düzeltmesine yardımcı olur, çocuğu da annesinin iyi niyetini bildiği için hiçbir çekingenlik duymaz. Çocuğunun ne tür bir hatası olursa olsun annesi ona her zaman sevgi gösterir, fedakarlıkta, iyilikte hiçbir zaman kusur etmez. Annesinin şartsız sevgisinden emin olan çocuk da annesine doğal
olarak daimi bir sevgi ve yakınlık duyar. Aralarında geçen hiçbir konunun bu sevgiyi engelleyebileceğini düşünmez.
Allah'ın rızasına uyan ve Allah korkusuna dayalı bir birliktelik içinde olan müminler için de benzer bir durum söz konusudur. Müminler dünyada ve ahirette sonsuza kadar birlikte olma
niyetiyle biraraya gelirler. Kuran'ın "Allah'ın ipine hepiniz
sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O,
kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O'nun nime-
91
92
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
tiyle kardeşler olarak sabahladınız..." (Al-i İmran Suresi,
103) ayetiyle bildirildiği gibi, birbirlerini kardeş yakınlığında severler. Birbirlerine karşı hiçbir çıkar ilişkisine dayanmayan, sadece Allah sevgisine dayalı, Allah'ın rızasının ölçü alındığı kesintisiz bir sevgi duyarlar. Hatta ahlakları güzelleştikçe ve Allah'ın
rızasını kazanma konusundaki çabaları arttıkça birbirlerine
duydukları sevgi ve bağlılık da giderek artar.
Ancak şeytanın etkisi altındaki kişiler böyle bir anlayış içerisinde değildirler. Çünkü onların kafalarında yer eden düşünceler samimi müminlerin düşüncelerinden çok farklıdır. Allah'a
ve müminlere olan bağlılıkları yeteri kadar güçlü olmadığı için
onlarla gerçek bir dostluk ve yakınlık kuramazlar. Bundan dolayı karşılıksız ya da tek taraflı sevgiye niyet etmekten kaçınır,
daima temkinli hareket ederler.
Elbette ki bu tavırları her konuda olduğu gibi kendilerinden
başka hiç kimseye zarar vermez. Allah'ın en güzel nimetlerinden biri olan sevgi göstermeyi, sevgi görmeyi, yakınlığı, ilgiyi
yaşamayarak sadece kendi kendilerini bu güzelliklerden mahrum bırakmış olurlar. Çevreleri ne kadar kalabalıkmış gibi gözükse de içinde bulundukları kibirli hal ile aslında yapayalnız bir
hayat yaşarlar. Gösterdikleri bu Kuran'dan uzak ahlak nedeniyle "Bundan dolayı bugün, kendisine hiçbir sıcak dost
yoktur." (Hakka Suresi, 35) ayetiyle bildirildiği gibi, ahirette
de dostları olmayacaktır.
Güzel sözden, iltifattan, hoşsohbet olmaktan
kaçınmaları
Allah Kuran'da güzel sözün önemini şöyle bir örnekle hatırlatmıştır:
... Güzel bir söz, güzel bir ağaç gibidir ki, onun kökü
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
sabit, dalı ise göktedir. Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Allah insanlar için örnekler verir; umulur
ki onlar öğüt alır-düşünürler. (İbrahim Suresi, 24-25)
Ayrıca Allah başka bir ayette de insanlara sözün en güzelini
söylemelerini bildirmiş, aksinde şeytanın araya girip insanların
aralarını açıp bozacağını şöyle haber vermiştir:
Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle.
Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaktadır. Şüphesiz
şeytan insanın açıkça bir düşmanıdır. (İsra Suresi, 53)
Hayatlarının her anını Allah'ın razı olacağı şekilde yaşama niyetinde olan müminler bu ayetler doğrultusunda her zaman güzel sözler söylemeyi kendilerine hedef edinmişlerdir. Kendilerini şeytanın istekleri doğrultusunda yaşamaya ayarlamış olan
kişiler ise pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da tam tersi
bir tavır takınırlar. Güzel sözden, iltifattan, hoşsohbet olmaktan
kaçınmalarının ise birçok sebebi vardır.
Bu kişilerin her konuda olduğu gibi güzel sözlü olma konusunda da karşılarına çıkan ilk engel "kibirleri"dir. Kibirli bir insanın başlıca özelliği kendi nefsini ön planda tutması; diğer tüm
konuların, hatta asıl amacı olan Allah'ın rızasını kazanma çabasının dahi nefsinden sonra gelmesidir.
Böyle bir kişi, kendisi için hayati önemi olan büyüklenme
duygusunu bir kenara bırakıp çevresindeki insanlara güzel sözler söylemeyi, iltifatta bulunmayı ve onlarla hoş sohbetler yapmayı son derece zor görür. Çünkü ona göre en akıllı insan kendisidir, kendisi o kadar akıllıyken başka birini kendi isteğiyle övmesi mümkün olmayacaktır. Yine ona göre en mantıklı da kendisidir ve onun kadar mantıklı bir insanın başka bir kişinin sözlerini dinleyip ona uyması yersiz olacaktır. Ona göre en güzel
özelliklere sahip olan da kendisidir, o zaman onun iltifat etme-
93
94
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
si değil, ona iltifat edilmesi gerekmektedir...
Şeytanın etkisine giren bu kimselerin güzel söz söylemekten kaçınmalarının bir diğer nedeni ise kalplerindeki "kin ya
da kıskançlık" duygularıdır. Allah insan nefsinin kıskançlığa ve
bencilliğe elverişli olduğunu "... Nefisler ise 'kıskançlığa ve
bencil tutkulara' hazır (elverişli) kılınmıştır..." (Nisa Suresi, 128) ayetiyle açıklamıştır. Allah'tan korkup sakınan müminler bu ayet gereği kıskançlıktan Allah'a sığınır ve nefislerinin bu
yönünü eğitirler. Çevrelerindeki her olayda Allah'ın üstün tecellilerini fark eder ve bunları coşkuyla dile getirmekten kendilerini alamazlar. Güzellikler, nimetler ve başarılar karşısında
duydukları sevinci ısrarla gündeme getirerek Allah'ın nimetine
karşı olan şükürlerini ifade ederler. İçlerinde yaşadıkları sevgiyi, coşkuyu doğal olarak dışa vururlar.
Şeytana uyan kimseler ise, nimetlerden zevk alamaz, huzurlu bir hayat yaşayamazlar. Kendileri böyle bir hal içerisindeyken, çevrelerindeki samimi müminlerin nimetlerden derin zevk
almaları, mutlu, huzurlu neşeli olmaları onları içten içe bir kıskançlık ve öfkeye sürükler. Oysa aynı güzel hayatı yaşamak onların da elindedir. Allah iman edip salih amellerde bulunan, güzel ahlak gösteren her insana bu güzel hayatı vadetmiştir. Kendi seçimleri doğrultusunda şeytanın ahlakını benimsedikleri için
yaşadıkları huzursuz hayat nedeniyle bundan mahrum kalıp, ardından da bu nimete sahip olan müminlere haset ederler.
İçlerinde gizlenen ve şeytanın telkinleriyle giderek büyüyen
bu kin ve kıskançlığı açıkça dile getirmekten çekindikleri için,
şeytanın sessiz diline başvururlar. Güzellikler, nimetler, başarılar karşısında sessiz kalmayı ve susmayı tercih ederler. Bunları mümkün olduğunca hiç ağızlarına almaz, geçiştirmeye çalışırlar. Öfkelerinden "sessiz protesto" yöntemine başvurarak
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
olumsuz düşüncelerini ve hoşnutsuzluklarını kararlı bir sessizlikle ifade etmeye çalışırlar.
Bu kişilerin güzel sözler söyleyip iltifat etmekten, candan bir
sohbet ortamı oluşturmaktan kaçınmakla yapmak istedikleri bir
başka şey ise, karşılarındaki kişilere "değer vermediklerini
vurgulamak"tır. Ancak bunun nedeni karşılarındaki kişileri
gerçekten değersiz görmeleri değildir. Bunu nefislerine ağır geldiği için kıskançlıklarından ya da kibirlerinden dolayı yaparlar.
Ancak kitabın başından beri dikkat çektiğimiz tüm gizli kötülüklerde olduğu gibi bu tavırlarında da kendilerini açıkça deşifre
etmemeye, yalnızca ispat edilemeyecek nitelikte eylemlerde
bulunmaya büyük özen gösterirler. Eğer herkesin güzel sözler
söylediği bir ortamda bulunuyorlarsa, tamamen sessiz kalmalarının içlerindeki bu kötülüğün anlaşılmasına neden olacağını bildikleri için bu tür durumlarda farklı bir yönteme başvururlar.
Kimi zaman sanki uygun kelime bulamıyormuş gibi tutuk konuşmalar yapar, kimi zaman anlatmak zorunda kaldıkları sözlere samimiyetsizlik eklerler. Kimi zaman ağızlarından yanlış bir
söz çıkmış, anlatacaklarını istedikleri şekilde ifade edememiş gibi yaparak gizli bir dille bu konudaki isteksizliklerini ve soğukluklarını ortaya koyarlar. Kimi zaman da önce güzel bir söz söylüyormuş ya da samimi bir iltifat ediyormuş gibi yapıp ardından
ekledikleri bir başka sinsice tasarlanmış cümle ile bunun anlamını değiştirmeye veya etkisini kırmaya çalışırlar. Şeytanın etkisinde oldukları için, bir şeyi gerçekten beğendikleri halde, gururlarına ağır geldiği için bunu gerçek değerini hissettirmeyecek
kelimelerle övmeye çalışırlar. Örneğin "çok güzel" ifadesi yerine "fena değil" gibi geçiştirici sözlerle konuyu önemsiz göstermeye gayret ederler. Bunlar gibi samimiyetsizliklerini vurgulamak için kullandıkları daha pek çok ince metod vardır ve bun-
95
96
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
ların her biri şeytan işi sinsice yöntemlerdir.
Bu konuda bilinmesi gereken ise, gösterdikleri sinsi tavırlarla, sarf ettikleri mesaj dolu sözlerle yalnızca kendilerini sıkıntıya soktuklarıdır. Bunların hiçbiri samimi müminlere etki
etmez, zarar veremez. Aksine müminlerin kalplerinde samimiyetsizlik olan kimseleri tanımalarına ve şeytanın insanlara nasıl
bir oyun oynadığını görmelerine vesile olur.
İlgi çekmek için kendilerini esrarengiz gösterme
çabaları
Şeytanın etkisindeki kişilerin çevrelerindeki insanların ilgisini çekebilmek için başvurdukları sessiz yöntemlerden bir diğeri ise, kendilerini "esrarengiz kimseler olarak tanıtmaya
çalışmaları"dır. Bunun için de bu bölümün başından beri anlattığımız durgun, sessiz ve cansız bir karaktere bürünürler.
Kendilerini olduklarından daha farklı göstermeye çalışırlar;
ama bu farklılığın gerçek hallerinden daha olumsuz bir izlenim
bırakmasına özen gösterirler. Bunun onlara nasıl bir çıkar sağlayacağı ise meçhuldür. Çünkü hiçbir insan kendisini çevresine
kötü bir insan olarak tanıtmak istemez. Pek çok iyi özelliği varken, olumsuzluklarını ön plana çıkarıp vurgulamayı talep etmez. Aksine her zaman olduğundan daha akıllı, daha güzel huylu, daha kişilikli, daha güvenilir biri olarak tanıtmak ister. Bir insanın böyle bir çaba içerisine girmesi, hiç kuşkusuz ancak şeytanın bu insanın doğru yolları üzerine oturması ve onu şaşırtıp
saptırmaya çabalamasıyla gerçekleşir.
Ele aldığımız tüm diğer yöntemler gibi, şeytanın bu sinsi
metodu da Kuran ahlakıyla hiçbir şekilde bağdaşmamaktadır.
Öncelikle imanı kavrayan bir insan hiçbir zaman için kendisini
bile bile esrarengiz bir kişi olarak tanıtmaz. Tam aksine ne ka-
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
dar açık, net ve samimi bir kişiliğe sahip olduğunu, dürüstlüğünü, güvenilirliğini elinden gelenin en fazlasıyla belli etmeye çalışır. Esrarengiz davranışlarda bulunup, kendini olduğundan farklı tanıtmanın, gizemli konuşmalar yapmanın münafık karakterli
insanların özelliği olduğunu bilir. Kuran'ın pek çok ayetinde,
peygamberlerin gönderildikleri toplumlara kendilerini tanıtırlarken öncelikle güvenilir kimseler olduklarını vurguladıklarına
dikkat çekilmiştir. Ayetlerde Hz. Nuh'un kavmine kendisini
şöyle tanıttığı bildirilmektedir:
Hani onlara kardeşleri Nuh: "Sakınmaz mısınız?" demişti. "Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir
bir elçiyim. Artık Allah'tan korkup-sakının ve bana
itaat edin." (Şuara Suresi, 106-108)
Salih müminler kendilerine peygamberlerin bu ahlakını örnek alırlar. Şeytana uyan insanlar ise tüm bu gerçekleri çok iyi
bildikleri halde, bulanıklaşan akılları ve iyice örttükleri vicdanlarının zayıflığı nedeniyle ısrarla şeytanın yöntemine sarılırlar. Bir
türlü anlaşılamayan, çözülemeyen dolayısıyla ne düşündüğünün,
ne hissettiğinin anlaşılabilmesi için sürekli üzerine düşülen bir
kişi olmanın kendilerini önemli bir konuma getireceğine inanırlar. Bu nedenle karşı tarafı kendileriyle alakadar edebilmek için
sürekli olarak kendilerini sırlarla dolu, anlaşılamaz, neyi niçin
yaptığı bilinmeyen bir insan olarak tanıtırlar. Ancak üzerlerine
düşülmesi de onları rahatlatmaz. Kendilerini esrarengiz göstermekle ne elde etmeyi hedeflediklerinin kendileri de tam olarak
şuurunda değillerdir. Tek farkında oldukları ilgi çekmek istedikleridir; bunun sonucunda çevrelerindeki insanların sevgilerini
mi buğzlarını mı kazanacaklarını hiç hesaba katmazlar. Şeytan
konunun bu önemli kısmını onlara unutturur. Bunu ancak yaptıkları şeytani davranışların açmaz bir yol olduğunu anladıkların-
97
98
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
da düşünmeye başlayacaklardır.
Ne istediklerinin anlaşılması için kendilerine onlarca soru
sorulsa, bunların hiçbiri onları çözmeye yetmez. Özellikle hep
üstü kapalı cevaplar verirler ki ne demek istediklerinin anlaşılması için kendilerine yeniden sorular sorulsun. Bu şekilde çevrelerindeki insanların ana gündemini oluşturabileceklerini düşünürler. Bu, karşı tarafın onlara çok değer verdiğinin ve onları kazanmak için her türlü zorluğa katlanacağının bir işareti gibidir onlara göre. O zaman bu duruma şahit olan diğer insanların da kendilerine ona göre bir değer vereceklerini, onları
gözlerinde daha üstün bir yere koyup "bu kişiler gerçekten
önemli" diye düşüneceklerini sanırlar. Bir tavır bozukluğundan
böyle bir sonuca varmak ise, ancak üstünlük ölçüsünün takva
ve Allah'a yakınlıkla olabileceğini düşünmeyen, Kuran ahlakıyla
hareket etmeyen insanlar için geçerli olabilir. İman sahipleri
böyle bir tavrın Kuran'a uygun olmadığını bilirler.
Bu nedenle Müslümanlar dürüst bir kişiliğe sahip olan insanlardır; neyi neden yaptıkları da çok açıktır. Hiçbir hareketleri şaibe taşımaz, şüphe uyandırmaz. Kuran ahlakıyla hareket
ettikleri için, bir şey yaptıkları ya da söyledikleri zaman bu
Allah'ın izniyle çevrelerindeki insanlar üzerinde mutlaka olumlu bir etki bırakır. "Neden böyle dedi", "bir şey mi ima etmeye çalıştı", "ne demek istedi" gibi şüpheler oluşmaz. Esrarengiz
bir izlenim oluşturmaktan itinayla kaçınırlar. Kuran'ın "Ancak
Allah size imanı sevdirdi, onu kalplerinizde süsleyip-çekici kıldı ve size inkarı, fıskı ve isyanı çirkin gösterdi. İşte
onlar, doğru yolu bulmuş (irşad) olanlardır." (Hucurat Suresi, 7) ayetiyle bildirildiği gibi, Allah iman edenleri hidayete
yöneltmiş, şeytanın ahlakını onlara çirkin göstermiştir.
Ancak şeytanın sinsi hesaplarıyla hareket ettikleri için Ku-
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
ran ahlakından uzaklaşan kişiler esrarengiz olmayı daha cazip ve
dikkat çekici görürler. Kendilerini diğer insanlardan farklı gösterme arzusu daha ağır bastığından şüpheli, tedirgin edici ne
düşündüğü bilinmeyen, planları, sırları çözülemeyen bir insan
görünümüne bürünürler. Ardından da Müslümanların kendilerini çözmelerini, ne tür beklentileri olduğunu anlamalarını beklerler.
Oysa Müslümanlar güzel ahlakı tüm yeryüzünde yerleşik kılmak gibi çok önemli sorumluluklar üstlenmiş olan insanlardır.
Ancak kendilerini olduklarından çok daha fazla büyütüp önemli gören bu kişiler, tüm konuların bir kenara bırakılarak en çok
kendileriyle alakadar olunmasını beklerler. Kendilerine çok fazla değer verir, diğer insanların da bu şekilde değer vermesini
beklerler.
Bu bakış açıları doğrultusunda şeytanın sinsi oyunlarına başvururlar. Kendilerince karşılarındaki insanları bir sınava tabi tutarlar. Kendilerine ne kadar değer verildiğini onların kendi
üzerlerine düşme ölçüleriyle tespit etmek isterler. Gerçekten
sevilip sevilmediklerini, kendilerine güvenilip güvenilmediğini
ölçmek için bu sinsi ve akılsızca yöntemi kullanırlar. İstedikleri
takdirde sadece bir niyet değişikliğiyle ortadan kaldırabilecekleri bozuk tavırlarını, ancak üzerlerine düşüldüğünde değiştirmeye kararlıdırlar. Onların çarpık mantıklarına göre bu alaka
onların sevilme ölçüsüdür; eğer gerçekten değer verilip seviliyorlarsa karşılarındaki insanların bunu yoğun ilgi ve alakayla
göstermeleri şarttır.
Elbette ki tüm bunlar Kuran ahlakına hiçbir şekilde uymayan, şeytani fikirlere dayandığı için hiçbir zaman istenilen sonuçları vermeyecek boş çabalardır. Söz konusu kişiler bu şeytani girişimlerden, sessiz imalardan, sinsi oyunlardan vazgeçme-
99
100
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
dikleri takdirde büyük bir sıkıntının içine girerler. Giderek şeytanın ahlakı tüm bünyelerini sarıp kuşatır; şeytanı dost edindikleri için Müslümanları da adeta düşman gibi görmeye başlarlar.
Onların her sözlerini, her tavırlarını şeytani mantıklarla yorumlayıp kalplerindeki kötülüğü daha da büyütebilmek için kullanırlar. Yaptıkları bu sinsi ve samimiyetsiz çıkarımları adeta
ezberlercesine akıllarında tutar, biriktirirler. Bu birikim onların kalplerinde derin bir öfke ve kin oluşmasına neden olur.
Nitekim nefislerine ters gelen herhangi bir durumla karşılaştıklarında bu kin hemen su yüzüne çıkar ve kişi o güne kadar
aklında tuttuğu, biriktirdiği ve kendince karşı tarafa karşı koz
olarak kullanabileceğini düşündüğü tüm bu bilgileri ortaya döker. Allah Kuran'da "kötülüğü örgütleyip düzenleyen" bu gibi
insanları azabıyla şöyle uyarmaktadır:
Artık 'kötülüğü örgütleyip düzenleyenler', Allah'ın,
kendilerini yerin dibine geçirmeyeceğinden veya şuuruna varamayacakları yerden azabın gelmeyeceğinden emin midirler? (Nahl Suresi, 45)
Böylece bu insanların bir türlü çözülemeyen esrarengizliklerinin, durgunluklarının nedenleri ve öne sürdükleri tüm bahanelerin asılsız olduğu ortaya çıkmış olur. Gerçekte kalplerinde büyük bir öfke vardır; bunu her ne kadar saklasalar da
"Allah, saklı tuttuklarınızı ve açığa vurduklarınızı bilir."
(Nahl Suresi, 19) ayetiyle haber verildiği gibi, Allah buna şahittir.
Uyuşukluk ve tembellik haliyle gizli mesajlar
vermeye çalışmaları
Donuk ve sessiz bir karaktere bürünerek kötülüğün gizli
diliyle çevrelerindeki insanlara mesajlar vermeye çalışan insan-
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
ların birçoğu bu amaçla uyuşuk, ağır ve dalgın tavırlar sergilerler. Bu şekilde şevksizliklerini, isteksizliklerini, bir şeylerden huzursuzluk duyduklarını sessiz bir dille çevrelerindeki insanlara
hissettirmeye çalışırlar. Diğer insanlarla kıyaslandığında bu kimselerin bir kısmının davranışlarında yoğun bir ağırlık fark edilir;
bu durum yürüyüşlerinden, oturup kalkmalarına, yemek yemelerine, temizlik yapmalarına, kısacası herşeylerine hakimdir. Aynı şekilde dalgınlıkları da dikkat çekicidir. Herkes konuşurken
onlar uzaklara bir yerlere bakıp kalırlar; sohbet ortamından kopar, ancak ara ara tekrar bu kişilerle bağlantıya geçerler. İlginç
olan ise, çok gerçekçi bir izlenim vermelerine rağmen aslında
tüm bunları taklit olarak yapmalarıdır. Amaçları buraya kadar
anlattığımız tüm tavır bozukluklarında olduğu gibi, gizliden gizliye kötü ahlaklarını canlı tutabilmektir. Kuşkusuz bu da diğer
kasıtlı tavırlarında olduğu gibi son derece zordur. Neşeli, hareketli ve dışa dönük bir insanın irade kullanarak günün 24 saatinde kendisini ağırlaştırması, donuklaştırması, sessizleştirmesi,
hareketsiz ve uyuşuk hale getirmesi... Üstelik buna bir gün iki
gün değil neredeyse hayatı boyunca dayanabilmesi...
Şeytan bu insanları güzel bir hayattan mahrum edebilmek
için onlara bu yöntemi cazip gösterir ama aynı zamanda onlara öyle büyük bir oyun oynar ki, böyle bir tuzağa düştüklerini
anladıklarında genellikle zaten şeytan çoktan amacına ulaşmış
olur. Şeytan, adeta hipnoz yapmış gibi bu kişileri etkisi altına
alır. Söz konusu tavırları göstermeleri konusunda onları sürekli teşvik eder, öyle ki sonunda bu hal onların doğal kişilikleri
haline gelebilir. Artık isteseler de bu uyuşuk, uykulu, ağır halden kurtulmanın yolunu göremeyecek bir tavır içerisine girebilirler. İçlerinden neşelenmek, canlanmak, hareketli olmak
gelmeyebilir.
101
102
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
Şeytanın etkisindeki insanlar, imana karşı verdikleri ısrarlı
mücadele sonucunda bedensel olarak yıprandıkları gibi zihnen
de çok yorgun, dikkatleri dağınık bir hale gelebilirler. Sürdürdükleri bu yorucu mücadele sonucunda bedenleri ve zihinleri
iflas eder. Dikkatli iken dikkatsiz, canlı iken cansız bir insan haline gelirler. Bedensel olarak güçsüzleşir, hastalıklara açık bir
bünyeye sahip olurlar. Bağışıklık sistemleri, sinir sistemleri güç
kaybeder. Bunların etkileri hızlı bir şekilde bünyelerinde kendini gösterir. Ciltlerinde, yüzlerinde, bedenlerinde bu mücadelenin izleri oluşmaya başlar. Zamanla birlikte hızlı bir yaşlanma
sürecine girebilirler. Kasları güçsüzleşir. Yüzlerinde derin çizgiler oluşur. Göz altları çöker ve kararır. Saçları, tırnakları zayıflar. Ufak bir hava değişiminde bile kolayca hastalanabilirler.
Unutkanlık, zihin yorgunluğu, düz konuşamama, yoğun ağlama
eğilimi, stres gibi sinirsel etkiler görülür.
Algılamada ciddi sorunlar yaşamaya başlayabilirler. Duyuları çok iyi işlerken kendilerine söylenen şeyleri duymayabilir,
yanan bir yemeğin kokusunu alamayabilirler, sese ve kokuya
karşı hassasiyetleri azalabilir, tehlikeye karşı algıları zayıflayabilir. Bu kasti durgunlukları bir süre sonra kendilerine zarar vermeye başlar. Örneğin kesici aletleri ya da teknik bir aleti kullanırken, basit bir tamirat yaparken dahi hem kendilerine hem
de başkalarına tehlike saçabilirler. Bu ahlakı yaşayan kimi insanlar vicdanlarına karşı içlerinde verdikleri yoğun mücadele
nedeniyle fiziksel olarak da bitkin düşebilirler. Hareket kabiliyetleri gittikçe azalmaya, ağırlaşmaya başlayabilir. Hızlı hareket
edemezler. Üzerlerinde karşı tarafı rahatsız edecek bir ağırlık,
uyuşukluk görülür. Her fırsatta yalnız kalıp, insanlardan uzaklaşmaya, bir kenara çekilip yatmaya ya da uyumaya eğilim gösterirler. Vücutlarının normal ihtiyacının çok üzerinde bir uyku
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
uyurlar. Buna rağmen yine de dinçleşemez; yine uyumak ve yine dinlenmek isterler. Vicdanları üzerinde oluşan yoğun baskı
nedeniyle bünyelerinin güçsüzleştiğini, hastalığa açık, zayıf bir
hale geldiklerini kendileri de fark ederler. Öncesinde ne kadar
çalışkan ve aktif olsalar da, sinsice kurdukları tuzaklar onlara
durgunluk, aşırı ağırlık ve bitkinlik olarak geri döner. Kan hastalarındakine benzer türde ciddi bir hareket ağırlığı görülür.
Böyle bir kişinin saçını düzeltmek için kolunu kaldırması, başını
sağa sola çevirmesi bile normal bir insanda olduğu gibi olmaz.
Son derece ağır, kesik kesik hareketlerle yürürler. Yemek yemeleri, bir iş verildiğinde bu işi bitirmeleri çok uzun sürer. Ellerine bir kitap alıp yatağa uzanır ama kitabın daha birinci veya
ikinci sayfasında uyuya kalırlar. Kapı çalınsa duymaz, yanlarında
birisi tehlike atlatsa onu fark edip müdahale edemezler.
Ayrıca hem fiziksel hem de zihinsel anlamda yaşadıkları tüm
bu sıkıntıların başka insanlarda da görülebilen normal rahatsızlıklar olduğunu öne sürerek içerisinde bulundukları durumu anlamazlıktan gelmeye çalışırlar. Oysa bu ahlakta yaşamayı tercih ettikleri, kendilerini sadece dıştan değiştirip içte sakladıkları gizli
kötülükleri terk etmedikleri için böyle bir karşılık almaktadırlar.
Görüldüğü gibi sinsilikle, samimiyetsizlikle bir şeyler elde etmeye çalışan insanlar, kendi kurdukları tuzağa kendileri düşmektedirler. Şeytanla işbirliği yapıp çıkar elde edebileceklerini sanırlarken, şeytanın oyununa gelmekte, büyük bir kayıp içerisine girmektedirler. Durgunluğu, ağırlığı, soğukluğu bir koz olarak kullanacaklarını sanırlarken, tüm bunlar bir hastalık gibi bünyelerini
sarıp kuşatmaktadır. Ancak unutulmamalıdır ki samimi olarak bu
durumdan kurtulmak isteyen kişi şeytan ile işbirliğini bıraktığı,
Allah'a ve Kuran'a teslim olduğu takdirde, Allah'ın dilemesiyle
üzerindeki şeytanın etkisi kalkacak ve bu kişi hem kendisine
hem de çevresine nimet olacak bir ahlak kazanacaktır.
103
104
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
Herşeyden vazgeçmiş gibi ölümü bekleyen
bir karakter sergilemeleri
Kötü ahlakın verdiği vicdani sıkıntı ve yaptığı ciddi baskı bir
insanın uzun süre dayanabileceği bir durum değildir. Allah korkusu olan, şuuru açık bir insan bu vicdan azabına fazla dayanamaz ve hemen Allah'a sığınıp O'na teslim olur. Normal bir akıl
seviyesine sahip olan her insan vicdan üzerindeki bu baskının
bedenine ciddi şekilde zarar verdiğini, çok sağlıklı bir insanın
bedeninin bile buna uzun bir süre dayanamayarak iflas edebileceğini hisseder.
Vicdan azabı insanı maddi manevi çok büyük bir sıkıntı içine
sokar. Kuran'da, doğru olan tavrın Peygamberimiz (sav)'e destek olmak olduğunu bildikleri halde, bundan kaçınan kimselerin
yaşadığı vicdan azabının şiddetine şöyle dikkat çekilmiştir:
(Savaştan) Geri bırakılan üç (kişiyi) de (bağışladı).
Öyle ki, bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara
dar gelmişti, nefisleri de kendilerine dar (sıkıntılı)
gelmişti ve O'nun dışında (yine) Allah'tan başka bir
sığınacak olmadığını iyice anladılar. Sonra tevbe etsinler diye onların tevbesini kabul etti. Şüphesiz
Allah, (yalnızca) O, tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir. (Tevbe Suresi, 118)
Kuran'da verilen bu örnekte olduğu gibi, Kuran ahlakına
uygun hareket etmeyen her insan benzer bir vicdan azabı içerisinde yaşayacaktır. Bu Allah'ın insanlara bir rahmeti, doğru
yolu görmeleri için yarattığı özel bir durumdur. Ancak şeytanı
kendilerine rehber edinen kimseler, bu durumu da görmezlikten gelir ve vicdanlarının sesine uymamakta diretirler. Bunun
yerine azap ve sıkıntı içerisinde yaşamayı, nimetlerden güzelliklerden zevk almadan ömür tüketmeyi kabullenirler. Ku-
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
ran'ın "… kafirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden umut kesmez" (Yusuf Suresi, 87) ayetiyle bildirildiği
gibi, umutsuzluğa kapılmaları nedeniyle imandan ve imanın kazandıracağı huzur ve mutluluktan giderek uzaklaşırlar.
