Hegel, Diyalektik ve Felsefenin Bilimselleşmesi1
Doğan Göçmen
Felsefede Durum
Bugün artık filozof kalmadı. Felsefeciler sardı her tarafı. Yani felsefeyi bir yaşam biçimi olarak
alan değil de, meslek icabı yapanlar, felsefe tarihini nakleden felsefeciler doldurdu her tarafı.
Bununla elbette felsefe tarihini küçümsediğimizi ima etmiyorum. Bununla daha çok felsefenin
kendi çağımıza yani çağımızın sorunlarına yaratıcı bir şekilde uyarlanmıyor olduğunu
kastediyorum. Felsefenin amacı insanlıktır, davası insanlık davasıdır. İnsanlığın yoksulluk, savaş,
ekolojik kriz, değerler çürümesi gibi can alıcı sorunlarının içinden nasıl çıkabileceğine ilişkin felsefi
öneriler geliştirmektir. Unutmamak gerekir ki sorunların felsefede ele alınışı ile iktisatta ve siyaset
biliminde ele alınışı arasında önemli farklar vardır. Ama çağımızda felsefecilerin çoğu ya kendileri
psikolojik bunalım için de ya da kişisel mülkiyet, kariyer ve mevki peşinde. Bir de felsefeyi
sınırlayıp yıkmayı amaçlayan felsefeciler sarmış durumda ortalığı. Dolayısıyla insanlığın böyle bir
felsefeden dertlerine teselli uması mümkün değildir. Zaten kendisi psikolojik bunalımda olan ve
yaşam üzerine düşünmek ve yaşama anlam kazandırmaya çalışmak yerine sabah akşam ölüm
üzerine düşünen bir felsefeciden insanlık ne umabilir ki? Veya felsefeyi kişisel mevki ve unvan
kaygılarına hibe etmiş bir felsefeciden insanlık ne bekleyebilir?
İçinde bulunduğu bu genel durum gereği felsefe basit bir şekilde metin çözümlemesine ve
yorumuna dönüşmüş durumda. Örneğin Hans-Georg Gadamer‟in Aydınlanmacılığın
muhafazakâr ve öznelci bir eleştirisi olarak kurmaya giriştiği Hermeneutik bu dönüşümü temsil
etmektedir. Metin çözümlemesi ve yorum elbette felsefe yapmanın önemli bir yanını teşkil eder.
Felsefi metinlerin içeriğine nüfuz edebilmenin önkoşulu onları analiz edip yorumlamaktır. Fakat
felsefe yapmak, şu an dünya çapında çok yaygın bir şekilde uygulandığı üzere yalnızca metin
çözümlemesinden ve yorumundan ibaret değildir. Hatta asıl felsefe yapmanın aslında metin
çözümlemesinden ve yorumundan sonra başladığını bile ileri sürebiliriz.
Felsefe tarihi felsefe yapma tarzı bakımından “sorunsal düşünme” ve “sistem düşünümü” olmak
üzere iki farklı yaklaşım üretmiştir. Metin analizi ve yorumu kendi başına ne sorunsal düşünüm,
ne de sistem düşünümü koşulunu yerine getirmektedir. Kendisini metin çözümlemesi ve
yorumlamasıyla sınırlayan bir felsefe yapma tarzı aslında sonunda skolastiktir. Oysa felsefenin
insanlığın önünü açıcı, onun pratik ve teorik yabancılaşmalarından kaynaklanan yaşamın, yani
özgürlüğün önüne koyduğu sınırları yıkıcı olması gerekir. Bu ancak sorunsal düşünme ile
mümkündür. Sorunsal düşünmenin bir sistem düşünümüne dönüşmesi elbette arzulanır. Fakat bu
bir zorunluluk değildir ve sorunsal düşünenin de yerine getirebileceği bir koşul da değildir.
1
“Bilim ve Ütopya” dergisinin 2021-27(329) Hegel özel sayısında (s. 4-11) yayınlanmıştır.
1
Bu konuda Hegel‟den yardım alabiliriz. Hegel‟e dönerek ondan felsefe yapmanın önkoşullarını,
felsefe yapma tarzını, felsefe yapmanın amacını ve araçlarını öğrenebiliriz ve tabi sorunsal
düşünme ile sistem düşünümünü nasıl beraber işletilebileceğini de yine Hegel‟den öğrenebiliriz.
Günümüzde felsefenin ilerlemek şöyle dursun gerilemesinin en önemli nedeni, felsefenin
paramparça olmuş olmasından kaynaklanmaktadır. Zira felsefede bugün bağlayıcı ve bütünlüklü
bir mantık kuramı bulunmamaktadır. Mantıkta klasik mantık ve sembolik mantık ile yüzlerce yıl
önce aşılmış olan bir mantık öğretimi verilmektedir. Ontolojide bugüne kadar tüm modern
felsefede kat edilmiş olan ilerleme sanki olmamış gibi Heideggerci varolanları Daseina yani insana
indirgeyen bir sahte ontoloji işletilmektedir. Yaygın olarak alımlanan, hatta hakim olduğu ileri
sürülebilecek Nietzscheci felsefeden hareketle epistemolojinin varlık statüsünün bile sorgulanır
olduğunu ileri sürebiliriz. Dolayısıyla günümüzde felsefe 19. ve 20. yüzyılın başında olduğu gibi
bugün de büyük bir kriz içindedir ve bu, felsefenin bugün hâkim olan kendi yapısından
kaynaklanmaktadır. Husserl, 20. yüzyılın başında, Hegel'in 19. yüzyılın başında Tinin
Fenomenolojisi'ne yazdığı önsözde işaret ettiği gibi, felsefenin yeniden kuruluşunu, insanlığın bir
bütün olarak yeniden kuruluşu olarak kavramıştır. Bugün unutulmuş olan ve ihtiyaç duyulan
perspektif budur. Hegel'i takip edecek olursak yeni bir universitasın kuruluş sorunuyla karşı
karşıyayız ve bütün bir evrenin düşüncede yeniden kuruluşu anlamına gelmketdir.
