[go: up one dir, main page]

Academia.eduAcademia.edu

TURKIYENIN DEMOKRATIK DONUSUMUbaski

TÜRKiYE’NiN DEMOKRATiK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 SDE - STRATEJİK DÜŞÜNCE ENSTİTÜSÜ Çetin Emeç Bulvarı A. Öveçler Mahallesi 4. Cadde 1330 Sokak No: 12 06460 Çankaya - ANKARA / TÜRKİYE Tel : +90 312 473 80 45 Faks : +90 312 473 80 46 info@sde.org.tr www.sde.org.tr TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 1. Baskı Kasım 2012 ISBN: 978-605-5386-04-7 Editörler: Dr. Murat YILMAZ Doç. Dr. Hamit Emrah BERİŞ Yayına Hazırlayanlar: Feyzan Ece ÇAPA Yasemin KÜÇER Bedir SALA Tasarım-Baskı: Başak Matbaacılık ve Tan. Hiz. Ltd. Şti. Tel: +90 312 397 16 17 basaktanitim@gmail.com www.basakmatbaa.com İÇİNDEKİLER 1. SUNUŞ 4 2. TÜRKİYE’DE SON 10 YILDA (2002-2012) DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE ATILAN ADIMLAR Yusuf Şevki HAKYEMEZ 7 3. ATILAN ADIMLARIN ANALİZİ 43 3.1. DEMOKRATİKLEŞME ADIMLARININ TARİHİ, SİYASİ VE KÜLTÜREL ANALİZİ Murat YILMAZ 45 3.2. DEMOKRATİKLEŞMENİN YÖNETSEL AÇIDAN ANALİZİ Hüseyin YAYMAN 65 3.3. DEMOKRATİKLEŞMENİN SOSYOLOJİK ANALİZİ Yasin AKTAY 97 3.4. DEMOKRATİKLEŞMENİN KAMUOYU AÇISINDAN ANALİZİ Hamit Emrah BERİŞ 4. SONUÇ 123 147 SUNUŞ 2002-2012 yılları arasında geçen on yıllık zaman dilimi Türkiye’nin tarihindeki en geniş demokratikleşme adımlarını attığı bir dönemdir. Bu süre zarfında demokrasinin üzerindeki vesayet perdesinin kaldırılması ve Türkiye demokrasinin evrensel standartlara yükseltilmesi yönünde oldukça önemli gelişmeler yaşanmıştır. Her ne kadar, “demokratik açılım” veya “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi” adları, nispeten yeni sayılabilecek bir tarihte, 2009 yılı içerisinde ortaya çıkmış olsa da aynı kapsamda atılan adımların bugünden itibaren on yıl geriye götürülmesi gerektiği söylenebilir. 2002’nin son döneminden bu yana on yıllık bir sürenin geçtiği düşünüldüğünde geriye dönüp atılan adımların kapsamlı bir muhasebesine girişmek adeta zorunluluk arz etmektedir. Zira ülke içindeki demokratik standartların yükselmesiyle beraber geçmişte karşılaşılan sorunların ve demokrasi tablosunun unutulduğu görülmektedir. Bu çalışma ile toplumsal hafızanın canlı tutulması, bugüne dek yürütülen çalışmalar ve hayata geçirilen uygulamalar hakkında kamuoyunda farkındalığın artırılması öncelikli hedeftir. Böylece atılan adımlar ciddi ve kalıcı bir zemine oturtulmuş ve gelecek kuşaklara daha sağlıklı ve doğru şekilde aktarılmış olacaktır. Aynı zamanda geleceğe dönük olarak gerçekçi ve doğru bir yol haritasının belirlenmesi açısından da bu tür geniş çaplı bir muhasebenin gerekli olduğu açıktır. Zira reform hareketlerinin hız kesmemesi, bunun yanında doğru hedeflere yönelmesi öncelikle geçmişin ve bugünün doğru anlamlandırılmasıyla hayat bulabilecek bir konudur. Ayrıca bu şekilde, reform süreci hakkında bilgilenmek isteyen ulusal ve uluslararası 4 kamuoyunun ihtiyaç duyduğu bilgilerin aktarılması da mümkün olacaktır. Bu nedenle, elinizdeki çalışma, “demokratik açılım” sürecinde yapılan uygulamalar ile ilgilenenler açısından ciddi bir referans noktası olma özelliği göstermektedir. Bu çalışmanın temel amacı, geride bıraktığımız on yıllık sürede Türkiye’nin demokrasi yolculuğunda geldiği tüm mesafeyi gösterebilmek, böylece süreci doğru şekilde değerlendirebilmektir. Söz konusu amaç doğrultusunda öncelikle 2002-2012 yılları arasındaki süreçte demokratikleşme yönünde atılan adımlar olgusal gerçeklikler ekseninde değerlendirilmiş; daha sonra ise bilimsel ve akademik bir bakış açısıyla analiz edilmiştir. Bu bağlamda, demokratik standartların yükseltilmesi amacıyla yasal mevzuatta yapılan değişiklikler, bunların geçmişteki duruma göre nasıl bir fark meydana getirdikleri ve gündelik hayata yansıyan yüzleri aktarılmıştır. Ancak demokratikleşmenin pek çok unsuru içeren, çok yönlü ve uzun vadeli, daha doğrusu aslında hiç tamamlanmayan bir süreç olduğu açıktır. Bu nedenle, akademisyenler tarafından söz konusu sürecin temel parametreleri, bilimsel ve objektif bir bakış açısıyla değerlendirilerek yorumlanmıştır. Böylece demokratikleşme yönündeki reform girişimlerinin toplumsal, siyasal ve hukuksal yönlerinin farklı boyutlarıyla analiz edilmesi ve sürecin tüm boyutlarıyla ele alınması mümkün olacaktır. Çalışmanın ilgilenenlere faydalı olmasını diler, saygılar sunarız. 5 Son on yıllık tek parti iktidarı döneminde Adalet ve Kalkınma Partisi’nin attığı demokratikleşme adımları Türkiye’nin karşı karşıya olduğu sorunların çözümüne ciddi katkılar sağlamıştır. Ekonomik alandaki gelişmelerin sağladığı katkı ile birlikte düşünüldüğünde demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti alanında gerçekleştirilen reformlar Türkiye’nin prestijini de yükseltmiştir. 2.. TÜRKİYE’DE SON 10 YILDA (2002-2012) DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE ATILAN ADIMLAR Prof. Dr. Yusuf Şevki HAKYEMEZ Karadeniz Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi GİRİŞ Türkiye’nin demokrasiye geçişinden itibaren iki anayasa yapılmasına rağmen demokratik rejimin işleyişinde halen çok ciddi sorunlar mevcuttur. Bu sorunlar bir yönüyle özellikle 1961 ve 1982 Anayasalarının öngördüğü modelden kaynaklanmaktadır. Zira bu iki anayasayı yapanlar adeta kendilerine özgü demokrasi anlayışına göre bir model dizayn etmişlerdir. Bunun sonucu olarak bu iki anayasa uygulamasında önemli aksaklıklar ortaya çıkmıştır. Öngörülen demokrasi anlayışının sorunlu olması, aynı zamanda seçimle göreve gelmiş iktidarların manevra alanını önemli ölçüde daraltma sonucunu doğurmuştur. Bu nedenle Türk siyasi hayatında siyasi iktidarlar için sıklıkla “iktidar olmalarına rağmen muktedir olamama” biçimindeki yakıştırmalar yapılmıştır. Zira gerek TBMM ve gerekse hükümetler seçim sonucunda elde ettiği iktidar olma yetkisini demokratik standartlarda kullanamamışlardır. Siyasi iktidarların yetkilerini kullanmaya çalışmaları durumunda vesayet aktörleri olarak nitelendirilebilecek değişik kurum veya kuruluşların müdahaleleri ile iktidarların manevra alanı kısıtlanmaya çalışılmıştır. Böylece siyasi 7 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 iktidarların yanında daha güçlü ve asıl iktidar sahibi olarak nitelendirilebilen güç odakları ortaya çıkmıştır. Bu durum uygulamada demokratik rejimin görünümünü önemli ölçüde zedelemektedir. Türkiye’deki demokrasinin işleyişindeki önemli bir sorun da öngörülen hukuk devleti ve demokrasi standardının demokratik ölçülerin oldukça gerisinde kalan özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Özellikle özgürlükler alanında kendisini gösteren bu eksiklik ve aksaklıklar dolayısıyla Türkiye’de başta ifade özgürlüğü ve siyasi parti özgürlüğü olmak üzere çok değişik boyutlarıyla insan hakları rejimi sorunlu bir hal almıştır. Benzer biçimde hukuk devleti ile ilgili olarak özellikle yargısal denetim alanında çok ciddi sorunlar ortaya çıkmıştır. Özellikle bazı davalar dolayısıyla Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay’ın ve yüksek yargısal kurul olarak Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun (HSYK) siyasi alana ilişkin tutumu dolayısıyla yargı çok açık biçimde tartışmaların merkezine oturmuştur. Özellikle iki binli yıllardaki bu tutumu ile yüksek yargıdaki vesayet gerçeği daha açık biçimde kendisini göstermiştir. Türkiye’de rejimin bu şekildeki işleyişi gerek ülke içerisinde ve gerek uluslararası düzeyde ciddi eleştirilere tabi tutulmuştur. Demokrasi standardının yükseltilmesi bağlamında bugüne kadar ki süreçte siyasi iktidarlar tarafından önemli reformlar hayata geçirilmeye çalışılmıştır. Bu bağlamda değişik zamanlarda önemli adımlar atılmıştır. Bu süreçle ilgili olarak 2002 – 2012 yılları arasındaki dönem özel önem arz etmektedir. Bunun birinci önemli nedeni bu dönemin vesayet aktörlerinin çok açık ve etkili biçimde siyasi iktidar üzerinde varlığını göstermesinden ve ardından siyasi iktidarın buna yönelik olarak değişik reformları hayata geçirmesinden kaynaklanmaktadır. İkinci olarak bu dönem boyunca siyasi iktidar arkasındaki parlamento çoğunluğu bakımından oldukça güçlüdür. Üçüncü olarak bu dönemde demokrasi, hukuk devleti ve insan hakları standardının yükseltilmesi açısından çok önemli reformlar hayata geçirilmeye çalışılmıştır. İşte bu çalışmada bu dönemde yapılan reformların olumlu ve olumsuz yönleriyle irdelenmesi amaçlanmıştır. 8 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 I- TÜRKİYE’NİN DEMOKRASİ VE İNSAN HAKLARI SORUNU A-1961 ve 1982 Anayasalarının Devlet ve Demokrasi Tercihi Demokrasiye geçiş sonrasında kabul edilen iki anayasa olarak 1961 ve 1982 Anayasaları her ne kadar Cumhuriyet’in nitelikleri arasında insan hakları, hukuk devleti ve demokratik devlete yer vermişse de bu nitelikler bağlamında kendine özgü bir yaklaşım benimsemişlerdir. Bunun sonucu olarak bu iki anayasa dönemi uygulamalarında anayasadan kaynaklanan nedenlerle insan hakları, demokrasi ve hukuk devleti ile ilgili önemli sorunlar ortaya çıkmıştır. Türkiye’de demokrasiye geçiş çok partili siyasi hayata geçişle aynı zamana denk gelmektedir. Ancak çok partili siyasi hayata geçişin önemli bir nedeni II. Dünya Savaşı sonrasında uluslararası alanda yaşanan gelişmelerdir1. Bunun sonucu olarak çok partili hayata geçilmişse de Türkiye’deki demokrasi uygulaması kısa bir süre sonra gerçekleştirilen bir askeri darbe ile sekteye uğratılmıştır. Esasında 27 Mayıs 1960 tarihli bu gelişme Türk siyasi hayatında önemli bir dönüm noktasıdır. Zira gerçekleştirilen darbe sonrasında devlet yeniden kurgulanmış ve bu kurgu doğrultusunda devlet, yeniden yapılandırılmaya çalışılmıştır. Yeniden yapılandırılan devlet demokrasi, hukuk devleti ve insan hakları açısından bu kurgunun öngördüğü biçimdeki anayasa hükümleri ile düzenlenmiştir. Devletin yeniden kurgulanması sürecinde bir yandan yargı, silahlı kuvvetler ve üniversitelerde çok önemli tasfiyeler yapılırken2, öte yandan yeni Anayasayla çok titiz biçimde bu yeni kurguya uygun bir devlet yapılanması oluşturulmuştur. 1961 Anayasası bu yönü ile çok dikkatli biçimde analiz edilmelidir. Bu Anayasada bir taraftan ilk kez Cumhuriyetin nitelikleri arasında yer alan insan haklarına dayanan, demokratik, sosyal hukuk devleti ilkeleri yer alırken, öte yandan yine bu ilkelerin gereği olan kurum ve kurallara yer verilmiştir. Bu doğrultuda 1961 Anayasasında sosyal haklara yer verilmiş, Anayasa Mahkemesi ve Danıştay yargısal denetimin etkinliği bağlamında oluşturulmuş, öte yandan yargının bağımsızlığının tesisi amacıyla Yüksek Hakimler Kurulu öngörülmüştür. Ancak, ilk başta olumlu karşılanabilecek 1 2 Mustafa ERDOĞAN, Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset, III. Baskı, Liberte Yay., Ankara, 2001, s. 64-65. Bkz.: Muhsin ÖZTÜRK, 27 Mayıs Devleti (1960-2011), Ufuk Yay., İstanbul, 2012, s. 49. 9 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 bu yeniliklerin uygulamada aynı olumlu sonucu vermediği, başta Anayasa Mahkemesi örneğinde olmak üzere görülmüştür. Zira Anayasa Mahkemesi göreve başladığı günden itibaren insan hakları ve demokrasi doğrultusunda değil; devlet ve ideoloji yönünde kararlı bir tutum sergilemiştir3. Esasında bu durum Cumhuriyetin yeni niteliklerine rağmen 1961 Anayasasının asıl amacının gerçek anlamıyla insan hakları, hukuk devleti ve demokrasiden başka olduğunu göstermektedir. Benzer biçimde bu sorunlu yaklaşım 1982 Anayasasında da sürmüştür. 1982 Anayasasının bu noktada 1961 Anayasasından en önemli farkı, devlet ve ideoloji yönündeki tercihi saklı biçimde değil, daha açık biçimde ifade etmiş olmasıdır. Zira 1982 Anayasasının gerek başlangıç kısmında ve gerek maddelerindeki formülasyonda çok açık biçimde insan haklarının önüne devlet ve devletin ideolojik tercihi yer almıştır. Bu nedenle 1961 ve 1982 Anayasalarının özde birbirinin devamı niteliğinde olan anayasalar olduğu, öngördükleri devlet ve demokrasi boyutuyla “ikiz” sayılabilecekleri söylenebilir. B- Vesayet Sorunu Türkiye’de demokrasiye geçiş sonrasında yaşanan gelişmelere ve demokratik rejimin işleyişine bakıldığında göze çarpan önemli bir özelliğin “vesayet” olduğu görülmektedir. Vesayet olgusu hem geçekleştirilen askeri darbe ve muhtıralarda, hem de 1961 ve 1982 Anayasalarının işleyişinde kendisini göstermektedir. Seçimle göreve gelen iktidarların 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 Askeri Müdahaleleri ile devrilmesi ve yine siyasi iktidarlara askerlerin 12 Mart 1971 ve 28 Şubat 1997 tarihli muhtıralarla bazı konularda uyarılarda bulunması, vesayet aktörlerinin gücünü göstermektedir. Sahip oldukları güç dolayısıyladır ki 1961 ve 1982 Anayasalarında da vesayet aktörleri siyasi iktidarlar karşısında kendi konumlarını güçlendirecek bir yapılanmayı sağlamışlardır. Vesayet bağlamında en önemli kurumlardan birisi Milli Güvenlik Kurulu’dur. 1961 Anayasası ile anayasal düzeyde bir kurum olarak düzenlenen Milli Güvenlik Kurulu, milli güvenlik konularında siyasi iktidarlara yardımcı olmak üzere getirilmişti. Ancak özellikle askerin siyasetteki ağırlığı dolayısıyla Milli Güvenlik Kurulu’nda alınan kararlar adeta siyasi iktidarlar açısından bağlayıcı olarak algılanmaktaydı. Öte yandan milli güvenlik kav- 3 10 Bu konuda geniş bilgi için bkz.: Yusuf Şevki HAKYEMEZ, Anayasa Mahkemesinin Yargısal Aktivizmi ve İnsan Hakları Anlayışı, Seçkin Yay., Ankara, 2009, s. 192-370. TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 ramının geniş kapsamlı biçimde tanımlanmasından4 dolayı askerler siyasi iktidarların tüm konulardaki yetkilerine de müdahale edebilmekteydiler. Türkiye’deki vesayet olgusu bağlamında silahlı kuvvetler dışındaki bürokratik aktörler de unutulmamalıdır. Bunlar içerisinde özellikle yargı özel önem taşımaktadır. Zira verdiği kararların bağlayıcı olması ve başka bir kamu erkinin denetimine tabi olmaması dolayısıyla yargı daha farklı bir konumdadır. Esasında yargı kararlarının bağlayıcılığı bir hukuk devletinde yargının hukuku ölçüt alarak karar vermesi nedeniyledir. Bununla birlikte eğer, yargı hukukun ötesine geçerek karar alıyor ve bu kararlar yine de bağlayıcı oluyorsa, böyle bir durumda rejimin işleyişi hiç de hukuk devletinin öngördüğü şekilde gerçekleşmemiş olacaktır. İşte Türkiye’de yüksek yargı, kimi Anayasa Mahkemesi ve Danıştay kararlarında daha bariz biçimde görüldüğü üzere 1961 ve 1982 Anayasalarının oluşturduğu vesayetçi ideoloji ve bunun gereği doğrultusunda karar verebilmektedir. Yargının vesayet aktörü olarak kendisini göstermesi daha ziyade iki binli yıllarda daha açık bir hal almıştır. İki binli yıllara kadar daha bariz biçimde silahlı kuvvetler vesayet aktörü olarak görülmekte iken, AK Parti iktidarı ile birlikte yargı vesayeti önceki dönemlerde olduğundan daha yoğun, daha kararlı ve daha sistematik biçimde kendisini göstermiştir. Öyle ki iki binli yıllara kadar Türk siyasi hayatındaki vesayet sorunu bu adla çok az ifade edilmekte iken, iki binli yılları değerlendiren siyasi analizlerde vesayet kavramı sıklıkla kullanılmaya başlanmıştır. C- Hukuk Devleti ve Yargı Hukuk devletinin önemli bir ilkesi kamu erki kullanan tüm kişi ve kurumların hukuka bağlı olmasıdır. Bu nedenle hukuka uygunluk denetimi özel önem kazanmaktadır. Hukuk devletinde yasama, yürütme ve idare ancak hukukun öngördüğü sınırlar dahilinde yetkilerini kullanabilirler. Bu sayede hukukun üstünlüğünün bir anlamı olabilir. Bu erkler hukuka uygun olmayan tasarruflarda bulunduğunda, yargı denetimi zorunlu bir mekanizma olarak devreye girer. Bu noktada yargının görevi; yasama, yürütme ve idarenin hukuka 4 Nitekim şu anda da yürürlükte olan 09.11.1983 tarih ve 2945 sayılı Milli Güvenlik Kurulu ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Kanununda milli güvenlik kavramı, “Devletin anayasal düzeninin, milli varlığının, bütünlüğünün, milletlerarası alanda siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik dahil bütün menfaatlerinin ve ahdi hukukunun her türlü dış ve iç tehditlere karşı korunması ve kollanması” şeklinde oldukça geniş biçimde tanımlanmıştır. 