Allah Kuran'da, şeytandan başka hiçbir dostları olmadan,
mutsuz ve bedbaht bir hayat sürdükleri halde yine de öğüt almaktan ısrarla kaçınan bu insanların durumunu ise şöyle haber
vermiştir:
Allah'tan 'içi titreyerek korkan' öğüt alır-düşünür.
'Mutsuz-bedbaht' olan ondan kaçınır. (A'la Suresi,
10-11)
Oysa Allah insanlara mutlu olmanın, tüm bu sıkıntılardan
kurtulmanın yolunu göstermiştir. Bunun ancak Allah'ın gösterdiği hidayet yoluna uymakla mümkün olacağı Kuran'da şöyle
bildirilmiştir:
... kim Benim hidayetime uyarsa artık o şaşırıp sapmaz ve mutsuz olmaz. (Taha Suresi, 123)
Söz konusu kişilerin bu inatçı tutumları, Kuran ahlakının tek
çözüm olduğunu anlamaya yanaşmamalarından kaynaklanır.
Dünyada ve ahirette mutlu olmaları için kendilerine verilen
öğütleri dinlemez, ahlaklarını güzelleştirme konusunda bir gayret içine girmezler. Akıllarını, dikkatlerini ve iradelerini vicdanlarından yana kullanmazlar.
Oysa Müslümanlar, bunun tam tersine, kendilerini değiştirmek için irade kullanırlar. Kendilerine verilen öğütlere karşı son
derece duyarlı davranır, dikkatlerini bu konulara verirler. Çünkü Rabbimiz'e olan inançları gereği, yalnızca Allah'ın rızasını kazanabilmek için kendilerinde değişiklik yaptıkları takdirde,
Allah'ın üzerlerindeki nimetleri değiştirip artıracağını bilirler.
Allah Kuran'da bu gerçeği şöyle bildirmektedir:
105
106
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
Nedeni şu: Bir kavim (toplum), kendinde olanı değiştirinceye kadar Allah, ona nimet olarak bağışladığını
değiştirici değildir... (Enfal Suresi, 53)
"Rabbiniz şöyle buyurmuştu: "Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size artırırım ve andolsun, eğer
nankörlük ederseniz, şüphesiz, Benim azabım pek
şiddetlidir." (İbrahim Suresi, 7)
İman sahibi bir insan için hiçbir zaman hiçbir konuda çözümsüzlük söz konusu değildir. Müminler, en zor en karmaşık
ve en imkansız görünen durumlarda bile, Allah'ın rahmetiyle insanlara yardımını ulaştırdığını, kendilerini karanlıklardan nura
çıkardığını bilirler. Allah'a olan bu sarsılmaz güvenleri nedeniyle Allah'ın izniyle yaşadıkları tüm zorlukların üstesinden gelebilirler. Şeytanın etkisiyle kendisini büyük bir zarara sürüklemiş
olan insanların da, bu durumu fark ettiklerinde asıl olarak yapmaları gereken böyle bir ahlak göstermektir. Böyle bir kişi
Allah'ın yardımının, rahmetinin çok geniş olduğunu, ayette bildirildiği gibi Rabbimiz'in en güvenilir dost ve yardımcı olduğunu asla unutmamalıdır:
"... bir veli (en güvenilir bir dost) olarak Allah yeter,
bir yardımcı olarak da Allah yeter." (Nisa Suresi, 45)
UMUTSUZLUĞA VE TEVEKKÜLSÜZLÜĞE
KAPILANLARIN GİZLİ SAMİMİYETSİZLİKLERİ
Şeytanın insanları doğru yoldan uzaklaştırabilmek için kullandığı en önemli yöntemlerden biri de onları 'ümitsizliğe ve
karamsarlığa sürüklemek'tir. Şeytan cahiliye inancını yaşayan
insanlara ümitsizlik, tevekkülsüzlük gibi tavır bozukluklarını
makul göstermiş ve bu şekilde onları inkara sürüklemiştir. Aynı yöntemi iman edenler üzerinde de uygulamak ve bu cahili-
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
ye ahlakını benimseterek onları da Kuran ahlakından ve imandan uzaklaştırmak ister. Çünkü Kuran'ın "... Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü kafirler topluluğundan
başkası Allah'ın rahmetinden umut kesmez." (Yusuf Suresi, 87) ayetiyle bildirildiği gibi ümitsizlik önemli bir inkar alametidir. Bu gerçeğin farkında olan şeytan, kalbinde hastalık olan insanlar üzerinde ümitsizliği etkili bir silah olarak kullanır. Ancak
bunu yaparken tüm diğer hilelerinde olduğu gibi, onları nasıl bir
tehlikeye sürüklediğini hissettirmemek için her türlü oyuna
başvurur. Onlara açıkça "Allah'ın rahmetinden, bağışlanmaktan
ümit kesin" gibi tekliflerde bulunduğu takdirde, oyunlarının deşifre olacağını ve başarılı olamayabileceğini bilir. Çünkü imanı
bilen bir insan böyle bir düşünceye kapılmanın imandan çıkmak
anlamına gelebileceğinin de bilincindedir. Şeytan bu durumda
ümitsizliği çeşitli düşüncelerin ardına gizleyerek, makul ve meşru görünen bahanelerle örterek onlara yaşatmaya çalışır. Böyle bir durumda kişi açıkça "ümidimi kaybettim", "her türlü hayırdan umudumu kestim" gibi bir üslup kullanmayacaktır belki
ama bu inancın gereğini tüm ahlakında yaşayacak ve hayatını bu
düşünceler doğrultusunda yönlendirmiş olacaktır. Şeytanın istediği de zaten bu sonucu elde edebilmektir. Hangi yolla olursa olsun insanları azaba yaklaştırmak...
Şeytan bu hedefine ulaşabilmek için çok sistemli, ince taktiklere dayalı ve planlı bir yol izler. Aşama aşama farklı yöntemler
kullanarak kişiyi istediği noktaya getirmeyi hedefler. Vicdanlarını örtüp, nefislerinin isteklerine uyabilmek için zaten bahane
arayan bu kimseler, şeytanın kendilerine gösterdiği bu yola kolaylıkla teslim olurlar. Şeytan onlara öncelikle ortada 'çok büyük sorunlar, çok ciddi eksiklikler olduğu bahanesini gösterir.
Bu bahaneye sığınan insanlar 'bu sorunların aşılması çok zor,
107
108
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
içinden çıkılması çok emek gerektiren konular' olduğunu savunarak vicdanlarını rahatlatmaya çalışırlar. 'Samimiyetle ellerinden gelen herşeyi yaptıklarını ama her yolu denedikleri halde
bir türlü sonuç alamadıklarını, bir türlü sorunlarının üstesinden gelemediklerini iddia ederler. Ortada "kısır bir döngü" olduğunu, çözümsüzlüğün onları zaruri olarak çaresizliğe sürüklediğini öne sürerler. Sığındıkları bu samimiyetsiz bahaneye göre, bu onların elinde olan bir durum değildir; içerisinde bulundukları durum ve yaşadıkları olaylar onları bu kanaate zorlamaktadır.' Artık hüzne kapılmış ve ümitlerini kaybedenlerden
olmuşlardır. Şeytan bu insanlar üzerinde oynadığı oyunu tamamlamıştır.
Ancak şu da unutulmamalıdır ki söz konusu insanlar, öne
sürdükleri tüm bu bahanelerin samimiyetsizliğini ve gerçek dışı olduğunu çok iyi bilmektedirler. Ümitsizliğin, tevekkülsüzlüğün ve böylesine çaresiz bir üslubun Kuran ahlakına hiçbir şekilde uygun olmadığının farkındadırlar. Vicdanları an an kendilerine yaptıkları samimiyetsizliği hatırlatmakta, onları Kuran
ahlakına uygun şekilde düşünmeye çağırmaktadır. Ancak onlar
şeytanın gösterdiği bu yolu nefislerinin azgınlığı uğruna bile bile bir bahane olarak kullanmaktadırlar.
Vicdanlarını bile bile örtüp, samimiyetsizliği tercih etmeleri
bu insanların derin bir vicdan azabı yaşamalarına neden olur.
Bu vicdan sıkıntısı nedeniyle hem zihinsel hem de fiziksel anlamda büyük bir çöküntü içerisine girerler. Şeytanın telkinlerine kayıtsız şartsız uydukları için içerisinde bulundukları bu duruma karşı mücadele edecek, samimiyetsizlikten kurtulmak
için yeni bir hamle yapacak gücü kendilerinde bulamazlar. Önceki bölümde anlattığımız gibi, böyle bir insan şeytanın etkisiyle herşeyi doğal akışına bırakıp sıkıntılarıyla, acılarıyla bir ya-
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
şam sürmekten başka çıkar bir yol kalmadığına kendisini ikna
etmeye çalışır. Adeta ölümü beklercesine çeşitli faaliyetlerle
oyalanmaya, yaptığı samimiyetsizliğin dünyada ve ahirette neden olabileceği telafisi mümkün olmayan tehlikeleri unutmaya
çalışır. Zira Allah "İnsanlardan öyleleri vardır ki: "Biz
Allah'a ve ahiret gününe iman ettik" derler; oysa inanmış
değillerdir. (Sözde) Allah'ı ve iman edenleri aldatırlar.
Oysa onlar, yalnızca kendilerini aldatıyorlar ve şuurunda
değiller. Kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını arttırmıştır. Yalan söylemekte olduklarından dolayı,
onlar için acı bir azap vardır." (Bakara Suresi, 8-10) ayetleriyle kendilerini ve iman edenleri samimiyetsizce aldatmaya çalışan bu insanlar için acı bir azap olduğunu bildirmektedir. Söz
konusu kimseler de bu durumun şuurundadırlar.
Ancak Allah'tan gereği gibi korkmamaları nedeniyle bu gerçeği düşünmek yerine kendilerine hatırlatılan azabı unutmaya
çalışırlar. Bunun için kimi zaman bedensel olarak yorucu işlerle oyalanarak, kimi zaman yoğun zihin meşgul eden işlere dalarak, kimi zaman da yalnızca bitkin ve miskin bir şekilde uyuyarak vakit tüketirler. İşte bu aşamada şeytanın görevi de büyük
çapta sona ermiş olur. Bu duruma getirdiği; içten içe inanılmaz
şekilde çürütüp çökerttiği bir insanla artık daha fazla vakit kaybetmesine gerek kalmamıştır. Ara ara onun bu düşüncelerini
tazelemesi, ona durumunun vehametini, çözümsüzlüğünü ve
içerisinde bulunduğu çaresizliği hatırlatarak onu üzüntüye düşürmesi yeterli olacaktır. Çünkü artık bu aşamadan sonra kişi
şeytanın görevini tüm detaylarıyla kendisi üstlenmiş olacak;
onun binlerce kez kafasından geçirerek ezberlettiği fikirlerini,
artık kendi kendine tekrarlayıp hatırlatacaktır. Artık bunlar
onun için bir vesvese ya da kuruntu olarak değil, kesin gerçek-
109
110
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
lermiş gibi inandığı yargılar olarak zihninde yer bulacaktır.
Şeytanın etkisinde oldukları için imanı yaşamamakta direnen insan aslında tam bir yaşayan ölü gibidir. Hayattan, nimetlerden, insanlardan, kısacası hiçbir şeyden zevk almaz. Ruhu
körleşmiş, zihni bulanık bir hal almış, bedeni ruhundaki bu
ağırlığı taşımaktan yorgun düşmüş takatsiz kalmıştır. Şeytanın
vicdanını, zihnini, bedenini adeta bir kabuk gibi bağlayıp, üzerinde tam bir hakimiyet kurduğu bu insan, artık görünümü,
şevksizliği ve zihnini kaplayan şeytani ruh haliyle şeytanın tebliğini yapan bir elçi konumuna gelmiştir. Haliyle, tavrıyla, konuşmalarıyla, yüz ifadesiyle, ses tonuyla, ümitsiz, çaresiz, çözümsüz konuşmalarıyla çevresindeki insanları da kendisiyle aynı yılgınlığı ve ümitsizliği yaşamaya çağırır gibidir.
Böyle bir aşamada gerçekten iman eden şuuru açık insanların bu kişiye olan çağrıları, yol göstermeleri çok büyük bir nimettir. Kendi aklı, muhakemesi çökmüş bir insan için, gerçekleri görebilen, iyiyi kötüyü doğruyu yanlışı ayırt edebilen insanların temiz akılları Allah'ın rahmetinin bir tecellisidir. Müminler, kendilerine fayda ve zarar verecek şeyleri ayırt edemeyecek bir hale gelmiş bu insanları Kuran ahlakına, dünyada güzel
bir hayata, ahirette ise kurtuluşa çağırmaktadırlar. Bu, söz konusu kişilerin belki de ölmeden önce karşılarına çıkan son fırsatları, kendilerine yapılan son uyarı ve dünya hayatındakinin
yanında sonsuz hayatlarını da azap içerisinde geçirmelerini önleyebilecek son tebliğ olabilir. Bu noktada yapılması gereken
Allah'a, Kuran'a ve samimi müminlerin tavsiyelerine kayıtsız
şartsız teslim olmak ve Kuran'a göre hareket etmektir. Böyle
bir durumda, Allah'ın rahmetiyle, kişi şeytanın etkisinden kurtulabilecek, gerçek imanı yaşayabilecek bir akla ve vicdana kavuşabilecektir. Ancak bunun için öncelikle içindeki ümitsiz dü-
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
şüncelerden, tevekkülsüz fikirlerden tamamen kurtulması gerekmektedir.
İlerleyen satırlarda şeytanın insanları ne şekilde çözümsüzlüğe ve ümitsizliğe sevk ettiğini, onlarla zihinlerinde nasıl konuştuğunu, bu konuşmaların gece gündüz demeden günün 24
saati, aylarca, yıllarca pes etmeden, her an nasıl farklı şekillere
bürünerek devam ettiğini örneklendirerek anlatacağız. Ancak
bundan önce bu tavrın Kuran ahlakıyla nasıl çeliştiğini ve samimi iman eden bir insanın şeytanın bu kışkırtmalarına karşı ne
şekilde bir tavır göstermesi gerektiğine değinecek, Kuran ahlakı yaşandığı takdirde şeytanın bu oyununun iman edenler üzerinde hiçbir etkisinin olmayacağını anlatacağız.
Kuran ahlakında ümitsizliğin ve
tevekkülsüzlüğün yeri yoktur
Allah Kuran'da insanlara karşılarına çıkabilecek her türlü
olay hakkında en doğru çözüm yollarını açıklamıştır. Bu nedenle iman eden bir insanın hayatında çözümsüz hiçbir konu yoktur. Allah'ın Kuran'da gösterdiği yola uyduğu takdirde mümin,
karşılaştığı her sorunu rahatlıkla aşabilir. Allah Hz. İbrahim'e bu
durumu "Dediler ki: "Seni gerçekle müjdeledik; öyleyse
umut kesenlerden olma." (Hicr Suresi, 55) ayetiyle bildirmiştir.
"Andolsun Biz Kuran'ı zikr (öğüt alıp düşünmek) için
kolaylaştırdık. Fakat öğüt alıp-düşünen var mı?" (Kamer
Suresi, 17) ayetiyle bildirildiği gibi, Allah İslam dinini insanlar
için bir kolaylık dini kılmıştır. İnsan hayatı boyunca her ne zorlukla karşılaşırsa karşılaşsın, nasıl büyük bir hata yaparsa yapsın,
Allah bunların her biri için bir çıkış yolu yaratmış ve bunları Kuran ile kullarına bildirmiştir. İnsanın din ahlakının bu kolaylığını
111
112
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
kavrayabilmesi için Rabbimiz'in üstün sıfatlarını takdir edebilmesi, Allah'ın sonsuz gücünün, sınırsız ilminin şuuruna varması gerekmektedir. Bu şuurdaki bir insanın hayatında ümitsizliğin, çözümsüzlüğün, çaresizliğin yeri olması mümkün değildir.
Allah samimi bir kalple iman edenlerin velisi, dostu, yardımcısı, yol göstericisidir. Onları her türlü sıkıntıdan, her türlü zorluktan kurtarmaya güç yetirendir.
Zorluğu da kolaylığı da yaratan Allah'tır. Allah tüm bunları
-belirli hikmetler doğrultusunda- insanları denemek, kimin
Rabbimiz'e bağlılıkta kararlılık göstereceğini ortaya çıkarmak
için yaratmaktadır. En zor anda bile asla ümitsizliğe kapılmayan, Allah'a olan güveninde sabır ve kararlılık gösteren kimseler için Allah zorlukla birlikte kolaylığı da yaratır. Allah Kuran'da bu yardımını şöyle müjdelemektedir:
Ve seni kolay olan için başarılı kılacağız. (A'la Suresi, 8)
Demek ki, gerçekten zorlukla beraber kolaylık vardır. Gerçekten güçlükle beraber kolaylık vardır.
Şu halde boş kaldığın zaman, durmaksızın (dua ve
ibadetle) yorulmaya-devam et.
Ve yalnızca Rabbine rağbet et. (İnşirah Suresi, 5-8)
Ayetlerde belirtildiği gibi, insanın bu kolaylıkları görebilmesi için yapması gereken "yalnızca Rabbimiz'e yönelmek"tir. Fakat kimi insanlar şeytanın ve nefislerinin kendilerini yönlendirmesine izin verdikleri için Kuran'da bildirilen bu kolaylıktan
mahrum kalmış olurlar. Bir yandan yanlış bir yolda olduklarının farkına varır bir yandan da bu durumu Allah'a teslim olmak
yerine yine şeytanın yardımıyla çözmeye çalıştıkları için sürekli bir açmazla karşılaşırlar. Kuran ahlakına dönmedikleri sürece bu durum sürekli olarak tekrarlanır. Şeytan da bitmek bil-
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
meyen bu tekrarların çözümsüz bir durumla karşı karşıya olunmasından kaynaklandığı düşüncesini ortaya atar. Ve giderek bu
insanları bu düşünceyi bir saplantı haline getirecekleri şekilde
onları ikna ader. Oysa ki çözüme ulaşamamaları tümüyle Kuran'da bildirilen yola uymamalarından kaynaklanmaktadır.
Asıl önemli olan ise bu kimselerin aslında istedikleri takdirde hemen bu ruh halinden kurtulabilecekleridir. Çünkü vicdanları onlara ne yapmaları gerektiğini söylemektedir. Allah'a sığınmanın onları bu açmazdan kurtaracağını, Allah'ın tüm dualara
karşılık veren olduğunu, onlara kesin olarak yardım edeceğini
Allah vicdanları ile ilham etmektedir. Ancak onlar şeytanın etkisinde oldukları ve iman edenlere karşı bu inkar ahlakını bir
koz olarak kullanıp istedikleri bazı şeylere ulaşmak için özellikle şeytanla iş birliğine devam eder, bu tavırlarından vazgeçmezler.
Ümitsizliğe kapılan insanların gizli
samimiyetsizlikleri
Ümitsizliğe kapıldıklarını söyleyerek, hayırdan yana çaba
harcamaya yanaşmayan insanlar bu durumları meşru ve mantıklı gösterebilmek için ortaya çeşitli iddialar atarlar. Şeytanın sinsi metodlarıyla tevekkülsüz ve karamsar tavırlarının haklı nedenleri olduğunu ispatlamaya çalışan insanlar, öne sürdükleri
bu bahanelerin samimiyetsizliğinin farkındadırlar. Ayrıca Kuran'da bildirilen çözüm yollarına uyduklarında Allah'ın insanları
her türlü sıkıntıdan, eksiklikten arındıracağını da bilmektedirler.
Kendilerine büyük zararlar vermesine rağmen Kuran ahlakının
dışında bir hayat yaşamakta neden bu kadar ısrar ettikleri ise
oldukça düşündürücüdür. Bunun açıklamasını Allah Kuran'da
şöyle bildirmektedir:
113
114
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
... Ama onların kalpleri katılaştı ve şeytan onlara
yapmakta olduklarını çekici (süslü) gösterdi. (Enam
Suresi, 43)
Şeytan yapmakta olduklarını bu insanlara garip bir şekilde
zevkli göstermektedir. Öyle ki şeytanın gösterdiği bu yola uyabilmek için kendilerine zulmetmeyi, karamsar bir ruh halinde
yaşamayı, bir ömür boyu mutsuz olmayı kabul etmekte; bir anlamda manevi açıdan kendi elleriyle kendilerini öldürmektedirler. Ortaya koydukları kötü ahlak özellikleri nedeniyle çevrelerindeki insanların sevgisini, saygısını, güvenini yitirmeyi, hiçbir yakın dost ve arkadaşları olmadan şeytan ile başbaşa yapayalnız bir dünyada yaşamayı, güzel huylu olup mutlu bir hayat
yaşamaktan daha cazip görmektedirler.
Kuşkusuz kendi elleriyle oluşturdukları bu durum, Allah'ın
şeytanı dost edinmeleri dolayısıyla onlara dünya hayatında verdiği bir karşılıktır. Dünya hayatında Allah'ın rahmetinden, yardımından ümit kestiklerini söyleyerek bedbaht bir yaşam sürmeyi tercih eden bu insanlar için ahirette artık isteseler de hiç
umut olmayacaktır. Allah bu insanları acı bir azap ile uyarmıştır:
Onlardan (azap) hafifletilmeyecek ve orda onlar
umutlarını kaybetmiş kimselerdir. (Zuhruf Suresi,
75)
Allah'ın ayetlerini ve O'na kavuşmayı 'yok sayıp inkar edenler'; işte onlar, Benim rahmetimden umut
kesmişlerdir; ve işte onlar, acı azap onlarındır. (Ankebut Suresi, 23)
Ancak kendi aleyhlerinde ölçüyü taşıran bu kimseler eğer
vicdanlarının sesini dinleyip henüz vakit varken şeytanın gösterdiği bu yolu terk edecek olurlarsa, Allah esirgeyen, bağışlayan ve kullarının bütün günahlarını affedendir.
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
Bu kimselerin Kuran ahlakıyla bağdaşmayan çaresiz ve ümitsiz üsluplarını makul hale getirebilmek için öne sürdükleri sinsi
ve samimiyetsiz mantıklardan bazıları şunlardır:
Hatalarının telafi edilemeyecek kadar büyük
olduğunu, buna güçlerinin ve iradelerinin
yetmediğini iddia etmeleri
Allah'a gönülden iman eden insanlar, dünya hayatında kendilerine verilen süreyi Rabbimiz'in razı olacağı bir ahlaka ulaşabilmek için ciddi bir çaba içerisinde geçirirler. Kalplerindeki
Allah korkusu, Allah'ın beğenmeyeceği tavırlarda bulunmaktan,
bu davranışlarda bile bile ısrar etmekten onları alıkoyar. Allah'a
duydukları sevgi ve bağlılık öyle güçlüdür ki, bu güç -her ne zorlukla karşılaşırlarsa karşılaşsınlar- büyük bir şevkle bunları aşmalarını sağlar. Allah korkusu ve Rabbimiz'e duydukları sevginin gücüyle yaptıkları hatalardan vazgeçmeleri de yine onlar için
son derece kolay olur.
Allah'tan tam anlamıyla korkmayan, ahireti gereği gibi düşünmeyen insanlar ise bu gücü kendilerinde bulamazlar. Çünkü
Allah'a olan bağlılıkları ve O'nun rızasını kaybetmekten duydukları korku zayıftır. Ahiretteki sonsuz hayatlarını azap ve pişmanlık içerisinde geçirebileceklerine de çok fazla ihtimal vermezler. Bu nedenle cehennem korkusu da onları yeteri kadar
harekete geçirmez. Böyle bir durumda Allah'ın razı olmayacağı
yönlerini fark etseler bile, bu konularda şevkli, gayretli bir telafi içerisine girmektense, çeşitli tevil ve bahanelerle bunları geçiştirmeyi daha makul görürler. Bu amaçla öne sürdükleri mazeretlerden biri, "yaptıkları hataları düzeltmemelerinin
asıl nedeninin bunların telafi edilemeyecek kadar büyük
olduğu"dur. 'Öyle yanlış tavırlarda bulunmuş, öyle hatalar yap-
115
116
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
mışlardır ki, bunları yapabilen bir insan zaten artık ne kadar çaba harcasa da bunların meydana getirdiği tahribatı ortadan kaldıramayacaktır.' Ancak elbette ki bu düşüncenin tamamı şeytan işi bir aldatma, büyük bir yalandır. Allah'ın Kuran'da bildirdiği ayetler bu düşüncenin Kuran ahlakında hiçbir geçerli yönü
olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Öncelikle Allah insanlara güç yetiremeyecekleri bir yük yüklemeyeceğini bildirmiştir:
Hiç kimseye güç yetireceğinden fazlasını yüklemeyiz; elimizde hakkı söylemekte olan bir kitap vardır
ve onlar hiçbir haksızlığa uğratılmazlar. (Müminun
Suresi, 62)
Allah sonsuz esirgeyen ve bağışlayan, kullarından samimiyetle Kendisi'ne yönelenlerin tevbelerini kabul edendir. Rabbimiz şirk dışında insanların tüm günahlarını affedeceğini bildirmiştir. Şirkte de yine kişi bundan henüz vakit varken vazgeçtiği takdirde Allah'ın affediciliğiyle karşılık bulabilir. Kuran'da
sonsuz merhamet sahibi Rabbimiz'in bağışlayıcılığı şöyle bildirilmektedir:
(Benden onlara) De ki: "Ey kendi aleyhlerinde olmak
üzere ölçüyü taşıran kullarım. Allah'ın rahmetinden
umut kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, esirgeyendir." (Zümer Suresi, 53)
Bir başka ayette ise Allah samimi çaba gösteren kullarının
kusurlarını örteceğini ve onları üstün kılacağını bildirmektedir:
Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin kusurlarınızı örteriz ve sizi 'onurlu-üstün' bir makama sokarız. (Nisa Suresi, 31)
Allah'ın rızasını kazanabilecek bir ahlak gösteren kişi için
hatalarını telafi edebilmek son derece kolaydır. Gerçek bu ka-
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
dar açıkken ve Allah affedeceğini, bağışlayacağını, hatta kötülüklerini iyiliklere çevireceğini bildirmişken, insanın 'hatasını telafi
etmesinin mümkün olmadığını' söylemesi Kuran'a uygun değildir. Bu bahaneyi ortaya atan kişi, sinsiliğin ardına gizlenerek, aslında haktan kaçtığını, güzel ahlakı yaşamaya yanaşmadığı için
böyle bir samimiyetsizlik yaptığını çok iyi bilmektedir. Allah vicdanında bu gerçeği ona tüm detaylarıyla hissettirmektedir. Ahlakındaki eksiklikleri, hatalı yönleri telafi etmeyi zor görmekte,
güçlü bir imana sahip olmamasından dolayı bu gücü ve iradeyi
kendinde bulamamaktadır.
Allah Kuran'da ancak kalplerinde hastalık bulunan münafıkların bu üslubu kullandıklarına dikkat çekmiştir. Peygamberimiz
(sav) ile birlikte mücadele etmekten kaçmak isteyen münafıklar
buna mazeret olarak "güçlerinin yetmediğini" söylemişlerdir:
Eğer yakın bir yarar ve orta bir sefer olsaydı, onlar
mutlaka seni izlerlerdi. Ama zorluk onlara uzak geldi. "Eğer güç yetirseydik muhakkak seninle birlikte
(savaşa) çıkardık." diye sana Allah adına yemin edecekler. Kendi nefislerini helaka sürüklüyorlar. Allah
onların gerçekten yalan söylediklerini biliyor. (Tevbe
Suresi, 42)
Hatalarını düzeltebilmek için üzerinde uzun
süre düşünmeleri gerektiğini öne sürmeleri
Daha önce de belirttiğimiz gibi şeytan insanın güzel ahlak
göstermesini, vicdanını kullanarak Kuran'a uygun bir yaşam sürmesini istemez. Bunun için, yukarıda anlattığımız gibi ona güzel
bir ahlak sahibi olmayı, nefsinin kötülüklerinden arınmayı, hatalarını telafi etmeyi çok zor gösterir. Yaptığı hatanın çok büyük
117
118
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
olduğunu telkin eder. Böyle düşünen bir kişi, bu hatayı düzeltebileceğinden ve Allah'ın kendisini affedebileceğinden ümit
keserek kendisine ve olaylara karşı karamsar bir ruh haline girebilir.
Nefsi, bu insanı hatasını çözümleyebilmek için üzerinde derin derin düşünmesi gerektiği yönünde kandırır, onu esas amacından uzaklaştırır. Bu hatayı neden yaptığını, olayların nasıl geliştiğini, çevresindeki kişilerin kendisini nasıl değerlendirdiğini,
ona neler söylediklerini ve bunlar gibi konunun en küçük detaylarını bile saatler, günler, haftalar boyu tek tek analiz eder.
Oysa tüm bunları bu şekilde irdelemesinin kendisine bir faydası olmayacaktır. Ama eğer samimi davranarak dikkatini bunu
nasıl telafi edebileceğine verirse, Allah'ın izniyle bu durumu lehine dönüştürebilecektir.
Bu duruma şöyle bir örnek verebiliriz; ağır ve durgun bir
tavır sergileyen bir kişiye canlı ve neşeli olmasının tavsiye edildiğini düşünelim. Bu kişinin yapacağı çok kolaydır. Sadece güler yüzlü olup, olayları Allah'ın hayırla yarattığının bilinciyle rahat ve huzurlu olacaktır. Kişinin, bu konu üzerinde saatlerce
düşünmesine, karmaşık yöntemler geliştirmesine gerek yoktur. Hemen düzeltilebilecek bu durumu, şeytan insana üzerinde uzun uzun düşünmesi gereken bir konu olarak gösterir. Kimi zaman kişiye neşeli olması için önce diğer hatalarını düzeltmesi, bunun için de zaman ayırıp düşünmesi gerektiğini telkin
eder. Şeytanın amacı vakit kazanmak, erteletmek ve böylece
kişiyi asıl söylenenden, doğru olan hedefinden uzaklaştırmaya
çalışmaktır. Oysa çözüm çok kolaydır; söylenen tavrın yapılmasıyla konu hemen o anda hallolmuş olacaktır.