Hegelci Diyalektik Nedir?
Hegel‟in felsefeye özgün katkısı, onun diyalektiği sıkı bilimsel felsefi bir kuram olarak yeniden
kurmuş olmasında yatmaktadır. En erken yazılarından itibaren kendi çağında kemikleşmiş olan
düşünceleri akışkan kılmak gerektiğini düşünmektedir ve felsefe yapmasının amacı bu düşünceyi
önce teoride sonra pratikte, hem teoride hem de pratikte yani toplumsal yaşamda
gerçekleştirmektir. Böylece toplumsal yaşam pratikte olduğu gibi teoride de, yani bilimsel
yapısında da akışkan olup canlanacaktır. Epikuros‟un gerek ontolojik kurgularına, gerek
epistemolojik tasarımlarına, gerekse ahlaki argümanlarına yakından bakınca onun insanların pratik
hayatlarında kendilerine bilinç çarpıklığından kaynaklı olarak koydukları ve yaşamı kendilerine
zehir ve cehennem eden sınırları aşarak yaşam sevinçlerini onlara yeniden kazandırmayı
amaçladığını görürüz. Hegel de kendi çağında düşünceyi akışkan kılarak, insanlığın içine düşmüş
olduğu kendine yabancılaşmışlığından kurtarıp ona yaşam sevincini yeniden vermek istemektedir.
Bu amaçla felsefenin bizzat dünyanın, yani doğanın ve yaşamın kendisi gibi akışkan olması
gerekmektedir. Zira insan düşünebildiği kadar algılar ve düşündüğü gibi yaşar. Dolayısıyla her kim
ki çarpık düşünürse çarpık algılar ve çarpık yaşar.
Diyalektik düşünme ile felsefe yapmak ne demektir? Diyalektik düşünme zaten bilimsel-tarihsel
olarak da aşılmış olan, fakat hem akademiyada hem de günlük yaşamda yaygın etkisini sürdüren
metafiziksel düşünme tarzını aşıp düşünceyi sıkı bilimsel temelde yeniden kurmayı
amaçlamaktadır. Metafiziksel düşünme tarzı yalıtan ve ikilemler ile düşünen bir düşünme tarzıdır.
Örneğin birbirleriyle sistematik nedenlerden dolayı zorunlu olarak ilişkili olan tikel olan ile genel
olan, zorunlu olan ile rastlantısal olan, sonlu olan ile sonsuz olan, öz, görünüm ve dolayım, iyi ve
kötü, güzel ve çirkin, gerçek ve yanlış gibi kavramları birbirinden yalıtır ve birbiriyle uyuşmazlar
olarak birbirinin karşısına veya en iyi durumda yan yana koyar. Bu düşünme tarzı kolay ve düz
olduğu için hemen herkes onu şu veya bu şekilde uygular. Bunda günlük hayatımızın bilim dışı bir
2
şekilde örgütlenmiş olmasının da büyük payı vardır. Martin Heidegger‟in Dasein metafiziğinde
olduğu gibi Schopenhauer ve Nietzsche‟nin istenç metafiziğinde uygulanan düşünme tarzı bu
düşünme tarzıdır. Bunun yerine diyalektik düşünme tarzı bu kavramları birbirinden yalıtıp
birbiriyle uyuşmazmış gibi alıp birbirleriyle karşı karşıya getirmek yerine onları birbirlerinin
dolayımıyla kavrar. Hakikatte şeyler arasında ve toplumda insanlar arasında olduğu gibi düşüncede
de kavramlar kendilerine birbirlerinin içinden geçerek, birbirlerinin içinden dolanarak kendilerine
gelmektedirler. İste, felsefenin bunu, kavramları varlığın kavramları olarak alarak, yaşama anlam
kazandıracak bir dünya tasarımı ortaya koyarak göstermesi gerekir. Diyalektik birlik ve bütünlük
bunun sonucu oluşur.
Hegel, günlük bilinç açısından hiçbir şekilde ilişkilendirilemeyecek olan zıtları ilişkisel ve bütünlük
olarak düşünmenin pekâlâ rasyonel olduğunu Antiklere dönerek göstermiştir. İnsanın
özgürlüğünün temellendirilmesi için de vazgeçilmez olan hakikatin kendi kendisini hareket ettiren
olarak ortaya konması ancak diyalektik düşünme temel alındığı zaman mümkündür. Zira bir
hareket kuramı olarak diyalektik içkin ve özhareketin veya kendi kendini içkin hareket ettirmenin
kuramıdır. Zıtların birliğinin Hegel tarafından rasyonel birlik olarak temellendirilmesiyle ve zıtların
birbirlerine içkin olduğunun kavranıp gösterilmesiyle aynı zamanda diyalektiğin yasaları da ortaya
konmuş oldu. Buna göre örneğin gelişim basit bir şekilde büyümek ve küçülmek olarak değil,
tersine, gelişim daha üst aşamada niteliklere geçiş ve dönüşüm olarak kavranmaktadır. Bu üst
niteliklere doğru gelişim nicel birikimin nitel dönüşümü ve değişimi hazırlaması ve böylece
mümkün kılması sonucu mümkün olmaktadır. Hegel‟in bu gelişim kuramı hem hakikat için, hem
de duygu ve düşünce dünyası, yani düşünce dünyasını örgütlemeye yarayan kavramlar sistemi için
de geçerlidir. İşte, harekete ve gelişime dair bu kavrayış Hegel‟e tüm hareketin ve gelişimin içeriği
olarak diyalektik çelişkiye işaret etme olanağı sunmuştur. Bu, felsefenin bilimsel olarak
temellendirilişinin temel ve çıkış noktası olmuştur.