11 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 uygunluğunu denetlemektir. Esasında yargısal denetim sayesinde ancak hukuk devleti anlamlı olabilir. İşte bu nedenle hukuk devletinde yargı denetiminin özel bir önemi ve yargı erkinin bu işlevi dolayısıyla siyasi sistem içerisinde özel bir konumu bulunmaktadır. Yargı niteliği gereği hukuku ölçüt alarak karar vermek durumundadır. Gerçekleştirdiği denetimde ölçüt alacağı kuralların her zaman tam anlamıyla açık olması da mümkün değildir. Bununla birlikte bu gibi durumlarda yargı, yapacağı yorumlarda özgürlük ve hukukun genel ilkeleri lehine bir içtihat sergilemelidir. Ancak bu biçimde hareket etmesi durumunda yargı hukuk devletindeki işlevine uygun konuma gelebilir. Bununla birlikte Türkiye’de yargının tam anlamıyla bu işleve uygun biçimde hareket ettiğini söyleyebilmek zordur. Zira özellikle konjonktürel olarak vesayet aktörlerinin etkin olduğu dönemlerde veya vesayetçi ideolojinin söz konusu olduğu durumlarda yargı, hukuk ve özgürlüklerden ziyade devlet ve ideoloji doğrultusunda kararlar verebilmektedir5. Bunun yanında yargı ayrıca ölçüt aldığı hukuk normunun evrensel standardın gerisinde kalması dolayısıyla sorunlu kararlara imza atabilmektedir6. Bir diğer önemli husus ise yargı mensuplarının yetiştirilmesi ve birikimi ile ilgilidir. Tüm bu nedenlerle Türkiye’de yargı noktasında önemli sorunlar ve aksaklıklar kendisini göstermektedir. Sonuçta yargı hukuk devletinde kendisinden beklenileni tam anlamıyla veremediğinden tartışmaların merkezinde kalmaya devam etmektedir. Bu nedenle siyasi iktidarların reformlarında yargı ister istemez önemli bir ayağı oluşturmaktadır. Ancak her yargı reformu girişimine “yargı hükümetin veya siyasetin etkisi veya kontrolü altına alınmaya çalışılmaktadır” şeklindeki refleksle karşı çıkılmaya çalışılmaktadır. Bu biçimdeki eleştiriler bu çalışmada ele alınacak olan 2010 Anayasa değişikliklerindeki yargı ile ilgili getirilenler bağlamında da yapılmıştır7. Bu noktada en isabetli değerlendirme, getirilen 5 6 7 12 Bkz.: Hakyemez, Anayasa Mahkemesinin Yargısal Aktivizmi ve İnsan Hakları Anlayışı, s. 456. Bu konularda geniş bilgi için bkz.: Fazıl Hüsnü ERDEM, “Türkiye’de ‘İdeolojik Devlet’ Gölgesinde Yargı Bağımsızlığı Sorunu,”Demokrasi Platformu, Yıl 1, Sayı 2, 2005, s. 51-69. Örneğin 2010 Anayasa Değişikliğinde Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ile ilgili getirilenlere ilişkin olarak dönemin HSYK Başkanvekili ve bir diğer HSYK üyesi hazırladıkları bir çalışmada bu değişikliğe önemli ölçüde karşı çıkmışlar ve çalışmanın bir yerinde bu değişikliğin yargıyı tamamen yürütmenin güdümüne sokmayı amaçladığını, mevcut Anayasanın da gerisinde olduğunu ifade etmişlerdir. Bkz.: Kadir ÖZBEK / Ali Suat ERTOSUN, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kuruluna İlişkin Anayasa Değişikliği Konusunda Analitik Bir İnceleme, (Yayınevi belirtilmemiş), Ankara, 2010, s. 31. TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 yeniliklerin önceki ile mukayesesini yaparak bunların evrensel standarda uygun olup olmadığını ortaya koyarak yapılabilir. Gerçekleştirilen reformlarda hedef gerçek anlamda hukuk devleti olduktan sonra siyasi irade hiçbir şekilde yargı içinden veya dışından gelebilecek dirençlere bakarak hareket etmemelidir. Demokratik hukuk devletinde yapısal reformların gerçekleştirileceği alan siyasi alandır ve bu alanda siyasi karar alacak kurum olarak parlamento nihai karar mercii olmak durumundadır. Aksi takdirde rejimin demokratik niteliği anlamsız hale gelebilir. D- Demokrasi Standardının Yükseltilmesi ve Vesayetin Tasfiyesinin Zorunluluğu Her ne kadar 1961 ve 1982 Anayasalarının oluşturduğu yapı vesayet aktörleri tarafından çok sıkı biçimde korunmakta ise de yaşanan gelişmeler karşısında aslında sürekli olarak değişikliğe zorlanmaktaydı. Gerek iç dinamikler ve gerekse uluslararası alanda Türkiye’nin taahhüt altına girdiği hususlar ve dünyada yaşanan gelişmelerin etkisiyle değişim kaçınılmaz hale gelmiştir. Bir de buna Türkiye’nin dinamik özel sektörünün hızlı gelişmesini, genç nüfus kitlesini ve bunun taleplerini eklemek gerekir. Tüm bu dinamiklerin etkisiyle anayasal ve yasal düzeyde insan hakları, demokrasi ve hukuk devleti standardının değişikliğe tabi tutulması zorunlu hale gelmiştir. Esasında olması gereken açısından yaklaşıldığında 1982 Anayasasının öngördüğü hukuki yapının ciddi değişikliklere tabi tutulması gerektiği kolaylıkla fark edilebilir. Ancak bir hukuki düzende yapısal reformların gerçekleştirilmesi için temenniler yetersiz kalmaktadır. Bunun için siyasi iradenin bu yöndeki girişimleri hayata geçirmesi gerekir. Bununla birlikte bürokratik vesayetçi yapının kendi aktörlerince çok sıkı biçimde korunması endişesinin olduğu bir ortamda kurulu düzenin değiştirilmesi dirençlerle karşılaşabilecektir. Bu nedenle demokratikleşme dalgası olarak nitelendirilebilecek değişikliklerin gerçekleştirilmesi güçlü ve kararlı siyasi iktidarları gerektirir. Bu biçimdeki bir reformun yapılabilmesi için aynı zamanda istikrarlı bir döneme de ihtiyaç duyulmaktadır. İşte bu nedenle 1982 Anayasası döneminde güçlü demokratikleşme girişimleri aynı zamanda istikrarlı ve tek parti hükümetlerinin olduğu dönemlere denk gelmektedir. Bu bağlamda iki dönemden bahsedilebilir. Birincisi 1983 – 1991 arası Anavatan Partisi iktidarı dönemidir. İkincisi ise 2002 – 2012 arası Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı dönemidir. Birinci dönemde ekonomik alanda yaşanan değişim ve dönüşüm demokratikleşmeden daha öndedir. Kuşkusuz bu 13 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 dönemde demokratikleşme ile ilgili de önemli reformlara imza atılmıştır. Ancak ikinci dönem olan 2002 – 2012 döneminde demokratikleşme adımlarının da en azından ekonomik alanda gerçekleştirilenler kadar olduğu aşikardır. Bununla birlikte demokratikleşme konusunda bu dönemde gerçekleştirilenler, aşağıda değerlendirildiğinde görüleceği üzere, oldukça önemli adımlar olmakla birlikte, bu dönemin önemli eksiklikleri, gerçekleştiremedikleri de bulunmaktadır. Öte yandan gerçekleştirilenler içerisinde bazı yönleriyle eleştirilebilecek olan hususlar da mevcuttur. Ancak tüm bunlara rağmen 2002 - 2012 döneminin genel olarak önemli bir demokratikleşme dalgası olarak nitelendirilmesi mümkündür. E- Demokrasi Standardının Yükseltilmesinde İç ve Dış Dinamiklerin Etkisi Her ne kadar 1982 Anayasası yüzde doksanın üzerinde bir oyla kabul edilmiş ise de bu Anayasanın yürürlüğe girmesinden itibaren, özellikle uygulamada ortaya çıkardığı sorunlar nedeniyle yoğun biçimde anayasaya yönelik eleştiriler yapılmaya başlanmıştır. Bunun sonucunda ise Anayasa değişiklikleri gerçekleştirilmiştir. Bugüne değin gerçekleştirilen on yedi değişiklikte anayasa maddelerinin yarısından çoğunda revizyonlar yapılmış olması bu eleştirilerden kaynaklanmaktaydı. Bu değişiklikler esasında halkın bu Anayasayı tasvip etmediğini gösterdiği gibi, içerik olarak da 1982 Anayasasının çağın gereklerine uygun olmadığını, getirdiği demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti anlayışının ihtiyaçlara cevap vermediğini ortaya koymaktaydı. Öngörülen siyasi modelin ihtiyaçlara cevap vermemesi ve bu nedenle anayasal ve yasal reformların yapılması zorunluluğu aslında yaşanan gelişmelerle de doğrudan ilgilidir. Türkiye’de 1990 sonrasında gittikçe artan biçimde insan hakları ile ilgili bir bilinçlenme yaşanmıştır. Bunun değişik nedenleri vardır. Özellikle Türkiye’nin 1987 yılında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ndeki bireysel başvuru hakkını aktif hale getirmesi ve 1990 yılında Avrupa İnsan Hakları Divanı’nın zorunlu yargı yetkisini tanıması sonrasında Mahkeme’nin Türkiye ile ilgili konularda verdiği kararlar gündemi daha fazla meşgul etmeye başlamıştır. Aynı zamanda verilen kararların bağlayıcı olması nedeniyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının gereğini yerine getirmek için anayasal ve yasal reformlar gündeme gelmiştir. 1990’lı yıllardan bugüne değin yapılan birçok anayasa değişikliği ve yasal reform aynı zamanda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarının gereğini yerine getirme amacı taşımaktaydı. 14 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararları dolayısıyla artık ülke içerisinde de insan hakları noktasında bir duyarlılık oluşmaya başlamış ve böylece bireyler devlete karşı haklarını koruma amacıyla bu biçimdeki uluslararası başvuru mekanizmasını sıklıkla kullanmaya başlamıştır. Bireysel başvurunun kabulünden bugüne değin Türkiye’de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne yapılan başvuru sayısının giderek artıyor olması da bu bilinçlenme ile doğrudan ilgilidir. Öte yandan Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne 14 Nisan 1987 tarihinde tam üyelik başvurusu yapması sonrasında gerçekleştirmek durumunda olduğu Kopenhag Kriterleri de Türkiye’deki demokratikleşme standardının yükseltilmesine katkı sağlamıştır. Kopenhag Kriterleri’nin üç önemli başlığı olarak insan hakları standardının yükseltilmesi, sivil demokrasi ve serbest piyasa ekonomisi esasında Türkiye’deki demokratikleşme sürecinin olmazsa olmazları olarak da görülebilir. Türkiye’nin yaşadığı bu demokratikleşme sürecine yönelik yapılabilecek bir eleştiri, sürecin daha ziyade uluslararası dinamiklerin etkisiyle yürümeye çalışması noktasındadır. Zira aslında insan hakları ve hukuk devleti ile ilgili reformlar bireylere doğrudan haklar sağladığı içindir ki bu konularda atılacak adımların uluslararası bir yükümlülüğün gereği olarak düşünülmemesi, bunların halkın refah ve mutluluğu için yapılması gerekmektedir. Daha doğru olan hareket noktası budur. Bununla birlikte demokratikleşme sürecindeki başlangıç aşamasında dış dinamiklerin çok daha belirleyici olduğu görülmektedir. Bu aşamada iç dinamiklerin çok etkin olmaması Türkiye’deki demokratikleşme sürecinde bariz bir özellik olarak görülmektedir. Bununla birlikte 1990’lı yıllardan sonra gerçekleştirilen reformlar ve yaşanan siyasi gelişmelerle birlikte artık iç dinamikler de demokratikleşme sürecine yön vermeye başlamıştır. Bu durum iki binli yıllarda daha açık biçimde fark edilebilmektedir. İç dinamiklerin belirginleşmesine katkı sağlayan değişik unsurlardan bahsedilebilir. İlk olarak gelişen ekonomi ve özellikle özel sektörün dünyadaki gelişmelere daha hızlı ayak uydurması, ister istemez siyasi iktidarları bazı yapısal reformları hayata geçirmeye zorlamıştır. Ekonomik standardın gelişmesi ile birlikte değişik kesimlerin, özellikle emekçi kesimin haklar ve özgürlükler noktasındaki duyarlılığı artmıştır. Bu duyarlılık nedeniyle, siyasi iktidarlar insan hakları taleplerine daha fazla eğilmek durumunda kalmışlardır. 15 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 Ayrıca küreselleşme, kitle iletişim araçlarının çeşitlenmesi ve iletişimin teknolojik olarak gelişmesi sayesinde insanlar hem ülke içerisinde hem de uluslararası alanda yaşanan gelişmeleri daha yakından takip etmeye başlamışlardır. Bunun sonucunda insan hakları ile ilgili gelişmelere de daha fazla ilgi duymaya başlamışlardır. Özellikle diğer ülke uygulamaları ve Türkiye’deki durumu mukayese etme imkanına sahip olan bireyler her zaman daha iyisini istemeye ve Türkiye’deki yanlış uygulamaları daha fazla eleştirmeye başlamışlardır. Bu durum insan hakları, demokrasi ve hukuk devletinin önündeki engellerin aşılması noktasında iktidarları daha fazla motive etmeye başlamıştır. Bu noktada özellikle 2002 – 2012 yılları arası dönem, sorunların ortaya çıkmasıyla ve bunlara yönelik çözüm önerileri bağlamında anayasal ve yasal reformların yapılması boyutuyla örnek bir dönem olarak görülebilir. Bu dönemde siyasi iktidarların ekonomi, sosyal politika, insan hakları, hukuk ve benzeri değişik konularda gerçekleştirmeye çalıştığı reformlara yönelik olarak bürokratik aktörlerce ortaya konulan direnç ve bu noktada siyasi iktidarların vesayet altına alınmaya çalışılması, özellikle kitle iletişim araçlarının yaygınlığı ve çeşitliliği dolayısıyla herkesin gözü önünde cereyan etmiştir. Bu direncin kırılması noktasında gerçekleştirilen 2007 ve 2010 Anayasa değişiklikleri de yine aynı şekilde herkesin takip ettiği bir süreçte gerçekleştirilmiştir. Nitekim 1982 Anayasasının öngördüğü vesayetçi yapının tasfiyesini amaçlayan bu iki değişikliğin de halkın oyu ile kabul edilmiş olması, esasında artık gelinen noktada halkın da bu yapısal reformların gerçekleştirilmesi gerektiğine ilişkin bir kanaate sahip olduğunu göstermektedir. İşte yaşanan bu gelişmelerle birlikte iki binli yıllarda Türkiye’de tabandan gelen bir talebin olduğu, sadece dış dinamiklerin değil, aynı zamanda tabandan gelen bu talebin de artık demokratikleşme adımlarının atılmasında belirleyici olduğunu göstermektedir. Nitekim bu yaşanan gelişmeler sonrasında Haziran 2011 milletvekili genel seçimleri ardından, Osmanlı - Türk siyasi hayatında ilk kez halkın talebi üzerine halkın temsilcilerinden oluşan TBMM kendi inisiyatifi ile ve vesayet aktörlerinin müdahalesi olmaksızın yeni bir anayasa yapım sürecini başlatmıştır. Oysa anayasacılık geleneğimizin en önemli özelliklerinden birisi elitist ve yukarıdan aşağıya doğru olmasıydı8. Bu yeni gelişme aslında Türkiye’deki siyasetin hangi seviyeye ulaştığını göstermesi açısından fevkalade önemlidir. 8 16 Zühtü ARSLAN, Anayasa Teorisi, Seçkin Yay., Ankara, 2005, s. 129. TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 II- 2002 – 2012 DÖNEMİNİN TEMEL ÖZELLİKLERİ A- Güçlü Bir Siyasi İktidar Türkiye’de güçlü siyasi iktidar denildiğinde genellikle arkasında güçlü bir parlamento çoğunluğu olan tek parti iktidarı kastedilir. Bu biçimdeki güçlü bir siyasi iktidar kavramı tartışmaya açıktır. Böyle olmakla birlikte, Türk siyasi hayatında koalisyon hükümetleri dönemindeki istikrarsızlık ve hükümetlerin sorunları çözme konusundaki yetersizliği ve bu bağlamda kalkınma noktasındaki sorunlar göz önünde tutularak koalisyon hükümetleri zayıf, tek partili hükümetler ise güçlü siyasi iktidar olarak kabul edilmektedir. Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde bu nedenle tek parti iktidarları önemlidir. Nitekim Türk siyasi hayatına bakıldığında asıl önemli kalkınma hamlelerinin ağırlıklı olarak tek parti iktidarları dönemine denk geldiği görülmektedir. 1923 – 1946 tek partili rejim dönemi antidemokratik bir dönem olmakla birlikte bu dönemde güçlü politikalar uygulamaya sokulmuştur. Çok partili dönemde ise asıl kalkınmanın hep tek parti iktidarı dönemlerine denk gelmesi de rastlantısal değildir. 1950 – 1960 Menderes dönemi, 1965 – 1969 Demirel dönemi, 1983 – 1991 Özal dönemi ve 2002 – 2012 Erdoğan dönemi bu noktada önemli kalkınma hamlelerinin gerçekleştirildiği dönemlerdir. Türk siyasi kültüründeki uzlaşma eksikliği dolayısıyla ister istemez kalkınma noktasında tek parti iktidarları daha cazip karşılanmışlardır. 2002 – 2012 iktidarının güçlü bir iktidar olarak önemli bir özelliği de bu iktidar öncesinde 1991 – 2002 yılları arasında kesintisiz biçimde hep koalisyon hükümetlerinin kurulmuş olmasıdır. Nitekim en son koalisyon hükümeti döneminde 2001’de büyük bir ekonomik kriz yaşanmıştır. Bu nedenle kalkınma ve demokratikleşme açısından 2002 yılında kurulan tek parti iktidarı daha değerli görülmüştür. Bununla birlikte 2001 ekonomi krizi sonrasında koalisyon hükümeti döneminde alınan ekonomi kararlarının 2002 yılından itibaren yeni kurulan hükümet tarafından da aynen benimsenmesi önemlidir. Ayrıca koalisyon hükümeti tarafından, üstelik yaşanan krizden hemen sonra alınan yapısal reform kararları da önemli bir başarı olarak koalisyon hükümetinin hanesine yazılmalıdır. Parlamenter rejimde bir siyasi iktidarın gücü arkasında parlamentonun güçlü bir desteğinin olması ile mümkündür. Bu noktada AK Parti iktidarının arkasındaki parlamento gücü neredeyse TBMM’nin beşte üçlük çoğunluğunun altına düşmemiştir. AK Parti; 2002 milletvekili genel seçimlerinde yüzde 17 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 34’lük oy oranı ile 550 kişilik parlamentonun 365 sandalyesine, 2007 milletvekili genel seçimlerinde yüzde 46’lık oy oranı ile 341 sandalyeye ve 2011 milletvekili genel seçimlerinde ise yüzde 50’lik oy oranı ile 326 sandalyeye sahip olmuştur. Arkasındaki bu güçlü parlamento desteğiyle hükümet ekonomik, mali ve sosyal politikalar konusunda olduğu gibi demokratikleşme konusunda da rahatlıkla yasal reformları hayata geçirebilmiştir. Elbette ki hükümetler anayasaya uygun olmak şartıyla kendi siyasi tercihi ve önceliklerine göre bu konularda icraatlarını sergileyebilir. Bu noktada AK Parti Hükümetlerinin önemli bir avantaya sahip olduğu düşünülebilir. Bununla birlikte Türkiye örneğinde var olan siyaset üzerindeki vesayet olgusu nedeniyle AK Parti Hükümetleri yoğun bir biçimde vesayet aktörlerinin engellemeleriyle karşı karşıya kalmışlardır. B- Siyasi İktidar Karşısında Bürokratik Vesayet Engeli ve Vesayetin Kırılması Girişimleri Daha önce de belirtildiği üzere Türkiye’de 1961 Anayasasından bu yana siyaset üzerindeki vesayet olgusu önemli bir sorun olarak görülmektedir. Özellikle tek parti iktidarları döneminde vesayet daha bariz biçimde fark edilebilmektedir. Bu noktada 1982 Anayasası döneminde hem Özal Hükümetleri hem de Erdoğan Hükümetleri döneminde vesayet farklı yoğunlukta olmakla birlikte varlığını hissettirmekteydi. AK Parti iktidarındaki vesayet ilk başlarda daha ziyade asker tarafından kendisini göstermekteydi. Başta Milli Güvenlik Kurulu bu noktada bir platform olarak kullanılarak siyasi iktidarın manevra alanına müdahale edilmeye çalışılmıştır. Bu noktada ayrıca silahlı kuvvetler üst yönetiminde bulunan rütbeli subaylar tarafından hükümete ve siyasete yönelik mesajlar ve tepkiler vesayetin bir diğer görünümünü oluşturmaktaydı. Bununla birlikte AK Parti iktidarı üzerinde daha güçlü vesayet görünümü yargı boyutunda olmuştur. Yargı vesayeti 1961 Anayasasından bu yana belki de en yoğun biçimde bu iktidar döneminde kendisini göstermiştir. Bir yandan Anayasa Mahkemesi, TBMM’nin anayasaya uygun, yasamanın takdir alanı içerisinde olan konularda çıkarılan kanunları yerindelik denetimi yaparak aktivist bir tavırla iptal etmiştir. Mahkeme, siyasi iktidarın özelleştirme, sosyal güvenlik, demokratikleşme ve hukuk devleti gibi değişik konulardaki tasarruflarını iptal etmiş, hatta aktivizmini bu iktidar döneminde gerçekleşti- 18 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 rilen anayasa değişikliklerini esas açısından denetleyerek iptal etmeye kadar taşımıştır9. Öte yandan Danıştay, Hükümetlerin yine anayasaya uygun tasarruflarını hukuka uygunluk denetiminin ötesine geçerek iptal etmiş, böylece hükümetin manevra alanını daraltmaya çalışmıştır. Hukuk devleti açısından düşünüldüğünde yargı denetimi gerekli olmakla birlikte sahip olduğu yetkilerin ötesine geçerek verdiği bu biçimdeki tartışmalı kararlarla Anayasa Mahkemesi ve Danıştay yoğun biçimde eleştirilere tabi tutulmuştur10. AK Parti iktidarı döneminde karşılaşılan vesayet direnci üzerine iki önemli anayasa değişikliği gerçekleştirilmiştir. İlkinde 2007 yılında TBMM’nin on birinci Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde Anayasa Mahkemesi’nin verdiği karar11 sonrasında gerçekleştirilen Anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanının halkın oyu ile seçilmesi esası getirilmiştir. 1982 Anayasasının öngördüğü vesayetçi modelin önemli bir aktörü konumundaki Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi esasının getirilmesi ile artık Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde 1961 yılından beri değişik zamanlarda yaşanan baskı, tehdit, hukuk dışına çıkma, kriz ve benzeri olumsuzluklar da bertaraf edilmiş olabilecektir. Vesayetçi modelin uygulamaya konulduğu 1961 Anayasasının yürürlüğe girdiği dönemden bugüne değin Cumhurbaşkanlığı seçim süreçlerinde gerçekten ciddi sorunlar yaşanmıştır. İlk olarak 1961 yılında Milli Birlik Komitesi Başkanı Cemal Gürsel’in seçtirilebilmesi için Senatör Ali Fuad Başgil tehdit edilerek adaylıktan vazgeçirilmiştir. 1973’teki Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde yine askerlerin etkili biçimde sürece müdahale ettikleri görülmektedir12. 1980 yılında ise onlarca tur seçim yapılmasına rağmen Cumhurbaşkanı seçilememiştir. Son önemli krizde ise on birinci Cumhurbaşkanlığı seçiminde yapılan oylamaya ilişkin olarak Anayasa Mahkemesi, verdiği tartışmalı kararla esasında 27 Nisan Muhtırası’nı veren askerler yanında sürece müdahil olmuştur ve seçimi önemli ölçüde zora sokmuştur. Bu sorunların yaşanmasında önemli faktörün askerin ve vesayet aktörlerinin süreci ken- 9 Bkz.: Hakyemez, Anayasa Mahkemesinin Yargısal Aktivizmi ve İnsan Hakları Anlayışı, s. 63-171. 10 Bu yönde bir makale için bkz.: Ergun Özbudun, “Türk Anayasa Mahkemesinin Yargısal Aktivizmi ve Siyasal Elitlerin Tepkisi”, AÜSBFD, Cilt: 62, Sayı: 3, Prof. Dr. Yavuz Sabuncu’ya Armağan, Temmuz-Eylül 2007. 11 Karar için bkz: Esas Sayısı: 2007/45; Karar Sayısı: 2007/54; Karar Tarihi: 1.5.2007. 12 Feroz AHMAD, Demokrasi Sürecinde Türkiye: 1945-1980, Hil Yay., İstanbul, 1996, s. 178, 299303. 