Böyle bir tavır değişikliği, susayan bir insanın mutfağa giderek su içmesi kadar kolaydır. İnsanın her susadığında suyu içe-
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
bilmek için saatlerce düşünmesine, suyu nasıl içeceğini planlamasına gerek yoktur. Yapacağı sadece suyu içmektir. Aynı şekilde hatasını düzeltmesi gerektiğini düşünen bir kişi de, bunu
ancak uygulayarak düzeltebilir.
Müminlere çaresizlik içerisinde oldukları
izlenimini vermeye çalışmaları
Nefislerindeki kötülüklerden kurtulamadıkları için umutsuzluğa kapıldıklarını söyleyen insanlar gerçekte böyle bir ruh hali
içerisine girmeyi kendileri tercih ederler. Bu tercihlerinin nedeni ise kötü huylarından, hatalı tavırlarından vazgeçmeyi ve
sonra da bu konuda istikrar göstermeyi istememeleridir. Bunun yerine böyle bir bahanenin ardına sığınmak nefislerine daha cazip gelir. Dahası Kuran ahlakına göre yanlış olan tavırları,
içten içe nefislerinin hoşuna gitmektedir. Örneğin kibirli ve
enaniyetli bir insanın tevazulu, yumuşakbaşlı bir ahlak kazanmak
için nefsini bu yönde eğitmesi gerekecektir. Ama tevazulu tavırlar nefislerine çok ters gelir; istediklerinde içlerinden geldiği
gibi gurur yapabilmek isterler. Bundan dolayı bu konuda nefislerinin üzerine gitmemeyi tercih ederler. Ancak Müslüman ahlakıyla bağdaşmayan bu tercihlerini açık açık savunamayacaklarını da bilirler. Bu durumda ardına sığındıkları samimiyetsiz bahane ise genellikle "çaresizlik içerisinde oldukları ve çözüm bulamadıkları" şeklindedir.
Oysa öne sürdükleri tüm bahaneler gibi bu da tümüyle gerçek dışıdır. Kuran ahlakı her konuda insanlar için en kesin ve
en kolay çözümdür. Allah "Gerçek şu ki kulluk eden bir topluluk için bunda (Kur'an'da) 'açık bir mesaj' (veya gerçek
bir çıkış yolu) vardır." (Enbiya Suresi, 106) ayetiyle bu gerçeği insanlara bildirmiştir.
119
120
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
Allah başka ayetlerde ise "... Kim Allah'tan korkup-sakınırsa, (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir; ve onu hesaba
katmadığı bir yönden rızıklandırır. Kim de Allah'a tevekkül ederse, O, ona yeter..." (Talak Suresi, 2-3) hükmüyle
Kendisi'nden korkup sakınanlara çıkış yolu göstereceğini bildirmiştir. Tüm bu ayetler Kuran ahlakını yaşayan bir insan için
hiçbir konuda çözümsüz kalınmayacağını göstermektedir. Bu
nedenle eğer ortada böyle bir durum varsa, bu, kişilerin Kuran'a uymayıp şeytanın yöntemlerine sarılmış olmalarından
kaynaklanmaktadır.
Allah Kuran'da iman edenlerin ölüm, açlık, hastalık gibi sabır gerektiren çok büyük zorluklarla karşılaştıklarında bile asla böyle çaresiz bir üslup kullanmadıklarını daima Allah'a olan
güvenlerini, tevekküllerini dile getirdiklerini bildirmektedir.
Ayetlerde ancak kalplerinde hastalık olan münafık karakterli
insanların zorluklar karşısından yılgınlığa kapıldıklarından ve
Allah'ın rahmetinden ümut kesen bir üslup kullandıklarından
bahsedilmektedir. Oysa Allah'a sığınan bir insan hiçbir zaman
böyle bir açmazla karşılaşmaz. Çünkü Allah kullarına karşı çok
lütufkar, çok geniş merhamet sahibi olan, kullarını çok sevendir. Rabbimiz Kuran'da bu lütfunu ve rahmetini Peygamberimiz
(sav)'e indirdiği ayetler ile şöyle hatırlatmıştır:
Rabbin seni terk etmedi ve darılmadı. Şüphesiz senin
için son olan, ilk olandan (ahiret dünyadan) daha hayırlıdır. Elbette Rabbin sana verecek, böylece sen
hoşnut kalacaksın. Bir yetim iken, seni bulup da barındırmadı mı? Ve seni yol bilmez iken, 'doğru yola
yöneltip iletmedi mi? Bir yoksul iken seni bulup zengin etmedi mi? (Duha Suresi, 3-8)
Allah müminleri, insanları iyiliğe çağırıp onları kötülükten
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
uzaklaştırmakla yükümlü kılmıştır. Dahası ümitsizlik, çözümsüzlük ya da imkansızlık kavramları iman sahiplerinin makul görecekleri düşünceler değildir. Ayrıca iman sahipleri karşılaştıkları
her olayı Kuran ile değerlendirdikleri için bu oyunun münafıkane bir ahlakın ürünü olduğunu kolaylıkla görür ve bu kimselere
Kuran ahlakıyla karşılık verirler.
Söz konusu kimseler ise açmazda olduklarını anlatan bu sözlerle çoğu zaman çevrelerindeki insanlara 'tavırlarını değiştirmeyecekleri ve bu konuda inatçı oldukları' mesajını vermek isterler. Amaçları, karşılarındaki insanları başka çıkar yol olmadığına inandırmak ve kendilerini bu şekilde kabul etmelerini sağlayabilmektir. Bu şekilde gizliden gizliye Kuran ahlakını tam olarak yaşamama konusunda ısrarlı olduklarını ifade ederler.
Ancak bu da iman edenler üzerinde hiçbir şekilde etkili olmayacak bir yöntemdir. Çünkü müminler kendilerine Kuran'ı
ölçü alır ve Allah'ın kendilerine bildirdiği ahlaka uygun şekilde
hareket ederler. Şeytanın ahlakına benzer tavırlar gösteren bir
kimseyi hiçbir zaman için o haliyle olduğu gibi kabul edip kendilerine dost edinmezler. Allah'ın "İşte bunların, Allah kalplerinde olanı bilmektedir. O halde sen, onlardan yüz çevir, onlara öğüt ver ve onlara nefislerine ilişkin açık ve etkileyici söz söyle." (Nisa Suresi, 63) ve "Şu halde, eğer
'öğüt ve hatırlatma' bir yarar sağlayacaksa, 'öğüt verip
hatırlat.'" (A'la Suresi, 9) ayetleriyle hatırlattığı ölçüler içerisinde öğüt verip hatırlatır, bu öğütlere uyup güzel ahlak gösterdikleri takdirde onların ahlaklarını kabul ederler.
Oysa diğer tüm hesaplarında olduğu gibi bu noktada da büyük bir yanılgıya düşmüşlerdir. Çünkü Allah Kuran'da samimiyetsiz insanları tanıtan delilleri iman edenlere bildirmiştir. Ayrıca Allah onları Kendi Katından üstün bir akıl ve teşhis kabiliye-
121
122
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
ti ile desteklemiştir. Bu kimseler samimiyetsizliği gizli ve ispat
edilemeyecek şekilde yapıp, sonra da iyi niyetli olduklarını iddia ederek kendilerini temize çıkarabileceklerini düşünmekle
yanılmaktadırlar. Zira konuşmaları, tavırları, bakışları, yüz ifadeleri ve öne sürdükleri tüm bahaneler iman edenlerin onların gerçek ahlaklarını anlamaları için yeterli olmaktadır.
Kendilerine sunulan çözüm yollarının yanlış
olduğunu iddia etmeleri
Şeytan insanların doğru yoldan yüz çevirmelerini hatalarında direnmelerini ister. Özellikle de doğru yola çağrıldıklarında
ya da kendilerine fayda sağlayacak bir öğüt aldıklarında bu duruma hemen tedbir almaya çalışır. Çünkü böyle bir durumda
kişinin vicdanı da devreye girecek ve ona, ısrarla çağrıldığı güzel ahlaka uymasını tavsiye edecektir.
Vicdanlarına uymak yerine nefislerini koruma peşinde olan
kimseler, böyle bir durumla karşılaştıklarında şeytanın gösterdiği bu yola hemen uyarlar. Kendilerine Kuran ahlakına uygun
tavsiyelerde bulunulduğunda, aksini ilham eden nefislerine
uyabilmek için sinsi metodlara başvurur ve kendilerini ikna
edecek bahaneler bulurlar. Bunların en başta gelenlerinden biri, "hatanın doğru ama çözümün yanlış olduğu" bahanesidir. Söz konusu kişilerin hatalı oldukları, Kuran ahlakına uygun
bir tavır göstermedikleri son derece açıktır. Böyle bir durumla karşılaştıklarında hatalarını reddetmelerinin samimiyetsizliklerinin açıkça anlaşılmasına neden olacağını bilirler. Bu nedenle daha sinsi bir yönteme sarılarak bu bahaneyi öne sürerler.
Kendilerini kesin olarak doğru yola iletecek olan Kuran ile
öğüt verildiği halde, samimiyetsizlikleri nedeniyle bunu kabul
etmezler.
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
Kendilerine tarif edilen çözüm yollarının doğru olmadığını,
hatalarının farklı nedenlerden kaynaklandığını ve farklı şekillerde çözülebileceğini iddia ederler. Ardından da "çözüm" adı altında nefislerine uygun alternatifler sunarlar. Kuran ahlakına uymak yerine şeytani yöntemlere başvurmaları bu kimseleri karmaşa içerisine sokar. Kolaylıkla halledebilecekleri konuları bile
içinden çıkılmaz hale getirir.
Şeytanın telkinlerine uyan böyle bir kişi, akıl ve samimiyetle
verilen güzel bir nasihatten bile bile uzaklaşır. Müminler kendisini hak ve hayırlı olan tavra çağırmakta, ancak o şeytanın etkisiyle tamamen örtülmüş olan aklını beğenerek haktan yüz çevirmektedir. Bu kimselerin gösterdikleri tavır Kuran'da şöyle
açıklanmaktadır:
'Ona: "Allah'tan kork" denildiğinde, büyüklük gururu
onu günaha sürükler, kuşatır. Böylesine cehennem
yeter; ne kötü bir yataktır o.'(Bakara Suresi, 206)
Hatalarının neden kaynaklandığını
bilmediklerini ve ne yapmaları gerektiğini
anlamadıklarını iddia etmeleri
Şeytanın ümitsiz bir ruh haline sürüklediği insanların, Kuran
ahlakını yaşamaya çağrıldıklarında öne sürdükleri samimiyetsiz
mazeretlerden biri de, "nerede hata yaptıklarını ve bunu telafi
etmek için ne yapmaları gerektiğini bilmedikleri" şeklindedir.
Oysa bu kişiler imanı kavramış, Kuran ahlakının gereklerini,
Allah'ın sakınılması gerektiğini bildirdiği tavırları bilen kimselerdir. Allah Kuran'da mazeretlerini her ne kadar öne sürseler de
her insanın kendisi için bir basiret olduğunu bildirmiştir. (Kıyamet Suresi, 14-15)
Bir başka ayette ise Allah "... Şüphesiz, doğruluk (rüşd)
123
124
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tağutu tanımayıp Allah'a inanırsa, o, sapasağlam bir kulba yapışmıştır;
bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir." (Bakara
Suresi, 256) hükmüyle doğru ile yanlışın apaçık bir farklılığı olduğunu hatırlatmıştır. İnsan şuurlu olarak yaratılmıştır. Yaptığı
olumlu ve olumsuz tavırları bilmektedir. Çünkü içinde kendisini yönlendiren vicdanının sesi vardır. Güzel bir tavırda vicdanı rahat eder, huzurlu olur. Aksi bir durumda ise vicdanı sıkılır. Yani insan kendisine itiraf etmese bile, vicdanı hatasını kendisine söyler. Bu nedenle hatalarının neden kaynaklandığını bilmediği, anlatıldığında da anlamadığı bahanesini öne süren bir
kişi, nefsinin bir oyunu ile karşı karşıyadır.
Bu kişi öncelikle hatasını kabul etmek istemiyordur. Çünkü
eğer hatasını kabul ederse bu hatasından vazgeçmesi gerekecektir. Bu nedenle tarif edileni anlayamadığını söyler ve bunu
devam ettirmeye zemin hazırlar. Eğer anladığını itiraf ederse,
bu durumda bir kere daha tekrarlaması, bu sefer onu bilerek
yaptığını gösterecektir. Bu nedenle böyle bir söz söyleyerek
kendini temize çıkarmaya, masum göstermeye çalışır. Şeytanın
makul gösterdiği bu çarpık mantığa göre karşısındaki kişilerin,
onun anlamadan, düşünmeden yanlış bir tavırda bulunduğuna
kanaat getirmesini, hatta hatasından dolayı ona merhamet
duymasını ister.
Allah bu samimiyetsiz yöntemin geçersizliğini "... Oysa onlardan bir bölümü, Allah'ın sözünü işitiyor, (iyice algılayıp) akıl erdirdikten sonra, bile bile değiştiriyorlardı."
(Bakara Suresi, 75) ayetiyle insanlara bildirmiş, anladıkları ve
iyice algıladıkları halde bile bile anlamadıklarını iddia eden bu
insanlara karşı iman edenleri uyarmıştır. Bir başka ayette ise
Allah "... Fakat, ne oluyor ki bu topluluğa, hiçbir sözü an-
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
lamaya çalışmıyorlar?" (Nisa Suresi, 78) sözleriyle bu kimselerin kasıtlı olarak söylenenleri anlamaktan kaçındıklarını haber
vermiştir.
Kendilerine önyargıyla bakıldığını; bu nedenle
yaptıkları olumlu değişikliklerin fark
edilemediğini öne sürmeleri
İmanı gereği gibi yaşamamalarından kaynaklanan karamsar
ruh hallerine bir mazeret bulmaya çalışan insanların, bu amaçla
sığındıkları bahanelerden bir diğeri ise "kendilerine önyargı
ile bakıldığı"dır. Bu düşünceleri ise temeldeki inanç bozukluklarından kaynaklanmaktadır. Allah'ın rızasını kazanmak için yaşayan insanlar yaptıkları herşeyi Allah'ın bilmesini ve O'nun razı olmasını yeterli görürler. Bu ahlakı gereği gibi yaşamayan insanlar ise takdiri ve övgüyü başkalarından beklerler. Yalnızca
Allah'ın rızasını kazanmak için yaşamaları gereken güzel ahlak
özelliklerini, insanların hoşnutluğunu kazanmak için yaşarlar.
Gereği gibi takdir edilmediklerini düşündüklerinde de gösterdikleri olumlu ahlak özelliklerinde irade kullanmazlar. Güzel
ahlaklı olabilmek için ellerinden geleni yaptıklarını ama bunun
bir türlü gereği gibi görülüp takdir edilemediğini savunurlar.
Özellikle de kendilerine hatalı bir tavırları hatırlatılmış ama onlar bu yönde hiçbir değişiklik yapmamışlarsa, bu durumu hemen önyargı bahanesiyle örtmeye çalışırlar.
'...Tavırlarını çok değiştirdikleri, hatta bambaşka bir insan oldukları halde hep eski hatalarıyla, eski kişilikleriyle değerlendirildiklerini söylerler. Bu konu halledilmiş olsa bile, ileride yapacakları hatalarda da hep aynı bakış açısının geçerli olacağını iddia ederler. Kendilerini ne kadar düzeltirlerse düzeltsinler, ne
kadar iyi olurlarsa olsunlar, eski yaptıkları hataların hiç unutul-
125
126
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
mayacağını ve kendilerine hep o gözle bakılacağını öne sürerler. Kendilerine ön yargıyla bakıldığı sürece de, bu psikolojik
baskı nedeniyle cesaretlerinin kırılacağını ve kendilerini değiştiremeyeceklerini savunurlar. Tüm bu samimiyetsiz bahanelerin ardına sığınarak bu şartlar altında değişmelerinin hiçbir şekilde mümkün olmadığına inandıklarını anlatırlar.
Görüldüğü gibi samimiyetsiz bahanelere dayalı bu senaryodan çıkan mantık, hatanın bu kişilerde değil, başkalarında olduğu şeklindedir. Oysa tüm bu açıklamalar asılsız iftiralarla doludur. Herşeyden önce müminler Allah'tan korkan, kötü zanda
bulunmanın, insanlara adaletsizlikle yaklaşmanın Kuran'a uygun
olmadığını bilen insanlardır. Bu nedenle samimi bir çaba içerisinde olan bir kimseye karşı hiçbir zaman böyle bir bakış açısıyla yaklaşmazlar. Bunun yanında eğer bir kişi gerçekten kendinde olumlu değişiklikler yapmışsa, müminler vicdanlarındaki
hassasiyet nedeniyle bunu hemen fark eder ve bundan büyük
sevinç duyarlar. Hepsinden önemlisi insanın hatalarını bağışlayacak olanın Allah olduğunu ve asıl O'na karşı sorumlu olduklarını bilirler. Bir insanı Kuran ahlakına uygun hareket ettiği halde geçmişteki hatalarıyla yargılamalarının Kuran ahlakına uygun
olmayacağının farkındadırlar. Kuran ahlakının bir gereği olarak
müminlere karşı her zaman güzel zan besler, onların güzel yönlerini daima ön plana çıkararak övüp teşvik ederler.
Dolayısıyla öne sürdükleri tüm diğer bahanelerde olduğu
gibi, bu da samimiyetsiz ve iman edenler arasında hiçbir geçerliliği olamayacak bir bahanedir. Kişinin yapması gereken bu düşüncelerinin tamamının şeytan ürünü olduğunu görüp hemen
Allah'a teslim olmak ve hatasını Kuran ahlakına uygun olarak
telafi etmeye çalışmak olmalıdır.
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
DUYGUSALLIĞI KULLANARAK SESSİZ BİR
DİL İLE MÜCADELE VERENLER
Şeytanın insanları, sinsice Kuran ahlakından uzaklaştırmak
için kullandığı tavır bozukluklarından bir diğeri ise "duygusallık"tır. Duygusal düşünmeye başlayan bir insan akılcılıktan
uzaklaşır, doğru ve isabetli düşünebilme yeteneğini kaybeder.
Kuran'ı ölçü alarak değil, duygularını ölçü alarak hareket etmeye başlar. Özellikle de kin, öfke, kıskançlık, bencillik ya da kibir
gibi kötü özelliklerle dolu olan nefsin kışkırtmaları, bu ruh halini yaşayan insanları yönlendiren temel güç haline gelir. Bu aşamadan sonra ise şeytanın işi son derece kolaylaşmış olur. Bu kişiyi istediği gibi etkisi altına alıp yönlendirebilecektir.
Gerçekten de duygusallığı bir hayat şekli gibi yaşamaya başlayan kimseler, büyük bir tehlikenin içerisine doğru sürüklenirler. Bir an önce kurtulmaları gereken duygusallık, din ahlakını
gereği gibi yaşamalarını engelleyecek, Allah'ın razı olacağı tavırlardan uzaklaşmalarına neden olacaktır.
Şeytanın etkisiyle böyle bir ruh hali içerisine giren insanlar
bir süre sonra duygusallığı sessiz bir dil olarak kullanmaya başlarlar. Allah bir ayette "... kendi yaptıklarını şeytan süsleyip
-çekici kıldı böylece onları yoldan alıkoydu. Oysa onlar
görebilen kimselerdi." (Ankebut Suresi 38) şeklinde buyurmaktadır. Ayette şuurları açık, akılcı düşünebilen, kötülüklerden sakınabilen insanlar oldukları halde, Kuran ahlakı yerine
şeytanın yöntemleriyle hareket eden insanların doğru yoldan
sapacağı bildirilmiştir.
Söz konusu kişiler duygusallığı çevrelerindeki insanlara karşı bir koz olarak kullanırlar. Zorda kaldıkları noktalarda insanları kendi anlayışlarına göre samimi, iyi niyetli ve masum olduklarına inandırabilmenin en iyi yolunun duygusallığa başvurmak
127
128
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
olduğunu düşünürler. Aynı şekilde bu tavrı kin, öfke, kıskançlık gibi içlerinde sakladıkları kötülükleri dışavurmanın, inatlaşarak istediklerini elde etmenin, hırslarını, zaaflarını gizlemeye
çalışmanın da bir yolu olarak görürler. Şeytanın telkinleri sonucunda bu karaktere bürünerek çevrelerindeki insanlara çok
detaylı mesajlar verebilirler.
Ancak duygusallık deyince akla sadece bilinen belli başlı bazı tavırlar gelmemelidir. Şeytan etkisi altına aldığı insanlara bu
ahlakında tüm kirli zenginliklerini öğretir. İlerleyen satırlarda
duygusallığı gizli bir dil olarak kullanan insanların sinsi yöntemlerine ve bunlarla vermek istedikleri mesajlara değinecek, şeytanın bu insanlar üzerindeki oyununu deşifre edeceğiz.
Ağlayarak kendilerini acındırmaya ve masum
göstermeye çalışmaları
Duygusallığın en bilinen yönlerinden biri kuşkusuz ağlamaktır. Şeytanın verdiği telkinlerle duygusal bir tavır içerisine giren
kişiler, bu durumlarını karşılarındaki insanları etkileyerek istediklerini elde edebilmek için bir koz olarak kullanmayı amaçlarlar. Onları böyle bir düşünceye iten en önemli sebeplerden
biri ise, bunun cahiliye insanları arasında etkili bir yöntem olduğuna hayatları boyunca pek çok defa şahit olmuş olmalarıdır. Kuran ahlakından uzak yaşayan ve hayatlarını birtakım cahilce kurallar doğrultusunda yönlendiren kimi insanlar ağlamanın, masumiyetin önemli bir delili olduğunu düşünürler. Kendilerince ağlayarak, doğruyu söylediklerini ama bu durumu
karşısındakilere ispatlayamadıkları için, haksızlığa uğradıklarını,
büyük bir çaresizlik ve üzüntü yaşadıklarını ispatlamış olacaklarını düşünürler. Bu sapkın inançlarına dayanarak yüzleriyle
olabildiğince masum olduklarını vurgulayarak karşı tarafta acı-
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
ma hissi uyandırmaya çalışırlar.
Çocukluk yıllarından itibaren çevresinde bu yöntemin ne
kadar çok denendiğini ve bu gibi insanlar arasında ne kadar etkili olduğunu gören kişiler, şeytanın etkisiyle samimiyetsizliklerini gizlemek için aynı yönteme sarılırlar. Gözyaşını bir silah gibi kullandıklarında insanları samimi, iyi niyetli ve dürüst olduklarına inandırabileceklerini; şeytan ile yaptıkları işbirliğini onlardan saklayabileceklerini düşünürler. Özellikle de kendilerine
daha güzel ahlaklı olmaları için bir hatırlatma yapılmış ve onlar
da nefislerine uyup bu konuda irade göstermemişlerse, hemen
duygusallığın ardına sığınır ve bu yolla kendilerini temize çıkarmaya çalışırlar. Kendilerince karşılarındaki insanların gözyaşlarını gördüklerinde kendilerine acıma dolu bir şefkat duyacaklarına inanırlar. Bu kişilerin tüm samimiyetleriyle ellerinden gelen
herşeyi yaptıklarına, ancak güçlerinin bu kadarına yettiğine kanaat getireceklerini düşünürler. Bu inançlarına göre, dilleriyle
anlatamayıp sonuç alamadıkları noktalarda, gözlerinden akan
birkaç damla su konuyu çözmüş olacak ve karşı taraf tam olarak ikna edilmiş olacaktır.
Ancak cahilce bir bakış açısıyla hareket eden insanlar arasında kabul gören bu çarpık yöntem, iman edenler tarafından hiçbir şekilde makul karşılanmaz. Böyle şeytani bir yöntem ile ortaya çıkan insanların masumluklarına ve iyi niyetlerine müminlerin kanaat getirmeleri mümkün değildir. Çünkü iman edenlerin ölçüleri Kuran ahlakıdır. Kuran'da bir insanın samimiyetine
ve iyi niyetine delil olabileceği bildirilen özellikler çok farklıdır.
Samimi bir insanın yüz ifadesi, bakışları, ses tonu, akıllı ve vicdanlı konuşmaları, Kuran ahlakına titizlikle uyması bu kişinin
Allah'tan korkup sakınan bir kimse olduğunun açık bir şekilde
anlaşılmasına neden olur.
129
130
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
Bu ahlaka sahip bir insanın dürüstlüğünü, iyi niyetini ispatlayabilmek için özel bir çaba harcamasına ve özel taktikler uygulamasına ihtiyacı yoktur. İman edenler Allah'ın kendilerine
vermiş olduğu keskin akıl, anlayış ve vicdan duyarlılığı sayesinde bu kişiyi kolaylıkla teşhis edebilirler. Bu nedenle duygusallığı ve bunun önemli samimiyetsizliklerinden biri olan ağlamayı
iman edenlere karşı kullanmak boş bir çabadan öteye gidemez.
Tam tersine, Allah Kuran'da ağlamanın, kalplerinde hastalık ve
zayıflık bulunan münafık karakterli kimselerin bir özelliği olduğuna işaret etmiştir.
Kuran'da Hz. Yusuf'un kardeşlerinin kurdukları sinsi planı,
ağlama yöntemiyle örtmeye çalıştıklarından bahsedilmiştir. Babalarının Hz. Yusuf'a olan sevgisini kıskanan kardeşleri biraraya gelerek, öldürmek amacıyla onu bir kuyunun dibine bırakmayı kararlaştırmışlardır. Bu planın ardından en masum hallerini takınarak babalarına gitmişlerdir. "Sen onu yarın bizimle gönder, gönlünce gezsin, oynasın. Elbette biz onu koruyup-gözetiriz." (Yusuf Suresi, 12) diyerek, kardeşlerinin
iyiliğini istedikleri ve her şartta kollayacakları konusunda babalarına güvence vermeye çalışmışlardır. İzin alıp Hz. Yusuf'u bir
kuyunun dibine bıraktıktan sonra ise babalarının yanına ellerinde suni olarak kan sürdükleri Hz. Yusuf'a ait bir gömlekle ve
ağlayarak gelmişlerdir. Bir yandan ağlayıp bir yandan da tamamen yalanlardan oluşan bir hikaye anlatarak babalarını masum
olduklarına inandırmaya çalışmışlardır:
"Akşamüstü babalarına ağlar vaziyette geldiler. Dediler ki: "Ey Babamız, gerçek şu ki, biz gittik, yarışıyorduk. Yusuf'u da yiyeceklerimizin (veya eşyamızın) yanında bırakmıştık. Fakat onu kurt yemiş. Ne
var ki biz doğruyu söylesek bile sen bize inanacak de-
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
ğilsin. Ve üzerine yalandan kan (sürülmüş) olan gömleğini getirdiler…" (Yusuf Suresi, 16-18)
Hz. Yusuf'un kardeşleri kendilerini masum ve suçsuz gösterecek en iyi tavrın ağlamak olduğunu düşünerek topluca ağlama
taklidi yapmışlardır. Görüldüğü gibi ağlayarak masum görünmeye çalışma, insanların çıkarlarına ulaşmak, yalanlarını örtbas etmek için kullandıkları bilinen bir sahtekarlık yöntemidir. Günümüzden yüzlerce yıl önce olduğu gibi bugün de aynı hastalıklı
mantıkla, planlı olarak kullanılan şeytani bir taktiktir.
İman edenler arasında bu tür bir yöntemin başarıya ulaşması hiçbir zaman mümkün olmaz. Müslümanlar ancak Allah'a tevekkülü tam, her olayın Allah'ın belirlediği kader doğrultusunda geliştiğinin farkında olan, Allah'a boyun eğici insanlara karşı
gerçek anlamda merhamet duyarlar. Allah korkusundan dolayı
güçleri yettiğince güzel ahlaklı olmak için çaba harcayan insanlara karşı gerçek bir sevgi besler ve bu kişilerin sözlerine güvenirler.
Allah korkusundan dolayı ağladıklarını iddia
etmeleri
Kuran'da ancak Allah korkusundan dolayı ağlamanın rahmani bir tavır olduğu bildirilmiştir. Allah, "...Onlara Rahman
(olan Allah')ın ayetleri okunduğunda, ağlayarak secdeye
kapanırlar." (Meryem Suresi, 58) ayetiyle peygamberlerin üstün ahlakından ve imani derinliklerinden övgüyle bahsetmiştir.
Bir başka ayette Allah, imana teslim olmalarından dolayı gözleri yaşlarla dolup taşan kimselerin ahlakını şöyle haber verir:
Elçiye indirileni dinlediklerinde hakkı tanıdıklarından
dolayı gözlerinin yaşlarla dolup taştığını görürsün...
(Maide Suresi, 83)
131
132
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
Önceki satırlarda anlatıldığı gibi, duygusallığın ve bundan
kaynaklanan ağlamaklı tavrın ise Kuran ahlakında hiçbir şekilde
yeri yoktur. Şeytani kuruntuların kendilerine verdiği karamsar
ruh halinin etkisiyle duygusallaşan bu kişiler, ağlamayı çoğunlukla bu samimiyetsizliklerini örtmek için kullanırlar. Kendilerine bu tavırlarının yanlışlığı ve Kuran ahlakıyla hiçbir şekilde
bağdaşmadığı hatırlatıldığında ise, bundan hemen vazgeçip
Müslümanca bir tavır içerisine girecekleri yerde genellikle çözümü bir başka samimiyetsizlikte ararlar. Doğruyu görmelerini ve Kuran ahlakına uygun hareket etmelerini istemeyen şeytan onlara yine ispat edilmesinin mümkün olmadığını düşündüğü "kalplerini" delil göstermelerini ilham eder.