Hegel‟in ortaya koyduğu bu diyalektik kuram, 20. yüzyılda Georg Lukács‟tan sonra Ernst Bloch
tarafından tarih felsefesinde ve felsefe tarihinde izleri sürülerek, Domenico Losurdo tarafından
toplum, siyaset ve düşünce tarihinde araştırılarak ve Hans Heinz Holz tarafından sistematik olarak
kavramlar dünyasında ve estetikte incelenerek yeniden temellendirilmeye çalışılmıştır. Hegel‟in
temellendirdiği diyalektik felsefe kuramından ne anlamalıyız?
Hegelci Diyalektiğin Kaynakları ve Temel Yasaları: Herakleitos
Hegel‟in modern felsefe tarihine en büyük katkısı, ansiklopedik yaklaşımıyla ve bilgisiyle
neredeyse tüm modern felsefeyi, Antikçağda Aristoteles‟in kendi döneminin felsefesini
sentezlediği gibi modern felsefeyi sentezlemenin yanında diyalektiği bir felsefe kuramı olarak
yeniden temellendirmiş olmasında yatar. Onun bir bütün olarak felsefeye bu büyük katkısı
felsefeyi kendi çağında bilimsel olarak temellendirme çabasına denk gelmektedir. Bunu yaparken
genel olarak klasik Avrupa felsefesinin ve özel olarak da klasik Alman Felsefesinin ortaya attığı
sorulara yanıt bulmaya çalışmaktadır. Kant Saf Aklın Eleştirisi‟nde diyalektiği görünüşte olanın
mantığı, yani aslında görünümü kavramaya çalışırken yanılsamaya götüren mantık olarak tanımlar.
Buna karşı Hegel diyalektiğin bilimsel bir mantık olabileceğini ve hakikati tüm çelişkileriyle
kavrayabileceğini, hatta hakikati tüm çelişkileriyle kavrayabilecek tek mantık kuramı olduğunu
3
göstermek istemektedir. Bunu yaparken başvurduğu en önemli kaynaklardan birisi antik Yunan
düşüncesidir.
Mitolojik düşünme de dâhil olmak üzere tüm Antik Yunan düşünce tarihi diyalektik düşünme
üzerine kurulmuştur. Fakat diyalektiği bilinçli evrensel bir yöntem olarak doğaya, topluma ve
düşünceye (logosa) aynı zamanda uygulayan Herakleitos‟tur. Hegel, Herakleitos‟tan bize ne
kaldıysa, hepsini Mantık Bilimi‟ne yedirdim, der. Böylece Herakleitos‟tan kalan her şey Mantık
Bilimi‟ne şekil ve içerik kazandırmıştır. Herakleitos‟tan bize kalan yalnızca birkaç on (130‟a yakın)
fragmandan daha fazla değildir. Dolayısıyla Herakleitos‟un Hegel‟in mantık kuramına çok fazla
etki etmiş olamayacağı kanısına kapılmak çok yanlış olacaktır. Herakleitos diyalektiğin neredeyse
tüm yasalarını en azından bir düşünce olarak formüle etmiş ve kavramlaştırmaya çalışmıştır. Nedir
öyleyse Herakleitos‟a göre diyalektiğin temel yasaları?
Herakleitos‟a göre dünyanın açıklanması ve buna uygun olarak da bir dünya tasarımı ortaya
koyabilmek için kendimizi her şeyden günlük anlayıştan kurtarmamız gerekmektedir ve dünyaya
günlük bilinç ile değil, diyalektik bilinç ile bakmamız gerekmektedir. Çelişkilerle dolu dünyanın bir
tasarımının ortaya konması ancak diyalektik bakış ile mümkündür. Antik Yunan felsefesinin klasik
döneminde, yani Atina‟da ve daha sonra Helenist dönemde, özellikle Stoacılar tarafından açıkça
her şeye evrensel temel olarak alınan bu diyalektik kuramdır. Herakleitos diyalektiği nasıl
temellendirmiştir?
Herakleitos‟a göre bilimsel yaklaşım, tikelliği mutlaklaştıran (bugün “metafiziksel” dediğimiz)
yaklaşımdan farklı olarak (ki bu yaklaşım günlük bilince ve günlük bakışa denk gelmektedir)
“geneli”, yani özsel olanı gören ve kavrayandır. Bilimsel yaklaşım, yani diyalektik yaklaşıma göre
“her bir tekil olanı kendi doğasına/özüne ilişkin çözümlemek” gerektirmektedir. Zira logos
“evreni yönetmektedir”. Günlük bilin ve anlayışla hareket edenler “tam olarak uykuda unuttukları
gibi uyanıkken yaptıklarını kavrayamazlar”. Zira günlük bilinç ve anlayışla yaşayanlar evrene
hükmede logostan ayrılırlar. Böylece onlara gözlerinin önünde olanlar “yabancıymış” gibi gelir. Bu
insanlar “varken” sanki “yokturlar”. Günlük bilinç ve anlayışla yaşayanlar ve bakanlar
“karşılaştıkları şeyleri ( kendilerine açıklansa bile –DG) anlamıyorlar”, çünkü onlar anlamayı ve
anlamanın zorunlu olarak içerdiği kavramayı “özel kavrayış” olarak alırlar. Oysa herhangi bir şeyi
kavramak, onu özüyle kavramaya denk gelmektedir. Öz ve yüzeye hep olduğundan farklı yansıyan
özsel hareket ve değişim kendisini kendiliğinden göstermez. Özü ve özel hareketi ve değişimi
görmek, akıl emeği gerektirir. Bir şeyi özüyle kavramak ise kendi “özel kavrayışını” aşıp, kendi
durduğun yerden sanki bütün bir insanlığı temsil ediyormuş gibi bütün bir insanlığın gözüyle
bakabilmeyi şart koşmaktadır.