19 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 di istedikleri şeklinde yönlendirmek olduğu aşikardır. Bu nedenle bundan böyle Cumhurbaşkanlığı seçiminin halkın oyu ile tamamlanacağı için artık bu biçimdeki sorunlarla karşılaşılmayacağı söylenebilir. Vesayetin kırılması noktasında gerçekleştirilen ikinci Anayasa değişikliği daha önemlidir. Aşağıda daha ayrıntılı biçimde değerlendirilecek olan 2010 yılındaki bu geniş kapsamlı Anayasa değişikliğinde ağırlıklı olarak yargı vesayeti ile ilgili düzenlemeler yer almaktaydı. Özellikle HSYK’nın oluşumuna ilişkin yenilikle artık adli ve idari yargıdaki Danıştay ve Yargıtay’ın vesayeti kırılmıştır. Öte yandan Anayasa Mahkemesi’nin oluşumu daha karma hale getirilerek yargının ağırlığı kırılmıştır. Bunun yanında askeri yargı düzeni ile ilgili yenilik de kısmen de olsa vesayetin kırılması noktasında olumlu bir katkı sağlayabilecektir. Demokratikleşme noktasında oldukça önemli bir yere sahip olan 2010 Anayasa değişiklikleri aşağıda daha ayrıntılı biçimde değerlendirilecektir. III- İNSAN HAKLARI VE DEMOKRASİ STANDARDININ YÜKSELTİLMESİ BAĞLAMINDA GERÇEKLEŞTİRİLEN REFORMLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ Son on yıllık dönemde gerçekleştirilen reformları ayrı ayrı başlıklar olarak demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti şeklinde ele almanın zorluğu ortadadır. Zira bir reformun insan hakları ile ilgili olması aynı zamanda onun hukuk devleti boyutu olduğunu da kabul etmeyi gerektirebilir. Aynı şekilde demokrasi ile ilgili olan bir reformun insan hakları boyutu da olabilmektedir. Her ne kadar kavramsal olarak demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti biçimindeki ayrımların yapılması mümkün ise de, bu dönemde gerçekleştirilen reformların bu biçimde üç başlık altında ele alınması durumunda bazı tekrarlar ve reformların ele alınacağı üst başlıklar bağlamında sorunlar yaşanabilecektir. Bu nedenle 2002 – 2012 dönemindeki reformları daha derli toplu biçimde “demokratikleşme ile ilgili atılan adımlar” ve “insan hakları ve hukuk devleti ile ilgili reformlar” biçiminde ele almak daha uygun olacaktır. On yıllık dönemde demokratikleşme, insan hakları ve hukuk devleti ile ilgili gerçekleştirilen ve burada ele alınacak reformların bir kısmı anayasa değişikliği şeklinde, diğer kısmı ise yasal düzeyde olmuştur. Kimi reformlar sadece tek bir konuya özgü iken, uyum paketlerinin bir kısmında ve 2010 Anayasa değişikliklerinde olduğu gibi bir kısmı da birbirinden farklı konuları kap- 20 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 samaktadır. Bu reformların tümünü bu çalışmada ele alıp değerlendirmek çalışmanın kapsamını da genişletecektir. Bu nedenle burada yapılan tasnife bağlı olarak reformlar ana başlıklar altında daha derli toplu biçimde ele alınıp değerlendirilecektir. A- Demokratikleşme İle İlgili Atılan Adımlar Bu başlık altında ilk olarak askeri vesayetin etkisinin zayıflatılması ve sivilleşme ile ilgili olanlar, ardından diğer demokratikleşme adımları ele alınacaktır. Kuşkusuz demokratikleşme başlığı oldukça geniş kapsamlıdır ve bu başlık altında insan hakları başlığı altında ele alınan bazı reformlara da yer verilebilir. Ancak tekrardan kaçınmak amacıyla kimi demokratikleşme adımları, daha fazla insan hakları ile ilgili görüldüğü için insan hakları başlığı altında ele alınacaktır. 1. Sivilleşme, Askeri Vesayetin Azaltılması ve Normalleşme a. Olağanüstü Halin Kaldırılması Bir olağanüstü yönetim usülü olarak olağanüstü hal uygulaması terör nedeniyle Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu bölgesindeki illerde seksenli yıllardan itibaren uygulanmış ve tedricen uygulandığı iller azaltılmış ve son üç ildeki uygulamanın 30 Kasım 2002’de kaldırılması ile olağanüstü hal uygulaması son bulmuştur. Esasında Türkiye’deki olağanüstü yönetim uygulamasının uzunluğu dikkate alındığında olağanüstü hal uygulamasına son verilmesi önemlidir. Zira Türkiye örneğinde olağanüstü yönetim Cumhuriyet döneminin neredeyse yarısında olağanüstü hal veya sıkıyönetim biçiminde kendisini göstermiştir13. Bu nedenle 2002 yılında tüm Türkiye’de olağan yönetim şekline dönülmüş olması önemlidir. Türkiye’de olağanüstü yönetim döneminde idarenin sahip olduğu güçlü yetkiler ve insan haklarının daha etkili biçimde sınırlandırılması ciddi sorunlara yol açmıştır. Özellikle olağanüstü yönetimlerin varlığı halinde söz konusu olan yargısal denetim yasakları insan hakları açısından bu dönemlerin ne derece ciddi endişeleri barındırdığını da göstermektedir. Ayrıca bu dönemlerde, askerin gücü de buna eklendiğinde olağanüstü yönetimlerin, 13 Bkz.: Mehmet Semih GEMALMAZ, Anayasada Olağanüstü Rejim Demokratikleşmede Sivil Toplum, Kavram Yay., İstanbul, 1995, s. 131; Yusuf Şevki HAKYEMEZ, Yeni Anayasada İnsan Haklarının Genel Rejimi, SDE Analiz, Ankara, 2011, s. 19. 21 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 demokratikleşmenin önündeki en önemli engellerden birisi olduğu söylenebilir. Tüm bu nedenlerle yıllardan beri uygulanagelen olağanüstü halin bir daha uzatılmamak suretiyle kaldırılması sembolik açıdan da yeni demokratikleşme dalgasının başlangıcında önemli bir dönüm noktası olarak kabul edilebilir. b. Devlet Güvenlik Mahkemeleri ve Özel Yetkili Mahkemelerin Kaldırılması Güvenlik-özgürlük dengesinde güvenliğe daha fazla ağırlık verilmesinin bir tezahürü olarak 1973 Anayasa değişiklikleri ile yargı sistemimize dahil olan Devlet Güvenlik Mahkemeleri sürekli eleştirilerin odağında yer almışlardır. Özellikle yargılama usulündeki farklılıklar ve oluşumunda üyelerinden birisinin askeri hakim olması bu mahkemelere yönelik eleştirileri artırmıştır. Uygulamada da bu mahkemeler ağırlıklı biçimde güvenlikçi yaklaşımla davaları sonuçlandırarak bu eleştirileri adeta haklı çıkarmışlardır. Öte yandan mahkemelerin oluşumu ve yargılama usulündeki farklılık nedeniyle Devlet Güvenlik Mahkemeleri, çok önemli davalarda bile sırf bu nedenle eleştirilmişlerdir. Bu nedenle bu mahkemeler yargı reformlarının öncelikli konuları arasında yer almışlardır. Devlet Güvenlik Mahkemesi yargılamalarının üyelerinden birisinin askeri hakim olması nedeniyle AİHM tarafından AİHS’in adil yargılanma hakkına aykırı bulunarak Türkiye’nin mahkum edilmesi nedeniyle14 ilk olarak 1999 yılında yapılan Anayasa değişikliği ile mahkemede askeri hakim bulunmasına son verilmiştir. Ardından 2004 yılında bu mahkemeler tümden kaldırılmıştır. Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin kaldırılması ile bunların yerine özel yetkili ağır ceza mahkemeleri kurulmuş, bu mahkemeler de milli güvenlikle ilgili davalar başta olmak üzere örgüt şeklinde işlenen davalara bakmışlardır. On yıllık süre boyunca ortaya çıkan aksaklıklar nedeniyle 02.07.2012 tarih ve 6352 sayılı Kanun ve kabul edilen üçüncü yargı paketinde yapılan yenilikle özel yetkili mahkeme uygulamasına da son verilmiştir. Bunun yerine yeni Kanun, CMK’nın 250. maddesindeki ifadeyi aynen koruyarak, bu suçlar dolayısıyla açılan davaların Adalet Bakanlığının teklifi üzerine Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca yargı çevresi birden çok ili kapsayabilecek şekilde 14 Bu doğrultuda iki karar için bkz: İncal/Türkiye davası.Yargı Mevzuatı Bülteni 07.04.1999 tarih, Sayı: 76., s. 51-78; Çıraklar/Türkiye davası. Yargı Mevzuatı Bülteni, 22.06.1999 tarih, Sayı: 82, s. 19-30. 22 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 belirlenecek illerde görevlendirilecek ve bölge ağır ceza mahkemesi olarak adlandırılan mahkemelerde görüleceğini öngörmektedir15. Böylece 1973 yılında başlayan Devlet Güvenlik Mahkemeleri serüveni 2004 yılında sonlandırılmış, onun yerine yetkilendirilen özel yetkili ağır ceza mahkemelerinin de 2012 yılında kaldırılması ile yargıda normalleşmeye doğru önemli bir adım daha atılmıştır. c. Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Yedinci uyum paketinde16 Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği ile ilgili hususları da kapsayan değişiklikler yapılmıştır. Esasında bu değişikliklerle 2001 Anayasa değişikliği ile Milli Güvenlik Kurulunda yapılan bir dizi değişiklik sonrasında kanunun anayasaya uyumlaştırılması da sağlanmıştır. Bununla birlikte anayasa değişikliğinde bu konuda bir hüküm bulunmamasına rağmen yapılan değişiklikle artık Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri’nin sivil olması yolu açılmıştır. Değişiklik öncesi durumda Kurul Genel Sekreteri mutlaka asker olması gerekmekteydi. Siyasi hayatımızda çok güçlü izler bırakan Milli Güvenlik Kurulu sekreterinin sivil kişiler arasından atanabilmesi imkanının sağlanması sivilleşme açısından fevkalade önemlidir. Böylece siyasi iktidarlar Milli Güvenlik Kurulu’nu bu değişiklikler sonrasında hükümete güvenlik politikasının belirlenmesi noktasında danışma biçiminde yardımcı organ olma konumuna doğru çekebilecektir. Nitekim yeni duruma göre Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri’nin, Başbakan’ın teklifi ve Cumhurbaşkanı’nın onayı ile atanması esası öngörülmüştür17. 15 Özbudun, bu değişiklikle usul konusunda önemli bazı adımlar atılmakla birlikte, yeni oluşturulacak mahkemelerin bakacağı suçların çok fazla azaltılmadığı için bu mahkemelerin görev alanını çok fazla daraltmadığı ve bu nedenle reformun istenilen katkıyı sağlamaktan uzak olduğuna vurgu yapmaktadır. Bkz.: Ergun ÖZBUDUN, “Yargı Reformunda Beklenen Adımlar”, 23.07.2012, Star Açık Görüş. 16 Uyum paketi ile ilgili 4963 sayılı Kanun için bkz: 07. 08. 2003 tarih ve 25192 sayılı Resmi Gazete. 17 Nitekim değişiklik sonrasında atanan tüm MGK Genel Sekreterleri sivil kişiler olmuştur. (Mehmet Yiğit Alpogan, Büyükelçi 01.10.2004-16.07.2007, Tahsin Burcuoğlu, Büyükelçi 01.11.2007-25.01.2010, Serdar Kılıç, Büyükelçi 05.02.2010-17.04.2012, Muammer Türker, Vali 25.04.2012-). Bkz.:http://tr.wikipedia.org/wiki/Mill%C3%AE_G%C3%BCvenlik_Kurulu_ (T%C3%BCrkiye)#Mill.C3.AE_G.C3.BCvenlik_Kurulu_Genel_Sekreterleri. (E. T.: 22.07.2012). 23 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 Yine aynı uyum paketinde Kurulun iki ayda bir toplanması esası öngörülmüştür. Her ay toplanmakta olan Kurulun siyasetteki ağırlığı açısından düşünüldüğünde Kurul toplantılarının iki ayda bir yapılmasının benimsenmesi de nispeten olumlu bir adım olarak görülebilir. Bununla birlikte esasında demokratik rejimlerdeki ideal açısından bakıldığında Milli Güvenlik Kurulu biçimindeki bir kurumun anayasal bir kurum olmaması en isabetli olanıdır. Bununla birlikte Türkiye’de vesayetçi modelin en önemli kurumlarından birisi olarak görülen Milli Güvenlik Kurulu 1961 Anayasası ile anayasaya girmiş ve o tarihten bu yana sürekli olarak konumu sivil iktidarlar karşısında güçlendirilmiştir. İlk kez 2001 Anayasa değişikliği ile Kurulda askerlerin ağırlığı kırılmaya başlanmıştır. Bu nedenle 2003 yılında yapılan değişiklikle Kurulda sivil siyasetin gücünün artırılması ikinci önemli adım olarak görülmelidir. d. Askeri Yargının Yetki Alanının Daraltılması Türkiye’de askeri yargı düzeni, anayasaların yapımında askerlerin etkisinin olmasının bir sonucudur. Bu nedenle askeri yargı düzenlerinde, bir yandan sivil kişilerin yargılanması öngörülmüş, öte yandan asker kişilerin askerlik görevi ile doğrudan ilgili olmayan suçlardan dolayı yargılanmaları da bu yargı düzeni içerisindeki mahkemelerde gerçekleştirilmiştir. Bu durum demokratik hukuk devletinin özü ile çelişmektedir. Nitekim bu bağlamda iki olumlu adım atılmıştır. İlk olarak, 4963 sayılı Kanunla Askerî Ceza Kanununun sivil şahıslara uygulanma alanı daraltılmıştır. İkinci olarak ise asker kişilerin işlemiş olduğu suçlardan özellikle darbe girişimi ya da darbe suçlarının doğrudan adliye mahkemelerinde yargılanması esası getirilmiştir. Bu doğrultuda ilk olarak kanunla getirilmeye çalışılan düzenlemenin Anayasa Mahkemesi tarafından Anayasanın 145. maddesi gerekçe gösterilmek suretiyle iptal edilmesi üzerine18 2010 Anayasa değişikliği ile konu anayasal düzeyde ele alınmıştır. Anayasanın 145. maddesinin bu konudaki yeni hükmü şu şekildedir: “Askerî yargı, askerî mahkemeler ve disiplin mahkemeleri tarafından yürütülür. Bu mahkemeler; asker kişiler tarafından işlenen askerî suçlar ile bunların asker kişiler aleyhine veya askerlik hizmet ve görevleriyle ilgili olarak işledikleri suçlara ait davalara bakmakla görevlidir. Devletin güvenliğine, anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlara ait davalar her halde adliye mahkemelerinde görülür”. 18 İptal edilen kanuni düzenlemeye ilişkin karar için bkz: Esas Sayısı : 2009/52, Karar Sayısı: 2010/5 (Yürürlüğü Durdurma), Karar Günü : 21.1.2010. 24 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 Esasında askeri yargı ile ilgili olarak ikinci yapılan değişiklikle artık askeri kişilerin anayasal düzeni değiştirme veya darbe suçlarının açıkça adliye mahkemelerinde yargılanması amaçlanmıştır. Bu açıdan bakıldığında getirilen yeniliğin önemli bir demokratikleşme adımı olduğu belirtilmelidir. e. Diğerleri “Emniyet-Asayiş-Yardımlaşma” ifadelerinin kısaltılmışı olan EMASYA İçişleri Bakanlığı ile Genelkurmay Başkanlığı arasında 7 Temmuz 1997’de imzalanan protokolün adıdır. EMASYA Protokolü bağlamında Valilik, İl İdaresi Kanunu’ndaki talep yetkisini kullanmasa da asker, kendisi gerekli gördüğü durumlarda toplumsal olaylara el koyma yetkisini kullanabilmekteydi. Protokolün on üç yıllık uygulamasında askerlerin toplumsal olaylara karışması yoğun biçimde eleştirilere neden olmuştu. Bunun sonucu olarak EMASYA Protokolü 04.02.2010 tarihinde İçişleri Bakanlığı ile Genelkurmay Başkanlığı arasında imzalanan ortak protokol ile yürürlükten kaldırılmıştır19. Türkiye’de askerin siyasi sistem içerisindeki ağırlığı dolayısıyla birçok kurumda askerin temsilcisi yer almaktadır. Bu bağlamda son on yılda yapılan değişikliklerle bu kurumlardan bazılarında askerin yer alması hususuna son verilmiştir. Bu bağlamda ilk örnek olarak Anayasanın 131. maddesinde 07.05.2004 yılında yapılan değişiklikle Yükseköğretim Kuruluna Genelkurmay Başkanlığı’nca üye seçilmesine son verilmiş ve aynı doğrultuda 5218 sayılı Kanunla, Yüksek Öğretim Kanunu’nda değişiklik yapılarak Yükseköğretim Kuruluna Genelkurmay Başkanlığı tarafından bir üye seçilmesine ilişkin hüküm yürürlükten kaldırılmıştır. İkinci olarak yine 5218 sayılı Kanunla Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanunda Yapılan değişiklikle Radyo ve Televizyon Üst Kuruluna Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği’nce aday gösterilmesine dair hüküm yürürlükten kaldırılmıştır. Aynı Kanunla ayrıca MGK Genel Sekreterinin Haberleşme Yüksek Kurulu üyeliğine son verilmiştir. Önemli bir diğer yenilik ise 2010 Anayasa değişikliği ile Yüksek Askeri Şura kararlarının yargısal denetimi hususunda yapılmıştır. Önceki halde Yüksek Askeri Şura’nın tüm kararları yargı denetimi dışında iken 2010 Anayasa değişikliği ile Yüksek Askeri Şura’nın terfii işlemleri ile kadrosuzluk nedeniyle emekliye ayırma hariç her türlü ilişik kesme kararlarına karşı yargı yolu 19 Bkz.: “EMASYA Protokolü Kaldırıldı”, 04.02.2012, Hürriyet. 25 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 açılmıştır (1982 Anayasası, madde: 125). Esasında tüm kararlarına karşı yargı denetimi hukuk devletine daha uygun olmasına rağmen getirilen yeniliği yine de olumlu karşılamak gerekir. Zira en azından Yüksek Askeri Şura kararıyla ordudan ihraç edilenler açısından artık etkili bir başvuru mekanizmasının sağlanması mümkün hale gelmiştir. Bu başlık altında ele alınabilecek önemli bir adım da 2010 Anayasa değişiklikleriyle 1982 Anayasasının Geçici 15. maddesinin kaldırılmasıdır. Kaldırılan hüküm 12 Eylül 1980 Askeri Darbesini gerçekleştiren Milli Güvenlik Konseyi üyelerinin yargılanmasına engel getirmekteydi. Bu maddenin benzeri bir hüküm 1961 Anayasasının Geçici 4. maddesinde 27 Mayıs 1960 Askeri Darbesi’ni gerçekleştiren Milli Birlik Komitesi üyeleri için de mevcuttu. 1982 Askeri Darbesi’nden 30 yıl sonra geçici 15. maddenin kaldırılması aslında yine de sembolik açıdan önemli bir adım olarak görülmelidir. Zira 1960 yılından bu yana bu biçimdeki denetim yasaklarının olduğu düşünüldüğünde gerçekleştirilen reform adımlarının hiçbirinde böyle bir adım atılmamış olmasına rağmen 2010 yılında bunun yapılması sembolik açıdan yine de duyarlılığı ortaya koyması yönüyle önemlidir. Nitekim bu adımın bir sonucu olarak Milli Güvenlik Konseyi üyelerinden sağ kalanların 12 Eylül soruşturması kapsamında mahkeme önüne çıkması da anlamlıdır. 2. Diğer Demokratikleşme Adımları Diğer demokratikleşme adımları başlığı altında esasında anayasal ve yasal düzeyde doğrudan veya dolaylı olarak insan hakları ile ilgili birçok yeniliği saymak mümkündür. Bununla birlikte bu hususlar insan hakları başlığı altında ele alınacağından burada zikredilmemektedir. Burada son on yıllık dönemde yerel demokrasi bağlamında önemli bir yere sahip olan mahalli idareler ile ilgili gerçekleştirilen yeniliklere kısaca değinmek gerekir. Türkiye’de en önemli mahalli idare birimleri olarak karşımıza çıkan il özel idaresi, belediye ve büyükşehir belediyeleri ile ilgili temel kanunlar son on yılda yeniden çıkarılmıştır. Bu amaçla 2004 yılında 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu, 2005 yılında ise 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu, 5355 sayılı Mahalli İdare Birlikleri Kanunu ve 5393 sayılı Belediye Kanunu çıkartılmıştır. Bu kanunlar önemli yenilikler getirmiş, çağın gereklerine göre mahalli idare birimlerini yeniden ele almışlardır. Bu kanunlarda yerel demokrasi bağlamında göze batan temel özellik mahalli idareler üzerindeki merkezin ağırlığını kırmak ve yerel demokrasi 26 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 gereklerine uygun bir yapılanmaya doğru geçmektir. Bu amaçla yeni İl Özel İdaresi Kanunu ile artık valinin İl Genel Meclisine başkanlık yapmasına son verilmiş ve yine valinin idari vesayet makamı olarak İl Genel Meclisi kararlarını onaması biçimindeki yetkisi kaldırılmıştır. Benzer biçimde belediye ve büyükşehir belediyesi kararlarının vesayet makamlarının onayına tabi tutulması hususunda önceden var olan modelin yerine daha fazla bu birimlerin idari özerkliğine ağırlık verilmiş20, ayrıca mahalli idare birimlerinin yetkileri güçlendirilmiştir. Öte yandan mahalli idarelerin gelirleri de artırılarak, mali tevzin ilkesine uygun olarak bu kuruluşların görevleriyle orantılı gelire sahip olmasına özen gösterilmiştir. Her ne kadar bu yenilikler olumlu karşılanabilirse de, Türkiye’de çok eski ve önemli bir yerleşim birimi olan köy tüzel kişiliği ile ilgili kanunun yeniden ele alınmaması önemli bir eksikliktir. Bilindiği üzere 442 sayılı Köy Kanunu 1924 tarihli olup, birçok sorunu bünyesinde taşımaktadır. Bu nedenle Köy Kanununun da çağın gereklerine uygun, yerel demokrasiyi tesis edecek biçimde yeniden ele alınması gerekir. Bununla birlikte, her ne kadar Köy Kanunu’ndaki sorunlara yönelik hukuki bir çözüm sağlanmamışsa da son on yıllık dönemde hükümetin KÖYDES projeleri ile köylere yol, su ve benzeri altyapı hizmetlerini götürmede önemli katkılar sağladığını belirtmek gerekir. B- İnsan Hakları ve Hukuk Devleti İle İlgili Reformlar 1- Hak Arama Özgürlüğü İle İlgili Kanalların Genişletilmesi a. Uluslararası İnsan Hakları Hukukuna Açılımın Geliştirilmesine Yönelik Adımlar Bilindiği üzere insan hakları II. Dünya Savaşı sonrasından itibaren uluslararası alanda gittikçe daha fazla önem kazanmaktadır. Bugün gelinen noktada insan hakları uluslararası alana taşınmış ve böylece insan hakları alanının sadece devletlerin iç işi olarak kalmadığı anlaşılmıştır. Bunun bir gereği olarak devletler uluslararası insan hakları sözleşmelerine taraf olmuşlar ve taraf olmanın gereklerini de yerine getirmenin değişik versiyonlarını uygulamaya sokmuşlardır. Bu bağlamda Türkiye AİHS’e taraf olmanın bir gereği olarak AİHM’in verdiği mahkumiyet kararlarının gereğini yerine getirmekteydi. Ancak Türkiye 20 Bkz.: Kemal GÖZLER / Gürsel KAPLAN, İdare Hukuku Dersleri, 11. Baskı, Ekin Yay., Bursa, 2011, s. 186. 