Bu insanlara ağlamanın Müslümanca bir tavır olmadığı hatırlatıldığında kimi zaman onlar da "aslında çok farklı bir sebepten ağladıklarını ama bunu söylemelerinin doğru olmayacağını" söyleyerek üstü kapalı bir şekilde kendilerini temize çıkarmaya çalışabilirler. Sanki samimiyetlerinden ve ihlaslarından dolayı ağlamalarının nedenini hiç söylemek istemiyorlarmış gibi bir izlenim vermeye çalışırlar. Kendilerine bir süre
ısrar edildikten sonra ise aslında "Allah korkusundan dolayı
ağladıklarını" söylerler. Hatalı bir tavır içerisinde olduklarını
fark ettikleri ve bu davranışlarının ahirette büyük bir azapla
karşılık bulabileceğini düşündükleri için pişmanlıklarından ağladıklarını iddia ederler.
Oysa bu söylediklerinin doğru olmadığını, samimiyetsizliklerini örtmek için yalan söylediklerini kendileri de bilmektedirler. Şeytani bir mantıkla, yaptıkları sahtekarca çıkarımlarla kötü ahlaklarını Kuran ayetlerine dayandırarak meşru hale getirmeye çalışırlar. Ancak tüm tuzaklar gibi bu da boşa çıkmaktadır. Çünkü şeytanın ve ona uyanların tüm bu hileli sözleri söy-
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
lerken göz ardı ettikleri önemli bir gerçek vardır: Gerçekten
Allah'tan içi titreyerek korku duyan bir insanın özelliği, bu korkunun gücüyle hatalı olan tavrından hemen vazgeçmesidir. Bir
yandan ağlayıp bir yandan da samimiyetsizliklerine tüm gücüyle
devam etmesi bu kişinin Allah korkusundan ağlamadığını ve dürüst bir tavır içerisinde olmadığını hemen deşifre eder. Allah
Kuran'da gerçek Allah korkusunda insanların nasıl azim ve kararlılık içerisinde olacaklarını şöyle bir örnekle açıklamıştır:
Firavun'un hizmetindeki büyücüler onun tüm işkence tehditlerine rağmen, Hz. Musa'nın tebliğine uymuş ve Allah korkularından dolayı dayanılmaz işkenceler içerisinde ölmeyi göze
alarak hemen iman etmişlerdir. Kuran'da bu kimselerin kararlı
tavırları şöyle haber verilmiştir:
Dediler ki: "Bize gelen apaçık delillere ve bizi yaratana seni asla 'tercih edip-seçmeyiz." Neyde hükmünü
yürütebileceksen, durmaksızın hükmünü yürüt; sen,
yalnızca bu dünya hayatında hükmünü yürütebilirsin." (Taha Suresi, 72)
Onların bu ahlakı, gerçek Allah korkusunda insanın yanlış
bir tavrı nasıl hemen terk edip doğruya teslim olacağını açıkça
ortaya koymaktadır. Dolayısıyla şeytanın etkisiyle samimiyetsiz
bir yola başvuran kimselerin de asıl yapmaları gereken, bunu yine samimiyetsiz yalanlarla meşru hale getirmeye çalışmak değil,
Allah'ın affediciliğine sığınıp O'nun razı olacağı ahlakı göstermeye çabalamak olmalıdır.
Duygusallığın ağlama öncesi aşamalarında
kullanılan sessiz dil
Şeytanın telkinleriyle duygusallığı samimiyetsiz bir dil olarak
kullanan insanların ağlama eylemine geçebilmek için önce ruh
133
134
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
hallerini bu eyleme uygun hale getirmeleri gerekmektedir.
Kendi şeytani mantıklarına göre; '... bunun için öyle bir hazırlık yapmalıdırlar ki, yanlarında bulunan kişiler bu alametleri
fark edebilmeli ve bunlardan yola çıkarak karşı tarafın vermek
istediği mesajları anlayabilmelidirler. Ancak bu eylemler de en
az ağlama eylemi kadar etkili olmalı, ortamda ciddi bir gerilim
oluşturmalı, kişinin gerçekten haklı çıkmak için herşeyi göze
aldığını iyi ifade edebilmelidir...' Elbette ki bu düşünce, söz konusu insanların öne sürdükleri samimiyetsiz mantıklardan yalnızca bir tanesidir. Kullandıkları yöntemler, sessiz bir dil ile
vermeye çalıştıkları mesajlar, içerisinde bulundukları durumun
şartlarına göre farklılık gösterebilir.
Görüldüğü gibi, ilk bakışta son derece sıradan bir tavır bozukluğu gibi görülen duygusallık, çok detaylı ve sinsi planlara
dayalı olarak yaşanmaktadır. Bu ruh hali içerisinde yapılan her
tavır kasıtlı ve önceden belirlenmiş bir hedefe yönelik olarak
gerçekleştirilmektedir. Şeytanın, kendisine dost edindiği insanlara öğrettiği bu mesaj içerikli tavırlar, bu kimselerin nefislerini temize çıkarabilmek için yaptıkları konuşmalarla kendini belli eder. Bunlardan bazılarını "savunma yöntemleri" ve "cevap
şekilleri" olarak iki ayrı başlık altında şöyle sıralayabiliriz:
Savunma yöntemleri
❖ Bu kimselerin kendilerini ilgilendiren ya da nefislerine dokunan konulardaki yaklaşımları genellikle karşı tarafı suçlayıcı
niteliktedir. Duygusal bir ruh haline girebilmeleri ve ardından
da istedikleri gibi ağlayabilmeleri için karşı tarafın hatalı olduğuna kendilerini inandırabilmeleri gerekmektedir. Bunun için
sahte deliller oluşturabilmek, kendilerine bunların gerçekliğini
telkin ederek bu yönde güçlü bir kanaat edinebilmek isterler.
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
Şeytanın yardımlarıyla karşılarına çıkan her fırsatta bu arayışlarını sinsice vurgulayacak konuşmalar yaparak nefislerini bu yönde güçlendirirler.
❖ Bunun tam tersine kendilerini haklılıklarına inandırabilecekleri delillere de ihtiyaç duyarlar. Bu yönde kendilerini ne kadar
inandırmayı başarırlarsa duygusallığı o kadar gerçekçi bir şekilde yaşayabilecekler, dolayısıyla kendilerince bu oyunun çevrelerindeki insanlar üzerindeki etkisi ve inandırıcılığı da kendilerince o derecede artacaktır.
❖ Gösterdikleri tavır bozukluklarında inatçı bir kararlılık göstererek, karşı tarafa geri adım attırmaya çalışırlar. Bununla
amaçladıkları da genellikle yine kendilerini ağlayabilecek bir ruh
haline hazırlayabilmektir. Önce çok inatçı bir tavır gösterecek,
söylenenleri anlamazdan gelecek ardından da haksız yere üzerlerine gelindiğini iddia ederek kendilerine ağlayabilecekleri malzeme oluşturabileceklerdir.
❖ Anlatılanları özellikle anlayamıyormuş gibi yaparak, tekrar
tekrar anlattıracak, birbirinden farklı açıklamalar ve çözümler
isteyecek, ardından da konunun çözümünün çok zor ve karmaşık olduğunu öne sürerek kendilerine acımaya başlayabileceklerdir.
❖ Konuşamama taklitleri yaparak, başı sonu birbirini tutmayan,
ne anlatılmak istendiği anlaşılmayan, mantıksız cümleler kuracak, daha sonra da bu içler acısı hallerinden dolayı üzülüp ağlayabileceklerdir. Cümleler o kadar uzun ve anlamsızdır ki karşı
taraftaki kişiler cümlenin sonuna geldiklerinde başını unuturlar.
Hikmetsizliğinden rahatsızlık duyarlar. "Ya da", "yani", "ama",
"çünkü", "mesela" ve bunlar gibi daha birçok bağlacın arka arkaya kullanıldığı ve bir türlü sonu gelmeyen cümlelerin bir an
önce sonuca bağlanmasını beklerler.
135
136
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
❖ Kimi zaman anlatma güçlüğü çeken insanlarda olduğu gibi
kelimeler ve cümleler ağızdan kesik kesik çıkartılır. Gerçekte
ise bu karşı tarafa, "bu durumdan o kadar müteessir ki konuşmasını şaşırıyor, düz konuşamıyor…" dedirtmek ve kişinin kendisine acıyabilmesini sağlamak için kullanılan bir savunma stilidir.
❖ Nefislerini savunabilmek için kullandıkları üslup adeta nasıl
konuşulacağını, nasıl güzel cevap verileceğini bilmeyen cahil bir
insanınki gibidir. Ne kadar kültürlü ve iyi eğitimli olurlarsa olsunlar, nefislerine dokunan en ufak bir konu olduğunda kolaylıkla basit yöntemlere başvurarak asaletten uzaklaşabilirler.
❖ Boğuk ve kulağı rahatsız eden bir sesle, akıcılıktan uzak ve
mantık bozukluklarıyla dolu cümleler kurarak, seslerini titreterek konuşarak, ağlama eylemi için bir ön hazırlık yapmış
olurlar.
Cevap şekilleri
❖ Konuşmaları son derece uzun ve karmaşık cümlelerden
oluşur. Samimi ve doğal bir konuşma yapılmadığı için anlatılanları anlayabilmek için özel dikkat sarf edilmesi gerekir.
❖ Verilen cevaplar genellikle sorulan sorunun karşılığı değildir. Bunun nedeni de yine karşı tarafın huzursuz ve aksi bir tavır içerisinde olduğunun anlaşılabilmesidir. Ayrıca net ve açık
cevaplar vermek, bu kişilerin samimi olmalarını gerektirecek,
onları bu duygusal ve gizemli havadan uzaklaştıracaktır. Elde
etmeye çalıştıkları bu imajı zedelememek için samimiyetsiz ruh
hallerine uygun, kaçamak yanıtlar verirler.
❖ Kendilerine sorulan sorulara verdikleri karşılıklarda kullandıkları bir diğer gizli metod da kimi zaman tamamen duymamışçasına hiç cevap vermemeleri, kimi zaman da özel mimik-
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
lerle bu cevabı mümkün olduğunca geciktirmeleridir. Bu da istedikleri melankolik, sorunlu ve içine kapanmış ruh halini elde
edebilmelerine ya da muhafaza edebilmelerine yönelik önlemlerden biridir.
❖ Zaman zaman sinsice aralara gizlenmiş şekilde ters ve kavgacı bir üslup kullanırlar. Bu da yine ağlayıp eylemlerini meşru
gösterebilecekleri bir ortam oluşturabilmek için uyguladıkları
özel yöntemlerden biridir. Bu şekilde hem karşı tarafa gergin
bir ruh hali içerisinde olduklarını hissettirebilecek hem de kendilerini haksızlığa uğrama psikolojisine sokup bir süre sonra
üzerlerinde oluşan hassasiyet sonucunda da ağlamayı başarabileceklerdir.
❖ Verdikleri cevaplarda karşı tarafa duydukları sevgilerini ve
saygılarını gizlemeye, hatta sanki tam tersi bir bakış açısı içerisindelermiş gibi bir imaj oluşturmaya özen gösterirler. Çünkü
eğer sevgilerini ve saygılarını ortaya koyacak olurlarsa, dostane
bir ortam oluşacak, duygusallaşabilecekleri bir malzeme bulamayacak ve ağlamaya güç yetiremeyeceklerdir.
❖ Kullandıkları ses tonunun hüzünlü, mümkün olduğunca kısık,
tekdüze olmasına dikkat ederler. Zaman zaman da bu monoton konuşmayı seslerini çok belirgin olmayacak ama ters bir
şeyler olduğunun da anlaşılabileceği gibi yükseltirler. Bu ses tonu da yine daha sonraki ağlama öncesi ve ağlama sonrası aşamalarda gösterilecek olan ahlakın ruh haline uygun zemin hazırlamayı amaçlamaktadır.
Gizli bir hüzün yaşamaları ve içine kapalı bir
kişilik sergilemeleri
Hiçbir insan kendi canını acıtacak, hüzünlenmesine neden
olup ruhunu karamsarlaştıracak bir ortam içinde bulunmayı is-
137
138
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
temez. Ancak şeytan, zayıf karakterli insanlara nefislerinin zaaf duyduğu noktalardan yanaşır. Telkinini insan nefsinin en
hastalıklı yönlerinden biri olan haksızlığa uğrama psikolojisi
üzerinden yapar. Tüm mantığını bu fikir üzerine kurar ve geçmişten verdiği asılsız ama ikna edici örneklerle kişiyi gergin ve
duygusal bir ruh haline sürükler. Verdiği tüm deliller şeytani
bir yorumun, sürekli olumsuz düşünen bir beynin ürünleridir.
Ancak şeytan üzerini bir kabuk gibi öyle sarar ki, artık bu kişi
onun her fısıltısından etkilenmeye başlar. Şeytanın verdiği fikirlerle kendi hakkını koruyabileceğine inanır. Hepsini son derece mantıklı bulur. Kuran'ın bir ayetinde şeytanın zayıf karakterli insanları etkileme yöntemi şöyle bildirilmektedir:
"Biz onlara birtakım yakın-kimseleri 'kabuk gibi
üzerlerine kaplattık,' onlar da, önlerinde ve arkalarında olanları kendilerine süslü gösterdiler…" (Fussilet Suresi, 25)
Bu aşamaya gelmiş bir insanın artık ağlamaktan, içine kapalı bir ruh haline girmekten çekinmesi de kalmaz. Ağlamanın vereceği melankolik, gizemli, anlaşılamaz insan izlenimi son derece cazip gelmeye başlar. Sağlıklı akla sahip bir insanın şiddetle
çekineceği bu ruh hali, şeytani düşüncelerden etkilenen bu kişiye dikkat çekmek açısından da çok cazip gelmeye başlar. Ayrıca böyle bir insanın değişmesi için üzerine düşülmesi, ilgilenilmesi gerekecektir. Açılmasını sağlamak, neden dolayı böyle
davrandığını anlamak için diğer insanlardan daha fazla ilgi alaka
gösterilmesi gerekecektir. İlgilenilen insan olmak nefsini memnun edecek, o da bu durumun daha uzun sürmesi için oyununa devam edecektir.
Oysa bu durum tamamen şeytanın teşvikiyle içine düşülen
ürkütücü bir durumdur. Çünkü sağlıklı düşünen hiç kimse ken-
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
di özgür iradesiyle böyle bir ruh halini yaşamayı tercih etmez.
Allah ayetinde iman edip Kuran hükümlerine uyanlar için korku ve üzüntü olmayacağını bildirmektedir:
"Dedik ki: "Oradan tümünüz inin. Bundan sonra size
Benden bir hidayet geldiğinde, kim Benim hidayetime uyarsa, onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır." (Bakara Suresi, 38)
Şeytanın etkisindeki insanların gizli ağlama
metodları
Duygusallığı insanlara önemli bir samimiyetsizlik aracı olarak
kullanmayı öğreten şeytan, onlara bu konunun tüm inceliklerini
ve gizli yöntemlerini de gösterir. Başta da belirttiğimiz gibi, duygusallığın dışa vurulduğu çok çeşitli tavır bozuklukları vardır.
Ağlama, bunlar arasında en açık olarak uygulanan ve en bilinenlerinden biridir. Ancak bunun dışında şeytanın insanlara öğrettiği bazı gizli ağlama ve acındırma yöntemleri de vardır. Yaşadıkları bu olumsuz ruh halini, çevrelerindeki insanlara karşı birtakım mesajlar verebilmek için kullanan insanlar ellerindeki bu
şeytani imkanları değerlendirirken son derece dikkatli davranırlar. Bu samimiyetsiz yöntemlerin her biri bu kişilere göre ayrı
bir etki gücüne sahiptir. Bu kozların hepsini bir anda ortaya koyarak harcamak istemez, şeytanın sinsi planları doğrultusunda
hedeflerine yönelik olarak en iyi şekilde kullanmak isterler. Bu
nedenle de ağlamayı en son kozları olarak görür ve ağlama öncesinde meydana gelen diğer safhaları tek tek karşı atak olarak
kullanırlar.
Bu atakların başında da "ses titremesi ve çeşitli ağlama
mimikleri" gelir. Sesini titreten bir insan aslında karşı tarafa
tehlikenin yaklaştığını şeytanın sessiz diliyle sinsice haber ver-
139
140
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
mektedir. Birkaç kelime daha söylendiği takdirde ağlama sesine dönüşecek titrek ses tonu, aşağı doğru kasılmış, kontrollü
şekilde titretilen dudaklarla bu ilk aşama başarı ile oynanmaktadır. Tüm bunlarla eğer geri adım atılmayacak, haklı oldukları
kabullenilmeyecek olursa kısa bir süre sonra ağlama eyleminin
ortaya konacağı anlatılmaktadır. Kişinin bununla amaçladığı;
'bu duruma meydan vermemek için o anda istediği herşeyin
yapılması, nefsinin onore edilerek kendisinin çok haklı, karşı
tarafınsa tamamen haksız olduğunun ifade edilmesini sağlamaktır. Kendi şeytani mantığına göre; ona karşı büyük bir haksızlık yapıldığının, hakkının yendiğinin doyurucu örnekler üzerinden ona ispatlanması şarttır. Onu gerçekte inanılmasa da
övmek, ne kadar masum ve iyi bir insan olduğunu bu eylemiyle daha da iyi kanıtladığını ifade etmek gerekmektedir. Ancak
o zaman bu eylem uzamadan engellenebilecektir.'
Oysa iman eden bir kişi, tüm bunların, çok basit düşünen,
Allah'ın herşeyden haberdar olduğunu unutan bir insanın sinsi
bir oyunu olduğunu hemen kavrar. Ona, nefsinin çok kötü bir
oyun içinde olduğunu ve kendisini küçük düşürmek istediğini
hatırlatır. Eylemine daha en baştan engel olmak için onun şuurunu açıcı sözler söyler, Kuran ayetlerini hatırlatarak onu
uyarır. Niçin ağlamaya başladığını sorarak, nedenindeki samimiyetsizliği onun kendi ağzından duymasını sağlar. Bu eylemin
onu masum göstermek bir yana, çok küçük düşürücü bir görüntü oluşturduğunu, ağlama eyleminin tevekkülsüz insanların
bir zaafı olduğunu hatırlatır. Buna rağmen eyleminden vazgeçmeyen bir insan ise tüm bunları bilerek, kötü bir işe devam etmekle Allah Katında bir sorumluluk yüklenmiş olur.
Sesini titreterek ve çeşitli ağız mimikleri yaparak istediğini
elde edemeyen bir kişi elindeki ikinci kozu kullanmaya başlar.
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
Bu ise ağlamaya biraz daha yakın bir görüntü ortaya çıkarır. Bu
aşamada artık göz de kullanılmaya başlar. Göze ağlama öncesi
oluşan ıslak ve anlamsız bakış yerleştirilir. Buğulu bakışlarla karşıdaki insanların gözleriyle bağlantı kurularak onları daha derinden etkilemek için çaba sarf edilir. Ses ise artık tam olarak frenlenmiştir. Çevresindekilere son safhaya çok yaklaşıldığını ifade
etmek için sorular kesik kesik, anlamsız ve titrek sözcüklerle
cevaplanmakta; çaresizlik olabildiğince vurgulanmaya çalışılmaktadır. Kişi hiç taviz vermeden kendisine acınmasını beklemekte, şeytani bir merhamet arayışı ile bu oyunu sürdürmektedir. Duygusal bakışları ve kesik cümleleri devreye sokarak
eylemini daha da şiddetlendirmektedir. Ses çok cılız çıkmakta,
ifadeler olabildiğince aciz, zavallılığını vurgulayacak şekilde seçilmektedir.
Oysa Müslümanın hayatında hiçbir zaman aciz kalmayı kendine yakıştıracağı, çaresizliği kabul edeceği bir an olmaz. Her
şartta gücünü ve güvenini Allah'tan alan, son derece akıllı, çözümcü bir karakter gösterir. Karşısına çıkan hiçbir engel ya da
kendisinden beklenilen hiçbir şey onda yılgınlık oluşturmaz.
Allah'ın her olayı mutlaka çözümü ile birlikte yarattığını bilerek
imanın kendisine kazandırdığı güçlü karaktere uygun bir tavır
sergiler. Kuran'da, "Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) iman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz." (Al-i İmran Suresi, 139) ayetiyle bildirildiği gibi, Allah'a tevekkül eden
bir insanın Rabbimiz'in izniyle her işin üstesinden gelebileceğini
bilir.
Samimi imanın insana kazandıracağı bu manevi güçten yoksun olan insanlar ise iradesizlikleri içerisinde bocalayıp dururlar. Dikkatlerini verdikleri ve irade gösterdikleri konular yalnızca samimiyetsiz hedeflerinden ibarettir. Bu amaçla kullandıkla-
141
142
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
rı gizli ağlama metodlarıyla (ses titretmek ve ağız mimikleri
kullanmak) verdikleri sinsi mesajların istedikleri şekilde etkili
olmadığını gördüklerinde kendi çarpık inançlarına göre yapılacak tek şey kalmıştır: "Ağlamak".
Bu aşama tüm ön safhaların işe yaramadığı durumlarda hızla devreye sokulur. Ses tamamen gider, konuşma kesilir. İstediğini elde edemezse yoğun olarak ağlar. İstediği şeyleri bu
aşamada duyamazsa bu sefer ağlaması daha da güçlenir. Kişi
haklı çıkmak uğruna bu tür küçük düşürücü ve neredeyse insanlık dışı bir görüntü sergilemeyi hiç çekinmeden göze alır.
Nefsini kurtarmak adına tüm insani özelliklerini yitirmiş biri gibi davranmaktan da çekinmez. Allah Kuran'da nefsine uyarak
kendisini yüceltmek ve insanların gözünde haklı çıkarmak peşinde olan bu gibi insanların amaçlarının aksine aşağılanacaklarını şöyle bildirmektedir:
Eğer Biz dileseydik, onu bununla yükseltirdik. Ama o
yere meyletti (veya yere saplandı), hevasına uydu.
Onun durumu, üstüne varsan dilini sarkıtıp soluyan,
kendi başına bıraksan dilini sarkıtıp soluyan köpeğin
durumu gibidir. İşte ayetlerimizi yalanlayan topluluğun durumu böyledir. Artık gerçek haberi onlara aktar. Ki düşünsünler. (Araf Suresi, 176)
Şeytanı kendilerine dost edinen insanlar hakkında buraya
kadar anlatılanların ortaya koyduğu çok açık bir gerçek vardır:
Bu kişiler ağlayarak ortaya sinsi bir eylem koymaktadırlar. Bunun en önemli delillerinden biri bu kişilerin istedikleri anda bu
karakterden sıyrılıp farklı bir kişilik gösteriyor olmalarıdır.
Kendileriyle aynı bozuk ahlakı gösteren kimselerin yanlarına
gittiklerinde son derece canlı ve konuşkan bir karakter gösterirler. Açılmakta, doğal bakıp konuşmakta hiç zorlanmazlar.
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
Asla ağlamaklı bir ruh halleri de yoktur. Aksine sürekli gülen,
neşeli, rahat, dışa dönük bir tavır içindedirler. Allah bu kimselerin durumunu Kuran'da şöyle bildirmektedir:
Doğrusu, 'suç ve günah işleyenler,' kimi iman edenlere gülüp-geçerlerdi. Yanlarına vardıkları zaman, birbirlerine kaş-göz ederlerdi. Kendi yakınlarına döndükleri zaman neşeyle dönerlerdi. (Mutaffifin Suresi,
29-31)
Ancak gösterdikleri bu samimiyetsiz ahlak hem dünya hayatında hem de ahirette bu kimseler için büyük bir azaba dönüşmektedir.
Duygusallığı gizli bir mücadele yöntemi olarak
kullananlar kendi tuzaklarına kendileri
düşmektedirler
Bu bölümün başından bu yana anlatılanlar, duygusallık ve bunun beraberinde gelen tavır bozukluklarının, şeytanın hileli
yöntemlerinden başka bir şey olmadığını göstermektedir. Burada üzerinde önemle durulması gereken konu ise şeytanın etkisiyle böyle bir tavır sergilemeye başlayan insanların, bir süre
sonra, bu tuzağa kendilerinin düştükleridir. Allah "... Yeryüzünde büyüklük taslayarak ve kötülüğü tasarlayıp düzenleyerek. Oysa hileli düzen, kendi sahibinden başkasını sarıp-kuşatmaz..." (Fatır Suresi, 43) ayetiyle bu önemli gerçeğe
işaret etmektedir.
Şeytan, bu duygusal ruh halini, kontrol altına aldığı insanların tüm yaşamlarına hakim etmeye başlar. Artık yalnızca bir
taktik olarak değil, gerçek ruh halleri olarak yaşadıkları duygusallık, bu insanları, her an şeytanın gizli samimiyetsizliklerine ve
kötülüklerine kapılmaya açık hale getirir. Daha da önemlisi
143
144
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
Kuran ahlakına tamamen aykırı bir düşünce şekli olan duygusallık, yavaş yavaş gerçek imandan ve Allah'ın razı olacağı ahlaktan uzaklaşmalarına neden olur. Önceleri taktik olarak sığındıkları ağlamaklı hal, bu insanların hayatlarının büyük bölümünü kaplar. Karşılaştıkları her olayı, duydukları her sözü duygusal bir bakış açısıyla değerlendirmeleri nedeniyle sık sık
üzüntüye kapılıp hüzünlü ve içlerine kapalı bir tavır sergilerler.
Allah Kuran'da ağlamanın, insanların yaptıkları kötü eylemlerin, kurdukları sinsi planların bir cezası olarak hayatlarına hakim olduğunu şöyle bildirmektedir:
Öyleyse kazandıklarının cezası olarak az gülsünler,
çok ağlasınlar. (Tevbe Suresi, 82)
İnsanlar arasında bir ceza gibi değerlendirilmeyen ağlama,
aslında Allah'ın tevekkül edemeyen, nefislerini kurtarmak adına sinsi eylemler kuran insanlara verdiği çok önemli bir karşılıktır. Çünkü ağlayan bir insan herşeyden önce hiç mutlu değildir; son derece karamsardır. Ümitsizliğe kapılmış, aklı kapanmıştır. Doğruyu yanlışı ayırt edememekte, kendisine zarar
verdiğini bile bile böyle bir ruh hali içinde yaşamaktadır. Allah
bir karşılık olarak bu insanların hayatına hüznü ve kederi hakim kılmıştır. Dünyanın en güzel nimetleri bile neşelenmelerine yetmemekte, güzelliklerden hiçbir tat alamamakta, yalnızca
kendi sorunlarını, dertlerini düşünebilmektedirler. Ve çözümü
aslında son derece kolay olan bu dertlerinin asla son bulmayacağına inanmış olmalarının derin kederini yaşamaktadırlar.
Böyle bir kişi şeytana uyduğunu fark etmekte, onun kendisine
düşman olduğunu onu hüsrana ve ateşe sürüklediğini anlamakta, ama ona karşı koyacak gücü kendinde bulamamaktadır.
Tüm iradesini ve gücünü şeytana teslim etmiş gibidir.
Bütün bunlara istediği anda son vermek tamamen kendi
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
elindedir aslında. Ancak kendisine Kuran'ı rehber edinmediği,
Allah'ın gösterdiği yolu gereği gibi izlemediği için çıkış yolu bulamamaktadır. Bu ahlakını sürdürdüğü takdirde ahirette de
kendisini çok zorlu bir hayatın beklediğini, yaşadığı mutsuzluğun, hüzün ve kederin orada onulmaz bir dereceye ulaşacağını,
ve şeytana karşı koymadığı için sonsuza kadar çok büyük bir
pişmanlık içerisinde yaşayacağını da bilmektedir. Ancak vicdanın tüm bu uyarılarına rağmen, Allah korkusunun yeteri kadar
güçlü olmaması sebebiyle bu ruh halinden kurtulacak gücü kendinde bulamamaktadır.
Samimi olmaya karar verip nefsini savunmaktan vazgeçmediği takdirde de Allah'ın razı olacağı bir ahlaka ulaşamayacaktır.
Nefsini korumak adına asiliği ve isyankarlığı göze alması onu bedenen ve ruhen yıkıma sürükleyecektir. Bu yıkım birçok alametle kendini gösterecektir. Önceleri taktik olarak kullandığı
ağlama yöntemi onu sarıp kuşatacak, olur olmaz herşeye ağlayan, dengesiz bir insan haline gelecektir. Hep karamsar, olumsuz, huzursuz bir yaşantısı olacak, her gününü yaşayacağı yeni
üzüntüleri bekleyerek korku ve hüzün içinde geçirecektir. Ahlakını Kuran'da bildirilen güzel ahlak ölçülerine göre değiştirmekte direndikçe yıkımın boyutlarının artabileceğini bilerek yaşayacaktır.
Oysa bu durumdan kurtulmak çok kolaydır. Allah Kuran'da
eğer kendilerine verilen öğüde uyacak olurlarsa bu kimseleri
dosdoğru yola iletip hayra yönelteceğini bildirmiştir:
... Onlar, kendilerine verilen öğüdü yerine getirselerdi, bu şüphesiz onlar için hayırlı ve daha sağlam olurdu. Biz de onlara, o zaman yanımızdan büyük bir ecir
verirdik. Ve onları mutlaka dosdoğru yola yöneltipiletirdik. (Nisa Suresi, 66-68)
145
146
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
HAKSIZLIĞA UĞRADIKLARI İDDİASIYLA
ORTAYA ÇIKANLAR
Şeytanın sinsi ve sessiz dili, kimi zaman masum, kimi zaman
da son derece negatif ve elektrikli, duyarsız, soğuk ve mesafeli, umudunu yitirmiş, tevekkülsüz, hırçın ve kibirli bir karakter
ile kendini göstermektedir. Ancak bunlar ve benzeri diğer başka şeytani karakterlerin en önemli çıkış noktalarından biri
"haksızlığa uğrama iddiası"dır. Bu iddiayla ilk ortaya çıkan ise
yine şeytan olmuştur. Kuran ayetlerinde şeytanın haksızlığa
uğrama mantığıyla ortaya çıktığı ve bu iddia ile Allah'ın emrine
itaatsizlik ettiği görülmektedir. Kuran'da şeytanın bu durumu
şöyle bildirilmektedir:
"Andolsun, Biz sizi yarattık, sonra size suret (biçimşekil) verdik, sonra meleklere: "Adem'e secde edin"
dedik. Onlar da İblis'in dışında secde ettiler; o, secde
edenlerden olmadı. (Allah) Dedi: "Sana emrettiğimde, seni secde etmekten alıkoyan neydi?" (İblis) Dedi ki: "Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın,
onu ise çamurdan yarattın." (Allah:) "Öyleyse ordan
in, orda büyüklenmen senin (hakkın) olmaz. Hemen
çık. Gerçekten sen, küçük düşenlerdensin." (Araf Suresi, 11-13)
Şeytan, Allah'ın, Hz. Adem'e secde etme emrine karşı gelmiş ve "... Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattığın beşere secde etmek için var değilim."