Filozof, bilgiçlik taslayarak, sayısız bilgi parçalarını zihnine yığarak, çok bilmişlik yaparak, kitle
kuyrukçuluğu yapıp günlük bilinci felsefe diye sunmakla bilge olamaz. Nasıl ki empirik bilgi
yığılması insana şeylerin ve meselelerin özünün bilgisini getirmeyeceği gibi, duyusallık da insanı,
gerçeği kavramak anlamına gelen meselenin özüne götürmez. Zira gerçek anlamda “kavrayışa
sahip olmak, genel olan bir şeydir”. Bu kavrayışa sahip olmak için “gözler ve kulaklar”
yetmemektedir. Gerçeğin bilgisi diye kendilerini basit bir şekilde gözlerinin gördüğüne ve
kulaklarının duyduğuna dayandıranların gözlerinin önündekini göremez, kulağının dibindekini
duyamaz. Gözün filozofça görmesi ve filozofça duyabilmesi için zihnin filozofça düzenlenmiş
olması gerekir: “İnsanlar için gözler ve kulaklar kötü tanıklardır, eğer onlar anlama yetisinden
yoksun ruhlara sahiplerse”. Öyleyse duyuların filozofça algılayabilmesi için, filozofça kavrayan
4
eğitilmiş bir zihne ihtiyaç vardır. Filozofça gören göz neyi nasıl görmeli? Bilgece duyan kulak neyi
nasıl duymalı? Bir filozofun burnu koku alırken kokuları neye göre ayrıştırmalı? Dokumuzun bizi
yanıltmaması için dış dünyamızdan algıladığı şeyleri filozofça sınıflandırabilmesi için ne yapmalı?
İşte Herakleitos‟un bu sorulara yanıtı onun doğanın, toplumun, duygu ve düşüncenin işleyiş tarzı
olan diyalektiği aynı zamanda bütün hakikatin kavranış dizgesi olarak kurmasında yatmaktadır.
Herakleitos‟a göre epistemolojik öznenin her şeyden önce dünyayı bilebileceği gibi kendi kendisini
de bilebileceğinden hareket etmesi gerekmektedir. Zira kendini bilme kapasitesi her insana
verilmiştir ve insanın kendisini veya dünyayı bilmesi, insanın kendi kendisine danışmasıyla
olmaktadır. Bu epistemolojik ilkeyi temel edinmeden herhangi bir biçimde felsefe yapmaya
kalkmak, yani dünyayı kavramaya çalışmak anlamsız bir uğraş olacaktır.
Dünyayı, yani doğayı, evreni, toplumu ve düşünceyi bilimsel olarak kurgulayabilmek için dünyanın
ezelden beri var olduğundan ve olduğundan ve olacağından hareket etmek gerekmektedir. Bu,
dünyanın ontolojik olarak kurgulanabilmesi ve epistemolojik olarak kavranabilmesi için olmazsa
olmaz bir koşuldur. Herakleitos burada tüm Antikçağ Yunan düşüncesinin hemen herkes için
bağlayıcı bir ilkesini dile getirmektedir. Dünya “ne insanlardan biri tarafından ne de tanrıların biri
tarafından yaratılmıştır”. Tersine “o her daim vardı, var ve var olacaktır”. Bu tabi aynı zamanda
“tüm şeylerin verili düzeni (kosmos -DG)” için de geçerlidir. Tanrıyı (veya Tanrıları) idareci olarak
değil de yaratıcı olarak kavrarsak, verili düzenin başka türlü de yaratılmış olabileceğinden ve tabi
sürekli değiştirilebileceğinden de hareket etmemiz gerekir ki, bu, ontolojik bir kurgunun
olanaklılığını yadsıyacağı gibi epistemolojik bir kuramın mümkünlüğüne de ters düşecektir.
Yukarıda diyalektiği felsefi bir kuram olarak kurabilmenin bazı önkoşullarına dikkat çektikten
sonra şimdi Herakleitos‟un diyalektiğin temel yasalarını nasıl tanımladığına yakından bakabiliriz.
Herakleitos‟a göre, yani evrenin mantığının nesnel olarak kavranışına göre “her şey birdir”.
Herakleitos bununla diyalektiğin temel yasası olan “çoklukta birlik” ilkesine işaret eder ki, bu,
modern felsefenin de, Descartes‟ta olduğu gibi Hobbes‟ta da temel ve çıkış noktasıdır.