27 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 AİHM kararlarını gereğini yerine getirme noktasında mevzuatında da önemli yenilikler yapmıştır. Bu bağlamda ilk olarak 03.08.2002 tarih ve 4771 sayılı Kanunla AİHM’in verdiği Türkiye’ye yönelik mahkumiyetler hukuk ve ceza davalarında yeniden yargılama nedeni olarak kabul edilmiştir. Daha sonra ise bu konu yeniden ele alınmış ve 23.01.2003 tarihli ve 4793 sayılı Kanun ile yine AİHM’in verdiği ihlal kararları hukuk ve ceza davalarında yargılanmanın yenilenmesi sebebi olarak sayılmıştır. Devamında 15.07.2003 tarih 4928 sayılı Kanunla aynı şekilde idari yargı için de AİHM’in verdiği mahkumiyet kararları yeniden yargılama nedeni olarak kabul edilmiştir. Böylece artık mevzuatımızda AİHM’in Türkiye’ye yönelik olarak verdiği mahkumiyet kararları İdari Yargılama Usul Kanunu, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu hükümlerine göre yeniden yargılama nedeni olarak kabul edilmektedir. Bu yenilikle artık Türkiye’de yargı mercilerinin AİHM kararlarına kayıtsız kalamayacakları, AİHM içtihadını dikkate almak durumunda olacakları görülmektedir. Esasında iç hukuktaki sorunlu mahkeme kararları açısından düşünüldüğünde bu yeniliği olumlu kabul etmek gerekir. Bu konuda daha üst düzeyde ve daha etkili bir yenilik ise Anayasanın 90. maddesinde 2004 yılında yapılan değişiklikle getirilmiştir. Buna göre artık Türkiye’nin usülüne uygun yürürlüğe koyduğu uluslararası insan hakları sözleşmeleri, diğer uluslararası sözleşmelerden farklı olarak, kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda her halükarda esas alınacaktır. Bununla birlikte bu fıkradaki ifadeden insan hakları sözleşmelerine kanunlar karşısında genel bir üstünlük tanımadığı, sadece hüküm çatışması olması durumunda sözleşme hükümlerinin kanunlardan önce uygulanmasının öngörüldüğü anlamı çıkmaktadır21. Kuşkusuz bu gelişme insan hakları hukukunda oldukça önemli bir adımdır. Bu hükmün anlamlı olabilmesi noktasında artık sadece insan hakları sözleşmesi hükümleri değil, bu sözleşmeyi yorumlayan mahkeme içtihadı da bu seviyeye yükselmiş olacaktır. Zira sözleşme hükümleri her zaman tek başına çok açık olmayabilirler. Söz gelimi AİHS’in adil yargılanma hakkına ilişkin hükmü tek başına değil, ancak bu konuya ilişkin AİHM kararları ile daha anlamlı olabilir. Bu nedenle 2004 Anayasa değişikliği ile getirilen kuralın aynı zamanda ilgili mahkeme kararlarını da kapsadığı söylenebilecektir. 21 Yavuz ATAR, Türk Anayasa Hukuku, 6. Baskı, Mimoza Yay., Konya, 2011, s. 353. 28 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 Bununla birlikte bu değişikliğin her zaman insan hakları ile ilgili olarak olumlu sonuçlar doğurması mümkün olmayabilir. Zira kimi durumlarda uluslararası insan hakları sözleşmesine rağmen insan hakları açısından ülkedeki kanun daha fazla güvence sağlayabilir ki bu durumlarda da daha güvenceli olan bu kanun hükmü yerine Anayasanın 90. maddesi gereği olarak insan hakları sözleşmesi hükmü esas alınacaktır. Bu nedenle ilgili anayasa hükmünde daha güvenceli olan kural hangisi ise onun üstünlük tanınması daha isabetli olabilirdi. b. Bilgi Edinme Hakkının Kabulü Esasında demokratik yönetimin tesisi açısından da önemli bir hak olan bilgi edinme, 09.10.2003 tarih ve 4982 sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kanunu ile mevzuatımıza girmiştir. Bu Kanunla tüm kamu kurum ve kuruluşları ile kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarında demokratik ve şeffaf yönetimin gereği olan eşitlik, tarafsızlık ve açıklık ilkelerine uygun biçimde kişilerin bilgi edinme hakkını kullanmaları amaçlanmış ve bunun gereği olan prosedürel hususlar düzenlenmiştir. Kanunda idarenin bilgi edinme başvurusunda bulunan kişiye ilke olarak bilgi verme yükümlülüğü getirilmiş, bilgi edinme başvurusuyla ilgili yapılacak itirazları sonuçlandırmak üzere Bilgi Edinme ve Değerlendirme Kurulu oluşturulmuştur. c. Kamu Denetçiliği Kurumu Yine insan hakları ile ilgili önemli bir kurum olarak 5548 sayılı Kanunla TBMM’ye bağlı Kamu Denetçiliği Kurumu kurulmuştur. Anayasa Mahkemesi bu Kanunu TBMM’nin yetkilerinin sayıldığı Anayasanın 87. maddesine aykırı bularak iptal etmiştir.22 Bunun üzerine 2010 Anayasa değişikliği ile konu Anayasanın 74. maddesine kamu denetçisine başvurma hakkı başlığı eklenerek düzenlenmiştir. Günümüzde gelinen noktada Kamu Denetçiliği Kurumu gibi arabulucu bir kurumun insan haklarının korunması ve insan hakları ile ilgili bilincin oluşturulmasına yönelik katkısı değerlendirilmelidir. Zira insan hakları ile ilgili olarak yargısal korumanın yoğunluğu ve gecikmeli olarak karar vermesi nedeniyle aslında zamanında bir koruma sağlaması her zaman mümkün değildir. Oysa Kamu Denetçisinin yapacağı arabuluculuk sayesinde insan hakları 22 Esas Sayısı: 2006/140, Karar Sayısı: 2008/185, Karar Tarihi: 25.12.2008. 29 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 ihlalleri daha kısa sürede ve yargı yoluna başvurmadan önlenebilecektir. Öte yandan insan hakları açısından gerçekleştireceği faaliyetler, arabuluculuk neticesinde hazırlayacağı raporlar ve bunların kamuoyunda doğuracağı duyarlılık nedeniyle kamu kurum ve kuruluşları artık insan hakları ihlali yapmamak amacıyla daha dikkatli hareket edeceklerdir. Bu durum, idarenin insan haklarına daha saygılı olması sonucuna katkı sağlayabilir. d. Türkiye İnsan Hakları Kurumu İnsan haklarının korunması ve geliştirilmesi konusunda çalışmalar yapmak üzere Türkiye İnsan Hakları Kurumu adıyla bir kurum kurulmuştur. 21.06.2012 tarih ve 6332 sayılı Türkiye İnsan Hakları Kurumu Kanunu ile kurulan bu Kurum, insan haklarının korunmasına, geliştirilmesine ve ihlallerin önlenmesine yönelik çalışmalar yapmak; işkence ve kötü muamele ile mücadele etmek; şikâyet ve başvuruları incelemek ve bunların sonuçlarını takip etmek; sorunların çözüme kavuşturulması doğrultusunda girişimlerde bulunmak; bu amaçla eğitim faaliyetlerini yürütmek; insan hakları alanındaki gelişmeleri izlemek ve değerlendirmek amacıyla araştırma ve incelemeler yapmakla yetkilendirilmiştir. Esasında İnsan Hakları Kurumu’nun öncesinde Türkiye’de il ve ilçe düzeyinde insan hakları kurulları yer almaktaydı. Bu kurullar insan hakları konusunda duyarlılığın sağlanmasında ve insan hakları ihlalleri ile ilgili şikayetlerin incelenmesinde belli ölçüde etkili olmaktaydı. Bu deneyimi de göz önünde tutarak Türkiye İnsan Hakları Kurumu’nun oluşturulması bundan sonraki süreçte Türkiye’nin insan hakları ile ilgili sorunlarının çözümüne önemli katkılar sağlayabilir. Bununla birlikte insan hakları ihlalleri sonrasında arabuluculuk faaliyeti yapmakla yetkili Kamu Denetçiliği Kurumu’nun da var olduğu düşünüldüğünde, İnsan Hakları Kurumu’nun daha farklı alanda ve daha farklı bir misyonla görevini sürdürmesinin zorunluluğu ortaya çıkmaktadır. Kendisine verilen görev ve yetkilerini kendi sorumluluğu altında, bağımsız olarak yerine getireceği öngörülen Türkiye İnsan Hakları Kurumu’nun karar organı olan İnsan Hakları Kurulu’nda insan hakları alanında temayüz etmiş akademisyen, hukukçu, sivil toplum örgütü mensuplarının yer alacağı düşünüldüğünde, bu üyelerin alacağı kararların hayata geçirilmesiyle İnsan Hakları Kurumu’nun insan hakları standardının yükselmesinde katkı sağlayacak, bu alandaki çıtayı yükseltebilecek bir kurum olarak kendisini göstermesi mümkün olabilecektir. 30 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 e. Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru Hakkı 2010 Anayasa değişikliği ile kabul edilen Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru hakkı aynı zamanda Türkiye’nin AİHM önünde mahkum olmasını önleyici bir tedbir olarak da düşünülmüştür. Nitekim bireysel başvuru hakkı kapsamında olan haklara ilişkin kataloga bakıldığında bunu daha rahat biçimde söylemek mümkündür. 2010 Anayasa değişikliğindeki hükme göre, “Herkes, Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabilir” (madde: 148/3). Esasında bireysel başvuru hakkının kabulü insan haklarına ilişkin hassasiyetin bir tezahürüdür. Nitekim bu yol sayesinde herkes hakkını elde edebilmek, karşılaştığı mağduriyetleri kaldırmak için kanun yollarını tükettikten sonra Anayasa Mahkemesine başvurabilecektir. Anayasa Mahkemesinin işlevi açısından da düşünüldüğünde bireysel başvuru hakkının bu amaca hizmet edebileceği söylenebilir23. Bununla birlikte Türkiye’de bu konuda karşılaşılabilecek bir sorun Anayasa Mahkemesi’nin yaklaşımından kaynaklanmaktadır. Zira Anayasa Mahkemesi kuruluşundan itibaren özellikle siyasi nitelikli davalar dolayısıyla insan hakları ve özgürlükler lehine yerleşik bir içtihat sergileyememiş, vesayet aktörü olarak hareket ettiği içindir ki genellikle bu biçimdeki davalarda devletçi ve ideolojik yaklaşımın etkisinde kalmıştır. Bu nedenle bireysel başvurudan beklenilenin elde edilebilmesi aynı zamanda Anayasa Mahkemesi’nin artık özgürlükçü yaklaşımla hareket etmesini gerektirmektedir24. Aksi takdirde bireysel başvuru sadece AİHM’e yapılacak başvuruyu belli bir süre daha öteleyen bir mekanizma olarak kalabilir. f. Yargısal Denetim Yasaklarının Azaltılması Hukuk devletinin tesisi açısından anayasal düzeyde Türkiye’de var olan önemli bir sorun kimi yargısal denetim yasaklarının öngörülmüş olmasıdır. Bu nedenle uygulamada çok ciddi mağduriyetler yaşanabilmektedir. Bun- 23 Fazıl SAĞLAM, “Anayasa Şikayeti – Anlamı, Kapsamı ve Türkiye Uygulamasında Olası Sorunlar”, Demokratik Anayasa, Ed.: Ece Göztepe / Aykut Çelebi, Metis Yay., Ankara, 2012, s. 426. 24 Hakyemez, Anayasa Mahkemesinin Yargısal Aktivizmi ve İnsan Hakları Anlayışı, s. 428-429. 31 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 ların anayasadan kaynaklanması ise önemli bir sorundur. Esasında Cumhuriyetin nitelikleri arasında değiştirilmesi teklif dahi edilemez bir ilke olarak hukuk devletini zikreden 1982 Anayasasının bu konuda denetim yasakları getirmesi kendi içinde önemli bir çelişkidir. 2010 Anayasa değişikliği ile bu konuda belli ölçüde olumlu adımlar atılmıştır. Bu bağlamda Yüksek Askeri Şura kararlarından terfii işlemleri ile kadrosuzluk nedeniyle emekliye ayırma hariç her türlü ilişik kesme kararlarına karşı yargı yolu açılmıştır. Bunun yanında memurların uyarma ve kınama cezalarına karşı da yargı yoluna başvurma imkanı sağlanmıştır. Öte yandan HSYK’nın meslekten çıkarma kararına karşı da yargı yolu açılmıştır. Bu olumlu adımlara rağmen YAŞ ve HSYK’nın birtakım kararlarına karşı yargı yolunun halen kapalı olması ve yine Cumhurbaşkanının tek başına yaptığı işlemlere karşı yargı yoluna başvurulamaması hukuk devleti açısından önemli engeller olarak görülmeye devam etmektedir. 2- Yargının Oluşumunun Geliştirilmesi 2002 – 2012 döneminde demokratikleşme ve hukuk devleti standardının yükseltilmesi ile ilgili en önemli reformların başında 2010 Anayasa değişikliği gelmektedir. Bu değişiklikler içerisinde en önemlilerin de yargı vesayetinin kırılması noktasında Anayasa Mahkemesi ve HSYK ile ilgili olanlardır. Bu değişiklikler sayesinde özellikle HSYK’da yüksek yargının hakimiyeti kırılmıştır. Olumlu yenilikler getirmesine rağmen bu değişikliklerin de bazı eksiklikleri mevcuttur. a- HSYK İle İlgili Yenilikler HSYK adli ve idari yargı ilk derece mahkemelerinde çalışan tüm hakim ve savcıların mesleğe kabulden emekliliğe kadar tüm özlük hakları konularında tek yetkilidir. Kurul ayrıca tüm Yargıtay üyelerini ve Danıştay üyelerinin dörtte üçünü seçerek yüksek yargının oluşumunda da neredeyse tek söz sahibidir. Bu güçlü yetkileriyle HSYK, yargılama sürecinde kimi zamanlarda oldukça fazla adından bahsedilen bir kurum olmuştur. Özellikle iki binli yıllarda da HSYK kimi kritik davalar ve bunlara yönelik müdahale girişimleriyle yoğun biçimde eleştirilerin odağına yerleşmiştir. Bunun sonucu olarak 2010 Anayasa değişikliği ile HSYK’nın yapısı önemli ölçüde değiştirilmiştir. 2010 Anayasa değişikliği öncesi şekliyle HSYK Adalet Bakanı, Adalet Bakanlığı Müsteşarı, Yargıtay’dan gelen üç üye ve Danıştay’dan gelen iki üye olmak 32 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 üzere toplam yedi kişiden oluşmaktaydı ve oy çokluğu ile karar almaktaydı. Kurul, Müsteşarın katılımı olmadan çalışmalara başlayamamaktaydı. Onbinin üzerinde ilk derece yargı mensubu ile ilgili özlük hakları konusunda kara alma yetkisine sahip kurulda bu kesimin hiç temsil edilmemesi önemli bir eksiklikti. Kurulda özellikle yüksek yargıda gelen beş üyenin blok halde istediği kararı çıkarması mümkündü. Öte yandan Adalet Bakanının siyasi bir kişilik olarak Kurulda yer alması kimi dönemlerde önemli ölçüde sorunlara yol açmaktaydı. 2010 değişikliği ile Kurulun üye sayısı yirmi ikiye yükseltilmiştir. Kurulun mevcut yedi üyesi yanında üç üyenin idari yargı ilk derece mahkemelerinde çalışanlar hakim ve savcılar arasından, yedi üyenin adli yargı ilk derece mahkemelerinde çalışanlar hakim ve savcılar arasından, bir üyenin Türkiye Adalet Akademisi üyeleri arasından ve dört üyenin Cumhurbaşkanınca hukukçu öğretim üyeleri ve avukatlar arasından seçilmesi esası getirilmiştir. Böylece Kurul yeni haliyle daha karma ve çoğulcu bir yapıya kavuşarak Avrupa ülke örneklerindeki yüksek yargısal kurullardaki oluşuma yaklaşmıştır. Yeni oluşumuyla Kurulda yüksek yargının ağırlığının kırılması, ilk derece mahkemelerinde çalışan hakim ve savcıların da adil biçimde temsil imkanının sağlanması, daha karma ve çoğulcu bir yapı oluşturulması olumlu adımlar olarak görülebilir25. Öte yandan Adalet Bakanı Müsteşarının katılımı olmadan da Kurulun çalışmalarına devam edebilmesi önemli bir yeniliktir. Tüm bu yönleriyle bakıldığında yeni şekliyle HSYK’nın yapısının uluslararası standarda daha fazla yaklaşır hale geldiği aşikardır26. Yeni şekliyle Kurul tek heyet halinde değil üç ayrı daire şeklinde yapılandırılmıştır. Hakim ve savcıların özlük hakları konusunda asıl yetkili organ dairelerdir. Adalet Bakanı, Kurulun başkanı olmaya devam etmesine rağmen daire çalışmalarına katılamayacağından bakanın konumu önceki duruma göre artık çok daha ideale yaklaşmıştır. Bakanın Kurulda bulunması yargılama hizmetlerinden dolayı TBMM’ye karşı sorumlu kişi olduğu da göz önünde tutulduğunda gereklidir27. Bununla birlikte Kurul Başkanının seçilmiş üyeler 25 HSYK’nın 2010 Anayasa değişikliği öncesi ve sonrasındaki şekliyle mukayesesi için bkz.: Kemal GÖZLER, Türk Anayasa Hukuku Dersleri, 12. Baskı, Ekin Yay., Bursa, 2011, s. 408-412. 26 Benzer görüş olarak bkz.: Hasan HENDEK, “Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun Yapısının Değerlendirilmesi”, Türkiye Adalet Akademisi Dergisi, Yıl: 2, Sayı: 5, Nisan 2011, s. 481. 27 Atar, s. 288. 33 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 arasından birisi olması Venedik Komisyonu’nun yargısal kurullar için belirlediği standarda da daha uygun olurdu28. Kurulun ayrı tüzel kişiliği, ayrı personel, sekretarya, teftiş kurulu ve bütçeye kavuşturulması Kurulun, kurumsal olarak yürütmenin etkisinden kurtarılması sonucunu doğuracaktır. Bu olumlu değişikliklere rağmen HSYK’nın oluşumundaki önemli bir eksiklik halen Kuruldaki hiçbir üyeyi TBMM’nin seçememesidir. Oysa Avrupa ülke örnekleri içerisinde bu biçimdeki yüksek yargısal kurula parlamentonun üye seçmediği hiçbir ülke örneği bulunmamaktadır29. Esasında bu durum Türk siyasi hayatında oluşturulan vesayetçi modelde siyaset kurumunun ve dolayısıyla TBMM’nin ne derece ikinci plana itildiğini ve bunun etkisinden kurtulmasının halen ne derece zor olduğunu göstermektedir. Olması gereken açısından düşünüldüğünde Kurulun ilk derece mahkemesi üyelerini TBMM’nin seçmesi yargının demokratik meşruiyetine de daha fazla katkı sağlayacaktır. b- Anayasa Mahkemesinin Oluşumu ve İşleyişi İle İlgili Yenilikler 1982 Anayasasındaki şekliyle Anayasa Mahkemesi’nin oluşumunda önemli sorunlar mevcuttu. 2010 Anayasa değişikliği ile bu oluşum tarzı belli ölçüde düzeltilebilmiştir. On bir asıl ve dört yedek üyeden oluşan Anayasa Mahkemesi’nin bu yapısı on yedi asıl üyeden oluşacak şekilde değiştirilmiş ve yedek üyelik statüsüne son verilmiştir. Yedek üyeliğin kaldırılması isabetli olmuştur; zira yedek üyeler kıdemli olmaları durumunda bile hiçbir zaman Anayasa Mahkemesi’nde asıl üyelerin varlığı durumunda heyete katılma imkanına sahip olamamaktaydı. Öte yandan değişiklikle üyelerin 65 yaşına kadar görevde kalması uygulaması terk edilip bunun yerine görev süresi on iki yılla sınırlandırılmıştır. Mahkemenin üye sayısı artırılırken yüksek yargının Anayasa Mahkemesi’ndeki ağırlığı da kırılmıştır. İlk şekliyle Anayasa Mahkemesi’nin ikişer üyesi Yargıtay ve Danıştay tarafından, birer üyesi Askeri Yargıtay, Askeri Yüksek 28 Rapor için bkz.: CDL-JD(2007)001 - “Judicial Appointments”: Revised discussion paper prepared by the Secretariat for the meeting of the Sub-commission on the Judiciary (14 March 2007). http://www.venice.coe.int/docs/2007/CDL-JD(2007)001-e.asp. Erişim Tarihi: 10.02.2010. 29 Avrupa ülkelerinde bu biçimdeki yüksek yargısal kurulların oluşumu konusunda bkz.: Bkz.: Yusuf Şevki HAKYEMEZ, “Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu”, Yargı Raporu: Demokratikleşme Sürecinde Yargı Kurumları, Stratejik Düşünce Enstitüsü Yay., Ankara, 2010, s. 53-55. 34 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 İdare Mahkemesi, Sayıştay ve YÖK Genel Kurulu tarafından gösterilen üç kat aday arasından Cumhurbaşkanınca, üç üye ise doğrudan Cumhurbaşkanınca yüksek yönetici memurlar ve avukatlar arasından seçilmekteydi. 