(Hicr Suresi, 33) diyerek "kendisinin Hz. Adem'den daha üstün olduğu"nu öne sürmüştür. Kendi mantığıyla çarpık bir çıkarım yapmış ve haksızlığa uğradığını düşünerek isyan etmiştir.
(Allah'ı tenzih ederiz) Kendi çarpık ölçülerine göre kendi yaratılış malzemesi olan ateş, insanın yaratılış malzemesi olan ça-
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
murdan çok daha hayırlıdır. Böyle üstün bir yaratılışa sahip iken
insana secde etmesi, onun ölçülerine ters düşmektedir. Bu sapkın ve isyankar ahlakı nedeniyle kibirlenmiş ve Allah'ın emrine
itaat etmemiştir. Bir ayette "Ve meleklere: "Adem'e secde
edin" dedik. İblis hariç (hepsi) secde ettiler. O ise, diretti
ve kibirlendi, (böylece) kafirlerden oldu." (Bakara Suresi,
34) sözleriyle bildirildiği gibi, kibirden kaynaklanan bu sapkın
mantığı onu inkara sürüklemiştir.
Bu durum bize haksızlığa uğrama psikolojisinin ne kadar tehlikeli ve ne kadar şeytani bir düşünce şekli olduğunu açıkça göstermektedir. Din ahlakıyla hiçbir şekilde bağdaşmayan haksızlığa uğrama iddiası, kişileri Allah'a isyana (Allah'ı tenzih ederiz),
dini inkara ve bunların sonucunda da sonsuz cehennem ateşine
sürükleyebilecek bir düşüncedir.
Bu tavır bozukluğunun insanlarda ortaya çıkış şekli ise çok
çeşitlidir. Şeytan kimi insanlarda haksızlığa uğrama düşüncesini
öyle derin bir inanç haline getirir ki bu kimseler Allah'a isyan
ederek inkara saparlar. Allah'a inanan, Allah'ın sonsuz adaletini,
herşeyi hayır ve hikmetle yarattığını bilen ancak zayıf bir imana
sahip olan insanlara ise şeytan çok daha sinsi yöntemlerle yaklaşır. Onlara kendilerini kandırıp, bu düşüncelerinin de aslında
tümüyle 'iyi niyetlerinden, daha iyi olma isteklerinden' kaynaklandığına inandırabilecekleri metodlar öğretir. Çünkü şeytan da
kendisini aynı bu metodlarla ikna etmiştir. Kuran'da şeytanın,
dünya hayatında kendisine verilen süre boyunca tüm insanlığı
Allah'ı inkar etmeye çağırdıktan sonra ahirette Allah'tan korktuğunu söylediği bildirilmektedir:
Şeytanın durumu gibi; çünkü insana "İnkar et" dedi,
inkar edince de: "Gerçek şu ki, ben senden uzağım.
Doğrusu ben, alemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım" dedi. (Haşr Suresi, 16)
147
148
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
Kuran'da verilen bu bilgi, din aleyhinde yürüttüğü onca çabaya, kınanıp lanetlenerek cennetten kovulmasına rağmen,
şeytanın da kendisini Allah'tan korkan biri olarak değerlendirdiğini ortaya koymaktadır. Şeytanın insanlara oynadığı oyun da
işte yine bu düşünceyi temel almaktadır. Bu kimseler de
Allah'tan çok korkup sakınan, halis niyetli samimi Müslümanlar
olduklarını iddia ederler; ama bir yandan da haksızlığa uğradıkları iddiasıyla içten içe Allah'ın adaletinden şüpheye düşerler
(Allah'ı tenzih ederiz). Kimi zaman bu fikir içlerinde giderek
büyüyerek onları kamil anlamda inkara sürükler. Fakat buna
rağmen bir yandan da doğru yolda olduklarını iddia ederler.
Ama Allah Furkan Suresi'nde bu kişilerin gerçek bakış açılarını ve ahlak yapılarını şöyle tanımlamaktadır: "… Böylelikle
onlar, hiç şüphesiz haksızlık ve iftira ile geldiler." (Furkan
Suresi, 4)
İlerleyen satırlarda şeytanın insanlara öğrettiği haksızlığa
uğrama psikolojisinin hangi hasta mantıklarla ortaya çıktığına
detaylı olarak değineceğiz. Ancak bundan önce şeytanın bu
asılsız iddiasının geçersizliğini Kuran ayetleriyle ortaya koyacağız.
Allah insanları 'bir hurma çekirdeğindeki ipince bir
iplik kadar' bile haksızlığa uğratmaz
İmanı bildikleri halde şeytanın 'haksızlığa uğrama' telkinlerinden etkilenen insanlar, bu konuyu sadece birkaç dakika için
açık bir şuurla değerlendirseler, şeytanın oyunundaki çelişkiyi
çok açık bir şekilde görebileceklerdir. Çünkü bir insanın aynı
anda hem Allah'tan çok korkması hem de haksızlığa uğradığını
düşünebilmesi mümkün değildir. Allah korkusu; Allah'a karşı
çok derin bir sevgi, içli bir bağlılık ve sadakat demektir. Böyle
bir insan Allah'ı tüm üstün sıfatlarıyla bilip tanır ve bundan do-
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
layı nasıl bir olayla karşılaşırsa karşılaşsın Allah'ın en güzelini en
hayırlısını yarattığını, kendisine en adaletli, en merhametli şekilde karşılık vereceğini bilir. Allah'ın samimi iman eden bir insanın en yakın, en güvenilir dostu olduğundan, onu daima yardımı, sevgisi ve ihsanı ile destekleyeceğinden emindir. Tüm bu
anlatılanları kavrayan bir insanın haksızlığa uğrayabileceğini düşünmesi mümkün değildir. Allah, insanlara Kuran ayetleriyle bu
gerçeği bildirmiştir. Samimi iman eden bir insan için Kuran'daki bu açıklamalar, şeytanın bu yöndeki kışkırtmalarını engellemek için yeterlidir. Allah Kuran'da üstün adaletini ve insanların
en küçük bir haksızlığa uğratılmayacaklarını şöyle bildirir:
"Gerçek şu ki, Allah zerre ağırlığı kadar haksızlık yapmaz..." (Nisa Suresi, 40)
Biz ise, kıyamet gününe ait duyarlı teraziler koyarız
da artık, hiçbir nefis hiçbir şeyle haksızlığa uğramaz.
Bir hardal tanesi bile olsa ona (teraziye) getiririz. Hesap görücüler olarak Biz yeteriz. (Enbiya Suresi, 47)
... siz 'bir hurma çekirdeğindeki ipince bir iplik kadar'
bile haksızlığa uğratılmayacaksınız." (Nisa Suresi, 77)
... onlar, bir 'çekirdeğin sırtındaki tomurcuk kadar' bile haksızlığa uğramayacaklardır. (Nisa Suresi, 124)
Kuran'ın bir başka ayetinde ise Allah böyle bir fikre kapılan
insanların kalplerinde hastalık ve kuşku olduğuna dikkat çeker:
Bunların kalplerinde hastalık mı var? Yoksa kuşkuya
mı kapıldılar? Yoksa Allah'ın ve elçisinin kendilerine
karşı haksızlık yapacağından mı korkuyorlar? Hayır,
onlar zalim kimselerdir. (Nur Suresi, 50)
Tüm bu ayetlerin ortaya koyduğu gibi, Allah'ın insanlar üzerindeki sonsuz rahmetini ve lütfunu bilerek böyle haksız bir tavır içerisine girebilenler ancak "zalim" kimselerdir. Bu, Allah'a
149
150
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
karşı apaçık bir iftirada bulunmaktır ki, Kuran ahlakını bilerek
böyle bir tavır içerisine giren bir kimsenin ahirette bu konudaki sorumluluğu da aynı derecede büyük olur. Nitekim şeytanın
bu yöndeki çirkin cesaretinin karşılığı da bu nedenle çok büyük olmuştur. Allah Kuran'da haksızlığa uğradığını düşünerek
isyan eden şeytanın aldığı karşılığı şöyle bildirmiştir:
(Allah) Dedi: "Kınanıp alçaltılmış ve kovulmuş olarak
oradan çık. Andolsun, onlardan kim seni izlerse, cehennemi sizlerle dolduracağım." (Araf Suresi, 18)
"Ve şüphesiz, din (kıyametteki hesap) gününe kadar
Benim lanetim senin üzerinedir." (Sad Suresi, 78)
(Allah:) "Öyleyse oradan in, orda büyüklenmen senin (hakkın) olmaz. Hemen çık. Gerçekten sen, küçük düşenlerdensin." (Araf Suresi, 13)
Haksızlığa uğradıklarını iddia eden insanların
gizli samimiyetsizlikleri
Şeytanın kendi ahlakını benimsetmeye çalıştığı insanların
yaşantılarına dikkatlice bakıldığında, hayatlarının büyük bölümünü bu haksızlığa uğrama ruhu içerisinde geçirdikleri ve gösterdikleri pek çok tavrın altında hep bu düşüncenin bulunduğu görülür. Kendilerini sürekli böyle bir durum içerisinde yaşadıklarına öylesine inandırmışlardır ki, duydukları her sözü,
karşılaştıkları her olayı bu bakış açısıyla değerlendirir, en alakasız olaylarda bile haksızlığa uğradıklarını düşünüp üzülebilecekleri ve karşı ataklara geçebilecekleri konular bulurlar. Allah
böyle kişilerin bu bakış açılarına "... Her çağrıyı kendileri
aleyhinde sanırlar..." (Münafikun Suresi, 4) ayetiyle dikkat
çekmiştir.
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
Çoğu zaman çevrelerindeki insanların bu kimselerin gizliden
gizliye böyle bir düşünce içerisinde olduklarından haberleri dahi yoktur. Bu nedenle hiç düşünmeden tüm samimiyetleriyle içlerinden geldiği gibi davranırlar. Ancak onların tüm bu samimi
davranışları, şeytanın etkisi altında olan insanlar tarafından çok
negatif şekilde yorumlanır. Ardından da gerçekle bağlantısı olmayan bu yorumlara kendilerini inandırır ve Kuran ahlakıyla çelişen bir ruh haline girerler. Allah'ın varlığını, kaderin mükemmel işleyişini, herşeyde hayır ve hikmet olduğunu, Allah'ın dünya hayatını bir imtihan yeri olarak yarattığını unuttukları takdirde Müslüman ahlakını gereği gibi yaşayamayacaklarını düşünmezler. Ahirette tevekkülsüzlüğün, Allah'a güvenmemenin,
şüpheye kapılmanın kendilerine nasıl bir sorumluluk yükleyeceğini, şeytana uymanın insanı cehennem ateşine sürükleyeceğini
akıllarına getirmezler.
Akıllarını meşgul eden en önemli düşünce, 'yaşadıkları olaylarda ne kadar haklı oldukları ama hak ettiklerinin karşılığını gereği gibi alamamış olmaları'dır. Bu düşünceye öylesine saplanmışlardır ki, haklarını elde edememiş olmalarının gizli öfkesi ve
haklarını arama konusundaki gözü dönmüşlükleri tüm benliklerine hakim olmuştur. Bu aşamadan sonra olayları sağlıklı düşünebilmeleri, kendilerine yapılan hayra yönelik çağrıları kavrayabilmeleri pek mümkün olmaz. Haklılıklarını vurgulamak bu insanlar için derin bir hırs haline gelmiştir; her fırsatta bunu ispat
edebilecek yeni yöntemlere başvururlar. Gece gündüz, yaptıkları her işte akıllarında bu konu vardır. Haklılıklarına ve kendilerine yapılan haksızlıklara ilişkin yüzlerce detay düşünürler.
Kendilerini bu asılsız düşüncelerle öylesine ikna ederler ki,
benzer bir tavır ya da sözle karşılaştıklarında kalplerinde sakladıkları hemen ağızlarından dökülüverir.
151
152
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
Allah, şeytanla işbirliği halindeki bu insanların yaşadıkları
ruh halini bir ayette şöyle tarif etmiştir:
Ey iman edenler, sizden olmayanları sırdaş edinmeyin. Onlar size kötülük ve zarar vermeye çalışıyor, size zorlu bir sıkıntı verecek şeyden hoşlanırlar. Buğz
(ve düşmanlıkları) ağızlarından dışa vurmuştur, sinelerinin gizli tuttukları ise, daha büyüktür. Size ayetlerimizi açıkladık; belki akıl erdirirsiniz. (Al-i İmran
Suresi, 118)
Kuran ahlakından uzak bir ruh hali içerisinde olan, ancak
son derece samimi ve iyi niyetli olduklarını iddia eden kimselerin bu amaçla gösterdikleri samimiyetsiz tavırlardan ve verdikleri sessiz mesajlardan bazıları şöyledir:
Kendilerinden çok emin olmaları nedeniyle
başkalarını beğenmemeleri
Şeytanın sessiz dilini kullanan insanların kişiliklerinde en
baskın gelen yönlerinden biri kendilerini beğenmeleridir. Aynı
şeytanda olduğu gibi, kimsenin erişemeyeceği bir tür üstünlüğe sahip olduklarını düşünürler. Başkalarının kendilerinden üstün hatta kendi seviyelerinde bile olamayacağına inanırlar. En
akıllı insanın kendileri olduğunu, hiç kimsenin fark etmediği
gerçekleri kendilerinin fark ettiklerini sanırlar. Bu sapkın
inançları onları sürekli olarak karşılarındaki insanlara akıl vermeye, yol göstermeye iter. Bu durum, şuurlarının puslu olduğunu, şeytanda olduğu gibi bu insanların da başkalarını küçümseyerek kendilerini büyütmeye çalıştıklarını göstermektedir.
Allah birçok ayetinde bu kişilerin büyüklenmeleri nedeniyle
samimi iman eden insanları beğenmediklerini dile getirdiklerini bildirmiştir:
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
Böylece: "Allah içimizden bunlara mı lütufta bulundu?" demeleri için onlardan bazısını bazısıyla denedik… (Enam Suresi, 53)
Ve (yine) kendilerine: "İnsanların iman ettiği gibi siz
de iman edin" denildiğinde: "Düşük akıllıların iman
ettiği gibi mi iman edelim?" derler. Bilin ki, gerçekten
asıl düşük-akıllılar kendileridir; ama bilmezler. (Bakara Suresi, 13)
Bu ayetlerden de anlaşıldığı gibi, sürekli artan büyüklük hisleri, karşılarındaki insanlar kendilerinden çok daha üstün ahlaklı oldukları halde, bu üstünlükleri takdir edebilmelerine engel
olur. Şeytan onlara hem sessiz dilini, hem de insanlara sinsice
ve kusur arayarak bakmayı öğretmiştir. Bu nedenle karşılarındaki insanların kendilerinden daha üstün bir akıl ve vicdana sahip olabileceklerini bir türlü kabul etmezler. Sürekli olarak açık
ya da gizli metodlarıyla bu kıskançlıklarını ifade ederler. Her fırsatta bu kimselerde hata bulmaya çalışarak, kendilerini yüceltmeye çalışırlar. Bu amaçlarına ulaşmak için şeytani mantıklar
ortaya atmaktan, Kuran ahlakına aykırı bir kişiliğe bürünmekten
çekinmezler. Oysa Allah'ın Kuran'da "... Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Ve her bilgi sahibinin üstünde daha
iyi bir bilen vardır." (Yusuf Suresi, 76) ayetiyle bildirdiği gibi,
insanların sahip oldukları üstünlükler Allah'ın takdiriyledir. Bu
nedenle insan çevresindeki insanların her zaman için kendisinden daha üstün bir ahlaka, daha derin bir bilgiye sahip olabileceğini bilen tevazulu bir ahlak sergilemelidir.
Bunun yanı sıra, müminler de birbirlerinin eksik yönlerini
görür ve bunları birbirlerine anlatırlar. Ancak onların bu tavırları Allah'ın Kuran ayetleri ile iman edenleri, iyiliği emredip kötülükten sakındırmakla, insanları güzel ahlaka davet etmekle so-
153
154
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
rumlu kılmış olmasındandır. Bu nedenle müminler birbirlerinin
hatalı yönlerini dile getirirken, onları daha üstün bir ahlaka
ulaştırabilmek, daha çok sevilecek insanlar haline getirebilmeyi amaçlarlar. Birbirlerinin hem dünyada hem de sonsuz ahiret
hayatındaki mutluluğunu hedeflerler.
Söz konusu kişiler ise açık arama gözüyle bakar ve karşılarındaki kişilerin hatalarını telafi etmelerini istemezler. Bu eksiklikleri gündeme getirmekteki amaçları yalnızca kendilerini
büyütebilmek, üstünlük kazanabilmektir. Kimi zaman da aynı
amaçla insani kusurları veya olağan davranışları hata olarak
değerlendirip, kendilerini üstün görebilmek için suni sebepler
oluşturmaya çalışırlar.
Haksızlığa uğrama psikolojisinin gizli öfkesini
yaşamaları
Şeytan, kendisinden Hz. Adem'e secde etmesi istendiğinde
insanlığa karşı büyük bir öfkeye kapılmış ve cennetten kovulup
lanetlenmesiyle birlikte bu öfkesini büyük bir düşmanlığa dönüştürmüştür. Ve kıyamete kadar bu düşmanlığının gereğini
yapacağına dair yemin etmiştir.
Şeytanın sinsi dilini kullanarak yaşayan insanlarda da şeytanınkine benzer ancak gizli bir öfke görülür. İnkar edenler bu
öfkelerini inançlarıyla, yaşam tarzlarıyla, gösterdikleri cahiliye
ahlakıyla açıkça ortaya koyarlar. Ancak iman ettiklerini söyledikleri halde kalplerinde gizli bir hastalık olan insanların durumu daha farklıdır. Onlar böyle bir öfkenin haksız bir öfke olacağını bilmektedirler. Çünkü Kuran ayetlerinden, Allah'ın yüce
adaletinden, sonsuz merhametinden, insanlar üzerindeki koruyuculuğundan haberdardırlar. Ancak bir yandan da şeytanın
etkisindeki nefisleri onları böyle bir öfkeye doğru durmaksızın
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
kışkırtmaktadır. Bu kışkırtmalara karşı koyamadıklarında yapabildikleri, bu öfkeyi samimi iman sahiplerinden mümkün olduğunca gizlemek olur. Bazıları bu öfkeyi kasten ve isteyerek sürdürdükleri gibi bazıları da kendilerini zaman içerisinde nasıl olsa bu öfkeyi yeneceklerine inandırır ve bunu içlerinde gizlerler.
Ancak içlerinde sakladıkları bu öfke -Allah'a sığınmadıkları sürece- karşı konulması çok zor bir kine dönüşür. Öyle ki onları
her işlerinde, her düşüncelerinde her kararlarında yönlendirmeye ve şeytanın istediği ahlaka daha da yaklaştırmaya başlar.
Bu öfkeyi asıl yönelttikleri kimseler ise aslında en güvendikleri,
en sevdikleri ve en yakın dostları olması gereken iman sahipleri olur.
Allah korkuları nedeniyle son derece güzel bir ahlak gösteren, daima hakkı ve iyiliği ayakta tutmaya çalışan, kendilerine
sevginin, saygının dostluğun en güzelini sunan bu insanlara karşı böyle bir öfke duymaları için geçerli hiçbir sebepleri yoktur.
Şeytanın etkisinden az da olsa sıyrıldıklarında bu gerçeğin şuuruna varmakta ve yaptıklarını kınamaktadırlar. Ancak vicdanlarının bu hatırlatmasını nefislerinin ve şeytanın telkinleriyle hemen örttükleri için, böyle çelişkili bir tavrı bile bile sürdürmektedirler.
Onca üstün özelliklerine rağmen iman edenlere karşı öfke
duyabilecekleri nedenleri onlara gösteren ise yine şeytan olur.
Bu nedenlere kısaca bir göz atıldığında, bunların hepsinin ortak
noktasının müminlerin kendilerini hayra çağırdıkları konular olduğu görülür. Şeytanın etkisi altındaki insanların gizli öfkelerinin
temel nedenlerinden bazılarını kısaca şöyle sıralayabiliriz:
❖ İman edenlerin, bu kimselerin hasta karakterlerini Kuran vesilesiyle diğer insanlardan çok daha iyi görüp analiz ediyor olmaları. Müminler, yaptıkları her işte, gösterdikleri her tavır ve
155
156
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
söyledikleri her sözde bu kimselerin gizledikleri gerçek karakterlerini biraz daha ortaya çıkarırlar. Bu durumda bu kişiler
daha fazla delil vermemek için kendilerini daha çok gizlemek
ve bundan dolayı içlerine kapanmak durumunda kalırlar. Bu da
kötü ahlaklarını deşifre eden müminlere karşı öfke duymalarına neden olmaktadır.
❖ Nefislerindeki, herşeyde haklı çıkma isteği çok yoğun olmasına rağmen, Allah'ın yardımıyla her zaman müminlerin sözlerinin ve iddialarının doğrulanması. Bu nedenle nefislerinin bu
Kuran ahlakına aykırı isteklerine asla ulaşamamaları. Kendi batıl düşüncelerinin ve şeytani mantıklarının darmadağın olup etkisiz ve geçersiz hale getirilmesi.
❖ Hak ettiklerine inandıkları takdiri bir türlü toplayamamaları. Allah'ın bu nimeti yalnızca Kendisi'ne samimi iman edenlere lütfettiğini görüp, Kuran'da bildirildiği gibi "asla ulaşamayacakları bir büyüklük isteğine" (Mümin Suresi, 56) kapıldıklarını anlamaları. Bir yandan bu istekleri için mücadele verip, bir yandan da bunu hiçbir zaman elde edemeyeceklerini
için için bilmelerinden kaynaklanan derin bir öfke duymaları.
❖ Kendilerinden daha aşağı gördükleri insanların, güzel ahlaklarıyla ve samimiyetleri nedeniyle takdir toplayıp ön plana çıkmaları. Kendilerinin ise daima bu insanların gölgesinde, geri
planda kalmaları.
❖ Kendilerini çok beğendikleri için, her konuda söz sahibi olmak istedikleri halde, kendilerinden daha niteliksiz gördükleri
-ama asıl üstünlük sahibi olan- insanların sözlerine uymak; onların tavsiyelerini öğütlerini dinlemek nefislerine çok ağır gelir.
Ayrıca kendi eksiklerini görememiş ve bunlara çözüm bulamamış olmaları ve buna karşın bu kimselerin kendilerine yol göstermesi de kalplerinde gizli bir öfkeye neden olur.
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
Haklı çıkabilmek ve kusurlarını örtebilmek için
başkalarının hatalarını gündeme getirmeleri
Şeytanın gizli dili kullanılarak yapılan konuşmalar, samimi
Müslümanların fark edeceği ipuçları ile doludur. Bu kimseler
konuşmalarında sürekli olarak başkalarının hatalarını gündeme
getirirler. Bu yöntemi kullanarak kötü ahlaklarını örtmeye çabalarlar. Şeytani bir dil kullanan bu kişiler, kendi ahlaklarının
eleştirildiği bir ortamda konuyu hedefledikleri diğer kişilere
yönlendirerek dikkatleri üzerlerinden uzaklaştırmak isterler.
Bu şekilde kargaşa çıkarmaya ve kendileriyle ilgili konuyu unutturmaya çalışırlar. Amaç her zaman aynıdır; haklı çıkmak...
'Kendilerince eğer konu planladıkları gibi istedikleri yerde kesilir ve dikkatler diğer kişiye yönelirse, bir de o kişiyle ilgili söyledikleri şey gerçekten de isabet kaydederse o zaman konunun
yönü değişecektir. Kendi konusu unutulacak ve haklı çıkmış
olacaktır...'
Bu amaçla çevrelerindeki olaylara karşı -daha sonra bu tür
durumlarla karşılaştıklarında kullanabilmek için- çok dikkatli bir
analiz yapma ihtiyacı duyarlar. Ancak bu iyi niyetli bir analiz değil, sinsi bir araştırmacılıktır. Kimlerin ne zaman ne gibi hatalar
yaptıkları, bunlara nasıl tepkiler verdikleri, kendilerine hataları
karşısında neler söylendiği gibi birçok detayı samimiyetsizce
akıllarında tutarlar. Zamanı geldiğinde topladıkları tüm bu delilleri sinsice ortaya atıp kendi çarpık düşüncelerine göre adalet
sağlamış olacaklardır.
Oysa Allah'ın adaleti insanlar üzerinde en güzel şekilde tecelli eder. Samimi iman sahipleri Allah'ın rahmetiyle karşılık görürken, samimiyetsiz düşüncelerle sinsi oyunlar oynayan bu insanlar ise hak ettikleri karşılığı hem dünyada hem de ahirette
en adil şekilde alırlar. Bu kimselerin kendilerini başkalarıyla kı-
157
158
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
yaslayarak, onların hatalarını gündeme getirerek yapmaya çalıştıkları ancak 'şeytani bir adalet sağlamak' olur. Çünkü bununla asıl hedefledikleri şeytanın çarpık adalet anlayışıyla 'hak
etmedikleri bir haklılık ve üstünlük elde edebilmektir' ki; bu da
hiçbir zaman başarıya ulaşamayacakları boş bir çabadır. Bu da
aynı şeytanın aldığı karşılık gibi Allah'ın adaletiyle karşılık bulur.
Her insan kendi yaptıklarından sorumludur. İnsanın başkalarını yargılaması, kendisiyle kıyaslaması ahiretteki konumu açısından kendisine bir kazanç sağlamaz. Allah "Ve yine hayır;
kendini kınayıp duran nefse de and ederim." (Kıyamet Suresi, 2) ayetiyle kendini kınamayı bilen insanlar üzerine and içmiştir. Unutulmamalıdır ki kendi nefsini kınayabilmek, hatalı
yönlerini görüp kabul edebilmek güzel bir Müslüman özelliğidir. İnsan ancak bu şekilde güzel bir ahlaka ulaşabilecek ve ancak bu şekilde Allah'ın rahmetine kavuşabilecektir.
Fitne ve fesat çıkarmaya çalıştıkları halde, "ıslah
ediciler" olduklarını söylemeleri
Allah'ın sonsuz adaletini, kaderin işleyişindeki mükemmelliği, Kuran ahlakının insanlara getirdiği huzur ve rahatlığı çok iyi
bildikleri halde, gizliden gizliye haksızlığa uğradıklarına dair bir
izlenim vermeye çalışan kimseler Allah Katında büyük bir sorumluluk yüklenmektedirler. Bu tavırlarıyla müminler arasında
fitne ve fesat çıkarmaya yönelik bir çaba içerisine girmiş olurlar ki Kuran'da bu karakterdeki insanların, şerrinden sakınılması gereken kimseler oldukları bildirilmiştir. Kuran'da "hannas" olarak adlandırılan, kalplere gizlice vesvese verip fesat çıkaran bu insanların karakterleri ayetlerde şöyle tarif edilir:
De ki: İnsanların Rabbine sığınırım. İnsanların malikine, insanların (gerçek) ilahına; 'Sinsice, kalplere ves-
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
vese ve şüphe düşürüp duran' vesvesecinin şerrinden.
Ki o, insanların göğüslerine vesvese verir (içlerine
kuşku, kuruntu fısıldar); Gerek cinlerden, gerekse insanlardan (olan her hannas'tan Allah'a sığınırım).
(Nas Suresi, 1-6)
Haksızlığa uğradıklarına kesin olarak inanan bu insanlar şeytanın telkinleriyle iman edenler arasında hannaslık yaparlar.
Kendi haklılıklarını ispatlayabilmek, gururlarını kurtarabilmek
adına, müminler arasında kargaşa çıkartmaya, onları da kendi
ruh hallerine çekmeye çalışmaktan hiç çekinmezler. Böyle sinsi bir çaba yürütmenin dünyadaki ve ahiretteki sonuçlarını hiç
düşünmeden çirkin bir cesaret gösterirler. Müslümanca yaşamaya gereği gibi niyet etmedikleri için neredeyse gösterdikleri
her tavır, söyledikleri her söz yeni bir fitne yeni bir fesat arayışına yönelik olur. Bu durumları kendilerine söylendiğinde ve tavırlarının Kuran ahlakına uygun olmadığı hatırlatıldığında ise,
şeytanın etkisiyle bunu da kabul etmezler. Tam tersine son derece iyi niyetli olduklarını söyleyerek kendilerini savunurlar.
Amaçlarının asla fesat çıkarmak olmadığını tam tersine iyilik
yapmak, hem kendilerini hem de başkalarını ıslah etmek, insanlara faydalı olmak olduğunu söylerler:
... sana gelerek: "Kuşkusuz, biz iyilikten ve uzlaştırmaktan başka bir şey istemedik" diye Allah'a yemin
ederler? (Nisa Suresi, 62)
Ancak Allah öne sürdükleri bu mantığın doğru olmadığını,
asıl amaçlarının "fitne çıkarmak" olduğunu şöyle bildirir:
Kendilerine: "Yeryüzünde fesat çıkarmayın" denildiğinde: "Biz sadece ıslah edicileriz" derler. Bilin ki;
gerçekten, asıl fesatçılar bunlardır, ama şuurunda değildirler. (Bakara Suresi, 11-12)
159
160
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
Kuran'ın bir başka ayetinde ise Allah şeytanların ayartarak
şaşkınca bıraktıkları doğru yolda olduklarını düşünen bu insanların dostlarına da "doğru yola, bize gel" şeklinde çağrılarda
bulunduklarını bildirmiştir:
De ki: "Bize yararı ve zararı olmayan Allah'tan başka şeylere mi tapalım? Allah bizi hidayete erdirdikten sonra, şeytanların ayartarak yerde şaşkınca bıraktıkları, arkadaşlarının da: "Doğru yola, bize gel"
diye kendisini çağırdığı kimse gibi topuklarımız üzerinde gerisin geri mi döndürülelim?" De ki: "Hiç şüphesiz Allah'ın yolu, asıl yoldur. Ve biz alemlerin Rabbine (kendimizi) teslim etmekle emrolunduk."