Diyalektiğin bu yasasına göre evrende verili olan çoğunluğun birliğinden hareket etmeden
herhangi kalıcı bir düzenden hareket etmek de mümkün olmayacaktır. Bu durumda herhangi bir
ontolojik ve epistemolojik çaba içine girmenin bir anlamı olmayacaktır. Bunu en iyi bilenlerden
birisi Kant‟tır. Zira bütün sistemini üzerine kurduğu ve çokluğun birliğini sağlayan “aslında-şey”
bilinemese bile orada olması gerekmektedir. Zira çokluğun birliği ilkesinden hareket etmeden
görünüm dünyasına, yani fenomenolojik dünyaya ilişkin herhangi basit bir bilgi iddiasında
bulunmak bile mümkün olmayacaktır. Yirminci yüzyıl fenomenolojik hareketinin bugün bile
nüfuz etmekte zorlandığı çoklukta birlik ilkesinin geri planında yatan temel düşünce budur.
Herakleitos‟un temellendirmeye çalıştığı diyalektiğin diğer temel yasası zıtların birliği ilkesidir. Her
şey ancak kendi zıddıyla beraber düşünüldüğü zaman kavranabilir. Örneğin Hesiodos‟u, herkes
tarafından en çok bilen olarak kabul edilse de, gündüzü ve geceyi bilmediği için eleştirmektedir.
Zira gündüz ve gece birbirinin zıddı olsalar da bir birlik ve bütünlük oluşturmaktadırlar.
Herakleitos‟un burada vurgulamaya çalıştığı neredeyse kendiliğinden anlaşılır, çünkü “gündüz” ve
“gece” kavramlarını günlük dilde bile “gün” kavramı altında düşünülmektedir. Herakleitos‟tan
kalan fragmanlarından birisi daha uzun ve açıklayıcıdır. Söz konusu fragmanda Herakleitos
“Tanrı” (θεòς), yani genel yasa ve düzen, “gündüz-gece, kış-yaz, savaş-barış, doyma-açlık – hepsi
karşıtlıklardır, anlam budur”. Herakleitos burada elbette dünyanın, yani doğanın ve toplumun
ontolojik şekillenimine ilişkin bir iddiada bulunuyor. Bunu daha soyut kavramlarla şöyle de ifade
5
ediyor Herakleitos: “Bağıntılar, bütünlükler ve bütünlük olmayanlar, biraraya gelenler-birbirinden
ayrılanlar, ortak ses çıkaranlar-ayrı ses çıkaranlar; böylelikle birden hepsi olduğu gibi tümünden
birlik”(46). Bir sonraki fragmanda Herakleitos evrensel bir ilke olarak şöyle formüle ediyor:
“Biraraya gelen ve birbirinden ayrılan karşıt olan en güzel armoni”. İşte, Herakleitos insanların
burada söz konusu olan zıtların birliği ilkesini günlük bilinç ile kavramakta zorlandıklarını
belirtiyor. Oysa, “ayrışan” aynı zamanda “uyuşan”dır: “Kendisini sürekli yenileyen armoni”.
Varlığın kendisini zıtların birliği, eş deyişle özdeş olan ile özdeş olmayanın birliği olarak sürekli
yenileyen bir armoni olduğuna dair ontolojik kurguyu benzer fakat aynı zamanda farklı
kavramlarla betimlediği başka bir fragmanda Herakleitos bir şeyin kendi zıddına geçişini ve
dönüşümünü imleyen kavramla (metapesonta) çalışıyor. Buna göre “canlı ve ölü”, “uyanık ve uyuyor
olma”, “genç ve yaşlı” olma aynı şeydir, yani özdeş olmayanların özdeşliğidir. Zira “bu diğerine
dönüşüyor ve diğeri buna dönüşüyor”(67). Burada Herakleitos Hegel‟de en gelişmiş bir şekilde
ifadesini bulan süreç, nicel-nitel, yadsımanın yadsıması ve tabi dolayım diyalektiğini aynı zamanda
formüle ediyor. Belki daha da önemlisi, Herakleitos bu fragmanda diyalektik hareket yasasını içkin
çelişki olarak belirliyor. Birşeyin kendi zıddına dönüşümü ve kendi zıddı oluşu onun kendi
kendisini kendi içinden hareket ettirmesi sonucu olmaktadır.
Görüldüğü gibi Herakleitos Hegelci diyalektik kuramın ihmal edilen en önemli ve en verimli antik
Yunan kaynaklarından birisidir.
Diyalektik, Çelişki ve Bütünlük
Diyalektik düşünme tarzının merkezinde olan, kavrama anlam kazandıran ve böylece bir çerçeve
çizen çelişki kavramıdır. Çelişki kavramı her durumda bütünlüğü düşünme ve kurma çabasından
doğmuştur. Çelişkiyi düşünmek ve çelişkiyle düşünmek mümkün müdür? Soruyu daha keskin bir
şekilde sormak da mümkündür: Diyalektik yöntemi kendisine temel edinen filozofların iddia ettiği
gibi çelişkiyi ve çelişkiyle düşünmek bir zorunluluk mudur? Çok daha radikal bir şekilde soracak
olursak; çelişki dolayısıyla diyalektik varlığın var olma tarzında mı temellendirilmiştir?
Hegel, Schelling ile beraber yayınladıkları Kritische Journal der Philosophie (Eleştirel Felsefe Dergisi) adlı
dergide yayınladığı yazılarda, kitap eleştirilerinde bile sürekli bu konuyu gündeme getiriyor.
Felsefe, diğer bir deyişle “gerçek bilim” kendisini bilimsel olmayandan, felsefe olmayandan, birliği
parçalanmış olanların “bir araya gelişinin bir “orta noktasını” (veya “çekim merkezini”)
“oluşturarak” veya “canlı bütünün tekil parçalarını … totaliteye geri götürürek”, yani bütünlüklü
birliğini yeniden kurarak ayırır (2/169). Bütün ile ilişkilendirilen birbirinden kopuk parçalar
böylece yeniden canlanacaktır ve bu onların tikelliğinin korunmasının kaynağını oluşturacaktır.