2010 değişikliğine göre ise artık TBMM iki üyeyi Sayıştay Genel Kurulu’nun kendi başkan ve üyeleri arasından gösterdiği üç aday arasından, bir üyeyi ise baro başkanlarının serbest avukatlar arasından gösterdiği üç aday arasından seçebilecektir. Cumhurbaşkanı ise; dört üyeyi üst kademe yöneticileri, serbest avukatlar, birinci sınıf hakim ve savcılar ile en az beş yıl raportörlük yapmış Anayasa Mahkemesi raportörleri arasından doğrudan seçebilecek, üç üyeyi Yargıtay, iki üyeyi Danıştay, bir üyeyi Askeri Yargıtay, bir üyeyi Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’nin göstereceği üçer aday içinden; üç üyeyi ise Yükseköğretim Kurulu’nun kendi üyesi olmayan yükseköğretim kurumlarının hukuk, iktisat ve siyasi bilimler dallarında görev yapan öğretim üyeleri arasından göstereceği üçer aday içinden seçecektir. Bu yenilikte göze çarpan en önemli hususlar şöyledir: Yukarıda da belirtildiği gibi Mahkeme’nin oluşumunda yüksek yargının ağırlığına son verilmiştir. Öte yandan artık Cumhurbaşkanı Mahkeme’nin tüm üyelerinin belirlenmesinde söz sahibi olmayacaktır. Bununla birlikte on yedi üyeden on dördünün doğrudan veya dolaylı olarak Cumhurbaşkanı tarafından seçilmesi Mahkemenin oluşumunda Cumhurbaşkanının etkisinin önemli ölçüde devam ettiğini göstermektedir. Öğretim üyelerinin sayısının üçe yükseltilmesi Anayasa Mahkemesi’nin gerçekleştirdiği denetim açısından olumlu bir yeniliktir. Bununla birlikte TBMM’nin doğrudan hiçbir üyeyi seçememesi Anayasa Mahkemesi’nin oluşumu ile ilgili en önemli eksiklik olarak görülebilir. Nitekim Avrupa uygulamasında hiçbir ülkede parlamentonun üye seçmediği bir örnek görmek mümkün değildir. Aksine Federal Almanya, Polonya ve Macaristan gibi kimi ülkelerde Anayasa Mahkemesi’nin tüm üyeleri parlamento tarafından seçilmektedir30. 2010 değişikliği ile Mahkeme’nin çalışma şekli de değiştirilmiştir. Özellikle bireysel başvuru hakkının kabulü dolayısıyla Mahkeme genel kurul yanında iki ayrı bölüm halinde de çalışacaktır. Bölümler bireysel başvuru hakkı ile ilgili konularda, Genel Kurul ise iptal, itiraz başvuruları, Yüce Divan yargılaması ve siyasi parti kapatma davaları ile ilgili konularda yetkilidir. Esa- 30 Avrupa ülke örneklerinde Anayasa Mahkemelerinin oluşumu konusunda özlü bilgi için bkz.: Haşim KILIÇ, “Türk Anayasa Mahkemesi’nin Yeniden Yapılandırılmasına İlişkin Öneri”, Anayasa Yargısı 21, Anayasa Mahkemesi Yay., Ankara, 2004, s. 87. 35 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 sında Mahkeme’nin yoğun iş yükü açısından düşünüldüğünde, Anayasa Mahkemesi’nin üye sayısının on dokuz ya da yirmi bire yükseltilip iki ayrı daire şeklinde çalışması ve dairelerin iptal ve itiraz başvurularına bakması daha işlevsel bir Mahkemeyi karşımıza çıkarabilecektir. 3- İnsan Hakları Alanındaki İyileştirmeler a- İşkenceye Sıfır Toleransla İlgili Adımlar Türkiye’nin insan hakları sorunu bağlamında önceleri önemli bir sorun olan işkenceyle mücadele konusunda gelinen nokta gerçekten olumludur. Zira siyasi iktidarlar bu konuya özel hassasiyet göstermişlerdir. Benzer tutum son on yılık dönemde de kararlılıkla sergilenmiş ve bu bağlamda işkenceye sıfır tolerans yaklaşımıyla önemli adımlar atılmıştır. Bu bağlamda kamu görevlilerinin eğitimine özel önem verilmiştir. Emniyet mensuplarının yetiştirilmesinde insan hakları eğitimi daha fazla ön plana çıkarılmıştır. Ek olarak polis memurlarının artık Polis Akademisi bünyesinde ön lisans eğitimi verilen Polis Meslek Yüksek Okulları’ndan mezun olması şartının getirilmesiyle insan hakları eğitiminin daha sağlıklı biçimde verilmesi amaçlanmıştır. Öte yandan 2005 yılında yürürlüğe giren yeni Ceza Kanunu ile işkence suçuna yönelik ceza artırımı, işkence ve kötü muamele dolayısıyla verilen cezaların ertelenmesi veya tecilinin önlenmesi caydırıcılığı sağlamaya yönelik önemli adımlardır. Öte yandan nezarethaneler ve benzeri kolluk görevlilerinin görev yaptığı yerlerde fiziksel ve teknolojik olarak önemli iyileştirmeler yapılmış ve polis merkezi ve karakollarda insan hakları normlarına uygun hale getirilmiştir. Bu doğrultuda ayrıca son on yıllık dönemde Avrupa İşkencenin Önlenmesi Komitesi ile etkin bir biçimde işbirliği yapılması yoluna başvurulmuştur. Bunun sonucunda gözaltı ve cezaevlerindeki koşullar Komitenin tavsiyelerine uygun hale getirilmeye çalışılmıştır. b- Farklı Dil ve Lehçelerin Öğrenilmesi, Geliştirilmesi ve Bu Dillerde Yayın Bilindiği üzere 03.08.2002 tarih ve 4771 sayılı Kanunla vatandaşların, resmi dil olan Türkçenin yanında günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerde de yayın yapılabilmelerine ve yine günlük 36 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları dil ve lehçelerin öğrenilmesi için, 8.6.1965 tarihli ve 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu hükümlerine tabi olmak üzere özel kurslar açabilmelerine imkan sağlayan hükümler getirilmişti. Bununla ilgili altyapı sağlanarak 2003 yılı içerisinde kurslar açılır hale getirilmiştir. Dil konusundaki bu açılım daha sonraki dönemlerde sürdürülmüştür. Bu bağlamda 19.07.2003 tarih ve 4928 sayılı Kanunla özel televizyonlar ve TRT’de Türkçe dışında farklı dil ve lehçelerde yayın yapılmasının önündeki yasal engeller kaldırılmıştır. Bunun üzerine “Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında Geleneksel Olarak Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçelerde Yapılacak Radyo ve Televizyon Yayınları Hakkında Yönetmelik” hazırlanarak yürürlüğe konulmuş31 ve böylece farklı dil ve lehçelerde radyo ve televizyon yayını yapma imkanı sağlanmıştır. Son olarak 11.06.2008 tarih ve 5767 sayılı Kanunla konu yasal güvenceye bağlanmış ve özel radyo ve televizyonlar ile TRT’de bu alana ilişkin tüm engeller kaldırılmıştır. Bu amaçla TRT’nin bir kanalı Kürtçe yayın yapmaya başlamıştır. 2009 yılındaki yönetmeliğin tamamlanmasıyla birlikte özel radyo ve televizyonların da kesintisiz biçimde bu dillerde yayın yapması hakkı sağlanmıştır. Öte yandan Türkiye’deki farklı dil ve lehçelerin kullanılmasının önündeki engellerin kaldırılması ve bu dillerin geliştirilmesi ile ilgili de önemli adımlar atılmıştır. Bu bağlamda cezaevlerinde tutuklu ve hükümlülerin yakınları ile anadillerinde görüşme yapma imkanı sağlanmış32, üniversitelerde, farklı dil ve lehçelerle akademik araştırma yapılabilmesi, Enstitü kurulması ve seçmeli ders konulması uygulamasına başlanmıştır. Ayrıca 08.04.2010 tarih ve 5980 sayılı Kanunla siyasi partilerin seçim çalışmalarında vatandaşların kullandığı farklı dil ve lehçelerde propaganda yapabilmesinin yolu açılmış, yerleşim yerlerine yerel adlar verilmeye, eski adlar kullanılmaya başlanmıştır. c- Ölüm Cezasının Mevzuattan Tamamen Kaldırılması Bilindiği üzere Türkiye’de ölüm cezası 2001 yılında olağan dönemler için kaldırılmıştı. 2004 yılında ise ölüm cezası olağanüstü dönemler için de kaldırı- 31 Yönetmelik için bkz.: 25.01.2004 tarih ve 25357 sayılı Resmi Gazete. 32 Bkz.: Hükümlü ve Tutukluların Ziyaret Edilmeleri Hakkında Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik, 06.11.2009 tarihli ve 27398 sayılı Resmi Gazete: 37 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 larak mevzuattan tamamen çıkartılmıştır. Akabinde ise Birleşmiş Milletler ve Avrupa Konseyi bünyesinde ölüm cezasının kaldırılmasına ilişkin protokoller de onaylanmıştır. d- Memurların Sendikal Hakları Memurların sendikal hakları grev ve toplu sözleşmeyi kapsamaması yönüyle işçilerden önemli ölçüde ayrılmaktaydı. Özellikle bu durum memurların pazarlık gücünü de azaltmaktaydı. 1995 Anayasa değişikliği ile memurların sendika kurma hakkının tanınmış olmasına rağmen, yine bu değişiklikle kendilerine tanınan toplu görüşme hakkı etkili bir araç olarak kullanılamamaktaydı. Bu nedenle memurlar sendikal haklarının talebi amacıyla mücadelelerini sürdürmekteydiler. 2010 Anayasa değişikliği ile bu konuda önemli bir adım atılmış ve memurlara sendika hakkı yanında toplu sözleşme hakkı da öngörülmüştür. Toplu görüşmenin yerine toplu sözleşme hakkı tanınması önemli bir yeniliktir. Böylece memurların hükümetle yaptığı sözleşme artık bağlayıcı olacaktır. Bununla birlikte anlaşma sağlanamaması durumunda grev hakkı öngörülmemiştir. e- Çocuk Hakları Çocuk hakları bağlamında mevzuatta yasal düzeydeki bazı olumlu düzenlemeler sonrasında 2010 Anayasa değişikliği ile ayrı bir başlık halinde bu haklar anayasada düzenlenmiştir. “Çocuk hakları” başlığı altında 2010 Anayasa değişikliği ile Anayasanın 41. maddesinde şu hükme yer verilmiştir: “Her çocuk, korunma ve bakımdan yararlanma, yüksek yararına açıkça aykırı olmadıkça, ana ve babasıyla kişisel ve doğrudan ilişki kurma ve sürdürme hakkına sahiptir. Devlet, her türlü istismara ve şiddete karşı çocukları koruyucu tedbirleri alır”. Böylece çocuk haklarının uluslararası standarda uygun biçimde sağlanması noktasında önemli bir adım atılmıştır. Ancak bu konuda Türkiye’de halen ciddi sorunlar mevcuttur. Söz gelimi Türkiye din ve vicdan hürriyeti konusu halen uluslararası standardın gerisindedir. f- Pozitif Ayrımcılık Eşitlik ilkesinin uygulamada anlamlı olabilmesi için dezavantajlı kesimler için farklı muamelede bulunulmasına imkan sağlayan pozitif ayrımcılık 38 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 anayasal düzeyde ilk olarak 2004 yılında kadınlarla ilgili olarak şu şekilde öngörülmüştü: “Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür.” 2010 yılında ise bu fıkraya eklenen “Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz.” hükmü ile kadınlara yönelik pozitif ayrımcılık daha açık biçimde ifade edilmiştir. 2010 Anayasa değişikliği ile başka bazı kesimler için de bu bağlamda şu şekilde bir düzenleme öngörülmüştür: “Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz.” Böylece anayasal düzeyde kadınlar yanında çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimlerinin malul ve gazileri için de pozitif ayrımcılık yapılabileceği hüküm altına alınmıştır. Bu bağlamda özellikle dezavantajlı kesimlerin eşitlik ilkesi açısından mağduriyetlerini giderecek düzenlemelerin anayasal dayanağının oluşturulması olumlu bir adım olarak görülebilir. Ancak daha da önemlisi devletin bu kesimlere yönelik sosyal devlet ilkesinden hareketle etkili tedbirler almasıdır. g- Siyasi Parti Özgürlüğünün Daha Güvenceli Hale Getirilmesi 2010 Anayasa değişikliği paketi siyasi parti yasaklama rejimi konusunda önemli yenilikler içermekle birlikte söz konusu maddenin öngörülen çoğunluk oyuna ulaşamaması dolayısıyla kadük olması siyasi parti özgürlüğü açısından önemli bir kayıp olmuştur. Buna rağmen 2010 Anayasa değişikliği ile siyasi parti özgürlüğü noktasında iki önemli yenilik gerçekleştirilmiştir. İlk olarak kapatma kararı verilmesi üzerine partisinin kapatılmasına sebebiyet veren milletvekilinin milletvekilliğinin düşmesi artık söz konusu olmayacaktır. Kapatmanın siyasi parti açısından bir yaptırım olduğu düşünüldüğünde, bu yeniliğin olumlu bir adım olarak görülmesi mümkündür. İkinci olarak Anayasa Mahkemesinin siyasi partilerin kapatılmasına ya da devlet yardımından yoksun bırakılmasına karar verilebilmesi için toplantıya katılan üyelerin üçte iki oy çokluğu şartı aranacaktır. Önceki durumda söz konusu çoğunluk beşte üç iken bunun üçte ikiye yükseltilmesi siyasi parti özgürlüğü açısından daha güvenceli bir durum oluşturmuştur. Özellikle Anayasa Mahkemesi’nin sıklıkla siyasi partilere yönelik yaptırım uygulanmasına karar verdiği de düşünüldüğünde bu yeniliğin partiler açısından önemi daha rahat anlaşılabilecektir. 39 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 SONUÇ Son on yıllık tek parti iktidarı döneminde Adalet ve Kalkınma Partisi’nin attığı demokratikleşme adımları Türkiye’nin karşı karşıya olduğu sorunların çözümüne ciddi katkılar sağlamıştır. Ekonomik alandaki gelişmelerin sağladığı katkı ile birlikte düşünüldüğünde demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti alanında gerçekleştirilen reformlar Türkiye’nin prestijini de yükseltmiştir. Elbette gerçekleştirilenlerin eksik noktaları mevcuttur. Buna rağmen 2002 yılı öncesindeki on bir yıllık koalisyon hükümetleri döneminde yaşanan istikrarsızlık, antidemokratik müdahaleler ve benzeri olumsuzlukların etkisiyle kendisini gösteren umutsuzluk on yıllık dönemde gerçekleştirilenlerle artık kaybolmaya yüz tutmuş, insanlar geleceğe daha umutla bakar hale geliştir. Bu gelişmeler ekonomi alanında rakamlara da yansımıştır. Bununla birlikte demokratikleşme alanında atılan adımlar da oldukça önemlidir; ancak bu biçimdeki adımların daha kararlı biçimde sürdürülmesi gerekmektedir. Zira halen Türkiye’nin önünde demokratikleşme noktasında önemli sorunlar mevcuttur. Bugün gelinen noktada askeri vesayetle ilgili şu anda görünürde bir sorun olmamasına rağmen, fiili durumla yetinilmemeli, soruna kalıcı çözümler getirilmelidir. Bu nedenle gerekli anayasal ve yasal değişiklikler bir an önce hayata geçirilmelidir. Bu doğrultuda Genelkurmay Başkanlığı Milli Savunma Bakanlığına bağlanmalı, Milli Güvenlik Kurulu anayasal bir kurum olmaktan çıkarılmalı ve askeri yargı alanında yüksek mahkemeler kaldırılarak sivil – askeri yargı ayrımına son verilmelidir. Öte yandan yargı vesayeti ile ilgili sorunlu noktalara yeniden eğilmek gerekir. Bu amaçla da özellikle HSYK ve Anayasa Mahkemesi’ne belli sayıdaki üyenin doğrudan doğruya TBMM aracılığıyla seçilmesi sağlanmalıdır. Siyasi sistem üzerinde siyaset kurumunun belirleyici aktör olması açısından bu yenilikler hayati önem taşımaktadır. Bunun yanında ideolojik devlet ve onun vesayet aktörleri aracılığıyla tahakkümünden kurtulmak gerekir. Bunun için yeni anayasa süreci başarıyla tamamlanmalıdır. Bu süreçte mümkün olduğunca tüm siyasi partilerin katılımı ile yeni anayasa yapımına özen gösterilmelidir. Bununla birlikte anayasa sürecinde tıkanmanın yaşanması durumunda insan haklarını esas alan demokratik hukuk devleti çıtasının altına düşmeden alternatif yöntemleri devreye sokarak, yeni anayasa beklentisini karşılamaya çalışmak gerekir. Ayrıca 2009 yılında başlatılan demokratik açılım projesi sürdürülmelidir. Süreci baltalamaya yönelik gelişmelerin etkisinde kalarak süreci sekteye uğratmamaya özen gösterilmelidir. Bu bağlamda Kürt sorununun çözümü- 40 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 ne yönelik reformlara devam edilmelidir. Terör sorunu ile mücadele ederken Kürt etnik kökene mensup vatandaşların haklarının sağlanması noktasına uygulamada karşılaşılan sorunların çözümüne yönelik politikalar kararlılıkla sürdürülmelidir. REFERANSLAR Ahmad, Feroz, Demokrasi Sürecinde Türkiye: 1945-1980, Hil Yay., İstanbul, 1996. Arslan, Zühtü, Anayasa Teorisi, Seçkin Yay., Ankara, 2005. Atar, Yavuz, Türk Anayasa Hukuku, 6. Baskı, Mimoza Yay., Konya, 2011. Erdem, Fazıl Hüsnü, “Türkiye’de ‘İdeolojik Devlet’ Gölgesinde Yargı Bağımsızlığı Sorunu,”Demokrasi Platformu, Yıl 1, Sayı 2, 2005, 51-69. Erdoğan, Mustafa, Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset, III. Baskı, Liberte Yay., Ankara, 2001, s. 64-65. Gemalmaz, Mehmet Semih, Anayasada Olağanüstü Rejim Demokratikleşmede Sivil Toplum, Kavram Yay., İstanbul, 1995. Gözler, Kemal, Türk Anayasa Hukuku Dersleri, 12. Baskı, Ekin Yay., Bursa, 2011. Gözler, Kemal / KAPLAN, Gürsel, İdare Hukuku Dersleri, 11. Baskı, Ekin Yay., Bursa, 2011. Hakyemez, Yusuf Şevki, Anayasa Mahkemesinin Yargısal Aktivizmi ve İnsan Hakları Anlayışı, Seçkin Yay., Ankara, 2009. Hakyemez, Yusuf Şevki, “Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu”, Yargı Raporu: Demokratikleşme Sürecinde Yargı Kurumları, Stratejik Düşünce Enstitüsü Yay., Ankara, 2010, 51-70. Hakyemez, Yusuf Şevki, Yeni Anayasada İnsan Haklarının Genel Rejimi, SDE Analiz, Ankara, 2011. Hendek, Hasan, “Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun Yapısının Değerlendirilmesi”, Türkiye Adalet Akademisi Dergisi, Yıl: 2, Sayı: 5, Nisan 2011, 451-486. Kiliç, Haşim, “Türk Anayasa Mahkemesi’nin Yeniden Yapılandırılmasına İlişkin Öneri”, Anayasa Yargısı 21, Anayasa Mahkemesi Yay., Ankara, 2004, 80-95. Özbek, Kadir / ERTOSUN, Ali Suat, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kuruluna İlişkin Anayasa Değişikliği Konusunda Analitik Bir İnceleme, (Yayınevi belirtilmemiş), Ankara, 2010, 1-33. Özbudun, Ergun, “Türk Anayasa Mahkemesinin Yargısal Aktivizmi ve Siyasal Elitlerin Tepkisi”, AÜSBFD, Cilt: 62, Sayı: 3, Prof. Dr. Yavuz Sabuncu’ya Armağan, Temmuz-Eylül 2007, 257-268. Özbudun, Ergun, “Yargı Reformunda Beklenen Adımlar”, 23.07.2012, Star, Açık Görüş. Öztürk, Muhsin, 27 Mayıs Devleti (1960-2011), Ufuk Yay., İstanbul, 2012. Sağlam, Fazıl, “Anayasa Şikayeti – Anlamı, Kapsamı ve Türkiye Uygulamasında Olası Sorunlar”, Demokratik Anayasa, Ed.:Ece Göztepe / Aykut Çelebi, Metis Yay., Ankara, 2012, 418-466. 41 3.. ATILAN ADIMLARIN ANALİZİ 3 Kasım 2002 seçimleriyle başlayan demokratikleşme süreci, Kürt meselesini de kapsayacak yeni bir safhaya girdi. Tabiatıyla çok hararetli tartışmaları da beraberinde getirdi. Esasen bu tartışmaların Sünnî dindarların, Alevîlerin, gayrimüslimlerin sorunları ele alınırken yaşanan tartışmalarla beraber düşünülmesi gerekiyor. 3.1.. DEMOKRATİKLEŞME ADIMLARININ TARİHİ, SİYASİ VE KÜLTÜREL ANALİZİ Dr. Murat YILMAZ SDE İç Politika ve Demokratikleşme Programı Koordinatörü GİRİŞ Türkiye, büyük bir değişim yaşıyor. Vesayet rejimi, tasfiye edilerek demokratikleşme ve sivilleşme istikametinde önemli adımlar atılıyor. Kat edilen mesafe arttıkça demokrasi, sivillik ve özgürlük değerlerine toplumun daha çok sahip çıktığı görülüyor. Yeni bir Türkiye kuruluyor ve bu yeni Türkiye’nin kuruluşunda STK’ların, aydınların ve vatandaşların rolü, giderek artıyor. Bir kriz veya tartışma vesilesiyle, bütün bir demokrasi tarihi hatırlanıyor, adeta yeniden yaşanıyor. Toplum ve vatandaşlar kendilerini, demokrasiyi, sivilleşmeyi, özgürlüğü ve siyaseti keşfediyorlar. Böylece siyasetin alanı ve tabanı genişliyor. Sadece siyasi rejim değil, siyasi söylem ve siyasi kültür de değişiyor. Otoriter ve yarı totaliter bir resmi ideoloji ve devlet düzeninin, vatandaşların siyaseti algılama ve siyaset yapma tarzını tayin eden siyasi kültürdeki kodları ve kalıntıları da ayıklanıyor. Hukuku ve kurumları değiştirmek fevkalade mühim fakat ehemmiyetli olan onları hayata geçirecek insanların, ruhun ve kültürün değişimi. Büyük değişim yaşanırken, bu değişimin bütün mevzuatta, kurumlarda, siyasi partilerde, siyasi hareketlerde, toplumsal kesimlerde, 45 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 fikir gruplarında ve vatandaşlarda aynı şekilde ve hızda yaşanması mümkün değil. Hatta böyle bir beklenti değişimin, toplumun ve siyasetin tabiatına aykırı. Bu itibarla değişimin, tartışma ve reaksiyon doğurması kaçınılmaz. Bir bakıma, buradaki ihtilaflardan siyasi ve demokratik bir bereket dahi beklenebilir. Bu bereketi elde etmek için, ihtilafın çözülebileceği veya devam edebileceği asgari müşterek bir mutabakat çerçevesine ihtiyaç vardır. Bu mutabakat çerçevesi de, ancak demokratik hukuk devleti olabilir. Bazı tartışma ve reaksiyonların, bizzat bu çerçeveyi ortadan kaldıran vesayet rejimini ve hatta darbe rejimlerini savunmaya matuf olduğu görülünce, buradan bir anlaşma çıkması zor görünüyor. Bu yüzden temel meselelerde çıkan anlaşmazlıklarda, bürokrasinin değil seçmenin hakemliğine başvurmak, ihtilafı demokratik bir mecraya sokarak çözümü orada aramak, daha tercihe şayan bir çözüm yolu olarak ortaya çıkıyor. Vesayet rejimi, toplumun ve vatandaşların kendi özgür irade ve tercihleriyle değişmelerini ve kendilerini yönetmelerini engellemek üzere kurulmuştur. Böylece, merkezi iktidar aygıtını veya devleti ele geçiren bir zümrenin, toplumu ve vatandaşları kontrol etmesi, değiştirmesi veya dondurması; ama her halükarda kendi isteğiyle değişmesinin engellenmesi amaçlanmıştır. Tek parti diktatörlüğü ve darbe rejimleri dışında çok partili hayat içerisinde, bu kontrol ve değiştirme anayasa marifetiyle yapılmaya çalışılmıştır. 