(Enam Suresi, 71)
Kuran'da verilen bu bilgiler, şeytanın insanlara tüm bu tavırları "iyilik, doğruluk ve mükemmellik" adına, insanlara
adalet dağıtmak adına yaptırdığını, onların da çevrelerindeki insanları doğruluk adına kendi ahlaklarına çağırdıklarını göstermektedir. Oysa bu kimseler sözlerindeki samimiyetsizliklerine
kendileri de şahittirler. Şeytanın kendilerini an an hangi sözlerle, hangi mantıklarla nasıl ikna edip yönlendirdiğini; buna karşın vicdanlarının, yanlış davrandıklarını, bundan vazgeçmeleri
gerektiğini ve doğru olan tavırları kendilerine nasıl ilham ettiklerini çok iyi bilmektedirler. Şeytan şuurunda olmadıkları bir
yerden yaklaşmış, kendi hannaslık vasfını bu insanlar vasıtasıyla yerine getirmeye başlamıştır. Telkinleriyle etkisi altına aldığı
bu insanların iradelerini zayıflatmış, onları vicdanlarının sesini
dinlemeyecek hale getirmiştir.
Allah, şeytanın etkisiyle kendilerini ıslah ediciler olarak gören, iyi işler yapmakta olduklarını iddia eden bu insanların dünya hayatındaki tüm çabalarının boşa gittiğini ve cehennemle
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
karşılık göreceklerini bildirmiş, şeytanın bu oyununa karşı insanları şöyle uyarmıştır.
"Onların, dünya hayatındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar." (Kehf Suresi, 104)
Kendilerine söylenen sözlerin anlamını
çarpıtarak, haksızlığa uğratıldıkları imajını
vermeye çalışmaları
Şeytan insanlara sürekli olarak haksızlığa uğradıkları telkini
vererek onları samimi imandan uzaklaştırmaya çalışır. Şeytanın
etkisindeki bu kişilerin ruh hallerini yansıtan gizli kötülükler
çok detaylı ve çok çeşitlidir. Bunlardan biri, özellikle nefislerine ağır geldiğini ve haksızlığa uğradıklarını düşündükleri zamanlarda kurdukları cümlelerde gizlidir. Bu cümlelerin genel anlamına bakıldığında, kişinin daha sonra rahatlıkla savunup tevil
edebileceği şekilde olduğu görülür. Böyle bir kişi, vermek istediği şeytani mesajı cümlenin içine özellikle öyle bir yerleştirir ki,
kötü niyetle söylendiği tam olarak ispat edilemez. Sanki olumlu bir söz söyleniyor ve karşı tarafın söyledikleri tasdik ediliyor
gibi görünür ama tam tersine bu sözler isyan ve red içermektedir. Cümleler ters mantıklar üzerine kurulmuştur. Konuşmaya önce kabul sözleriyle başlanır ancak cümlenin ortalarına
doğru sinsice yerleştirilen kalıplarla kişinin aklının bu konuya
hiçbir şekilde yatmadığı ifade edilir.
Haksızlığa uğrama eğilimindeki kişilerin bu yöntemini, sıradan birkaç konuyla şöyle örneklendirebiliriz: Sözgelimi bir kişiye, hasta olmaması için soğuk havada dışarı çıkmamasının daha
iyi olabileceği söylendiğinde önce bunu kabul eden bir cümle
kurar. "Çok doğru bundan sonra bu konuya dikkat ede-
161
162
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
rim" gibi olumlu bir söz söyler. Ancak bunun ardından da,
sanki özürünü dile getiriyormuş gibi bir edayla şeytani üslubunu devreye sokar; örneğin "haklısın, dışarı çıkmanın kötü
bir şey olduğunu düşünemedim" gibi kendisine tavsiye edilen söz ile alakasız bir çıkarım yapar. Bu durumda karşı taraf
ondan çok mantıksız ve çok garip bir şey istemiş konumuna
düşecek, o da haksızlığa uğramış olacaktır. O da bu haksız isteğe boyun eğmiş, rıza göstermiş, ses çıkarmamış bir konumda olacaktır. Oysa karşı tarafın son derece hayırlı tavsiyesi kişinin ortaya attığı bu samimiyetsiz yaklaşımdan son derece
uzaktır.
Bu, cahiliye toplumlarında sıkça rastlanan, insanların karşılarındaki kişileri yıldırmak ya da kendilerinden mantıksız bir istekte bulunduklarını ifade etmek için kullandıkları gizli ve klasik bir üsluptur. Örneğin bu karakterdeki kişilere elindeki parayı akılcı bir şekilde harcaması söylendiğinde "olur çok dikkat ederim hiçbir şey yemem ya da içmem" diyerek karşısındaki insanın söylemek istediğinin tam tersine bir çıkarım
yaparlar. Bu, karşı tarafı söylediklerine pişman edip, sözünü
geri aldırtmak için kullanılan bir yöntemdir. Bu şekilde karşı taraf üste çıkıp kendisine haksızlık yapıldığını iddia edebileceği
bir delil oluşturmaya çalışır. Oysa aklı başında bir insanın karşısındakinin sağlığını tehlikeye atacak, doğal ihtiyaçlarını gidermesini engelleyecek bir teklif ya da tavsiyede bulunması söz
konusu değildir.
Haksızlığa uğrama eğilimi içerisinde olan insanlar, iman
edenlerin kendilerini hayra çağıran sözlerine karşı da günlük
hayatta kullanılan bu samimiyetsiz üslupla karşılık verirler. Ancak bu davranışlarıyla kendilerini şeytanın ahlakına biraz daha
yakınlaştırmaktan başka bir sonuç elde edemezler. Samimi
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
iman sahipleri Allah'ın "Hayır, Biz hakkı batılın üstüne fırlatırız, o da onun beynini darmadağın eder. Bir de bakarsın
ki, o, yok olup gitmiştir. (Allah'a karşı) Nitelendiregeldiklerinizden dolayı eyvahlar size." (Enbiya Suresi, 18) ayetiyle
bildirdiği gibi, hak ile onların bu batıl yöntemlerini en güzel şekilde etkisiz hale getirirler.
Haklı olduklarını ispat edebilmek için Kuran
ayetlerini kendilerine göre yorumlamaya
çalışmaları
Haksızlığa uğrama psikolojisiyle hareket eden insanlar, haklılıklarını ispat edebilmek için Kuran'a uygun olmayan pek çok
şeyi göze alabilecek bir ruh hali içerisine girerler. Önceki başlık altında da değindiğimiz gibi, bu kimseler yaptıkları sinsi oyunlarla çok tehlikeli çıkarımlar yapabilmekte ve karşılarındaki insanlara çok haksız ithamlarda bulunabilmektedirler. Bu eğilimlerinin bir devamı olarak, nefislerini temize çıkarabilmek adına
Kuran ayetlerini de kendi çıkarları doğrultusunda kasıtlı olarak
yanlış şekilde yorumlamaya çalışmaktadırlar. Kuran'da bu kimselerin gösterdikleri tavır bozukluklarını makul hale getirebilmek için yaptıkları bu oyuna şöyle dikkat çekilmektedir:
Sana Kitab'ı indiren O'dur. Ondan, Kitab'ın anası (temeli) olan bir kısım ayetler muhkem'dir; diğerleri ise
müteşabihtir. Kalplerinde bir kayma olanlar, fitne çıkarmak ve olmadık yorumlarını yapmak için ondan
müteşabih olanına uyarlar. Oysa onun tevilini
Allah'tan başkası bilmez. İlimde derinleşenler ise:
"Biz ona inandık, tümü Rabbimiz'in Katındandır" derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp-düşünmez. (Al-i İmran Suresi, 7)
163
164
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
Oysa ayette de belirtildiği gibi, Kuran ayetleri son derece
açık ve anlaşılırdır. Bu kimselerin samimiyetsizce yorumlarla
kötü ahlaklarına delil aramaya çalışmaları, kalplerinde gizledikleri hastalığı deşifre eden önemli bir delil oluşturur. Şeytana
uyarak kurdukları tüm tuzaklar gibi bu da Allah'ın dilemesiyle
bozulur.
Haklı çıkabilmek için iman edenlere iftira
atmaya çalışmaları
Kuran'ın birçok ayetinde Müslümanların birbirlerine derin
bir sevgi ve sadakatle bağlı olduklarından, aralarında sağlam bir
dostluğun olduğundan bahsedilmektedir. Ancak eğer bir insan
müminlerle imanlarından ve Allah korkularından dolayı değil
de kendine göre belirlediği çıkarlardan dolayı dost oluyorsa,
bu bağın sıradan ve nefsani nedenlerle kopması da çok kolay
olur. Şeytanın etkisiyle hareket eden insanlar nefisleriyle çatıştıklarında iman edenlere karşı olan bu bağlarını bir anda göz
ardı edebilir, haklılıklarını ispatlayabilmek için onlara kolaylıkla
iftira dahi atabilirler. Bu şekilde çirkin bir cesaretle ortaya yalan bir söz atarak hannaslık yapmış da olurlar. Oysa Allah Kuran'da iftiranın büyük bir suç olduğunu bildirmekte, iman
edenleri bu gibi iftiralara kulak vermekten sakındırmaktadır:
"O durumda siz onu (iftirayı) dillerinizle aktardınız
ve hakkında bilginiz olmayan şeyi ağızlarınızla söylediniz ve bunu kolay sandınız; oysa o Allah Katında
çok büyük (bir suç)tür. Onu işittiğiniz zaman: "Bu
konuda söz söylemek bize yakışmaz. (Allah'ım) Sen
yücesin; bu, büyük bir iftiradır" demeniz gerekmez
miydi? Eğer iman edenlerden iseniz, bunun gibisine
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
bir daha dönmemeniz için Allah size öğüt vermektedir." (Nur Suresi, 15-17)
Başlarına gelen olayların sorumluluğunu iman
edenlere yüklemeye çalışmaları
Kendilerine yapılan hatırlatmalara kulak vermeyip kötü ahlaklarında direnen kimselerin, haksızlığa uğrama iddiasıyla kapıldıkları bir başka düşünce de başlarına gelen sıkıntıların sebebinin başkaları olduğudur. Allah, imanı kavradıkları, güzel ahlakın
gerekliliklerini bildikleri halde şeytanın peşi sıra giden, kendilerine verilen öğütlere kulak vermeyen, kötülüklerinde direnen
insanlara bu durumlarını değiştirmeleri için çeşitli şekillerde
uyarılarda bulunur. Bu uyarılar, dünyada ve ahirette bu insanlar
için büyük bir rahmettir. Şuurlarının açılıp, gerçeği görmeleri,
yanlış yolda olduklarını anlayıp tevbe etmeleri içindir. Allah Kuran'ın "Görmüyorlar mı ki, gerçekten onlar her yıl, bir
veya iki defa belaya çarptırılıyorlar da sonra tevbe etmiyorlar ve öğüt alıp (ders çıkarıp) düşünmüyorlar."
(Tevbe Suresi, 126) ayetiyle bu gerçeği insanlara bildirmiştir.
Bir başka ayette ise Allah "... Belki dönerler diye, onları
azapla yakalayıverdik." (Zuhruf Suresi, 48) sözleriyle insanların başlarına gelen sıkıntıların bir hikmetinin de onların imana
dönmeleri olduğunu açıklamıştır.
Ancak bu uyarılar, kalplerindeki büyüklük ve haklılık iddiası
nedeniyle söz konusu insanların nefislerine ağır gelir. Bunları
anlamazlıktan gelmeye çalışırlar. Başlarına gelenlerin sorumlusunun çevrelerindeki insanlar olduğunu iddia ederler. Allah,
Kuran'da bu ahlakı gösteren insanlara dair, kendilerine elçi gönderilen bir şehir halkının örneğini vermiştir:
Dediler ki: "Herhalde biz, sizlerden dolayı uğursuzlu-
165
166
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
ğa uğradık. Eğer (bu söylediklerinize) bir son vermeyecek olursanız, andolsun, sizi taşa tutacağız ve mutlaka bizden yana size acı bir azab dokunacaktır. Dediler ki: "Uğursuzluğunuz, sizinledir. Size öğüt verildi diye mi (uğursuzluğa uğradınız)? Hayır, siz ölçüyü
taşıran bir kavimsiniz." (Yasin Suresi, 18-19)
Ayetin devamında Allah kendilerine öğüt verildiği için uğursuzluğa uğradıklarını iddia eden insanların bu durumlarının
gerçekte ölçüyü taşıran kimseler olmalarından kaynaklandığını
bildirmiştir. Böyle bir durumda Kuran ahlakına uygun olan
davranış, kişinin başına gelen sıkıntının kendisine Allah'tan gelen bir uyarı olabileceğini düşünerek Allah'tan korkup sakınması ve ahlakını düzeltmesidir.
Allah'ın ahirette de azap verebileceği ihtimalini düşünmek,
normal akla sahip bir insanda ciddi bir korku ve pişmanlık
oluşturur. Yaptıklarını düşünür, tevbe edip şeytandan Allah'a
sığınır ve niyetini tamamen değiştirir. Ancak bir kısım insanlar
böyle bir durum karşısında da şeytan ile olan dostluklarında
kararlılık gösterir ve haksızlığa uğradıkları düşüncesini daha da
güçlendirerek çevrelerindeki insanlara iftira atmaya devam
ederler. Allah Kuran'da söz konusu insanların bu yaklaşımlarını başka örneklerle de açıklamaktadır:
Onlara bir iyilik geldiği zaman "Bu bizim için" dediler; onlara bir kötülük isabet ettiğinde (bunu da) Musa ve beraberindekilerin bir uğursuzluğu olarak yorumlarlardı. Haberiniz olsun, Allah Katında asıl
uğursuz olanlar kendileridir; ama onların çoğu bilmezler. (A'raf Suresi, 131)
Dediler ki: "Senin ve seninle birlikte olanlar yüzünden uğursuzluğa uğradık." Dedi ki: "Sizin uğursuzlu-
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
ğunuz (başınıza gelenler) Allah Katında (yazılı)dır.
Hayır, siz denenmekte olan bir kavimsiniz." (Neml
Suresi, 47)
Ayetlerden de anlaşılacağı gibi haksızlığa uğradıklarını iddia
eden, başlarına gelenlerden samimi müminleri sorumlu tutan
kişilerin bu durumunun asıl sebebi hiç kuşkusuz ciddi bir iman
zaafiyeti içinde olmaları veya hiç iman etmemeleridir.
Kalplerindeki niyetlerine yönelik zanda
bulunulduğu iddiasıyla haksızlığa uğradıklarını
söylemeleri
Bu kimselerin haklı çıkabilmek için kullandıkları sinsi yöntemlerden biri de, yapılan teşhislerin niyetlerine yönelik teşhisler olduğunu iddia etmeleri ve buna karşılık içlerindeki niyetin
kimse tarafından bilinemeyeceğini söylemeleridir. Bu şekilde
kendilerine müdahale edilmesine, kişiliklerinin ve eksik yönlerinin açıkça teşhis edilmesine mani olmaya çalışırlar. Oysa Müslümanların teşhisleri hiçbir zaman kişinin kalbindeki niyetine
yönelik değildir. Onlar Allah'ın kendilerine ayetlerle bildirdiği
alametleri esas alarak teşhis yaparlar. Ancak bu teşhislerinin
görünen alametlerden edinilen bir kanaat olduğunu, her zaman
en doğrusunu Allah'ın bileceğini ifade ederler.
Şeytanın etkisindeki kişiler ise, onların bu konudaki titizliklerine ve samimiyetlerine şahit oldukları halde, karşı tarafı haksız duruma düşürmek, kendilerini ise temize çıkarabilmek için
böyle bir ithamda bulunurlar. "Kalplerini yalnızca Allah'ın
bilebileceğini" söyleyerek kendilerine yapılan hayır çağrılarını
durdurmaya çalışırlar.
167
168
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
İyi özelliklerini öne sürerek, kötülüklerini
örtmeye ve haklı çıkmaya çalışmaları
Bu kişileri kandıran ve haklı olduklarını iddia etmelerini sağlayan konulardan biri de sahip oldukları iyi özellikleridir. Bazı
konularda ellerinden gelen çabayı gösterdiklerini bilmeleri
şeytanın etkisindeki bu kişilerin kendilerini yeterli görmelerine ve ahlaklarını güzelleştirmeye gerek duymamalarına neden
olur. Özellikle de başkalarına göre bu konularda daha iyi olup,
daha çok gayret sarf ediyor olmaları bu insanları tümüyle kandırır. Oysa insanın bir konuda iyi bir özellik kazanmış olması,
diğer yönlerini de güzel hale getirmez. Bazı konularda Müslümanca bir ahlak sergileyip bazı konularda şeytana uymak Kuran ahlakına uygun değildir. Bir kişi Allah'ın kendisinden razı
olacağı güzel ahlakı yaşamamakta direniyor, nefsiyle çatışan en
küçük bir konuda haksızlığa uğradığını düşünebiliyorsa; bu
yönlerini de telafi etmesi gerekir. Aksinde diğer yönlerdeki çabaları da boşa gidebilir.
Bu gerçeği göz ardı eden kimseler kendilerine herhangi bir
konudaki eksikleri söylendiğinde hemen iyi yönlerini gündeme
getirerek, bunların hiç görülmediğini, hep olumsuz yönlerinin
gündeme getirildiğini iddia ederler. Böyle yaparak samimiyetsizce haklılık elde etmeye çalışırlar. Oysa eğer insanın güzel
yönleri varsa bunlar elbette ki açıkça görülmektedir; ayrıca
kimse görmese bile Allah'ın bilmesi insana yetmelidir.
Ancak insanın iyi özelliklerinin olması, eksik yönlerinin görmezden gelinmesi için bir sebep değildir. Çünkü Allah ahirette insanı tüm amellerinden sorguya çekecek, iyiliklerin olduğu
gibi kötülüklerin de eksiksiz olarak karşılığını verecektir. Bu
nedenle iman edenlerin bu eksiklikleri bu kişiye söylemeleri
onun için son derece hayırlı bir durumdur. Eğer bunları telafi
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
ederse, kendisi adına kazançlı olacaktır. Bu nedenle böyle samimiyetsiz bir yönteme sarılan insanlar, kendilerini hakka çağıran
insanları gizli yöntemlerle durdurmak istemekle ancak kendilerine kötülük yapmış olacaklardır.
Melekler canlarını alırken bile "biz hiçbir
kötülük yapmıyorduk" diyerek haksızlığa
uğradıklarını iddia etmeleri
Haksızlığa uğrama mantığının şiddetli esiri haline gelmiş olan
kişiler ölüm anlarına kadar savundukları bu ideolojiden vazgeçmezler. Ölüm anına dek kimse tarafından anlaşılamadıklarını,
ama aslında kalplerinin çok temiz olduğunu, iyi niyetlerini, masumluklarını çevrelerindeki insanlara bir türlü ifade edemediklerini iddia ederler. Kendilerini iyi ifade etmelerinin engellenmesinden dolayı bu ana kadar haksızlığa uğradıklarını düşünürler. Kendilerini yine kendilerinden başka hiç kimsenin anlamadığına inanırlar.
İnsanlara yönelttikleri tüm bu suçlamaların temelinde ise elbette ki tüm bu yaşadıkları olayları yaratan Allah'a olan samimiyetsiz yaklaşımları vardır. Kuran'da bu kişilerin ölüm anlarında
bile Allah'a karşı kendilerini savunmakta bir sakınca görmedikleri bildirilmektedir: (Allah'ı tenzih ederiz)
Ki melekler, kendi nefislerinin zalimleri olarak onların canlarını aldıklarında, "Biz hiçbir kötülük yapmıyorduk" diye teslim olurlar. Hayır, şüphesiz Allah, sizin neler yaptığınızı bilendir. (Nahl Suresi, 28)
Hayatlarını Allah'ın rızasına uymak yerine şeytanın adımlarını izleyerek geçirdiklerini, doğru yola çağrıldıkları halde kötülükten vazgeçmediklerini ve sürekli kendilerini haklı çıkaracak
bir şeyler bulduklarını bildikleri halde, son ana kadar kendileri-
169
170
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
ni savunmaktan çekinmezler. Haklı çıkmayı bir hastalık haline
getirmiş bu kimselerin, Müslüman karakteri göstermemiş olmaları Kuran'da, "Şirk koşanlar diyecekler ki: "Allah dileseydi ne biz şirk koşardık, ne atalarımız ve hiçbir şeyi de
haram kılmazdık." Onlardan öncekiler de, Bizim zorluazabımızı tadıncaya kadar böyle yalanladılar. De ki: "Sizin yanınızda, bize çıkarabileceğiniz bir ilim mi var? Siz
ancak zanna uymaktasınız ve siz ancak "zan ve tahminle yalan söylersiniz." (Enam Suresi, 148) ayetiyle bildirilir.
Başka ayetlerde de bu konudaki samimiyetsiz yalanları şöyle
haber verilir:
Veya: "Gerçekten Allah bana hidayet verseydi, elbette muttakilerden olurdum" diyeceği, (Zümer Suresi, 57)
… Sen o zulmedenleri, Rableri huzurunda tutuklanmış olarak görsen; sözü (suçlamaları) birbirlerine
karşı evirip-çevirir (birbirlerine yöneltirler). Za'fa
uğratılan (müstaz'af)lar, büyüklük taslayanlara derler ki: "Eğer sizler olmasaydınız, gerçekten bizler
mümin (kimse)ler olurduk." (Sebe Suresi, 31)
ŞEYTANIN ZORLAYICI HİÇBİR GÜCÜ
YOKTUR; İNSAN AHİRETTE YAPTIĞI
KÖTÜLÜKLERDEN TEK BAŞINA SORUMLU
OLACAKTIR
Kitabın başından bu yana anlatılanlar, şeytanın insanları
nasıl sinsi yöntemlerle kötülüğe sürüklediğini, onları Kuran
ahlakından uzaklaştırmak için nasıl ciddi bir çaba içerisinde
olduğunu ortaya koymaktadır. Ancak tüm bunları değerlendirirken göz önünde bulundurulması gereken çok önemli bir
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
konu vardır.
Şeytan insanlar üzerinde zorlayıcı bir güce sahip olan bir
varlık değildir. Kötülüğe teşvik ederken yaptığı, insanları yalnızca bu ahlaka çağırmaktır. Ona uymak ya da yüz çevirmek ise tümüyle insanın kendi iradesi altındadır. Allah, indirdiği hak kitaplarla, gönderdiği elçileriyle insanlara her konuda doğruyu ve
yanlışı bildirmiştir. Ayrıca Allah, insanlara hayatın her safhasında, karşılaşılan her olayda kişiye her an doğru olanı ilham eden
vicdanı yaratmıştır. Vicdan, Allah'ın dilemesiyle insanı her zaman hayra çağırmaktadır. Dolayısıyla nefsinde ne kadar çok kötülük olursa olsun, her insan bunlardan sakınabilecek, doğru ve
güzel olanı bulabilecek bir bilgiye sahiptir. Bu nedenle şeytana
uyan bir insan, bundan tümüyle tek başına sorumlu olduğunu
bilmelidir. Ahirette, dünya hayatında yaptığı her davranışın hesabını "yapayalnız, tek başına" verecektir. Allah bu gerçeği insanlara Kuran ayetlerinde şöyle bildirmektedir:
Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi (bugün de)
'teker teker, yapayalnız ve yalın (bir tarzda)' Bize geldiniz ve size lütfettiklerimizi arkanızda bıraktınız. İçinizden, gerçekten ortaklar olduklarını sandığınız şefaatçilerinizi şimdi yanınızda görmüyoruz. Andolsun,
aranızdaki (bağlar) parçalanıp-koparılmıştır ve haklarında zanlar besledikleriniz sizlerden uzaklaşmıştır.
(Enam Suresi, 94)
Asla; demekte olduğunu yazacağız ve onun için azapta(n) da süre tanıdıkça tanıyacağız.
Onun söylemekte olduğuna Biz mirasçı olacağız; o
Bize, 'yapayalnız tek başına' gelecektir. (Meryem Suresi, 79-80)
Ve onların hepsi, kıyamet günü O'na, 'yapayalnız, tek
başlarına' geleceklerdir. (Meryem Suresi, 95)
171
172
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
Dünya hayatı boyunca bir an bile vazgeçmeden insanı takip
eden, dostu ve yardımcısı olduğunu söyleyerek ona vaatlerde
bulunan şeytan ise, ahirette asıl sorumluluğun insanın kendisinde olduğunu söyleyerek onu yüzüstü ve yapayalnız bırakacaktır. İnsanlara, yaptıkları kötülüklerden dolayı onu değil kendilerini kınamalarını söyleyecektir. Çünkü şeytan bu kimseleri
kötülüğe yalnızca çağırmış, onlar ise, şeytanın bu çağrısına kendi iradeleriyle, bilerek ve isteyerek uymuşlardır. Kuran'da bu
gerçek insanlara şöyle açıklanmaktadır:
İş hükme bağlanıp-bitince, şeytan der ki: "Doğrusu,
Allah, size gerçek olan va'di va'detti, ben de size vaadde bulundum, fakat size yalan söyledim. Benim size karşı zorlayıcı bir gücüm yoktu, yalnızca sizi çağırdım, siz de bana icabet ettiniz. Öyleyse beni kınamayın, siz kendinizi kınayın. Ben sizi kurtaracak değilim, siz de beni kurtaracak değilsiniz. Doğrusu daha önce beni ortak koşmanızı da tanımamıştım.
Gerçek şu ki, zalimlere acı bir azap vardır." (İbrahim
Suresi, 22)
Dolayısıyla dünya hayatında şeytanın ahlakını benimseyen
insanların ahirette yaptıkları kötülüklerin sorumluluğunu şeytana yüklemeleri hiçbir şekilde söz konusu değildir. İnsanın
yaptığı kötülüklere karşı, "bunları şeytana uyduğum için yapıyorum, bu yüzden masumum" gibi bir mazeret öne sürmesi,
dünya hayatında ona bir fayda sağlamayacağı gibi ahirette de
kabul görmeyecektir. Çünkü Allah, Kuran ayetleriyle insanlara
şeytanın ahlakını; insanlara yalnızca yalan söyleyeceğini ve onları yalnızca cehennem azabına sürüklemek için çaba yürüteceğini bildirmiştir. "Şeytanın durumu gibi; çünkü insana "İnkar et" dedi, inkar edince de: "Gerçek şu ki, ben senden
Kötülü¤ün Sessiz Dilini Konuflanlar
uzağım. Doğrusu ben, alemlerin Rabbi olan Allah'tan
korkarım" dedi." (Haşr Suresi, 16) ayetiyle, Allah şeytanın
ahirette kendisine uyan kimseleri yapayalnız bırakacağını hatırlatmıştır. Kuran'da bildirilen bu gerçekleri bilen bir kimsenin,
yaptığı hatayı fark ettiği anda hemen şeytandan Allah'a sığınması, kötü ahlakında bile bile ısrar etmemesi gerekir. Allah müminlerin bu ahlakını bir ayette şöyle bildirmektedir:
"Ve 'çirkin bir hayasızlık' işledikleri ya da nefislerine
zulmettikleri zaman, Allah'ı hatırlayıp hemen günahlarından dolayı bağışlanma isteyenlerdir. Allah'tan
başka günahları bağışlayan kimdir? Bir de onlar yaptıkları (kötü şeylerde) bile bile ısrar etmeyenlerdir."
(Al-i İmran Suresi, 135)
Vicdanı kendisine doğru olanı gösterdiği halde kötülüğü benimseyen ve bunda kararlılık gösteren insanlar için Allah Kuran'da şöyle buyurmaktadır:
Yoksa kötülükleri yapanlar, bizi (aşıp) geçeceklerini
mi sandılar? Ne kötü hükmediyorlar? (Ankebut Suresi, 4)
Hayır; kim bir kötülük işler de günahı kendisini kuşatırsa, (artık) onlar, ateşin halkıdırlar, orada süresiz
kalacaklardır. (Bakara Suresi, 81)
Kötü olarak işledikleri kendisine çekici-süslü kılınıp
da onu güzel gören mi (Allah Katında kabul görecek)?
Artık şüphesiz Allah, dilediğini saptırır, dilediğini hidayete eriştirir. Öyleyse, onlara karşı nefsin hasretlere kapılıp gitmesin. Gerçekten Allah, yaptıklarını bilendir. (Fatır Suresi, 8)
Ayetlerde belirtildiği gibi, şeytana uyarak kötülükte ısrar
eden kimseler için ahirette sonsuza kadar sürecek bir azap var-
173
174
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
dır. İnsan dünya hayatında çeşitli mazeretlerle kendisini ne kadar masum göstermeye çalışırsa çalışsın, ahirette bunların hiçbiri kabul görmeyecektir. Aslında "Hayır; insan, kendi nefsine karşı bir basirettir. Kendi mazeretlerini ortaya atsa
bile." (Kıyamet Suresi, 14-15) ayetleriyle hatırlatıldığı şekilde,
gerçekte bu mazeretlerinin samimiyetsiz birer yalandan ibaret
olduğunu kendisi de bilmektedir. Nitekim ahirette, şeytana
kendi iradesiyle uyduğunu ve doğru yoldan bilerek yüz çevirdiğini büyük bir pişmanlıkla kendisi de itiraf edecektir. Kuran'da bu durum şöyle bildirilmektedir:
O gün, zulmeden, ellerini (hınçla) ısırarak (şöyle)
der: "Ah keşke, elçiyle birlikte bir yol edinmiş olsaydım, Vah yazıklar bana, ne olurdu da filanı dost edinmeseydim. Çünkü o, gerçekten bana geldikten sonra beni zikirden (Kur'an'dan) saptırmış oldu. Şeytan
da insanı 'yapayalnız ve yardımsız" bırakandır." (Furkan Suresi, 27-29)
Ateşin üstünde durdurulduklarında onları bir görsen; derler ki: "Keşke (dünyaya bir daha) geri çevrilseydik de Rabbimiz'in ayetlerini yalanlamasaydık ve
müminlerden olsaydık." (Enam Suresi, 27)
Gerçekten Biz sizi yakın bir azab ile uyardık. Kişinin
kendi ellerinin önceden takdim ettiklerine bakacağı
gün, kafir olan da: "Ah, keşke ben bir toprak oluverseydim" diyecek. (Nebe Suresi, 40)
175
SONUÇ
Kötülüğün sessiz dilini konuşmayı bir hayat şekli, hatta kişiliklerinin en temel özelliği haline getiren insanların benimsedikleri bu kötü ahlak, onları hiç hesaba katmadıkları şekilde büyük
bir hüsrana uğratır. Yaşadıkları her gün, her saat, bir yandan
sessizce kötülük yapmaya çalışıp, bir yandan da yalnızca şeytana açtıkları bu yönlerini insanlardan gizlemeye çalışmaları, onları derinden yıpratır. İçlerindeki giderek artan vicdan azabı
tüm benliklerini sarıp kuşatır; bunu bastırabilmek için verdikleri amansız mücadele ise onları içten içe tüketmeye başlar. Beyinlerini uyuşturup hiçbir şey düşünmemeye çalışarak, içlerindeki bu sessiz ama yıpratıcı savaşın ağırlığından kurtulmaya çalışırlar. Çözümsüzlük, çaresizlik, hüzün ve keder içerisinde
ömürlerini hesapsızca tüketirler.