Bütünlüğün sağlanması talebi Hegel‟e en çok eleştiri getiren konulardan birisidir. Hegel bu talebi
ile tikelliği yok etmek, tikel olanı yok saymak ile suçlanır. Oysa Hegel, Fenomenoloji‟den çok önce,
Differenz (1801) yazısının yayınlandığı günlerde totalitenin sağlanması, özellikleri yok etmek, tekil
olanları ortak noktada eritmek şöyle dursun, tersine, ayrıştığı için cansızlaşan parçalara böylece
yeniden can getirecektir, diyor (2/169). Schelling ile beraber yayınladığı Kritische Journal der
Philosophie adlı derginin ilanında yer alan şu pasaj bu bakımdan çok öğreticidir. Duyuru metni
büyük olasılıkla Hegel tarafından kaleme alınmıştır. Zira dil tamamıyla Hegelci bir dildir. Bu, her
6
şeyden önce “değil-felsefe” (Unphilosophie) olanın “negatif karakterinin tersine felsefenin kategorik
varlığının ortaya konması” ile mümkün olacaktır”:
“…sonra felsefenin bütün kültür ile olan tüm temas noktalarının dikkate alınması ne kadar
çok mümkün ise o kadar çok dikkate alınması, genel oluşumun her parçasının mutlak
olana dâhil edilmesi ve tüm bilimlerin felsefe dolayısıyla gerçekten yeniden doğuşu için
perspektifin oluşması, bunun aracılığıyla felsefenin belirtilen dönemsel olarak yaptığı iş
kendisine ilgi duyan dünyanın kabulünü temin edecek ve çağdaşlarının sempatisini elde
etmeye çalışacaktır.”
Görüldüğü gibi Hegel burada felsefenin görevini bilimlerin ve aslında bir bütün olarak toplumun
dönemsel olarak kaybolan birliğinin ve bütünlüğünün nasıl mümkün olabileceğini göstermek
olarak belirliyor. Hegel‟de tikellik kavramı farklılık kavramını barındırır. Farklılık ise ontik
çelişkinin bir biçimidir. Dolayısıyla Hegel‟e göre felsefenin görevi, toplumun ve bilimlerin
birliğinin mümkün olduğunu ve nasıl mümkün olduğunu göstermekle toplumun ve bilimlerin
ontolojik olarak temellendirilmiş olan çelişkili bütünlüğünü tikelin kendine has farklarının
muhafaza edilerek teorik olarak kurulabileceğini göstermektir. Hegel bu kuruluşu aynı zamanda
felsefenin de kuruluşu olarak kavrıyor. Zira çıkaracakları Eleştirel Felsefe Dergisi‟nin, yani aslında
eleştirinin etkisiyle “gerçek felsefenin temelinin ve zeminin kendi kendisini hazırlayacağı”nı ümit
etmektedir Hegel ve Schelling.
Felsefede Kurucu Olan Nedir?
Felsefede kurucu olan nedir? Diğer bir deyişle felsefede temellerin en temelinde ne vardır?
Aristoteles‟in, sonra Metafizik olarak adlandırılacak olan eserine “İnsanlar doğal olarak bilgiyi
amaçlar” (Pantes antropopoi to eidenai oregontai fusei (Πάντες ἄνθρωποι τοῦ εἰδέναι ὀρέγονται φύσει))
tümcesiyle başlar. Bu tümcenin Aristoteles tarafından Metafizik‟in en başına konması bir rastlantı
değildir. En sık kullandığımız, fakat üzerine en az düşündüğümüz önermelerden birisidir bu.
Fakat üzerine derinlemesine düşünmemiz gereken önermelerden de birisi budur. Felsefede
kurucu olan ne ise bu tümcede saklıdır. Saklı olanın ne olduğunu tüm boyutlarıyla ortaya
koyabilmek için Aristoteles‟in bu önermesinin tüm içermelerinin açığa çıkarılması gerekmektedir.
Bunun için Leibniz‟in Monadoloji‟de çelişkinin ontolojik ve epistemolojik statüsüne dair yaptığı iki
önermeye başvurmak gerekmektedir. Buna girişmeden önce Aristoteles‟in Metafizik‟inin ilk
cümlesine ilişkin güçlü bir epistemolojik olduğu kadar ontolojik bir bakış için görüşü açmamız
gerekmektedir.