1961 sonrasındaki anayasa tartışmaları, Turan Güneş’in ifadesiyle bir “anayasa dini” tartışmalarına veya savaşlarına dönüşmüştür. Esasen bu zihniyet, Osmanlı modernleşme ve hürriyet hareketlerinde, Osmanlı bürokratlarının hürriyet vaat ederken vatandaşlar üzerindeki kontrol sistemlerini güçlendiren düzenleme geleneğinin devamlılığını göstermektedir. 2007’deki Cumhurbaşkanlığı tartışmalarıyla Türkiye siyaseti yeniden bir anayasa krizi ve anayasa savaşlarına dönmüştür. Vesayet rejimine direnen, çoğunluğu teşkil eden toplum kesimleri ve onların siyasi temsilcileri ise, bu anayasaları değiştirmek için uğraş vermişlerdir. Lakin darbe döneminde yapılan anayasalar, değiştirilmesi ve demokratikleştirilmesi hukuken ve fiilen zor, katı anayasalardır. Değiştirilmesi ancak yüksek nitelikli çoğunlukla ve siyasi cesaretle mümkün olabilmektedir. Bu bakımdan yüksek nitelikli çoğunluğun oluşmadığı zamanlarda, değişiklik teklifinin halkoyuna sunulması sadece anayasanın değil, bir bütün olarak siyasetin ve toplumun dondurulması ihtimalini bertaraf edecektir. Bu yol ayrıca siyaseti, demokratik ve sivil değişimi mümkün kılan da bir yoldur. 46 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 Türkiye uzun bir süredir yeni, sivil ve özgürlükçü bir anayasa tartışmasının içinde. Ancak demokratikleşme anayasa sürecini aşıyor. Bu süreci anlayabilmek için Türkiye’nin tarihine ve siyasi geleneklere yönelmek gerekiyor. Bu durumda ise ister istemez merkez-çevre tartışmalarına, bürokratik vesayete ve siyasi kültüre bakmak yerinde olacaktır. I. DEMOKRATİK AÇILIM: SİYASİ MERKEZİ DEĞİŞTİRME ÇABASININ TARİHİ Galilei, “Güneş dünyanın merkezidir” dediği için 1616’da Engizisyon tarafından lanetlendi. Engizisyon bu söze Galileicileri aforoz edecek kadar kızmıştı. Çünkü merkezin değişmesi yerleşik düzenin alt-üst olması demekti. Türkiye’nin geleneksel “merkez” tartışması da bu türden bir kızgınlığa ve Engizisyon’a yol açmaktadır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Milli Mücadele’nin liderleri arasındaki mücadeleleri hatırlayalım. Merkez-çevre dengesini daha demokratik ve liberal bir şekilde tanzim etmek isteyen Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, kuruluşundan 5 ay sonra tasfiye edilir; Halk Fırkası bu şekilde asker-sivil bürokrasinin temsilcisi olarak İttihatçıların bıraktığı merkeze oturur. Gazi Paşa’nın 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF)’nın kuruluşunda Fethi Bey’e “Siz CHP’nin biraz solunda durursunuz” sözü, bu merkezin muhalefete çizdiği sınırın çevreye mesafesini göstermektedir. Fakat halk SCF’ye çevrenin partisi rolünü atfedince merkezin senaryosu iflas eder. Demokrat Parti (DP) de, milli şef İsmet Paşa’nın çizdiği merkezî sınırlar içerisinde tutulmaya çalışılır; ancak halk DP’ye de çevrenin partisi olarak bakar. DP ise tıpkı SCF’deki Fethi Okyar gibi “İttihatçı çelik çekirdek”ten gelen merkez-i umuminin mutemet temsilcisi Celal Bayar’ı liderlerinden biri olarak bünyesinde taşır. Buna rağmen DP, nüfusun ekseriyetini köylerde sabitleyen CHP’nin merkez-çevre dengesini, nüfusun yüzde 5’ini şehirlere yani merkeze taşıyarak sarsar. Bu değişikliklere ve demokratikleşmeye tahammül edemeyen merkez, 27 Mayıs darbesi ve 1961 Anayasası ile DP’yi tasfiye ederek merkezin çevre üzerindeki kontrolünü tahkim eder. Ancak DP ile başlayan ve somut olarak her beş yılda yüzde 5 artan şehirleşme oranı ve birçok iktisadi, toplumsal ve kültürel değişkende müşahede edilen değişme, ister istemez merkez-çevre ilişkilerini etkiler. 47 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 Adalet Partisi (AP), merkez-çevre ilişkisini değiştirecek bir iktisadi kalkınma dönemini sürdürürken, idam edilen Başvekil Adnan Menderes ve iki bakanının gölgesinde merkezi gözetmeye çalışır. Ancak artık harekete geçen Türkiye dinamikleri, AP dışında çevrenin yeni aktörlerini de Ankara’ya taşır. Bunların başında Milli Nizam Partisi ile başlayan Milli Görüş Hareketi gelir. Tavanıyla merkez, tabanıyla çevre hassasiyetleri gösteren ve zamanla Türkİslam ülküsü adıyla bir denge inşa etmeye çalışan Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) de bu vadide sayılabilir. Türkiye İşçi Partisi tecrübesi ise merkezdeki elitlerin bir kısmının CHP şemsiyesi dışına çıkma cesareti olarak anlamlıdır; ancak kısa zamanda başarısızlıkla sonuçlanır ve CHP dışına çıkanların büyük çoğunluğu bir cuntayla merkezi ele geçirmeyi dener. Merkez-çevre ilişkilerini sarsan büyük dönüşüm, merkezdeki hizipleri de birbirine düşürür. Merkez artık sadece çevreyi değil, kendi içinde sarsılan güç dengesini de kontrol etmek zorundadır. 1970’lerde CHP içerisinde yaşanan değişimin sonucunda genel başkanlık yarışını İsmet Paşa’nın karşısında kazanan Bülent Ecevit, partinin merkezî karakterini değiştirecek bir başarı sergileyemez. Komünizm korkutmacasıyla sağda AP şemsiyesinde sağlanmaya çalışılan Milliyetçi Cephe ise, merkezde arzu edilen karşılığı bulamaz. 12 Eylül darbesi, 27 Mayıs ve 12 Mart’a nispetle merkezin topluma sert bir müdahalesi olarak tarihe geçer. Ancak tuhaf bir şekilde siyasetin ve hukukun kontrol altına alındığı bu dönemde, merkezin gücünün içini boşaltacak uzun vadeli piyasa dinamikleri hayata geçer. Dönemin önce iktisadi, sonra da siyasi aktörü olarak önemli olan Turgut Özal, bu dönüşüm gücüyle “oynak merkez” teorisini gündeme taşır. Siyasi sistemin merkezini değiştirmek ve halka göre yeni bir merkez tayin etmek için çevrenin ve piyasanın yanında, küresel aktörlerin de devreye sokulması bakımından Özal dönemi, eskiden bir kopuştur. Daha önce genellikle çevreyi kontrol etmek ve bastırmak için küresel merkezleri kullanan Türkiye’deki merkezî güçler, Özal’dan sonra bu dinamikler karşısında giderek güç kaybeder. Özal’ın ardından Cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel ilk beyanatında “Devlette dengeler yerine oturmuştur” diyerek, bundan sonra merkezin değil partilerin oynayacağının işaretini verir. Böylece merkez, kazandığı bu mevziiyle bir on sene daha siyasi alanda hegemonyasını devam ettirir. Böylece “oynak merkez”in yerini alan “oynak partiler” giderek çevreden kopar ve merkezin ajanı konumuna gelerek güç kaybeder. Giderek daralan merkez ise bir kriz odağına döner. 48 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 Siyasi merkezin tahkimatına meydan okuyan ve merkezin toplumsal kürede belirlenmesini isteyen aktörler, artan temsil kabiliyetlerini -Refah Partisi (RP) örneğinde olduğu gibi- siyasi kürede sergileyemezler. Siyasi merkez, özellikle de “devletlu” elit ve sermaye, bu yeni aktörleri dışlar. Bu, sadece siyaseten olgunlaşmamış bir tavrın değil, iktisaden siyasi merkez olmadan ayakta duramayacak kesimlerin şedid bir savunma refleksinin ifadesidir. 27 Mart 1994 mahalli idareler seçimiyle başlayan “devlet ve rejim sorunu” tartışması, 24 Aralık 1995 genel seçimiyle pişer ve Refah-Yol koalisyonuyla servise hazır hale gelir. Böylece 28 Şubat 1997’deki post-modern darbeyle siyaset zemini giderek daraltılır ve “merkez”e hapsedilir. Bu, siyasetin çevre kökeninden kopartılarak devşirilmesi veya devletleştirilmesi olarak da okunabilir. Bu sürecin son dönemdeki başlangıç noktası Susurluk olayına kadar iner. Dönemin Başbakanı Susurluk olayını ve bu olaya gösterilen tepkileri “fasa fiso” diyerek “ben bilmem merkez bilir” şeklinde siyaset yapmama iradesini beyan eder. “Aydınlık için bir dakika karanlık” eyleminde ifadesini bulan tepkiler ise, bir anda RP karşıtı bir nitelik kazanarak siyasi bel kemiği olmayan ve manipülasyona açık olmaktan da öte, teşne tavrıyla “merkezî” bir karakter kazanır. Olaya hararetle müdahil olmak isteyen ANAP ise Mesut Yılmaz ve Eyüp Aşık’ın şahsında hafiyeliğe soyunarak Susurluk’u siyaset dışı bir alana hapseder. 18 Nisan 1999 seçimleri, bu çerçevede “siyaset dışı” bir mahiyet arz eder. Ana partiler “siyaset” yapmazken, reel politiği en iyi okuyup tatbik eden, Ecevit’in DSP’si ve ziyadesiyle MHP olur. Bunda MHP’nin bir yandan merkezde reel politiğe, “siyaset dışı siyaset”e uygun profil çizmesinin, diğer yandan teşkilatların özellikle taşrada bir bedevi asabiyetiyle seçime “siyasi” müdahalesinin katkısı olur. Bedevi enerjisiyle bir imparatorluk kurulabilir ama imparatorluk bedevilikle yönetilemez. Daha önce RP’nin karşılaştığı handikap, MHP’nin de önüne çıkar. MHP liderliğinin merkez vurgusu, işte bu problemi konsolide ederek zamanla aşma stratejisini yansıtır. Fakat problem, MHP’yi de içine alan siyasi sistemden kaynaklanmaktadır. Sadece MHP değil, herkes merkezdedir. Herkesin merkezde olduğu bir yerde sahiden merkezden bahsetmek mümkün müdür? Çevreyi kim temsil edecektir? Reel politiği başarılı bir şekilde okuyan Ecevit ailesinin DSP’si, başarılı olmasını aslında parti diyebileceğimiz bir zatiyet içermemesine ve siyaset dışı kalabilmesine borçludur. Ecevit “bu düzen değişecek” isyankârlığından “bu düzen değişmeyecek” noktasına gelerek tövbekâr olmuş bir derviş edasıyla 49 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 artık Türk siyasetinin “merkez efendisi” unvanını almaya hak kazanır. CHP ise ne merkeze ne çevreye yaranır ve tecrit durumunda bir stratejik açmazın içinde merkezin yedek kulübesinde sırasını bekler. Siyasi partilerin merkez ile çevre arasındaki ilişkileri yeniden tanzim etmek, çevrenin meselelerini merkeze taşımak yerine, merkezin, çevre üzerindeki bir kontrol aracına veya ajanına dönüşmesi bir temsil krizi yaratır. Partiler, bu surette ideolojilerden soyutlanarak salt maddi kaynak dağılımına veya sembolikleştirilmiş-dondurulmuş kimlik kovukları olmaya yönelir. Bu genel tablo içinde iktisaden ve siyaseten çığırından çıkan siyasi merkez ve bu merkezin partileri peş peşe gelen krizlerle çöker. Çevreden gelerek siyasi merkezdeki boşluğu doldurmaya başlayan AK Parti 3 Kasım 2002’de tek başına iktidara gelir ve on yıldır bekleyen reformları yapmaya başlar. Merkez ise krizlerin yaşandığı Ecevit döneminden beri siyasi sistemi yeniden kuşatacak darbe teşebbüsleriyle meşguldür. Basına aksettiği kadarıyla en son AK Parti’nin kapatılması davasına kadar yedi darbe teşebbüsü, siyasi merkezdeki krizin derinliğini anlatmaya başlı başlına yeterlidir. AK Parti hem lideri hem de kadrosuyla merkez sağın profesyonel siyasetçilerine göre, tabanın organik bir devamı olarak dikkat çekiyor. Tıpkı Özal gibi merkezi değiştirmek için çevreyi, piyasayı ve küresel aktörleri motive etmeyi başaran bir performans gösteren AK Parti, özellikle Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve sivil anayasa teşebbüsüyle, Galilei gibi merkezi yeniden tayin etmeye yöneliyor. Bunun sonucunda da Engizisyon’la karşı karşıya. Merkezin siyasi komiseri olan CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın “Anayasa’yı ancak idamı göze alarak değiştirebilirsin” sözü, bu bakımdan manidar. Bugün bu haliyle merkezin kendisini devam ettirmesi mümkün görünmüyor. II. ASKER SİVİL BÜROKRATİK İTTİFAKIN KURULUŞU VE DAĞILIŞI Türkiye gibi imparatorluk bakiyesi ülkelerde ve gecikmiş ulus-devletlerde bürokrasi, siyaseten ağırlık kazanmaktadır. Ancak durmuş oturmuş demokrasilerde dahi, devlet faaliyetlerinin genişlemesi, bürokrasinin iktidar yolunu açmaktadır. 20 yüzyıl başında yükselen otoriter ve totaliter rejimler aynı zamanda bürokrasinin yükselişi olarak okunabilir. Bu dönemde liberal demokrasileri savunan Mises, Bürokrasi adlı eserinde tehdidin bürokrasinin 50 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 büyümesinden kaynaklandığını iddia etmektedir. Görüldüğü üzere bürokrasinin, siyaset üzerindeki tahakkümü insanlığın paylaştığı evrensel sorunlardan birisidir. Bürokrasi, bir bütün değildir. Siyasete müdahale konusunda bilhassa dikkat edilmesi gereken ayrım, asker ve sivil bürokrasi arasındaki ayrımdır. Askeri bürokrasinin yönetmediği ve denetlendiği ülkeler, her halükarda medeniyet seviyesi daha yüksek ülkeler sınıfında yer almışlardır. Bürokratik karakteri ağır basan bir yönetim içinde dahi, bürokrasinin hangi kanadının ağır bastığı tayin edici ehemmiyettedir. Osmanlı İmparatorluğunda III. Selim’le başlayan ve II. Mahmut’la devam eden reform süreci bu bakımdan anlamlıdır. Askeri kurumların ıslah edilmesini de içine alan reform sürecinde sivil bürokrasi, bilhassa da dışişleri bürokrasisi hâkim konumdadır. 1976’daki darbe sonrasında, Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın öldürülmesinden sonra da Sadrazam Mithat Paşa’nın dolayısıyla sivillerin yeniden duruma hâkim olmasıyla bu durum II. Meşrutiyet’e kadar böyle devam etmiştir. II. Meşrutiyet dönemi de, Bab-ı Ali baskınıyla gerçekleşen darbeye kadar demokratik meşruiyet kaygısının ön planda olduğu bir dönemdir. Bab-ı Ali baskınıyla gerçekleşen askeri darbe sonrası ise askeri bürokrasi boğazına kadar siyasete batmıştır. Esasen II. Meşrutiyet döneminin başından beri, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin içinde yer alan subayların siyasetteki varlıkları tartışılıyordu. Nitekim bu subayların varlığı orduya kısa zamanda siyaset sokmuş fırka ve hiziplere bölünen ordu emir-komuta hiyerarşisini kaybetmiştir. Ordunun eğitim, sevk ve idaresinden sorumlu subayların siyasete bulaşması neticesinde Balkan Savaşlarında ağır hezimetler yaşanmıştır. Bab-ı Ali baskınından sonra muhalif subayları tasfiye eden veya etkisiz yerlere getiren İttihatçı subaylar ordunun kesin hâkimi olmuşlardır. Ordunun hâkimiyetini ele geçiren İttihatçı subaylar kısa zamanda İttihat ve Terakki Fırkasını da II. Meşrutiyet rejimini de haki renklerine boyamışlardır. Balkan ve Birinci Dünya savaşlarının da etkisiyle militarist bir karakter kazanan rejim, yenilgiyle çökmüştür. Bu rejim üzerine gelişen Milli Mücadele esnasında yeniden İttihatçı subayların hâkim olmasından kaynaklanan korkular, kongreler ve Kuva-yı Milliye dönemlerinde hissedilmiştir. Erzurum Kongresine Mustafa Kemal Paşa’nın üniformasıyla katılmasının istenmemesi bu dönemin hassasiyetini temsil etmektedir. İttihatçıların mesela Emin Sazak gibi sivil unsurların da, hatıralarında yer aldığına göre bu hassasiyetleri paylaşmaktadırlar. Ancak II. 51 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 Meclis’in toplanması ve Halk Fırkası’nın kurulmasıyla beraber, bürokrasinin hâkimiyeti yeniden hissedilir olacaktır. Nitekim Halk Fırkası’nın ilk programını teşkil eden 9 umdenin arkasında memurları korumanın yer alması bu bakımdan kayda değerdir. Liberal Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılmasından sonra fiilen başlayan tek parti rejiminde bürokratik karakter açıkça hâkim olacaktır. Hatta öyle ki, bürokrasi partiyi dahi teslim alacak kadar güçlenecektir. Milletvekili olmaktansa yüksek bürokrat olmak bu dönemde tercih edilecektir. 1927’den sonra şeklen dahi denetlenemeyen askeri bürokrasi bu tarihten itibaren fiilen özerk olacaktır. Cumhurbaşkanı’nın Mustafa Kemal Paşa ve Başbakanı İsmet Paşa olması dolayısıyla hissedilmeyen ve problem teşkil etmeyen bu fiili özerklik ancak 14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelişiyle sarsılacaktır. Milli Mücadeleyi yapan komutanların ordudan ayrılmasını sağlayarak ordunun tek hâkimi olan Mustafa Kemal Paşa döneminde ordu ayrıca açıkça siyasete girmemiştir. Mamafih Mustafa Kemal kritik zamanlarda ordu komuta kademesinin ve Genelkurmay başkanı Fevzi Çakmak’ın görüşlerini almayı ihmal etmemiştir. Bu dönem zarfında yol siyasetinden iktisada askeri zihniyetin birçok alanda etkisini görmek mümkündür. Askeri bürokrasinin yeniden siyaset sahnesine çıkışı Atatürk’ün ölümünü takiben İsmet Paşa’nın Cumhurbaşkanı seçilmesi sürecinde olacaktır. İsmet İnönü dönemin II. Dünya Savaşı ve devletçilik anlayışı dolayısıyla, bürokratik zihniyetin ve tatbikatın kemal devresini ifade etmektedir. Dünyada yükselen otoriter ve totaliter dönemin planlama ve müdahale anlayışı içinde büyüyen bu bürokrasi, savaş şartlarında vatandaşlardan farklı imtiyazlara sahip olmuştur. Karneden savaş şartlarında bütçenin önemli bir kısmını teşkil eden lojmanlara kadar ayrı bir kolonide yaşayan bürokratlar giderek halktan kopacaklardır. İkinci Dünya Savaşı şartlarında Ankara’da inşa edilen devasa Saraçoğlu lojmanlarına tahsis edilen kömür miktarının Eskişehir vilayetine tahsis edilen kömürden fazla olması dönemi resmetmektedir. Bu dönem asker-sivil bürokrasinin tam bir ittifakla tamamladığı saadet dönemidir. II. Dünya Savaşı’nın sonunda dünyadaki gelişmelerin de zorlamasıyla çok partili hayata geçen Türkiye’nin temel tartışma konusu da tahsildar ve jandarma zulmüyle kendisini gösteren memur tahakkümü olacaktır. Çok partili hayata geçilmesiyle kısmen liberalleşmek zorunda kalan rejimdeki her değişiklik, asker-sivil bürokrasinin imtiyazlarını kaybetmek anlamına gelecektir. Böylece çok partili hayata geçişe, liberalleşmeye ve demokratikleş- 52 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 meye direnen bürokrasi 1946’da seçimlerde yaptıkları yolsuzluklarla neler yapabileceğini o zamandan ortaya koymuştur. 14 Mayıs 1950 seçimlerinde CHP’nin kaybederek DP’nin kazandığının belli olmasıyla seçimi iptal etmeyi ve bir tür darbeyi göze alan asker-sivil bürokrasi, DP döneminde giderek gerileyecektir. 14 Mayıs’la yaşanan demokratik devrim, asker-sivil bürokrasinin tahakkümünü sarsmış ve bürokrasi içinden yeni demokratik duruma intibak eden yeni bir elit meydana getirmiştir. Ancak asker-sivil bürokrasi direnişe devam etmiş ve onun siyasi ajanı olarak siyaset yapan CHP ile beraber 27 Mayıs 1960 askeri darbesini organize etmiştir. Darbe sonrası yapılan 1961 anayasası ile kendi imtiyazlarını anayasa teminatı altına alarak, parlamentoyu bürokratik bir vesayet altına almaya çalışacaktır. Bu dönemden sonra demokratik çoğunlukla mücadele etmek ve icap ederse yeniden bir darbe yapmak için asker-sivil bürokrasinin kurduğu ittifak 28 Şubat 1997 müdahalesine kadar devam edecektir. 