Yaşadıkları bu azap dolu hayat, Allah'ı bırakıp kendilerine
şeytanı veli edinmeleri, iyilik yerine kötülüğü kendilerine ilke
edinmeleri nedeniyledir. Allah "Yoksa kötülüklere batıp-yara alanlar, kendilerini iman edip salih amellerde bulunanlar gibi kılacağımızı mı sandılar? Hayatları ve ölümleri bir
mi (olacak)? Ne kötü hüküm veriyorlar." (Casiye Suresi,
21) ayetiyle, yaşadıkları bu azap dolu hayatın "kötülüğü benimsemeleri" nedeniyle olduğunu bildirmiştir.
Oysa güzel bir hayat yaşamaları, bu gizli azaplardan kurtul-
176
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
maları kendi ellerindedir. Allah insanlara mutlu olmanın, tüm
bu sıkıntılardan kurtulmanın yolunu göstermiş; bunun ancak
Allah'ın gösterdiği hidayet yoluna uymakla mümkün olacağını
bildirmiştir: "... kim Benim hidayetime uyarsa artık o şaşırıp sapmaz ve mutsuz olmaz." (Taha Suresi, 123)
Yapmaları gereken yaşadıkları bu çelişkinin ve kendilerine
verdikleri zararın farkına varıp Allah'a teslim olmaktır. Bunun
için sadece samimiyetle düşünmeleri yeterlidir:
Normal bir akıl seviyesine sahip olan her insan vicdanı üzerindeki baskının ruhuna ve bedenine ciddi şekilde zarar verdiğini, ne kadar sağlıklı olursa olsun buna uzun bir süre dayanamayarak iflas edeceğini hisseder. Kendi kendine "bu duruma
daha ne kadar dayanabilirim?" diye düşündüğünde bunun
uzun sürmesinin mümkün olmadığını anlar. Bu şeytani ahlakın
kendini hızla ölüme ve azaba yaklaştırdığını korkuyla fark eder.
Yaşadığı her an yalnızca vicdan azabı, sıkıntı ve mutsuzlukla dolu olacaktır. Ahirette ise şeytanı dost ve sırdaş edinmesinin
karşılığını sonsuz cehennem ateşi, pişmanlık, acı ve üzüntü içerisinde geçirerek alacaktır.
Şuuru açık her insan, gösterdiği kötü ahlakın dünyada ve
ahirette kendisine getireceği bu azabın büyüklüğünü anlar anlamaz büyük bir korkuya kapılır ve Allah'a yönelip yaptıklarından dolayı tevbe eder. Aksi takdirde yaptığı kötülükler büyüyerek belki de telafi edilmesi mümkün olmayan sonuçlara ulaşacaktır. Allah böyle bir sonuçla karşılaşmamaları için insanlara, "Her bir nefsin hayırdan yaptıklarını hazır bulduğu ve
her ne kötülük işlediyse onunla kendisi arasında uzak bir
mesafe olmasını istediği o günü (düşünün)..." (Al-i İmran
Suresi, 30) şeklinde buyurmuştur. Çünkü o gün, dünya haya-
Sonuç
tında sessiz bir dille yapılan tüm kötülükler açığa çıkacak; insanın dünya hayatında ispat edilemeyişine kanarak, gizlediğini düşünerek yaptığı kötülükler kendi bedeni tarafından deşifre edilecektir. Allah, insanın yaptığı gizli kötülükleri kendi bedenine
deşifre ettireceğini şöyle bildirmiştir:
Sonunda oraya geldikleri zaman, işitme, görme (duyuları) ve derileri kendi aleyhlerine şahitlik edecektir.
(Fussilet Suresi, 20)
Siz, işitme, görme (duyularınız) ve derileriniz aleyhinize şahitlik eder diye sakınmıyordunuz. Aksine, yaptıklarınızın birçoğunu Allah'ın bilmeyeceğini sanıyordunuz. (Fussilet Suresi, 22)
Bunun ardından "... Oysa, onların hiç hesaba katmadıkları şeyler, Allah'tan kendileri için açığa çıkmıştır. Kazandıkları kötülükler, kendileri için açığa çıkmıştır ve alay
konusu edindikleri şey de kendilerini çepeçevre kuşatmıştır." (Zümer Suresi, 47- 48) ayetleriyle bildirildiği gibi, dünya hayatında kullandıkları gizli ve sessiz dil tüm detaylarıyla ortaya çıkmış olacaktır. Bu kişilerin durumunu Allah, "...Kötülükleri tasarlayıp düzenleyenler ise; onlar için şiddetli bir
azap vardır..." (Fatır Suresi, 10) ayetiyle haber verir.
Tüm bu gerçekleri düşünebilen bir insan doğruyu görmeli,
şeytanın insanlara büyük bir tuzak kurduğunu anlayarak, bir an
önce onun şerrinden sakınıp Allah'ın razı olacağı bir ahlaka
ulaşmalıdır. Bunun yolu ise çok kolaydır: "Kötülükten sakınıp
iyilikle yaşamak (iyiliği ilke edinmek)". Allah, Kuran'da iyiliklerin
kötülükleri gidereceğini şöyle bildirmiştir:
Şüphesiz iyilikler, kötülükleri giderir. Bu, öğüt alanlara bir öğüttür. (Hud Suresi, 114)
177
178
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
Allah'ın "Şüphesiz: "Bizim Rabbimiz Allah'tır" deyip
sonra doğru bir istikamet tutturanlar (yok mu); artık onlar için korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır."
(Ahkaf Suresi, 13) ayetiyle bildirdiği gibi, güzel ahlaklarında istikrar gösterdikleri takdirde, Allah bu kimselerin hayatlarından
korkuyu, hüznü çekip alacak, kötülüklerini örtüp bağışlayacak
ve onlara yaptıklarının en güzeliyle karşılık verecektir.
İman edip salih amellerde bulunanlar ise; Biz şüphesiz onların kötülüklerini örteceğiz ve şüphesiz yaptıklarının en güzeliyle karşılık vereceğiz. (Ankebut
Suresi, 7)
179
DARWIN‹ZM'‹N ÇÖKÜfiÜ
Darwinizm, yani evrim teorisi, yaratılış gerçeğini reddetmek
amacıyla ortaya atılmış, ancak başarılı olamamış bilim dışı bir safsatadan başka bir şey değildir. Canlılığın, cansız maddelerden tesadüfen oluştuğunu iddia eden bu teori, evrende ve canlılarda çok
açık bir "tasarım" bulunduğunun bilim tarafından ispat edilmesiyle
çürümüştür. Böylece Allah'ın tüm evreni ve canlıları yaratmış olduğu gerçeği, bilim tarafından da kanıtlanmıştır. Bugün evrim teorisini ayakta tutmak için dünya çapında yürütülen propaganda, sadece bilimsel gerçeklerin çarpıtılmasına, taraflı yorumlanmasına,
bilim görüntüsü altında söylenen yalanlara ve yapılan sahtekarlıklara dayalıdır.
Ancak bu propaganda gerçeği gizleyememektedir. Evrim teorisinin bilim tarihindeki en büyük yanılgı olduğu, son 20-30 yıldır bilim dünyasında giderek daha yüksek sesle dile getirilmektedir.
Özellikle 1980'lerden sonra yapılan araştırmalar, Darwinist iddiaların tamamen yanlış olduğunu ortaya koymuş ve bu gerçek pek çok
bilim adamı tarafından dile getirilmiştir. Özellikle ABD'de, biyoloji,
biyokimya, paleontoloji gibi farklı alanlardan gelen çok sayıda bilim
adamı, Darwinizm'in geçersizliğini görmekte, canlıların kökenini artık yaratılış gerçeğiyle açıklamaktadırlar.
Evrim teorisinin çöküşünü ve yaratılışın delillerini diğer pek çok
çalışmamızda bütün bilimsel detaylarıyla ele aldık ve almaya devam
ediyoruz. Ancak konuyu, taşıdığı büyük önem nedeniyle, burada da
özetlemekte yarar vardır.
180
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
Darwin'i Yıkan Zorluklar
Evrim teorisi, tarihi eski Yunan'a kadar uzanan bir öğreti olmasına karşın, kapsamlı olarak 19. yüzyılda ortaya atıldı. Teoriyi bilim
dünyasının gündemine sokan en önemli gelişme, Charles Darwin'in 1859 yılında yayınlanan Türlerin Kökeni adlı kitabıydı. Darwin
bu kitapta dünya üzerindeki farklı canlı türlerini Allah'ın ayrı ayrı
yarattığı gerçeğine karşı çıkıyordu. Darwin'e göre, tüm türler ortak bir atadan geliyorlardı ve zaman içinde küçük değişimlerle
farklılaşmışlardı.
Darwin'in teorisi, hiçbir somut bilimsel bulguya dayanmıyordu;
kendisinin de kabul ettiği gibi sadece bir "mantık yürütme" idi.
Hatta Darwin'in kitabındaki "Teorinin Zorlukları" başlıklı uzun bölümde itiraf ettiği gibi, teori pek çok önemli soru karşısında açık
veriyordu.
Darwin, teorisinin önündeki zorlukların gelişen bilim tarafından aşılacağını, yeni bilimsel bulguların teorisini güçlendireceğini
umuyordu. Bunu kitabında sık sık belirtmişti. Ancak gelişen bilim,
Darwin'in umutlarının tam aksine, teorinin temel iddialarını birer
birer dayanaksız bırakmıştır.
Darwinizm'in bilim karşısındaki yenilgisi, üç temel başlıkta incelenebilir:
1) Teori, hayatın yeryüzünde ilk kez nasıl ortaya çıktığını asla
açıklayamamaktadır.
2) Teorinin öne sürdüğü "evrim mekanizmaları"nın, gerçekte
evrimleştirici bir etkiye sahip olduğunu gösteren hiçbir bilimsel
bulgu yoktur.
3) Fosil kayıtları, evrim teorisinin öngörülerinin tam aksine bir
tablo ortaya koymaktadır.
Bu bölümde, bu üç temel başlığı ana hatları ile inceleyeceğiz.
Aşılamayan İlk Basamak: Hayatın Kökeni
Evrim teorisi, tüm canlı türlerinin, bundan yaklaşık 3.8 milyar
Darwinizm'in Çöküflü
yıl önce ilkel dünyada ortaya çıkan tek bir canlı hücreden geldiklerini iddia etmektedir. Tek bir hücrenin nasıl olup da milyonlarca
kompleks canlı türünü oluşturduğu ve eğer gerçekten bu tür bir
evrim gerçekleşmişse neden bunun izlerinin fosil kayıtlarında bulunamadığı, teorinin açıklayamadığı sorulardandır. Ancak tüm bunlardan önce, iddia edilen evrim sürecinin ilk basamağı üzerinde durmak gerekir. Sözü edilen o "ilk hücre" nasıl ortaya çıkmıştır?
Evrim teorisi, yaratılışı reddettiği, hiçbir doğaüstü müdahaleyi
kabul etmediği için, o "ilk hücre"nin, hiçbir tasarım, plan ve düzenleme olmadan, doğa kanunları içinde rastlantısal olarak meydana
geldiğini iddia eder. Yani teoriye göre, cansız madde tesadüfler sonucunda ortaya canlı bir hücre çıkarmış olmalıdır. Ancak bu, bilinen en temel biyoloji kanunlarına aykırı bir iddiadır.
"Hayat Hayattan Gelir"
Darwin, kitabında hayatın kökeni konusundan hiç söz etmemişti. Çünkü onun dönemindeki ilkel bilim anlayışı, canlıların çok basit
bir yapıya sahip olduklarını varsayıyordu. Ortaçağ'dan beri inanılan
"spontane jenerasyon" adlı teoriye göre, cansız maddelerin tesadüfen biraraya gelip, canlı bir varlık oluşturabileceklerine inanılıyordu.
Bu dönemde böceklerin yemek artıklarından, farelerin de buğdaydan oluştuğu yaygın bir düşünceydi. Bunu ispatlamak için de ilginç
deneyler yapılmıştı. Kirli bir paçavranın üzerine biraz buğday konmuş ve biraz beklendiğinde bu karışımdan farelerin oluşacağı sanılmıştı.
Etlerin kurtlanması da hayatın cansız maddelerden türeyebildiğine bir delil sayılıyordu. Oysa daha sonra anlaşılacaktı ki, etlerin
üzerindeki kurtlar kendiliklerinden oluşmuyorlar, sineklerin getirip
bıraktıkları gözle görülmeyen larvalardan çıkıyorlardı.
Darwin'in Türlerin Kökeni adlı kitabını yazdığı dönemde ise, bakterilerin cansız maddeden oluşabildikleri inancı, bilim dünyasında
yaygın bir kabul görüyordu.
181
182
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
Oysa Darwin'in kitabının yayınlanmasından beş yıl sonra, ünlü
Fransız biyolog Louis Pasteur, evrime temel oluşturan bu inancı
kesin olarak çürüttü. Pasteur yaptığı uzun çalışma ve deneyler sonucunda vardığı sonucu şöyle özetlemişti:
"Cansız maddelerin hayat oluşturabileceği iddiası artık kesin olarak tarihe gömülmüştür." (Sidney Fox, Klaus Dose, Molecular Evolution and
The Origin of Life, New York: Marcel Dekker, 1977, s. 2)
Evrim teorisinin savunucuları, Pasteur'ün bulgularına karşı
uzun süre direndiler. Ancak gelişen bilim, canlı hücresinin karmaşık yapısını ortaya çıkardıkça, hayatın kendiliğinden oluşabileceği
iddiasının geçersizliği daha da açık hale geldi.
20. Yüzyıldaki Sonuçsuz Çabalar
20. yüzyılda hayatın kökeni konusunu ele alan ilk evrimci, ünlü
Rus biyolog Alexander Oparin oldu. Oparin, 1930'lu yıllarda ortaya attığı birtakım tezlerle, canlı hücresinin tesadüfen meydana gelebileceğini ispat etmeye çalıştı. Ancak bu çalışmalar başarısızlıkla
sonuçlanacak ve Oparin şu itirafı yapmak zorunda kalacaktı:
"Maalesef hücrenin kökeni, evrim teorisinin tümünü içine alan en
karanlık noktayı oluşturmaktadır." (Alexander I. Oparin, Origin of
Life, (1936) New York, Dover Publications, 1953 (Reprint), s.196)
Oparin'in yolunu izleyen evrimciler, hayatın kökeni konusunu
çözüme kavuşturacak deneyler yapmaya çalıştılar. Bu deneylerin
en ünlüsü, Amerikalı kimyacı Stanley Miller tarafından 1953 yılında düzenlendi. Miller, ilkel dünya atmosferinde olduğunu iddia ettiği gazları bir deney düzeneğinde birleştirerek ve bu karışıma
enerji ekleyerek, proteinlerin yapısında kullanılan birkaç organik
molekül (aminoasit) sentezledi. O yıllarda evrim adına önemli bir
aşama gibi tanıtılan bu deneyin geçerli olmadığı ve deneyde kullanılan atmosferin gerçek dünya koşullarından çok farklı olduğu,
ilerleyen yıllarda ortaya çıkacaktı. ("New Evidence on Evolution of
Early Atmosphere and Life", Bulletin of the American Meteorological
Darwinizm'in Çöküflü
Society, c. 63, Kasım 1982, s. 1328-1330)
Uzun süren bir sessizlikten sonra Miller'in kendisi de kullandığı
atmosfer ortamının gerçekçi olmadığını itiraf etti. (Stanley Miller,
Molecular Evolution of Life: Current Status of the Prebiotic Synthesis of
Small Molecules, 1986, s. 7)
Hayatın kökeni sorununu açıklamak için 20. yüzyıl boyunca yürütülen tüm evrimci çabalar hep başarısızlıkla sonuçlandı. San Diego Scripps Enstitüsü'nden ünlü jeokimyacı Jeffrey Bada, evrimci
Earth dergisinde 1998 yılında yayınlanan bir makalede bu gerçeği
şöyle kabul eder:
Bugün, 20. yüzyılı geride bırakırken, hala, 20. yüzyıla girdiğimizde sahip olduğumuz en büyük çözülmemiş problemle karşı karşıyayız: Hayat yeryüzünde nasıl başladı? (Jeffrey Bada, Earth, Şubat 1998, s. 40)
Hayatın Kompleks Yapısı
Evrim teorisinin hayatın kökeni konusunda bu denli büyük bir
açmaza girmesinin başlıca nedeni, en basit sanılan canlı yapıların bile inanılmaz derecede karmaşık yapılara sahip olmasıdır. Canlı hücresi, insanoğlunun yaptığı bütün teknolojik ürünlerden daha karmaşıktır. Öyle ki bugün dünyanın en gelişmiş laboratuvarlarında bile
cansız maddeler biraraya getirilerek canlı bir hücre üretilememektedir.
Bir hücrenin meydana gelmesi için gereken şartlar, asla rastlantılarla açıklanamayacak kadar fazladır. Hücrenin en temel yapı taşı
olan proteinlerin rastlantısal olarak sentezlenme ihtimali; 500 ami950
noasitlik ortalama bir protein için, 10 'de 1'dir. Ancak matematikte 1050'de 1'den küçük olasılıklar pratik olarak "imkansız" sayılır.
Hücrenin çekirdeğinde yer alan ve genetik bilgiyi saklayan DNA
molekülü ise, inanılmaz bir bilgi bankasıdır. İnsan DNA'sının içerdiği bilginin, eğer kağıda dökülmeye kalkılsa, 500'er sayfadan oluşan
900 ciltlik bir kütüphane oluşturacağı hesaplanmaktadır.
Bu noktada çok ilginç bir ikilem daha vardır: DNA, yalnız birta-
183
184
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
kım özelleşmiş proteinlerin (enzimlerin) yardımı ile eşlenebilir.
Ama bu enzimlerin sentezi de ancak DNA'daki bilgiler doğrultusunda gerçekleşir. Birbirine bağımlı olduklarından, eşlemenin meydana gelebilmesi için ikisinin de aynı anda var olmaları gerekir. Bu
ise, hayatın kendiliğinden oluştuğu senaryosunu çıkmaza sokmaktadır. San Diego California Üniversitesi'nden ünlü evrimci Prof.
Leslie Orgel, Scientific American dergisinin Ekim 1994 tarihli sayısında bu gerçeği şöyle itiraf eder:
Son derece kompleks yapılara sahip olan proteinlerin ve nükleik asitlerin (RNA ve DNA) aynı yerde ve aynı zamanda rastlantısal olarak
oluşmaları aşırı derecede ihtimal dışıdır. Ama bunların birisi olmadan
diğerini elde etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla insan, yaşamın
kimyasal yollarla ortaya çıkmasının asla mümkün olmadığı sonucuna
varmak zorunda kalmaktadır. (Leslie E. Orgel, The Origin of Life on
Earth, Scientific American, c. 271, Ekim 1994, s. 78)
Kuşkusuz eğer hayatın doğal etkenlerle ortaya çıkması imkansız ise, bu durumda hayatın doğaüstü bir biçimde "yaratıldığını" kabul etmek gerekir. Bu gerçek, en temel amacı yaratılışı reddetmek
olan evrim teorisini açıkça geçersiz kılmaktadır.
Evrimin Hayali Mekanizmaları
Darwin'in teorisini geçersiz kılan ikinci büyük nokta, teorinin
"evrim mekanizmaları" olarak öne sürdüğü iki kavramın da gerçekte hiçbir evrimleştirici güce sahip olmadığının anlaşılmış olmasıdır. Darwin, ortaya attığı evrim iddiasını tamamen "doğal seleksiyon" mekanizmasına bağlamıştı. Bu mekanizmaya verdiği önem,
kitabının isminden de açıkça anlaşılıyordu: Türlerin Kökeni, Doğal
Seleksiyon Yoluyla...
Doğal seleksiyon, doğal seçme demektir. Doğadaki yaşam mücadelesi içinde, doğal şartlara uygun ve güçlü canlıların hayatta kalacağı düşüncesine dayanır. Örneğin yırtıcı hayvanlar tarafından
tehdit edilen bir geyik sürüsünde, daha hızlı koşabilen geyikler hayatta kalacaktır. Böylece geyik sürüsü, hızlı ve güçlü bireylerden
Darwinizm'in Çöküflü
oluşacaktır. Ama elbette bu mekanizma, geyikleri evrimleştirmez,
onları başka bir canlı türüne, örneğin atlara dönüştürmez.
Dolayısıyla doğal seleksiyon mekanizması hiçbir evrimleştirici
güce sahip değildir. Darwin de bu gerçeğin farkındaydı ve Türlerin
Kökeni adlı kitabında "Faydalı değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz" demek zorunda kalmıştı. (Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 189)
Lamarck'ın Etkisi
Peki bu "faydalı değişiklikler" nasıl oluşabilirdi? Darwin, kendi
döneminin ilkel bilim anlayışı içinde, bu soruyu Lamarck'a dayanarak cevaplamaya çalışmıştı. Darwin'den önce yaşamış olan Fransız
biyolog Lamarck'a göre, canlılar yaşamları sırasında geçirdikleri fiziksel değişiklikleri sonraki nesle aktarıyorlar, nesilden nesile biriken bu özellikler sonucunda yeni türler ortaya çıkıyordu. Örneğin
Lamarck'a göre zürafalar ceylanlardan türemişlerdi, yüksek ağaçların yapraklarını yemek için çabalarken nesilden nesile boyunları
uzamıştı.
Darwin de benzeri örnekler vermiş, örneğin Türlerin Kökeni adlı kitabında, yiyecek bulmak için suya giren bazı ayıların zamanla balinalara dönüştüğünü iddia etmişti. (Charles Darwin, The Origin of
Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964,
s. 184)
Ama Mendel'in keşfettiği ve 20.yüzyılda gelişen genetik bilimiyle kesinleşen kalıtım kanunları, kazanılmış özelliklerin sonraki nesillere aktarılması efsanesini kesin olarak yıktı. Böylece doğal seleksiyon "tek başına" ve dolayısıyla tümüyle etkisiz bir mekanizma olarak kalmış oluyordu.
Neo-Darwinizm ve Mutasyonlar
Darwinistler ise bu duruma bir çözüm bulabilmek için 1930'la-
185
186
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
rın sonlarında, "Modern Sentetik Teori"yi ya da daha yaygın ismiyle neo-Darwinizm'i ortaya attılar. Neo-Darwinizm, doğal seleksiyonun yanına "faydalı değişiklik sebebi" olarak mutasyonları, yani
canlıların genlerinde radyasyon gibi dış etkiler ya da kopyalama hataları sonucunda oluşan bozulmaları ekledi.
Bugün de hala dünyada evrim adına geçerliliğini koruyan model neo-Darwinizm'dir. Teori, yeryüzünde bulunan milyonlarca
canlı türünün, bu canlıların, kulak, göz, akciğer, kanat gibi sayısız
kompleks organlarının "mutasyonlara", yani genetik bozukluklara
dayalı bir süreç sonucunda oluştuğunu iddia etmektedir. Ama teoriyi çaresiz bırakan açık bir bilimsel gerçek vardır: Mutasyonlar
canlıları geliştirmezler, aksine her zaman için canlılara
zarar verirler.
Bunun nedeni çok basittir: DNA çok kompleks bir düzene sahiptir. Bu molekül üzerinde oluşan herhangi rastgele bir etki ancak zarar verir. Amerikalı genetikçi B. G. Ranganathan bunu şöyle açıklar:
Mutasyonlar küçük, rasgele ve zararlıdırlar. Çok ender olarak meydana gelirler ve en iyi ihtimalle etkisizdirler. Bu üç özellik, mutasyonların
evrimsel bir gelişme meydana getiremeyeceğini gösterir. Zaten yüksek
derecede özelleşmiş bir organizmada meydana gelebilecek rastlantısal bir değişim, ya etkisiz olacaktır ya da zararlı. Bir kol saatinde meydana gelecek rasgele bir değişim kol saatini geliştirmeyecektir. Ona
büyük ihtimalle zarar verecek veya en iyi ihtimalle etkisiz olacaktır. Bir
deprem bir şehri geliştirmez, ona yıkım getirir. (B. G. Ranganathan,
Origins?, Pennsylvania: The Banner Of Truth Trust, 1988)
Nitekim bugüne kadar hiçbir yararlı, yani genetik bilgiyi geliştiren mutasyon örneği gözlemlenmedi. Tüm mutasyonların zararlı
olduğu görüldü. Anlaşıldı ki, evrim teorisinin "evrim mekanizması"
olarak gösterdiği mutasyonlar, gerçekte canlıları sadece tahrip
eden, sakat bırakan genetik olaylardır. (İnsanlarda mutasyonun en
sık görülen etkisi de kanserdir.) Elbette tahrip edici bir mekanizma "evrim mekanizması" olamaz. Doğal seleksiyon ise, Darwin'in
Darwinizm'in Çöküflü
de kabul ettiği gibi, "tek başına hiçbir şey yapamaz." Bu gerçek bizlere doğada hiçbir "evrim mekanizması" olmadığını göstermektedir.
Evrim mekanizması olmadığına göre de, evrim denen hayali süreç
yaşanmış olamaz.
Fosil Kayıtları: Ara Formlardan Eser Yok
Evrim teorisinin iddia ettiği senaryonun yaşanmamış olduğunun
en açık göstergesi ise fosil kayıtlarıdır.
Evrim teorisine göre bütün canlılar birbirlerinden türemişlerdir.
Önceden var olan bir canlı türü, zamanla bir diğerine dönüşmüş ve
bütün türler bu şekilde ortaya çıkmışlardır. Teoriye göre bu dönüşüm yüz milyonlarca yıl süren uzun bir zaman dilimini kapsamış ve
kademe kademe ilerlemiştir.
Bu durumda, iddia edilen uzun dönüşüm süreci içinde sayısız
"ara türler"in oluşmuş ve yaşamış olmaları gerekir.
Örneğin geçmişte, balık özelliklerini taşımalarına rağmen, bir
yandan da bazı sürüngen özellikleri kazanmış olan yarı balık-yarı sürüngen canlılar yaşamış olmalıdır. Ya da sürüngen özelliklerini taşırken, bir yandan da bazı kuş özellikleri kazanmış sürüngen-kuşlar
ortaya çıkmış olmalıdır. Bunlar, bir geçiş sürecinde oldukları için
de, sakat, eksik, kusurlu canlılar olmalıdır. Evrimciler geçmişte yaşamış olduklarına inandıkları bu teorik yaratıklara "ara-geçiş formu" adını verirler.
Eğer gerçekten bu tür canlılar geçmişte yaşamışlarsa bunların
sayılarının ve çeşitlerinin milyonlarca hatta milyarlarca olması gerekir. Ve bu ucube canlıların kalıntılarına mutlaka fosil kayıtlarında
rastlanması gerekir. Darwin, Türlerin Kökeni'nde bunu şöyle açıklamıştır:
Eğer teorim doğruysa, türleri birbirine bağlayan sayısız ara-geçiş çeşitleri mutlaka yaşamış olmalıdır... Bunların yaşamış olduklarının kanıtları da sadece fosil kalıntıları arasında bulunabilir. (Charles Darwin, The
Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University
Press, 1964, s. 179)
187
188
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
Darwin'in Yıkılan Umutları
Ancak 19. yüzyılın ortasından bu yana dünyanın dört bir yanında hummalı fosil araştırmaları yapıldığı halde bu ara geçiş formlarına rastlanamamıştır. Yapılan kazılarda ve araştırmalarda elde edilen bütün bulgular, evrimcilerin beklediklerinin aksine, canlıların
yeryüzünde birdenbire, eksiksiz ve kusursuz bir biçimde ortaya
çıktıklarını göstermiştir.
Ünlü İngiliz paleontolog (fosil bilimci) Derek W. Ager, bir evrimci olmasına karşın bu gerçeği şöyle itiraf eder:
Sorunumuz şudur: Fosil kayıtlarını detaylı olarak incelediğimizde, türler ya da sınıflar seviyesinde olsun, sürekli olarak aynı gerçekle karşılaşırız; kademeli evrimle gelişen değil, aniden yeryüzünde oluşan gruplar görürüz. (Derek A. Ager, "The Nature of the Fossil Record", Proceedings of the British Geological Association, c. 87, 1976, s. 133)
Yani fosil kayıtlarında, tüm canlı türleri, aralarında hiçbir geçiş
formu olmadan eksiksiz biçimleriyle aniden ortaya çıkmaktadırlar.