Önerme Türkçeye Ahmet Arslan tarafından “İnsanlar, doğal olarak bilmek ister” olarak
çevrilmiştir. Burada vurgu bilgi edinme arzusunda olan bilgi öznesinedir. Bu öneride ilk bakışta
bilgi öznenin dışında olan nesnel bir olgu olduğu görülmez. Öznenin bilgiyle olan ilişkisini, yani
bilgiyi arzulayanın bilgi öznesi olduğunu, bu öznenin kendi dışında olan bilgiyi edinmek zorunda
olduğunu ve amaçlanan bu bilgi ediniminin bir çaba gerektirdiğini tüm karmaşıklığında bütünsel
olarak vurgulamak için belki de çok daha plastik bir çeviri önerisi de yapılabilir: “İnsanlar doğası
gereği bilgiye doğru uzanıyor.” Eğer istenirse “doğa” kavramı zorunluluk olarak alınabilir. Bu
durumda “insanlar zorunlu olarak bilgiye yönelir” diye çevirmek gerekecektir. Bu öneri bana hem
bilginin öznenin bizzat dışında nesnel bir olgu olduğunu vurgulamak için; hem bilgi-öznesinin
7
bilgiyi edinmek için çaba göstermesi ve bu nedenle aktif olması gerektiğini vurgulamak için; hem
de bu çabanın yalnızca bir irade değil bir zorunluluk meselesi olduğunu vurgulamak için daha
uygun gibi geliyor. Burada kilit sözcük olan oregontai (ὀρέγονταı; yalın hali: orego (ορεγω ))
sözcüğünün anlamında da bu öneriye aykırı olabilecek bir neden bulunmamaktadır. Tam tersine
orego sözcüğü „bir şey için uzanma‟/‟bir şeye uzanma‟ (bu nedenle „arzulama‟ ve „isteme‟ olarak da
çevrilmektedir) anlamına geldiği için böyle bir çeviri önerisini daha çok desteklemektedir. Bu
çeviri önerim öncelikli olarak felsefi bir öneridir, dil bakımından yapılmış bir öneri değildir. Fakat
önerim dili ilgilendiren argümanlar tarafından da desteklenmektedir. Şimdi, Aristoteles‟in
önermesinin hangi bakımdan felsefe için kurucu olduğunu ve Hans Heinz Holz‟un tabiriyle
felsefenin “kurucu alanını” olduğunu görmek için önce Leibniz‟in gerçeğin ontolojik ve
epistemolojik statüsünü nasıl belirlediğine yakından bakalım.
Leibniz, Monadoloji‟de aklın “iki büyük ilke” üzerine kurulu olduğunu söyler. Bunlar “çelişki ilkesi”
ve “yeter neden ilkesi”dir. Çelişki ilkesi “aracılığıyla bir çelişki içerenin yanlış olduğu ve yanlış
olana karşıt ya da çelişkili olanın gerçek olduğu yargısında bulunuruz.” İlk bakışta burada Leibniz
sanki büyük mantıksal bir hata yapar gibidir. Zira Filozof aynı zamanda hem “çelişki içerenin
yanlış olduğu”, hem de “çelişkili olanın gerçek olduğu” yargısında bulunduğumuzu iddia
etmektedir. Önce diğer ilkeye, yeter neden ilkesine bakalım. Yeter neden ilkesi “aracılığıyla yeterli
bir nedeni olmadıkça hiçbir olgunun gerçek ya da var olarak, hiçbir bildiriminin doğru olarak
görülemeyeceğini, niçin başka türlü değil de böyle olması gerektiğini düşünürüz – üstelik bu
nedenler bizim tarafımızdan genellikle bilinemeseler de”. Bir şeyin gerçek ve var olarak kabul
edilmesinin ön koşulu yeter neden kıstasına yetmesidir. Yeter neden ilkesini yerine getirmeyen her
ne olursa olsun, onun ne var olduğundan ne de gerçek olduğundan bahsedebiliriz. Öyleyse yeter
neden ilkesi var olanın olup olmadığını konu ederken, çelişki ilkesi var olanın var olma tarzını
ilgilendirmektedir –ki söz konusu iki ilke arasında gerçek kavramı üzerinden gerçekleşen bir geçiş,
birinin diğerine dönüşümü de söz konusudur.
Görüldüğü gibi gerçek kavramı yeter neden ve çelişki ilkeleri bağlamında ortaya çıkmaktadır ve
gerçek (ve gerçeklik) kavramının hem ontolojik, hem de epistemolojik boyutları vardır. Kavramın
çelişkili yapısının (aynı zamanda ontolojik ve epistemolojik olması) bir gereği olarak Leibniz iki
farklı “gerçeklik” arasında ayrım yapar. Bunların deyim yerindeyse “akıl yürütme gerçeklikleri”
(vérités de Raisonnement) ve “hakikat gerçeklikleri” (vérités de Fait)olarak iki formu vardır. Orijinal
metnin ilgili paragrafının konumuz olan kısmını buraya aktarıyorum:
“Il y a aussi deux sortes de vérités, celles de Raisonnement et celle de Fait. Les vérités de
Raisonnement sont nécessaires et leur opposé est impossible, et celles de Fait sont
contingentes et leur opposé est possible.”
(“Gerçeklerin iki türü vardır; akıl yürütme gerçekleri ve edim gerçeği. Akıl yürütme gerçekleri
zorunludur ve onların karşıtı mümkün değildir ve edim gerçekleri olumsaldır ve onların
karşıtı mümkündür.”)
Burada vérités de Fait olgular ve olaylar dünyasına yani hakikate (Wirklichkeit) işaret ederken, vérités
de Raisonnement aklı ve akıl yürütmeyi konu edinmektedir. Leibniz‟e göre hakikatte “gerçekler
olumsaldırlar” (contingentes), yani süreçleri içerirler ve “onların karşıtı mümkündür” (leur opposé est
possible). İşte, Leibniz‟in işaret ettiği hakikatin bu çelişkili-bütünlüklü yapısını kavramsal olarak
veya daha geniş bir kavramla belirtecek olursak epistemolojik olarak nasıl yakalayacağız sorusu
bizi zorunlu olarak çelişkiyi ve çelişkiyle düşünmeye götürüyor. Ve tam da bu bağlamda, yani
8
dünyayı kavrama ve kavramlaştırma çabamızda karşımıza hakikat diyalektiği (nesnel diyalektik) ve
kavram diyalektiği (öznel diyalektik) çıkar –ki bu son derece karmaşık ontolojik kuruluşu ve
epistemolojik kurgulama çabasını günlük bilinç ile hiçbir şekilde halledemeyiz. Bu durum aynı
zamanda bizi diyalektik mantığın kesinlikle içermek zorunda olduğu formel mantığın sınırlarına
götürür.