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında en güçlü haliyle anayasaya giren asker-sivil bürokrasi arasındaki ittifak, askeri bürokrasinin kaba ve nobran tavırlarıyla ciddi yara almıştır. Bilhassa dışişleri bürokrasisi ile ekonomi bürokrasisinin dünyayı askeri bürokrasiden farklı okumasıyla çatırdayan ittifak 28 Şubat’ta marjinalleşmiştir. Bu dönem zarfında sergilenen ideolojik taassup emniyet ve istihbarat bürokrasisini de askeri bürokrasiden ayırmıştır. YÖK’teki değişiklikten sonra yargı bürokrasisi ile baş başa kalan askeri bürokrasi artık değil toplum üzerinde hegemonya kurmak bürokrasi içinde ittifak kurmadığı gibi kendi içinde de homojenliğini kaybetmiş durumdadır. III. SİYASİ GELENEKLER VE TOPLUMSAL TABANLAR Türkiye’de siyasi partilerin, siyaset felsefesiyle ilişkisi Osmanlı’dan beri zayıf olagelmiştir. Bu zayıflığı, Cumhuriyet döneminde ve bugün de gözlemleyebiliyoruz… Batıda ortaya çıkan fikir ve kurumlar, teşekkül sebepleri ve aktörleri anlaşılmadan, Türkiye’ye aktarıldığından, bu aktarma nominalizmle sınırlı bir çerçevede kalıyor. Bu nominalizmin sebebi ise, aktarmayı akleden ve tatbik eden bürokrat seçkinlerin toplumsal değişikliklerden korkan “tutucu” tavırlarıdır. Şerif Mardin, Jöntürklerin bu durumunu Karl Mannheim’ın bürokratik “tutuculuk” kavramıyla açıklar. Tek parti dönemi de, esas itibarıyla aynı toplumsal tabana dayandığından bürokratik tutuculuğu devam ettir- 53 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 miştir. Muhafazakârlık, bu düşünceye sahip olan toplumsal gruba göre farklılaşmakta, hatta birbirlerine rakip olabilmektedir. Bu ayrımı ifade edebilmek için bürokratik muhafazakârlığı “bürokratik tutuculuk” şeklinde adlandırmayı tercih ediyorum. Esasen bugün Türkiye’de tayin edici siyasi bölünme, bu temele oturmaktadır: Orta sınıflara ve taşra burjuvazisine dayanan AK Parti’nin muhafazakâr demokratlığı ve muhafazakâr reformculuğu karşısında, bürokratik tutuculuğu temsil eden CHP ve Ulusalcılar. Bürokrasi, mevcut toplumsal düzeni ve hiyerarşiyi hukukun rasyonalitesi içinde anlamakta ve bu şekilde kendi hâkim konumunu korumaya çalışmaktadır. Kavramın mucidi Mannheim, bürokratik tutuculuk düşüncesini şöyle anlatıyor: ‘’ Tüm siyasal sorunları yönetimle ilgili sorunlara dönüştürmek. Tüm siyasal sorunları yönetim örgüsü altında gizlemek, memurun eylem alanını yalnızca halihazırda formüle edilmiş yasaların sınırları içinde varolduğu gerçeğiyle açıklanabilir. Dolayısıyla hukukun genesis’i veya gelişmesi onun eylem alanının dışında kalmaktadır. Toplumsal olarak sınırlı ufkunun bir sonucu olarak görevli, yapılmış her yasanın arkasında özgül bir toplumsal olarak biçimlendirilmiş dünya görüşünün bulunduğunu görememektedir. ‘’ CHP’nin programı yerine uzun bir süre kullanılan 9 umdeden birinin, memurların korunup kollanmasına ilişkin olması bu bakımdan manidardır. CHP, tek parti döneminde ve daha sonra da esas itibarıyla bürokrasiye ve taşrada da eşrafa dayanmıştır. CHP’ye muhalefet eden partilerin önceliği de bürokrasinin sınırlanması olmuştur. Bugün “sahici Türk solu”nun büyük isimleri de bürokrasiye karşı olan isimlerden müteşekkildir: Mustafa Suphi’den Mehmet Ali Aybar’a, Turan Güneş’ten İdris Küçükömer’e, Toplumcu Düşün Dergisi’nden Birikim Dergisi’ne... CHP ideolojisinde de, Jöntürklerden beri Türk aydınları üzerinde etkisi görülen pozitivist espri görülmektedir. Pozitivizm bir yönüyle de Fransız Devrimine, onun düzensizliğine karşı duyulan tepkiyi ifade etmektedir. O yüzden de pozitivizmin mottosu İttihat ve Terakki’ye de adını verecek olan ‘’ düzen ve ilerleme ‘’ olacaktır. Türk bürokratik tutuculuğunun ilericilik iddiası, Türk modernleşmesine karşı gelişen reaksiyonlarla temellendirilir. Niyazi Berkes bu reaksiyon hareketinin toplumsal tabanını, ‘’geleneksel bilgi ve üretim tekniği’’yle iktidar ve refahlarını koruyabilecek yeniçeri, ulema ve esnaf arasındaki büyük koalisyonda 54 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 görür. Berkes, böylece muhafazakârlığı, modernleşme hareketleri karşısında güç ve itibar kaybedenlerin reaksiyonerliğiyle tanımlamaktadır. Berkes ve bürokratik tutucu düşüncenin açıklayamadığı husus, Türk modernleşmesini kabul ederek geliştirmeye yönelen muhafazakârlıktır. Bu bağlamda Kemal Karpat’ın çalışmaları izah edici olmaktadır. Karpat, modernleşme sürecinde yükselen, güç ve itibar kazanan toplumsal kesimlerin muhafazakârlığına işaret etmektedir. Bu üst orta sınıflar din, müteşebbislik ve iktisadi dürtüleri içeren bir muhafazakâr modernleşmeyi arzulamaktadırlar. Karpat’ın işaret ettiği çerçevenin 1959 yılında yazıldığı hatırlanırsa, esas olarak Demokrat Parti tecrübesini ele aldığı anlaşılabilir. Ancak modernleşmeyi de içeren bir anlamda muhafazakârlığı, devlet adamı ve tarihçi Cevdet Paşa’ya kadar götürmek mümkündür. İkinci Meşrutiyet döneminin terminolojisiyle söylersek ‘’muhafazakâr ve inkılâpçı’’ iki ismi burada hatırlatmam temanın ne kadar derinlere kök saldığını gösterecektir: Bunlardan birisi milli şair Mehmet Akif Ersoy, diğeri ‘’milli mütefekkir’’ Ziya Gökalp’tir. Bu bakımdan hem Gökalp hem de Mehmet Akif’in fikirlerinden çizgiler taşıyan Mümtaz Turhan ve Erol Güngör, bürokratik muhafazakârların mecburi kültür değişmelerinin toplumda yarattığı direnişe karşılık, muhafazakâr reformcuların serbest kültür değişmelerinin asıl toplumsal değişmeyi yarattığını şöyle açıklıyorlar: “Teknolojik medeniyetin” Türkiye’ye büyük bir hızla girişi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında başlamıştır. Bu yıllarda birkaç büyük iktisadî devlet teşekkülü kurulmuştur. Teknolojik değişimi, bunlarla birlikte ve belki de daha ziyade bunların dışında gerçekleştirmiş olan kadrolar, “Avrupacı” tiplerden çok yerli tiplerden oluşmaktadır. Bunlar kısmen liberalleşen siyasî havadan faydalanan, pratik, pragmatik, iktisadî işleri iktisat kuralları çerçevesinde ele alan, lafçılıktan ve ideolojiden uzak, farklı kesim ve görüşlerde olmakla beraber esas olarak merkezde ve sağda yer alan kimselerdir. Türkiye’de muhafazakâr kesimin ihtirasla sanayileşmeyi istemeleri bazı çevreleri şaşırtmaktadır. Bu şaşkınlık sosyal ve kültürel yapı ile iktisadî yapı arasındaki ilişki hakkında edindikleri yanlış fikirlerin sonucudur. Özellikle Marksizmin etkisi altında oluşan yanlış kanaate göre, sanayileşmenin tedirgin ettiği birtakım zümreler, toplumda sarsılan yerlerine duydukları özlemle eski düzeni isterler. Gerçekten sanayileşmenin tedirgin ettiği bazı zümrelerin, özellikle büyük sermaye karşısında tutunamayan esnaf ve 55 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 zanaatkârların, muhafazakâr siyasî hareketlere katıldıkları doğrudur, “ancak muhafazakârlık ile sanayileşmenin birbirine zıt istikametleri temsil ettiği söylenemez.” Aksine sanayileşmenin öncüleri, sanayi öncesi toplumda şu veya bu sebeplerle kenara düşmüş olan gruplardır. Max Weber’in “misafir halk” dediği bu grupları “etnik azınlıklar, kendilerini cemiyetin tam içinde saymayan dinî gruplar veya diğer zümreler, kısacası cemiyetin geleneksel hayatına tam intibak etmemiş fert ve gruplar” teşkil etmektedir. Cumhuriyet inkılâpları ile merkezin dışında, kenarda kalan muhafazakârlar, sanayileşme marifetiyle toplumsal ilişkiler ağını ve hiyerarşiyi değiştirmek istemektedirler. Türk iktisadi zihniyetini ve dinle ilişkisini inceleyen Sabri Fehmi Ülgener, bu değişime işaret etmektedir. 1946’dan sonra Türk siyasi hayatı, ana hatlarıyla bürokratik tutuculukla, orta sınıfların muhafazakârlığı arasındaki mücadeleyle geçmiştir. Geleneksel Cumhuriyet burjuvazisinin, 1970’lere kadar bürokratik tutucuları ve onların siyasi temsilcisi CHP’yi desteklemiş olması, taşra burjuvazisinin desteklediği DP ve AP’nin, geniş kitlelerce orta sınıfların partileri olarak kabul edilmesini kolaylaştırmıştır. 1950’den sonra sanayi, tarım, ulaştırma ve ticarette yaşanan hızlı ve büyük değişim, bürokratik muhafazakâr elitleri fevkalade rahatsız etmiştir. Bu rahatsızlığın sebebi, bürokrat elitin halk üzerindeki kontrol ve iktidarlarını kaybetmesidir. Bu rahatsızlık, 27 Mayıs 1960 askeri darbesine, bürokratların seçilmişlerin iktidarlarını paylaşacakları 1961 Anayasasına ve iktisadi gelişmelerin kontrol altına alınacağı planlama uygulamalarına yol açacaktır. AP ise bürokratik elitle siyasi alanda açık bir çatışmaya girmeden kültürel sahada sembolik, iktisadi alanda önemli mücadelelerde bulunacaktır. Ancak AP de yeni burjuvazi içindeki farklılaşma ile iktisadi gelişmelere intibak edemeyen esnaf ve zanaatkârı içine alacak bir hegemonya kuramadığı gibi, bu kesimin temsilcilerini de dışlayacaktır. Bunun neticesinde TOBB içindeki mücadeleyi takiben Necmettin Erbakan ve arkadaşları Milli Nizam Partisi’ni kuracaklardır. Daha sonra da Ferruh Bozbeyli ve arkadaşları AP’den koparak Demokratik Partiyi kuracaklardır. Bu gelişmelerden önce, 27 Mayıs sonrasının ilk Meclis’inde bir AP’li milletvekilinin, 19 Mayıs törenlerindeki kız öğrencilerin kıyafetini eleştirmesi üzerine, Partiden derhal ihraç edilmesi muhafazakârlığın siyaseten bir varlık göstermesinin ne kadar zor olduğunu göstermesi bakımından çok önemlidir. AP’nin bu zorluğu aşamaması, daha sonra önemli gelişmeler doğuracak, yeni siyasi aktörlerin ortaya çıkmasına yol açacaktır. 56 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 1970’ler boyunca AP ve Süleyman Demirel, kuramadıkları ideolojik hegemonyayı, selefi DP’yi hatırlatacak tarzda antikomünizm, otoriterlik ve milliyetçilik vurgusuyla sağı patronajı altına alarak kurmak stratejisini izledi. Stratejinin diğer ayağı da sola karşı, bürokratik elitlerle ittifakın yolunu açmaktı. Bu güzergâhı, sadece siyasetçiler değil, muhafazakâr aydınlar da kullanmıştır. Türk muhafazakârlığının en önemli dergilerinden Demokrat parti döneminde neşredilen “Türk Düşüncesi Dergisi”nin macerası bunun tipik bir örneğidir. Bu stratejiye, 12 Eylül ve sonrası dönemde ANAP ve DYP, hatta bir ara RP de başvuracaktır. 12 Eylül sonrası Turgut Özal ve ANAP, özellikle iktisadi liberalizm ve kısmen de siyasi liberalizm istikametinde reformlar yaparak bürokratik elitin iktidar sahasını iyice daraltır. Bu reformlara dünyada esen liberalizm dalgası yardım ederken, silahlı bir şiddet hareketine dönüşen Kürt sorunu etrafında, 12 Eylül’ün mirası olan otoriter milli güvenlik rejimi engel olacaktır. 1990 sonrası Türkiye’sinde yaşanan sorunlar karşısında, geleneksel siyasi parti ve resmi kurumların çözüm üretemeyişi, üstelik her sahada dönemin etkin aktörü Demirel’in deyişiyle ‘’rutin dışı’’na çıkan uygulamalar sonucunda 3 Kasım 2002 seçimlerinde, Birikim dergisinin ifadesiyle ‘’muhafazakâr demokrat inkılâp’’ meydana geldi. AK Parti, tek başına iktidar olduktan sonra AB’ye uyum istikametinde reformlara yönelirken, CHP ve bürokratik elitler bu reform sürecine muhalefet ettiler. Bürokratik elitin direnişi ve tutuculuğu hala devam ediyor. IV. SİYASİ KÜLTÜRÜMÜZDE DEMOKRATİK AÇILIM: SEMBOLİK SAVAŞTAN SEMBOLİK BARIŞA Türkiye, birçok partinin semboller etrafında yaptığı “açılımları” tartışıyor. Bunlardan belki en çok tartışılanı CHP’nin çarşaf ve Kuran kursu açılımları oldu. Türkiye’nin 11 Temmuz seçimleri öncesinde ve sonrasında yaşadığı siyasi krizin başörtüsü yasakları etrafında geliştiği hatırlanırsa, CHP’nin bu açılımlarının neden çok tartışıldığı da anlaşılabilir. CHP’nin samimiyeti bir yana bu açılımlar, sembolik bir harbe dayanan dışlayıcı ve ayrımcı bürokratik tahakküm rejiminin sonunu işaret etmektedir. Bu rejimin sonunu getiren ise 1999’da Ecevit koalisyon hükümetiyle başlayıp, 2002’den sonra AK Parti hükümetleriyle devam eden reform sürecidir. Aslında Türkiye, Ali Bayramoğlu’nun isabetle belirttiği gibi “kurucu yıllar ve tartışmalar yaşıyor”. Demokratik bir hukuk rejiminin kurulması, eski rejimin dışlayıcı ve ayrımcı- 57 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 lığının yerine semboller üzerinden eşit ve katılımcı bir barış inşası çabasına dayanıyor. Bu çabalar, ister istemez bir takım semboller, sembolleşen kişiler ve nominalizm üzerinden yürütülüyor. Buradaki sembolizm ve nominalizmin tarihi ve kültürel köklerine inmeden siyasi kültür kavramına kısaca bakmak yerinde olacaktır. Siyasî kültür, siyaset bilimine daha önce hâkim olan anayasa ve kamu hukukundan gelme kurumsal yaklaşımın eksikliklerini giderme iddiasıyla ortaya çıkmıştır. Kurumların ve yapıların sadece varlığına bakarak siyasetin işleyişini anlayabilmek mümkün değildir. Siyasetin işleyişini ve gerçek mahiyetini anlayabilmek için yapı ve kurumların varlık kazandığı toplumsal zemine bakmak gerekmektedir. Siyasetin bu toplumsal zemini aynı zamanda toplumun kültürünü de siyasî tahlile katmaktadır. Kültür, sosyal bilimlerin en muhataralı alanlarının başında yer almakla beraber kültür değişmeleri sosyal bilimlerin temel dikkat noktasıysa, siyasî kültür değişmeleri de siyaset bilimi için aynı kıymettedir. Siyasî kültür değişmelerinden bahsetmek ise farklı siyasî kültür tiplerine göre anlam kazanabilecektir. Bu şekilde kurum ve yapı değişiklikleri ile yapılmak istenen siyasî değişikliklerin toplumsal zeminde kazandığı derinliğin ölçülebilmesi arzulanmaktadır. Ayrıca siyasî rejime uygun siyasî kültür tipi de tespit edilmektedir. Bu şekilde siyasî kültür, değişme kavramıyla beraber istikrar kavramıyla da kullanılan bir boyut kazanmaktadır. Siyaset biliminde siyasî kültür kavramının kullanılması çok eskilere gitmemektedir. Kavramın önemini ilk olarak 1956’da yazdığı bir makaleyle ortaya koyan bu sahanın kurucularından sayılabilecek Gabriel Almond’dur. Siyasî kültür kavram olarak birçok anlamda kullanılmakla beraber, konunun bu yönüne geçmeden önce siyasî kültür kavramının kültür kavramıyla ilişkisine değinmek yerinde olacaktır. Siyasî kültür yaklaşımının temel varsayımlarından biri, toplumun kültürünün farklı unsurlarıyla bir bütün oluşturduğu ve siyasî kültürün de bu bütünün içinde yer aldığıdır. Buna göre, bir siyasî kültür ait olduğu toplumun genel kültür ve tarihi dışında anlaşılamaz. Bu varsayım ise, esasta başka bir varsayıma, bir toplumun bütününü temsil eden bütüncül bir kültürel sistemin varlığına ve toplumu temsil edecek bir yaygınlıkta olduğuna dayanır. Siyasî kültür kavramı, birçok farklı şekilde tanımlanmaktadır. Mesela, bir ülkenin veya milletin tarihî tecrübe ve gelenekleri siyasî kültür olarak 58 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 nitelendirilebilmektedir. Kimi yerde devlet veya siyasî kurumların kuruluş ruhları, bir milletin diğerlerinden farklı siyasî üslubu, yerleşik önyargıları, iyi-kötü anlayışları, hoşgörü derecesi, dinî, coğrafî özellikleri, farklı milletlere bakışı, bir millete atfedilen karakter, askerlikle ilişkisi, uyum kabiliyeti, muhafazakârlığı, göçebeliği-yerleşikliği, şehirlileşme oranı, tüccarlığı siyasî kültür olarak tanımlanabilmektedir. Farklı siyasî kültür tipleri, toplumlarda saf halde bulunmazlar. Başka bir ifadeyle, her toplumda farklı siyasî kültürler mevcuttur. Ağırlık ve bileşkelerine göre biri diğerlerinin önüne geçebilir. Siyasî rejime uygun düşmeyen bir siyasî kültür baskın çıkarsa, siyasî rejimin istikrarlı bir şekilde yaşayabilmesi için siyasî kültürün niteliği fevkalâde önemlidir. Tamamen birbiriyle uyum için bir siyasî rejimle siyasî kültür söz konusu değilse de, farklılıklar büyüdükçe siyasî rejimin işleyişi tehlikeye düşebilir. Siyasî kültür yaklaşımı 1990’larda yeniden gündeme gelmiştir. Siyasî kültürün yeniden gündeme gelişi, 1989’da başlayan Sovyetler Birliği’nin ve sosyalist bloğun çözülüşüyle yakından ilişkilidir. Soğuk Savaş boyunca devam eden ideolojik kutuplaşmanın ortadan kalkışıyla kültürel ayrımların gündeme geleceğine ilişkin beklenti ve tahminler ortaya çıkmıştır. Bunların en meşhuru siyaset bilimci Samuel P. Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” tezidir. Bu tez ve tartışmalar siyasî kültüre ilişkin ilgiyi canlandırmıştır. Soğuk Savaş döneminin iki kutuplu dünyasında ABD - SSCB çatışması demokrasi ile totaliterliğin bir mücadelesi olarak görüldüğünden, totaliter düzeni temsil eden Sovyetler Birliği’nin yıkılmasını takiben ABD’nin temsil ettiği demokrasinin bütün dünyada yayılacağı beklenmiştir. Francis Fukuyama “Tarihin Sonu” adlı çalışmasında liberal demokrasinin nihaî zaferi kazandığını ve artık tarihin sona erdiğini iddia etmiştir. Fakat bu dönemde ortaya çıkan ırkçı ve dinî milliyetçilikler ve bölgesel savaşlar demokrasinin istikrarı için tehdit oluşturmuştur. Bu durumda yeniden siyasî kültür araştırmaları önem kazanmıştır. Türkiye’de de “sessiz devrim” olarak da adlandırılan reform sürecinde mevzuatta ve kurumsal yapıda meydana gelen değişikliklere rağmen, demokratik hayatı tehdit eden tehlikelerin mevcudiyeti siyasi kültüre bakmayı icap ettiriyor. Türkiye siyasi kültürü, toplumun siyasi problemlerini resmi bir filtre içinde toplumsallaştırıyor. Böyle olunca da, yüz yıldır var olan meseleler toplumun karşısına ancak bir sembol, söz veya şiddet hareketiyle gelince, toplumsallaşmasını ve siyasallaşmasını bu resmi filtreden edinen kesimler sorunla 59 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 yüzleşmek, sebep-sonuç ilişkisi aramak, tartışmak, dinlemek ve çözüm aramak yerine resmi ezberi yüksek sesle söylemek ve farklı olanları da susturmak üzere bir vatan elden gidiyor cephesi yaratıyorlar. Bu cephenin yaratılmasında, resmi siyasi kültürün yanında bu kültürün tuşlarına basan belli odakların rol sahibi olduğu Türkiye siyasi tarihine vakıf olanların bedahat derecesinde sahip oldukları bir bilgidir. Bu bilgi bize bu tarihle yüzleşmedikçe sivil yani, hem resmi olmayan hem de medeni olan bir siyasi kültür ve üslup inşa etme imkânını vermiyor. Böylece “kamusal alanlar” bir anda laikçi ve şoven milliyetçi sembol, söylem ve figürlerin eline geçiyor. İşte bu resmi siyasi kültürün tuşlarına basabilmek için kanlı olayları tertipleyen veya zaten bu kültürü içselleştiren muhalif örgütlerin döktüğü kanı vesile sayan odaklar, böylece bir kriz yaratarak bürokrasinin tahakkümünü devam ettirmek istiyorlar. Bu durum bürokratların muhalifi olma iddiasındaki muhalif şiddet örgütlerine de, üzerlerinde yükseldikleri sorunların üzerinde tek söz sahibi konum elde etmelerini sağlayacak bir “savaş” iklimi yaratıyor. Böylece siyaset, ikna etme eksenine değil zor kullanma eksenine kayarak kayboluyor. Siyasetin ortadan kalkması ise, Teneke Trampet eşliğinde sıradan faşizmi sokağa, ekrana, hâsılı her yere taşıyor. Türkiye’nin resmi kültürünü içselleştiren ve konumunu kaybetmekten korkan orta sınıfların reaksiyonu bu ana mecrayı teşkil ediyor. 