Bu, Darwin'in öngörülerinin tam aksidir. Dahası, bu canlı türlerinin yaratıldıklarını gösteren çok güçlü bir delildir. Çünkü bir canlı
türünün, kendisinden evrimleştiği hiçbir atası olmadan, bir anda ve
kusursuz olarak ortaya çıkmasının tek açıklaması, o türün yaratılmış olmasıdır. Bu gerçek, ünlü evrimci biyolog Douglas Futuyma
tarafından da kabul edilir:
Yaratılış ve evrim, yaşayan canlıların kökeni hakkında yapılabilecek
yegane iki açıklamadır. Canlılar dünya üzerinde ya tamamen mükemmel ve eksiksiz bir biçimde ortaya çıkmışlardır ya da böyle olmamıştır. Eğer böyle olmadıysa, bir değişim süreci sayesinde kendilerinden
önce var olan bazı canlı türlerinden evrimleşerek meydana gelmiş olmalıdırlar. Ama eğer eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıkmışlarsa, o halde sonsuz güç sahibi bir akıl tarafından yaratılmış olmaları gerekir. (Douglas J. Futuyma, Science on Trial, New York: Pantheon
Books, 1983. s. 197)
Fosiller ise, canlıların yeryüzünde eksiksiz ve mükemmel bir bi-
Darwinizm'in Çöküflü
çimde ortaya çıktıklarını göstermektedir. Yani "türlerin kökeni",
Darwin'in sandığının aksine, evrim değil yaratılıştır.
İnsanın Evrimi Masalı
Evrim teorisini savunanların en çok gündeme getirdikleri konu,
insanın kökeni konusudur. Bu konudaki Darwinist iddia, bugün yaşayan modern insanın maymunsu birtakım yaratıklardan geldiğini
varsayar. 4-5 milyon yıl önce başladığı varsayılan bu süreçte, modern insan ile ataları arasında bazı "ara form"ların yaşadığı iddia edilir. Gerçekte tümüyle hayali olan bu senaryoda dört temel "kategori" sayılır:
1- Australopithecus
2- Homo habilis
3- Homo erectus
4- Homo sapiens
Evrimciler, insanların sözde ilk maymunsu atalarına "güney maymunu" anlamına gelen "Australopithecus" ismini verirler. Bu canlılar
gerçekte soyu tükenmiş bir maymun türünden başka bir şey değildir. Lord Solly Zuckerman ve Prof. Charles Oxnard gibi İngiltere
ve ABD'den dünyaca ünlü iki anatomistin Australopithecus örnekleri üzerinde yaptıkları çok geniş kapsamlı çalışmalar, bu canlıların
sadece soyu tükenmiş bir maymun türüne ait olduklarını ve insanlarla hiçbir benzerlik taşımadıklarını göstermiştir. (Solly Zuckerman,
Beyond The Ivory Tower, New York: Toplinger Publications, 1970, s. 7594; Charles E. Oxnard, "The Place of Australopithecines in Human Evolution: Grounds for Doubt", Nature, c. 258, s. 389)
Evrimciler insan evriminin bir sonraki safhasını da, "homo" yani
insan olarak sınıflandırırlar. İddiaya göre homo serisindeki canlılar,
Australopithecuslar'dan daha gelişmişlerdir. Evrimciler, bu farklı
canlılara ait fosilleri ardı ardına dizerek hayali bir evrim şeması
oluştururlar. Bu şema hayalidir, çünkü gerçekte bu farklı sınıfların
arasında evrimsel bir ilişki olduğu asla ispatlanamamıştır. Evrim te-
189
190
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
orisinin 20. yüzyıldaki en önemli savunucularından biri olan Ernst
Mayr, "Homo sapiens'e uzanan zincir gerçekte kayıptır" diyerek
bunu kabul eder. (J. Rennie, "Darwin's Current Bulldog: Ernst Mayr",
Scientific American, Aralık 1992)
Evrimciler "Australopithecus > Homo habilis > Homo erectus >
Homo sapiens" sıralamasını yazarken, bu türlerin her birinin, bir
sonrakinin atası olduğu izlenimini verirler. Oysa paleoantropologların son bulguları, Australopithecus, Homo habilis ve Homo erectus'un dünya'nın farklı bölgelerinde aynı dönemlerde yaşadıklarını
göstermektedir. (Alan Walker, Science, c. 207, 1980, s. 1103; A. J.
Kelso, Physical Antropology, 1. baskı, New York: J. B. Lipincott Co.,
1970, s. 221; M. D. Leakey, Olduvai Gorge, c. 3, Cambridge: Cambridge University Press, 1971, s. 272)
Dahası Homo erectus sınıflamasına ait insanların bir bölümü
çok modern zamanlara kadar yaşamışlar, Homo sapiens neandertalensis ve Homo sapiens sapiens (modern insan) ile aynı ortamda yan yana bulunmuşlardır. (Time, Kasım 1996)
Bu ise elbette bu sınıfların birbirlerinin ataları oldukları iddiasının geçersizliğini açıkça ortaya koymaktadır. Harvard Üniversitesi
paleontologlarından Stephen Jay Gould, kendisi de bir evrimci olmasına karşın, Darwinist teorinin içine girdiği bu çıkmazı şöyle
açıklar:
Eğer birbiri ile paralel bir biçimde yaşayan üç farklı hominid (insanımsı) çizgisi varsa, o halde bizim soy ağacımıza ne oldu? Açıktır ki, bunların biri diğerinden gelmiş olamaz. Dahası, biri diğeriyle karşılaştırıldığında evrimsel bir gelişme trendi göstermemektedirler. (S. J. Gould,
Natural History, c. 85, 1976, s. 30)
Kısacası, medyada ya da ders kitaplarında yer alan hayali birtakım "yarı maymun, yarı insan" canlıların çizimleriyle, yani sırf propaganda yoluyla ayakta tutulmaya çalışılan insanın evrimi senaryosu, hiçbir bilimsel temeli olmayan bir masaldan ibarettir.
Bu konuyu uzun yıllar inceleyen, özellikle Australopithecus fosilleri üzerinde 15 yıl araştırma yapan İngiltere'nin en ünlü ve say-
Darwinizm'in Çöküflü
gın bilim adamlarından Lord Solly Zuckerman, bir evrimci olmasına rağmen, ortada maymunsu canlılardan insana uzanan gerçek bir
soy ağacı olmadığı sonucuna varmıştır.
Zuckerman bir de ilginç bir "bilim skalası" yapmıştır. Bilimsel
olarak kabul ettiği bilgi dallarından, bilim dışı olarak kabul ettiği bilgi dallarına kadar bir yelpaze oluşturmuştur. Zuckerman'ın bu tablosuna göre en "bilimsel" -yani somut verilere dayanan- bilgi dalları kimya ve fiziktir. Yelpazede bunlardan sonra biyoloji bilimleri,
sonra da sosyal bilimler gelir. Yelpazenin en ucunda, yani en "bilim
dışı" sayılan kısımda ise, Zuckerman'a göre, telepati, altıncı his gibi
"duyum ötesi algılama" kavramları ve bir de "insanın evrimi" vardır!
Zuckerman, yelpazenin bu ucunu şöyle açıklar:
Objektif gerçekliğin alanından çıkıp da, biyolojik bilim olarak varsayılan
bu alanlara -yani duyum ötesi algılamaya ve insanın fosil tarihinin yorumlanmasına- girdiğimizde, evrim teorisine inanan bir kimse için herşeyin mümkün olduğunu görürüz. Öyle ki teorilerine kesinlikle inanan
bu kimselerin çelişkili bazı yargıları aynı anda kabul etmeleri bile mümkündür. (Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New York: Toplinger Publications, 1970, s. 19)
İşte insanın evrimi masalı da, teorilerine körü körüne inanan
birtakım insanların buldukları bazı fosilleri ön yargılı bir biçimde yorumlamalarından ibarettir.
Darwin Formülü!
Şimdiye kadar ele aldığımız tüm teknik delillerin yanında, isterseniz evrimcilerin nasıl saçma bir inanışa sahip olduklarını bir de
çocukların bile anlayabileceği kadar açık bir örnekle özetleyelim.
Evrim teorisi canlılığın tesadüfen oluştuğunu iddia eder. Dolayısıyla bu iddiaya göre cansız ve şuursuz atomlar biraraya gelerek önce hücreyi oluşturmuşlardır ve sonrasında aynı atomlar bir şekilde
diğer canlıları ve insanı meydana getirmişlerdir. Şimdi düşünelim;
canlılığın yapıtaşı olan karbon, fosfor, azot, potasyum gibi elementleri biraraya getirdiğimizde bir yığın oluşur. Bu atom yığını, hangi iş-
191
192
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
lemden geçirilirse geçirilsin, tek bir canlı oluşturamaz. İsterseniz
bu konuda bir "deney" tasarlayalım ve evrimcilerin aslında savundukları, ama yüksek sesle dile getiremedikleri iddiayı onlar adına
"Darwin Formülü" adıyla inceleyelim:
Evrimciler, çok sayıda büyük varilin içine canlılığın yapısında
bulunan fosfor, azot, karbon, oksijen, demir, magnezyum gibi elementlerden bol miktarda koysunlar. Hatta normal şartlarda bulunmayan ancak bu karışımın içinde bulunmasını gerekli gördükleri malzemeleri de bu varillere eklesinler. Karışımların içine, istedikleri kadar amino asit, istedikleri kadar da (bir tekinin bile rastlantısal oluşma ihtimali 10-950 olan) protein doldursunlar. Bu karışımlara istedikleri oranda ısı ve nem versinler. Bunları istedikleri
gelişmiş cihazlarla karıştırsınlar. Varillerin başına da dünyanın önde gelen bilim adamlarını koysunlar. Bu uzmanlar babadan oğula,
kuşaktan kuşağa aktararak nöbetleşe milyarlarca, hatta trilyonlarca sene sürekli varillerin başında beklesinler. Bir canlının oluşması
için hangi şartların var olması gerektiğine inanılıyorsa hepsini kullanmak serbest olsun. Ancak, ne yaparlarsa yapsınlar o varillerden
kesinlikle bir canlı çıkartamazlar. Zürafaları, aslanları, arıları, kanaryaları, bülbülleri, papağanları, atları, yunusları, gülleri, orkideleri, zambakları, karanfilleri, muzları, portakalları, elmaları, hurmaları, domatesleri, kavunları, karpuzları, incirleri, zeytinleri, üzümleri,
şeftalileri, tavus kuşlarını, sülünleri, renk renk kelebekleri ve bunlar gibi milyonlarca canlı türünden hiçbirini oluşturamazlar. Değil
burada birkaçını saydığımız bu canlı varlıkları, bunların tek bir hücresini bile elde edemezler.
Kısacası, bilinçsiz atomlar biraraya gelerek hücreyi oluşturamazlar. Sonra yeni bir karar vererek bir hücreyi ikiye bölüp, sonra art arda başka kararlar alıp, elektron mikroskobunu bulan, sonra kendi hücre yapısını bu mikroskop altında izleyen profesörleri oluşturamazlar. Madde, ancak Allah'ın üstün yaratmasıyla hayat bulur. Bunun aksini iddia eden evrim teorisi ise,
Darwinizm'in Çöküflü
akla tamamen aykırı bir safsatadır. Evrimcilerin ortaya attığı iddialar
üzerinde biraz bile düşünmek, üstteki örnekte olduğu gibi, bu gerçeği açıkça gösterir.
Göz ve Kulaktaki Teknoloji
Evrim teorisinin kesinlikle açıklama getiremeyeceği bir diğer
konu ise göz ve kulaktaki üstün algılama kalitesidir.
Gözle ilgili konuya geçmeden önce "Nasıl görürüz?" sorusuna
kısaca cevap verelim. Bir cisimden gelen ışınlar, gözde retinaya ters
olarak düşer. Bu ışınlar, buradaki hücreler tarafından elektrik sinyallerine dönüştürülür ve beynin arka kısmındaki görme merkezi
denilen küçücük bir noktaya ulaşır. Bu elektrik sinyalleri bir dizi işlemden sonra beyindeki bu merkezde görüntü olarak algılanır. Bu
bilgiden sonra şimdi düşünelim:
Beyin ışığa kapalıdır. Yani beynin içi kapkaranlıktır, ışık beynin
bulunduğu yere kadar giremez. Görüntü merkezi denilen yer kapkaranlık, ışığın asla ulaşmadığı, belki de hiç karşılaşmadığınız kadar
karanlık bir yerdir. Ancak siz bu zifiri karanlıkta ışıklı, pırıl pırıl bir
dünyayı seyretmektesiniz.
Üstelik bu o kadar net ve kaliteli bir görüntüdür ki 21. yüzyıl
teknolojisi bile her türlü imkana rağmen bu netliği sağlayamamıştır.
Örneğin şu anda okuduğunuz kitaba, kitabı tutan ellerinize bakın,
sonra başınızı kaldırın ve çevrenize bakın.
Şu anda gördüğünüz netlik ve kalitedeki bu görüntüyü başka bir
yerde gördünüz mü? Bu kadar net bir görüntüyü size dünyanın bir
numaralı televizyon şirketinin ürettiği en gelişmiş televizyon ekranı dahi veremez. 100 yıldır binlerce mühendis bu netliğe ulaşmaya
çalışmaktadır. Bunun için fabrikalar, dev tesisler kurulmakta, araştırmalar yapılmakta, planlar ve tasarımlar geliştirilmektedir. Yine
bir TV ekranına bakın, bir de şu anda elinizde tuttuğunuz bu kitaba. Arada büyük bir netlik ve kalite farkı olduğunu göreceksiniz.
193
194
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
Üstelik, TV ekranı size iki boyutlu bir görüntü gösterir, oysa siz üç
boyutlu, derinlikli bir perspektifi izlemektesiniz.
Uzun yıllardır on binlerce mühendis üç boyutlu TV yapmaya,
gözün görme kalitesine ulaşmaya çalışmaktadırlar. Evet, üç boyutlu bir televizyon sistemi yapabildiler ama onu da gözlük takmadan
üç boyutlu görmek mümkün değil, kaldı ki bu suni bir üç boyuttur. Arka taraf daha bulanık, ön taraf ise kağıttan dekor gibi durur.
Hiçbir zaman gözün gördüğü kadar net ve kaliteli bir görüntü
oluşmaz. Kamerada da, televizyonda da mutlaka görüntü kaybı
meydana gelir.
İşte evrimciler, bu kaliteli ve net görüntüyü oluşturan mekanizmanın tesadüfen oluştuğunu iddia etmektedirler. Şimdi biri size,
odanızda duran televizyon tesadüfler sonucunda oluştu, atomlar
biraraya geldi ve bu görüntü oluşturan aleti meydana getirdi dese
ne düşünürsünüz? Binlerce kişinin biraraya gelip yapamadığını şuursuz atomlar nasıl yapsın?
Gözün gördüğünden daha ilkel olan bir görüntüyü oluşturan
alet tesadüfen oluşamıyorsa, gözün ve gözün gördüğü görüntünün
de tesadüfen oluşamayacağı çok açıktır. Aynı durum kulak için de
geçerlidir. Dış kulak, çevredeki sesleri kulak kepçesi vasıtasıyla
toplayıp orta kulağa iletir; orta kulak aldığı ses titreşimlerini güçlendirerek iç kulağa aktarır; iç kulak da bu titreşimleri elektrik sinyallerine dönüştürerek beyne gönderir. Aynen görmede olduğu
gibi duyma işlemi de beyindeki duyma merkezinde gerçekleşir.
Gözdeki durum kulak için de geçerlidir, yani beyin, ışık gibi sese de kapalıdır, ses geçirmez. Dolayısıyla dışarısı ne kadar gürültülü de olsa beynin içi tamamen sessizdir. Buna rağmen en net sesler
beyinde algılanır. Ses geçirmeyen beyninizde bir orkestranın senfonilerini dinlersiniz, kalabalık bir ortamın tüm gürültüsünü duyarsınız. Ama o anda hassas bir cihazla beyninizin içindeki ses düzeyi ölçülse, burada keskin bir sessizliğin hakim olduğu görülecektir.
Net bir görüntü elde edebilmek ümidiyle teknoloji nasıl kulla-
Darwinizm'in Çöküflü
nılıyorsa, ses için de aynı çabalar onlarca yıldır sürdürülmektedir.
Ses kayıt cihazları, müzik setleri, birçok elektronik alet, sesi algılayan müzik sistemleri bu çalışmalardan bazılarıdır. Ancak, tüm teknolojiye, bu teknolojide çalışan binlerce mühendise ve uzmana rağmen kulağın oluşturduğu netlik ve kalitede bir sese ulaşılamamıştır.
En büyük müzik sistemi şirketinin ürettiği en kaliteli müzik setini
düşünün. Sesi kaydettiğinde mutlaka sesin bir kısmı kaybolur veya
az da olsa mutlaka parazit oluşur veya müzik setini açtığınızda daha müzik başlamadan bir cızırtı mutlaka duyarsınız. Ancak insan vücudundaki teknolojinin ürünü olan sesler son derece net ve kusursuzdur. Bir insan kulağı, hiçbir zaman müzik setinde olduğu gibi cızırtılı veya parazitli algılamaz; ses ne ise tam ve net bir biçimde onu
algılar. Bu durum, insan yaratıldığı günden bu yana böyledir.
Şimdiye kadar insanoğlunun yaptığı hiçbir görüntü ve ses cihazı, göz ve kulak kadar hassas ve başarılı birer algılayıcı olamamıştır.
Ancak görme ve işitme olayında, tüm bunların ötesinde, çok
büyük bir gerçek daha vardır.
Beynin İçinde Gören ve Duyan Şuur Kime Aittir?
Beynin içinde, ışıl ışıl renkli bir dünyayı seyreden, senfonileri,
kuşların cıvıltılarını dinleyen, gülü koklayan kimdir?
İnsanın gözlerinden, kulaklarından, burnundan gelen uyarılar,
elektrik sinyali olarak beyne gider. Biyoloji, fizyoloji veya biyokimya kitaplarında bu görüntünün beyinde nasıl oluştuğuna dair birçok
detay okursunuz. Ancak, bu konu hakkındaki en önemli gerçeğe
hiçbir yerde rastlayamazsınız: Beyinde, bu elektrik sinyallerini görüntü, ses, koku ve his olarak algılayan kimdir? Beynin içinde göze,
kulağa, burna ihtiyaç duymadan tüm bunları algılayan bir şuur bulunmaktadır. Bu şuur kime aittir?
Elbette bu şuur beyni oluşturan sinirler, yağ tabakası ve sinir
hücrelerine ait değildir. İşte bu yüzden, herşeyin maddeden ibaret
olduğunu zanneden Darwinist-materyalistler bu sorulara hiçbir ce-
195
196
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
vap verememektedirler. Çünkü bu şuur, Allah'ın yaratmış olduğu
ruhtur. Ruh, görüntüyü seyretmek için göze, sesi duymak için kulağa ihtiyaç duymaz. Bunların da ötesinde düşünmek için beyne ihtiyaç duymaz.
Bu açık ve ilmi gerçeği okuyan her insanın, beynin içindeki birkaç santimetreküplük, kapkaranlık mekana tüm kainatı üç boyutlu, renkli, gölgeli ve ışıklı olarak sığdıran yüce Allah'ı düşünüp,
O'ndan korkup, O'na sığınması gerekir.
Materyalist Bir İnanç
Buraya kadar incelediklerimiz, evrim teorisinin bilimsel bulgularla açıkça çelişen bir iddia olduğunu göstermektedir. Teorinin
hayatın kökeni hakkındaki iddiası bilime aykırıdır, öne sürdüğü evrim mekanizmalarının hiçbir evrimleştirici etkisi yoktur ve fosiller
teorinin gerektirdiği ara formların yaşamadıklarını göstermektedir. Bu durumda, elbette, evrim teorisinin bilime aykırı bir düşünce olarak bir kenara atılması gerekir. Nitekim tarih boyunca dünya merkezli evren modeli gibi pek çok düşünce, bilimin gündeminden çıkarılmıştır. Ama evrim teorisi ısrarla bilimin gündeminde tutulmaktadır. Hatta bazı insanlar teorinin eleştirilmesini "bilime saldırı" olarak göstermeye bile çalışmaktadırlar. Peki neden?..
Bu durumun nedeni, evrim teorisinin bazı çevreler için, kendisinden asla vazgeçilemeyecek dogmatik bir inanış oluşudur. Bu
çevreler, materyalist felsefeye körü körüne bağlıdırlar ve Darwinizm'i de doğaya getirilebilecek yegane materyalist açıklama olduğu için benimsemektedirler.
Bazen bunu açıkça itiraf da ederler. Harvard Üniversitesi'nden
ünlü bir genetikçi ve aynı zamanda önde gelen bir evrimci olan
Richard Lewontin, "önce materyalist, sonra bilim adamı" olduğunu şöyle itiraf etmektedir:
Bizim materyalizme bir inancımız var, 'a priori' (önceden kabul edilmiş, doğru varsayılmış) bir inanç bu. Bizi dünyaya materyalist bir açık-
Darwinizm'in Çöküflü
lama getirmeye zorlayan şey, bilimin yöntemleri ve kuralları değil. Aksine, materyalizme olan 'a priori' bağlılığımız nedeniyle, dünyaya materyalist bir açıklama getiren araştırma yöntemlerini ve kavramları kurguluyoruz. Materyalizm mutlak doğru olduğuna göre de, İlahi bir açıklamanın sahneye girmesine izin veremeyiz. (Richard Lewontin, "The
Demon-Haunted World", The New York Review of Books, 9 Ocak
1997, s. 28)
Bu sözler, Darwinizm'in, materyalist felsefeye bağlılık uğruna
yaşatılan bir dogma olduğunun açık ifadeleridir. Bu dogma, maddeden başka hiçbir varlık olmadığını varsayar. Bu nedenle de cansız,
bilinçsiz maddenin, hayatı yarattığına inanır. Milyonlarca farklı canlı
türünün; örneğin kuşların, balıkların, zürafaların, kaplanların, böceklerin, ağaçların, çiçeklerin, balinaların ve insanların maddenin
kendi içindeki etkileşimlerle, yani yağan yağmurla, çakan şimşekle,
cansız maddenin içinden oluştuğunu kabul eder. Gerçekte ise bu,
hem akla hem bilime aykırı bir kabuldür. Ama Darwinistler kendi
deyimleriyle "İlahi bir açıklamanın sahneye girmemesi" için, bu kabulü savunmaya devam etmektedirler.
Canlıların kökenine materyalist bir ön yargı ile bakmayan insanlar ise, şu açık gerçeği göreceklerdir: Tüm canlılar, üstün bir güç,
bilgi ve akla sahip olan bir Yaratıcının eseridirler. Yaratıcı, tüm evreni yoktan var eden, en kusursuz biçimde düzenleyen ve tüm canlıları yaratıp şekillendiren Allah'tır.
Evrim Teorisi Dünya Tarihinin En Etkili Büyüsüdür
Burada şunu da belirtmek gerekir ki, ön yargısız, hiçbir ideolojinin etkisi altında kalmadan, sadece aklını ve mantığını kullanan her
insan, bilim ve medeniyetten uzak toplumların hurafelerini andıran
evrim teorisinin inanılması imkansız bir iddia olduğunu kolaylıkla
anlayacaktır.
Yukarıda da belirtildiği gibi, evrim teorisine inananlar, büyük bir
varilin içine birçok atomu, molekülü, cansız maddeyi dolduran ve
197
198
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
bunların karışımından zaman içinde düşünen, akleden, buluşlar yapan profesörlerin, üniversite öğrencilerinin, Einstein, Hubble gibi
bilim adamlarının, Frank Sinatra, Charlton Heston gibi sanatçıların,
bunun yanı sıra ceylanların, limon ağaçlarının, karanfillerin çıkacağına inanmaktadırlar. Üstelik, bu saçma iddiaya inananlar bilim
adamları, profesörler, kültürlü, eğitimli insanlardır. Bu nedenle evrim teorisi için "dünya tarihinin en büyük ve en etkili büyüsü" ifadesini kullanmak yerinde olacaktır. Çünkü, dünya tarihinde insanların bu derece aklını başından alan, akıl ve mantıkla düşünmelerine imkan tanımayan, gözlerinin önüne sanki bir perde çekip çok
açık olan gerçekleri görmelerine engel olan bir başka inanç veya
iddia daha yoktur. Bu, eski Mısırlıların Güneş Tanrısı Ra'ya, Afrikalı bazı kabilelerin totemlere, Sebe halkının Güneş'e tapmasından, Hz. İbrahim'in kavminin elleri ile yaptıkları putlara, Hz. Musa'nın kavminin altından yaptıkları buzağıya tapmalarından çok daha vahim ve akıl almaz bir körlüktür. Gerçekte bu durum, Allah'ın
Kuran'da işaret ettiği bir akılsızlıktır. Allah, bazı insanların anlayışlarının kapanacağını ve gerçekleri görmekten aciz duruma düşeceklerini birçok ayetinde bildirmektedir. Bu ayetlerden bazıları
şöyledir:
Şüphesiz, inkar edenleri uyarsan da, uyarmasan da, onlar için fark etmez; inanmazlar. Allah, onların kalplerini
ve kulaklarını mühürlemiştir; gözlerinin üzerinde perdeler vardır. Ve büyük azap onlaradır. (Bakara Suresi,
6-7)
…Kalpleri vardır bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri
vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar gafil olanlardır. (Araf Suresi, 179)
Allah Hicr Suresi'nde ise, bu insanların mucizeler görseler bile
inanmayacak kadar büyülendiklerini şöyle bildirmektedir:
Onların üzerlerine gökyüzünden bir kapı açsak, ordan
yukarı yükselseler de, mutlaka: "Gözlerimiz döndürül-
Darwinizm'in Çöküflü
dü, belki biz büyülenmiş bir topluluğuz" diyeceklerdir.
(Hicr Suresi, 14-15)
Bu kadar geniş bir kitlenin üzerinde bu büyünün etkili olması,
insanların gerçeklerden bu kadar uzak tutulmaları ve 150 yıldır bu
büyünün bozulmaması ise, kelimelerle anlatılamayacak kadar hayret verici bir durumdur. Çünkü, bir veya birkaç insanın imkansız
senaryolara, saçmalık ve mantıksızlıklarla dolu iddialara inanmaları
anlaşılabilir. Ancak dünyanın dört bir yanındaki insanların, şuursuz
ve cansız atomların ani bir kararla biraraya gelip; olağanüstü bir organizasyon, disiplin, akıl ve şuur gösterip kusursuz bir sistemle işleyen evreni, canlılık için uygun olan her türlü özelliğe sahip olan
Dünya gezegenini ve sayısız kompleks sistemle donatılmış canlıları
meydana getirdiğine inanmasının, "büyü"den başka bir açıklaması
yoktur. Nitekim, Allah Kuran'da, inkarcı felsefenin savunucusu olan
bazı kimselerin, yaptıkları büyülerle insanları etkilediklerini Hz. Musa ve Firavun arasında geçen bir olayla bizlere bildirmektedir. Hz.
Musa, Firavun'a hak dini anlattığında, Firavun Hz. Musa'ya, kendi
"bilgin büyücüleri" ile insanların toplandığı bir yerde karşılaşmasını
söyler. Hz. Musa, büyücülerle karşılaştığında, büyücülere önce onların marifetlerini sergilemelerini emreder. Bu olayın anlatıldığı
ayet şöyledir:
(Musa:) "Siz atın" dedi. (Asalarını) atıverince, insanların gözlerini büyüleyiverdiler, onları dehşete düşürdüler ve (ortaya) büyük bir sihir getirmiş oldular. (Araf
Suresi, 116)
Görüldüğü gibi Firavun'un büyücüleri yaptıkları "aldatmacalar"la
-Hz. Musa ve ona inananlar dışında- insanların hepsini büyüleyebilmişlerdir. Ancak, onların attıklarına karşılık Hz. Musa'nın ortaya
koyduğu delil, onların bu büyüsünü, Kuran'daki ifadeyle "uydurduklarını yutmuş" yani etkisiz kılmıştır:
Biz de Musa'ya: "Asanı fırlatıver" diye vahyettik. (O da
fırlatıverince) bir de baktılar ki, o bütün uydurduklarını
199
200
KÖTÜLÜ⁄ÜN SESS‹Z D‹L‹
derleyip-toparlayıp yutuyor. Böylece hak yerini buldu,
onların bütün yapmakta oldukları geçersiz kaldı. Orada
yenilmiş oldular ve küçük düşmüşler olarak tersyüz çevrildiler. (Araf Suresi, 117-119)
Ayetlerde de bildirildiği gibi, daha önce insanları büyüleyerek
etkileyen bu kişilerin yaptıklarının bir sahtekarlık olduğunun anlaşılması ile, söz konusu insanlar küçük düşmüşlerdir. Günümüzde
de bir büyünün etkisiyle, bilimsellik kılıfı altında son derece saçma
iddialara inanan ve bunları savunmaya hayatlarını adayanlar, eğer
bu iddialardan vazgeçmezlerse gerçekler tam anlamıyla açığa çıktığında ve "büyü bozulduğunda" küçük duruma düşeceklerdir.
Nitekim yaklaşık 60 yaşına kadar evrimi savunan ve ateist bir felsefeci olan, ancak daha sonra gerçekleri gören Malcolm Muggeridge
evrim teorisinin yakın gelecekte düşeceği durumu şöyle açıklamaktadır:
Ben kendim, evrim teorisinin, özellikle uygulandığı alanlarda, geleceğin tarih kitaplarındaki en büyük espri malzemelerinden biri olacağına ikna oldum. Gelecek kuşak, bu kadar çürük ve belirsiz bir hipotezin inanılmaz bir saflıkla kabul edilmesini hayretle karşılayacaktır. (Malcolm Muggeridge, The End of Christendom,
Grand Rapids: Eerdmans, 1980, s.43)
Bu gelecek, uzakta değildir aksine çok yakın bir gelecekte insanlar "tesadüfler"in ilah olamayacaklarını anlayacaklar ve evrim
teorisi dünya tarihinin en büyük aldatmacası ve en şiddetli büyüsü
olarak tanımlanacaktır. Bu şiddetli büyü, büyük bir hızla dünyanın
dört bir yanında insanların üzerinden kalkmaya başlamıştır. Artık
evrim aldatmacasının sırrını öğrenen birçok insan, bu aldatmacaya
nasıl kandığını hayret ve şaşkınlıkla düşünmektedir.
... Sen Yücesin, bize ö¤retti¤inden baflka
bizim hiçbir bilgimiz yok.
Gerçekten Sen, herfleyi bilen,
hüküm ve hikmet sahibi olans›n.
(Bakara Suresi, 32)