Leibniz, yukarıda sergilediğim gibi hakikatin ilkesini çelişki olarak tanımlarken, gerçeğin ilkesini
çelişmezlik olarak belirlemektedir. İşte, felsefenin kuruluş alanı burasıdır ve felsefede kurucu olan
bu alanın kavramıdır. Bu kavram her şeyi hareket ettiren çelişki kavramıdır. Diyalektik mantık,
deyim yerindeyse bu çelişkili-çelişmezlik durumuna yetmekte midir? Formel mantığın kesinlikle
yetmediği bu sorunu diyalektik mantık formel mantığın ilkelerini de kapsayarak nasıl çözmektedir?
Felsefe Yapmak Zorunlu Olarak Diyalektiğe Götürüyor
Çağdaş Alman filozoflarından Hans Heinz Holz “…felsefe yapma kaçınılmaz olarak diyalektiğe
götürür, o kendi eşyası tarafından oraya (diyalektiğe –DG) götürülür” diyor. Holz burada
felsefede diyalektikle düşünmeyi felsefenin konusu gereği bir gereklilik olarak tanımlıyor. Peki,
felsefenin konusu nedir? Bu soruya vereceğimiz yanıt felsefenin nasıl bilimsel olabileceğini de
gösterecektir. Önce modern felsefenin kurucu babalarından sayılan René Descartes‟ın felsefenin
konusunu nasıl belirlediğine bakalım. Descartes, Felsefenin İlkeleri‟ni çeviren kişiye yönelik yazdığı
mektupta felsefeyi şöyle tanımlıyor ve felsefenin konusunu da şöyle belirliyor:
“Felsefe sözcüğünden bilgeliği inceleme anlaşılır; bilgelikten anlaşılan da yalnız
işlerimizdeki ölçülülük değil, aynı zamanda yaşamımızı yönetmek için olduğu kadar
sağlığımızı koruma ve tüm zanaatların yaratılması için de insanın bilebildiği tüm
nesnelerin tam bir bilgisi anlaşılır; bu bilginin burada belirtildiği gibi olması için de
onun ilk nedenlerden çıkarılmış olması zorunludur; böylece bu bilgiyi edinme
yolunu öğrenmek için (işte asıl felsefe budur) bu ilk nedenleri, yani ilkeleri aramakla
işe başlamak gerekmektedir.”
Burada Descartes felsefe ile bilgeliği eş anlamda kullanıyor. Bilgelik ise “ölçülülük” ve
“yaşamımızı yönetmek” (ahlak), “sağlığımızı koruma” (tıp) bilgisi ve “tüm zanaatların yaratılması
için de insanın bilebildiği tüm nesnelerin (üretimi ilgilendiren her şeyin -DG) tam bir bilgisi” ile
doğrudan eş anlama gelmektedir. Descartes‟ın burada vurguladığı tüm bilgi türleri pratik bilgi
türleridir. Fakat sonra benim yukarıda vurguladığım “işte asıl felsefe budur” dediği bilgi türüne
işaret etmektedir. Bilginin, Descartes‟ın yukarıda saydığı tüm alanlara uyarlanabilir olması için “ilk
nedenlerden çıkarılmış olması zorunludur”. İşte, Descartes‟a göre söz konusu “ilk nedenlerin”
bilgisinin nasıl edinileceğini bize felsefe öğretmektir.
Descartes ilkeler kavramı ile ilk nedenler kavramını eş anlamda kullanmaktadır. Aristoteles‟in her
şeyin bilgisini kapsıyor dediği ve metafiziğin konusu olarak tanımladığı alan söz konusu olan ilk
ilkelerin alanıdır. Aristoteles‟e göre ilk ilkeler aracılığıyla “bütün diğer şeyler” bilinebilmektedir.
Descartes‟ın yukarıdaki düşüncesini ifade ederken aklında tuttuğu yer Aristoteles‟in bu
düşüncesini dile getirdiği Metafizik‟in birinci kitabının ikinci bölümüdür. Zira “(h)er şeyin hangi
amaçla yapılması gerektiğini bilen” bilimdir metafizik.
9
İşte, Hans Heinz Holz ilk ilkelerin bilgisini Hegel‟i takiben genel olanın bilgisi olarak
tanımlamaktadır -ki fikir Aristoteles‟e aittir. Hegel bu fikri en temelde Mantık Bilimi‟nde
uygulamıştır. Görüldüğü gibi ilk nedenlerin bilgisi “her şeyin bilgisi” ve aynı zamanda “(h)er şeyin
hangi amaçla” yapıldığına dair bilgiyi de içermektedir. Diğer bir deyişle “asıl felsefe” olarak
tanımlanan bu alanın bilgisi genel bilgidir ve zorunlu olarak çokluğu ve birliği kendisinde
barındırmaktadır. İşte, Holz‟un felsefe kendi eşyası tarafından diyalektiğe götürülür demesinin
nedeni, felsefenin en temelde çoklukta birlik ilkesine dayanıyor olmasıdır. Felsefenin tikel-tümel
ve öz-görünüm gibi özdeş olmayanların birliğini içeren kavramların kaynağı bu alandır ve
görüldüğü gibi zorunlu olarak çelişki kavramını kendisine temel edinmektedir. Bu çelişkili
bütünlüğü düşünmek ise ancak diyalektik yöntem ile mümkündür. Felsefede gerekli olan yeniden
kuruluşun ihtiyaç duyduğu yöntem budur.
10