22 Temmuz 2007 seçimleri öncesi ve sonrasında gerçekleşen “terör karşıtı” gösterileri bu orta sınıfa eklemlenmeye hazır milliyetçi lümpenliği de motive etmeyi başarabilmiştir. Keza Ergenekon davası konusunda ortaya çıkan beyaz Türk körlüğü de bu vadide değerlendirmek yerinde olacaktır. Ancak bu kargaşa içinde dahi, türbanlılara laf etme telaşındaki kalemşörlere bakınca bu ittifakın her an kırılmaya hazır olduğu da anlaşılmaktadır. Bir de Cumhuriyet mitingleri ve terör karşıtı sokak gösterilerinin aldığı renkten endişelenen toplumun geniş kesimini hesaba katmak lazım. Bu mitingler ve gösteriler, sanılanın aksine milliyetçiliğin yükselmesine veya toplumda yaygınlaşmasına değil, milliyetçilikten duyulan korkuyu arttırmaya hizmet etmektedir. Hrant Dink’in katlinden itibaren bu korku ve endişeyi taşıyan toplumun büyük kesimi, 2007’deki şiddetli ajitasyonlara rağmen sıradan faşizme teslim olmuş değildir. Esasen birleşemeyen bu faşizan dalga, en çok bu mitinglerle ilişkisini ayarlayamayan siyasi partilere zarar vermiştir. Kısa süreli başarılar, bu koalisyonları dağıtacak fay kırıklıklarını derinleştirmiştir. AK Parti’nin evvela 22 Temmuz’da bilahare 21 Ekim referandumunda seçmenin ezici çoğunluğunda desteklenmesi bu bakımdan kayda değerdir. 60 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 AK Parti liderliğinin zaman zaman bu faşizan dalganın ardındaki devletlu kesimle “pazarlık” havası yaratan geri adımlarına rağmen, bunu teskin etmenin ötesine geçmeyen bir taviz olduğu söylenebilir. Buna rağmen AK Parti liderliğinin onu taşıyan toplumsal dinamiklere nispeten devletlu kesimle daha yakın bir ilişki kurmaya yatkın olduğu iddia edilebiliyor. İşte 22 Temmuz seçimleri sonrasında bu genel tabloyu değiştirecek hamleler başarısız sivil anayasa teşebbüsünden sonra, sembolik jestler üzerinden gelişmeye başladı. Türkiye, III. Selim’den bu yana Batıyı örnek alarak değişmeye ve dönüşmeye çalışıyor. Bu değişim ve dönüşümün ivmesi arttıkça kırılmalar ve tartışmalar da artıyor. Bir tür medeniyet değişimi anlamına gelen kırılma, aynı toplumun içinde farklı medeniyet anlayışlarını mümkün kılıyor. Bu sürecin giderek birtakım semboller çevresinde bir kutuplaşmayla neticelendiği de gözlerden kaçmamaktadır. Osmanlı sisteminde de mevcut kadim sert yöneten–yönetilen ayrımına paralel gelişen millet nizamı da, esasen bu sembolikleşmeye güçlü bir damar sunmuştur. Millet nizamının tasfiye olarak vatandaşlık hukukuna geçilmesine ve yöneten-yönetilen ayrımını yumuşatması beklenen demokratikleşme hareketlerine rağmen, bu sembolizm, siyasi kültür kodlarında devam etmiştir. Osmanlı modernleşmesinden itibaren bu değişime hakim olan bürokrasi, gerçekten eşitliğe dayanan vatandaşlık hukukundan, yöneten-yönetilen ayrımının demokratik bir karakter kazanmasından ve cemaatlerin müşterek hareketinden korkmuştur. Bu korku bir takım semboller marifetiyle bu sürecin manipüle edilmesine yol açmıştır. Bürokrasinin gerçek modernlik yerine koyduğu sembolik modernliğe şu veya bu sebeple uyum sağlayamayan halk kesimleri “makbul vatandaşlar” olarak kabul edilmemişlerdir. Bu ikinci sınıf vatandaşların demokratik tercihleri bürokratik kurumlar marifetiyle denetlenirken, vatandaşlar arasında farklılıklarını muhafaza eden kesimlerin hak talepleri ve her türlü müşterek hareketleri, zaten varolan sembolik farklılıklar kutuplaşma ve çatışma istikametinde tahrik edilerek bertaraf edilmiştir. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra, Samuel Huntington tarafından Soğuk Savaş’ın yerini alacağı düşünülen medeniyetler savaşı tezi, bu konuyu uluslararası bağlamda tartışmaya açmıştır. Bu vadide Türkiye’yi medeniyetle savaşının yaşandığı bir muharebe alanı olarak gören Huntington, elitlerinin batı halkın İslam medeniyetini tercih etmesi yüzünden “bölünük ülke” olarak nitelendirmiştir. Huntington’un tezi bir yana bırakıldığında dahi, soğuk 61 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 savaş sonrası dönemde Türkiye, dondurulmuş birçok problemle yüzyüze kalmıştır. Otoriter tek parti döneminden ve askeri müdahalelerden kalan bu problemler de giderek kangrene dönen semboller etrafında tecessüm eden problemlerdir. Siyasetin dar alana hapsedilerek temsili karakterini, toplumsal talep ve şikâyetleri taşıma ve sorun çözme kabiliyetini kaybetmesi de, semboller etrafında segmentlere ayrılmış toplumsal kesimlerin, siyaset marifetiyle çözüm üretmesini zorlaştırmıştı. Türkiye’de yaşanan medeniyetler savaşının ötesinde, Tanıl Bora’nın ifadesiyle bir “medeniyet kaybı”ydı. 1999’da Ecevit koalisyon hükümetiyle başlayan reform süreci 3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra kurulan AK Parti hükümetleriyle hızlanarak devam etmiştir. Ancak bu reform sürecinin 2006’dan sonra yavaşlaması, reform sürecinin tamamlanmamasının yarattığı endişe ve umutlar, toplumda semboller etrafındaki kutuplaşmayı yeniden gündeme getirmiştir. Bu kültürel kutuplaşma, darbe amacıyla psikolojik harp ve terör aleti olarak tahrik edilmesiyle siyasi kutuplaşma ve kırılmalar şiddetlenmiştir. Ergenekon Davası ve darbe tartışmaları ise bu tahriklerin etkisini kırmış ve amaçları ifşa etmiştir. Bu sürecin bir parçası olarak AK Parti’ye yönelik kapatma davasının amacına ulaşamaması da, yeni arayışların önünü açmıştır. Reformlar karşısındaki reaksiyoner cephe, AK Parti’nin 2002’den sonra yapmaya çalıştığı mevzuat değişiklikleri ve kurumsal reformların zihniyet dönüşümüne yetmediğini göstermiştir. Bu zihniyet dönüşümünü temin etmek için siyasi kültürümüzde ciddi bir demokratikleşme ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Şimdi her gün bir yenisiyle karşılaştığımız sembolik jestler, bu anlayışın bir tezahürüdür. Bütün bu jestlerin tek tek sağladığı faydadan daha ehemmiyetli olan husus, siyasi kültürün demokratikleşme yönünde bilinçli müdahalelerle değiştirilebileceğini göstermiş olmasıdır. Böylece reformlar, toplumsallaşıp, güçlü bir güçlü bir kültürel zemine oturmaktadır. Sembolik açılımlar ve jestler, belli bir kesime yönelikmiş gibi görünse de, Türkiye’nin içindeki su geçirmez bölmeleri kaldırarak bir toplumu meydana getirmektedir. Bu sivil siyasi kültür, en az sivil anayasa kadar kurucu kıymettedir. SONUÇ “Kürt açılımı” tartışılırken, bir sürpriz açılım da“Ermenistan açılımı”yla geldi. Aynı dönemde Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’yla görüşen gazetecilerin verdiği bilgiye göre yeni bir “Kıbrıs açılımı” da bekleniyordu. Irak Bölgesel 62 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 Kürt yönetimiyle kurulan ilişkiler de bu meyanda kayda değerdir. Bu açılımlar meselenin dış politika boyutunu ortaya koymakla beraber, içeride kopan tartışma fırtınası da dış politika açılımı olarak görünen konuların dahi ne kadar iç politika konusu haline geldiğini gösteriyor. Öte yandan Alevi açılımı, gayrimüslim azınlıklara yönelik açılım çalışmaları, yargı reformu ve devam edegelen sivil anayasa tartışmaları da aynı şekilde iç politika konuları gibi görünse de, AB başta olmak üzere birçok çevre tarafından dış politika konusu olarak kaydediliyor. Bu durum, Türkiye’nin küresel bir aktör olmasının yanında, iç ve dış politikanın ne kadar iç içe geçtiğini de gösteriyor. Bu durum, bu açılımları bir devlet politikası veya projesi olarak takdim etmeye ve algılamaya imkân verdiği ölçüde siyasi karakterini örten bir yanılsamaya yol açıyor. Aynı zamanda devletlu muhalefetin, açılımların dış boyutunu abartarak en hafifinde dış telkinle hazırlanan proje olarak milli/yerli muhalefet hissiyatına kuvvet veriyor. Açılımları hayata geçiren AK Parti için ise böyle bir takdim ve algı, üstleneceği riski “devlet”le paylaşmak ve sert muhalefet karşısında ferahlatabilir. Bununla beraber açılımın devlet tarafından da desteklendiği vurgusu, açılımın muhataplarını ciddiyet konusunda ikna ederken açılım sürecini sabote etmek isteyebilecek çevreleri de caydırabilecektir. Ancak Kürt açılımını bir devlet politikası olarak takdim etmenin AK Parti’ye getireceği bu avantajların yanında, dezavantajlar da var. Her şeyden önce AK Parti, devlet politika veya projelerini hayata geçiren bir aktör olmayı kabul ederse misyonunu kaybediyor demektir. Çünkü AK Parti, siyaseti ve demokrasiyi ortadan kaldıran bu devlet politikası anlayışına muhalefet eden sivil bir siyasi parti olma iddiasıyla ortaya çıkmıştır. 3 Kasım 2002 seçimleriyle başlayan demokratikleşme süreci, Kürt meselesini de kapsayacak yeni bir safhaya girdi. Tabiatıyla çok hararetli tartışmaları da beraberinde getirdi. Esasen bu tartışmaların Sünnî dindarların, Alevîlerin, gayrimüslimlerin sorunları ele alınırken yaşanan tartışmalarla beraber düşünülmesi gerekiyor. Bu bakımdan demokratikleşme sürecine kısaca bakmakta fayda var. Eski rejim yıkılıyor ve yerine yeni bir rejim kurulmaya çalışılıyor. Demokratikleşme süreciyle bir yandan bürokratik vesayet mekanizmasının Sünni, Alevi, gayrimüslim, Kürt, sosyalist diyerek dışladığı ve en temel insan haklarından dahi mahrum ettiği toplumsal kesimler ve kimlikler “demos”, yani halk içine dâhil olurken, “krasi” yani iktidar da yeniden tanımlanmaya çalışılıyor. Türkiye’de demostan çıkan krasinin sınırlandırılması demek olan liberal demokrasiden farklı olarak, demokrasiye oligarşik cumhuriyet anlayışı 63 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 içinde bir deli gömleği giydirmeye çalışan bürokratik vesayet rejimi hâkim olageldi. Türkiye’nin bürokratik vesayetçi rejiminde demostan çıkan iktidarın bürokrasi tarafından sınırlandırılması, denetlenmesi esas alınmıştır. 27 Mayıs darbesiyle başlayan ve Türkiye tarihinde kökleri olan bu rejimin inşa faaliyeti, diğer bütün darbelerin de ortak paydasını teşkil eder. Bu bağlamda yasama ve yürütmeden, dolayısıyla demokratik meşruiyetten uzak kimi bürokratik kurumların ve yargı erkinin “bağımsızlık” adı altında yasama ve yürütme karşısındaki tarafgir işleyişi bu rejimin temel karakteridir. Asimile edilmediği sürece dışlanan bu toplumsal kesimleri ve kimlikleri, yekdiğerine karşı tahrik eden istihbarat ve güvenlik kuruluşları içine yuvalanmış illegal yapılanmalarla da, sivil ve özgürlükçü bir siyasetin boy vermesi engellenmiş, rejim kontrol altına alınmış oluyordu. Bürokratik vesayetin geriletilmesi ve siyasetin alanının genişlemesiyle demokratik açlım(lar)ın siyasi zemini ortaya çıkmıştır. Eski rejime dönülmedikçe, demokratik açılımın sona ermesi mümkün değildir. Artık siyasi meseleler bürokrasi tarafından değil, seçilmiş siyasiler tarafından kamuoyunun önünde tartışılarak karara bağlanacaktır. Yeni Anayasa bu tartışmanın demokratik çerçevesini çizecektir. 64 3.2.. DEMOKRATİKLEŞMENİN YÖNETSEL AÇIDAN ANALİZİ Doç. Dr. Hüseyin YAYMAN Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi GİRİŞ Demokratikleşme adımları Türkiye özelinde yirmibirinci yüzyılın ilk on yılına damgasını vururken önümüzdeki dönemin temel tartışma gündemini de belirlemiştir. ‘Açılım’ kod adıyla kamuoyunun gündemine gelen bu tartışmalar rejimin demokratikleştirilmesini, sivilleşmesini hızlandıran bir işlev görürken siyaset kurumunu güçlendirmiştir. Toplumla-devlet arasındaki engelleri kaldırmayı amaçlayan bu düzenlemeler son tahlilde devleti geriletip, sivil toplumun alanını genişletmeyi ve bireyi öne çıkarmayı hedeflemektedir. Kürt açılımı, Alevi açılımı, Roman açılımı, garimüslim açılımı gibi düzenlemeler toplumun bu sorunlarla yüzleşmesini sağlarken aynı zamanda sorunun serbestçe tartışılmasına ve çözüm arayışlarının hızlanmasına zemin hazırlamıştır. Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de “kimlik/ din/ mezhep” tartışmalarının “siyasal/ iktisadi/ toplumsal” boyutları olduğu gibi önemli bir yönü de ‘psikolojik’ boyutudur. Kimi değerlendirmelerde ‘psikolojik’ boyutun diğer unsurlardan daha önemli olduğu yönünde bazı görüşler de bulunmaktadır. Uzun zamandır tartışılan ancak ikibinli yıllarda somutlaşan ‘açılım politikala- 65 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 rı’ toplumun sorunlarla yüzleşmesini sağlarken aynı zamanda bu sorunların kamusal alanda tartışılması için uygun bir iklim yaratmıştır. Dünyada yaşanan değişimin dalga boyunu yakalamak isteyen Türkiye, ‘bitmeyen senfoniye’ dönüşen yapısal reformları ‘tedricen’ uygulamaya başlamıştır. Türkiye tarihinin ana temaları son iki yüz yılda değişmezken idare cihazı yoğun bir reform bakısına maruz kalmıştır. Ülkenin batı kapitalist sistemiyle entegrasyonu sürerken kendini dışlanmış hisseden kitlelerin sistemi modernleştirme çabaları devam etmektedir1. Geçen iki yüz yılda gerçekleştirilen major değişim projelerine rağmen Türkiye’nin reform gündemi değişmemiştir. Uzun zamandır parti ve hükümet programlarında en çok tartışılan konuların başında devletin yeniden yapılandırılması ve değişim/dönüşüm konusu yer almaktadır. Yerel yönetimler reformu, anayasa, hürriyetler, asker-siyaset ilişkisi yeniden tanımlanması ‘yüzyıllık reform’ gündeminin sadece bir kısmıdır. Bugün gelinen noktada, reform sözcüğünün 1908 Meşrutiyetin ilanı kadar heyecan uyandırmasının ardında bu değişim/dönüşüm arzusu yatmaktadır. Soğuk Savaş döneminin bitmesini doğru okuyup, yanlış yöneten Türkiye, doksanların ‘on uzun yılını’ siyasi ve iktisadi krizlerle geçirdi. Reel sosyalizmin son bulmasıyla dünyayı saran hürriyet ve demokrasi dalgasının dışına düşen Türkiye, değişime karşı hazırlıksız yakalandı ve doğal olarak içe kapandı. Yeni reel politiği doğru okuyamayan siyasal elitler ülkenin on yıllık bir fetret dönemine girmesine neden oldular. Türkiye’nin yaşadığı stratejik körlük ve eski ezberler yeni politik gerçekliği görmesini engelleyerek, onu sahnenin dışında kalma riskiyle karşı karşıya bıraktı. Turgut Özal’ın başlattığı iktisadi serbestleşme siyaseti hedefine ulaşırken, siyaset ayağı eksik kaldı. Takvimler 1990’ları gösterirken Türkiye biranda 1970’lerin ‘puslu ve gri’ dünyasında ricat etti. KONVANSİYONEL DÖNEMİN SONU VE YENİ DÜZEN Bugün, düne göre belirsizliklerin daha yoğun olduğu, riskli, çok kutuplu ve aynı zamanda dinamik bir dünya var. Soğuk Savaş döneminde iki kutba ayrı- 1 66 Zürcher Eric J, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yayınları, 2000, s.443 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 lan eski dünyanın yerini bugün çok bileşenli ve çok bilinmeyenli bir dünya gerçekliği aldı. Tanımlar ve kavramlar değişti ve yeniden tanımlandı. Türkiye ikibinli yıllara kadar bu yeni gerçekliği eski okumalarla ve eski alışkanlıklarıyla yorumlamaya çalıştı ve bu rezistansın karşılığında ağır bedeller ödedi. İhtiyaç duyduğu yeni siyasal jeopolitik vizyonu geliştiremeyen, eski alışkanlıklarından kurtulamayan ve küreselleşen dünyanın şartlarına uyum gösteremeyen Türkiye, tutarlı ve rasyonel bir kamu politikası oluşturamayarak zaman kaybetti. Dünyada ve bölgede meydana gelen gelişmeler eski Türkiye’nin “bekle-gör-tavır al” stratejisini değiştirmeye zorlarken onu ‘yeni düzenin’ sopasıyla da olsa hizaya soktu. Konvansiyonel dönemin örgütsel, siyasal ve yönetsel alışkanlıklarından vazgeçemeyen Türkiye, yeni döneme uyum sağlamakta zorlandı ve zaman kaybetti. Soğuk Savaş döneminde yönetim ideolojisini “ya tam sadakat, ya da tam bir karşıtlık” ilkesi üzerine inşa eden Türkiye, “çok bileşenli ve esnek devlet anlayışını” bir türlü hayata geçiremedi. Ülkenin içine girdiği ideolojik ve politik körlük, Soğuk Savaş dönemindeki bu kış komünizm gelecek tehdidiyle ya “itaat halinde muhkem bir kaleye” ya da “şeriat gelecek, Türkiye İran olacak” benzetmeleriyle bir “korkular ülkesi” haline sokuldu. Kendi yurttaşlarını ‘olağan şüpheli’ gören Sovyetik rejim, uzun süre bu coğrafyada evrensel ölçekte bir düzen kurulmasına izin vermedi. İkibinli yıllar Türkiye’nin bir anlamda eski düzenini terk ettiği ve on yıl rötarlı da olsa değişim/dönüşüm ajandasını hayata geçirdiği dönemin kapısını araladı. Yeni toplumsal taleplere cevap veremeyen eskimiş iktisadi, siyasi ve idari yapılar tedrici bir yeniden yapılandırma sürecine tabi tutuldu. Özal’ın başlattığı transformasyon onun Cumhurbaşkanlığına çıkmasıyla son bulurken Türkiye ‘1989 devriminin’ dışında kaldı. Özal’dan sonra birinci reform dalgası 20 Ekim 1991 seçimleri sonrasında kurulan DYP-SHP koalisyon hükümetiyle başladı fakat bu girişim statükonun duvarlarına toslayarak başlamadan bitti. İkinci hamle 18 Nisan 1999 seçimleri sonrasında kurulan DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümeti döneminde başladı ancak bu teşebbüste Ağustos depremiyle son buldu. 67 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 PARADİGMANIN DEĞİŞİMİ Dünya, değerlerin, ilişkilerin, süreçlerin ve sistemlerin toplumsal-ekonomik ve politik olarak yeniden şekillendiği ve tanımlandığı yeni bir dönemi yaşıyor. Kısaca küreselleşme olarak da ifade edilen bu sürecin en temel özelliği “değişim ve rekabet”. Küreselleşme terimi, insanlık tarihinin hiçbir döneminde görülmediği biçimde büyük değişimlere ve büyük öğretilere vurgu yapıyor. Özellikle “teknik-bilimsel” alanda yaşanan değişim, sadece devlet yapılarını değil sistemleri ve zihniyetleri de değiştiriyor. Değişimin nerede duracağının ve nasıl sonuçlanacağının tam olarak bilinememesinin yarattığı riskler olmasına rağmen bu süreç aynı zamanda sonsuz imkân ve fırsatı da beraberinde taşıyor. Modern yönetim düşüncesinin temel felsefesini oluşturan “sürekli değişim ve iyileştirme” ilkesi devlet ve örgütler düzeyinde major bir değişimi zorunlu hale getirmektedir2. Bir anlamda devlet kabuk değiştirirken, otoriter rejimler yerini hızla demokratik sistemlere bırakmaktadır. Bu anlamda 20. yüzyılın sonunda demokrasi zaferini ilan ederken “değişimcilik-yenilikçilik-çoğulculuk-hesap verebilirlik” yeni dönemin temel kavramları olmuştur. Bugün yönetim bilimi literatürünün üzerinde en çok durduğu konuların başında “yenilikçilik” ve “değişim” kavramları gelmektedir. Postmodern dünyanın örgütsel modeli esnek, çabuk karar verip hızla uygulayan, verimli çalışan, uzmanlaşmanın önem kazandığı, hiyerarşik basamakların olabildiğince azaldığı ve çalışanların inisiyatif alıp sorumluluk yüklendikleri örgütsel yapılardır. Bilim ve teknolojide özellikle de iletişim teknolojisinde yaşananlar geleneksel yönetim anlayışlarının eskimesine ve “yöneten-yönetilen” ilişkisinin yeniden tanımlanmasına ihtiyaç doğurmuştur. Yaygın olarak ifade edilen biçimiyle bugün yönetimde bir “paradigma değişimi” yaşanmaktadır. Yeni yönetim paradigmasında demokrasi, refah, hürriyet kavramları öne çıkarken bu düzenin fikri temelleri 18. yüzyılda atılırken önemli pratikleri ise 20. yüzyılın ortalarında görülmeye başlanmıştır. Küreselleşme sürecinde 2 68 Şinasi Aksoy, ‘Yeni sağ ve devletin değişimi’, Türkiye’de Kamu Yönetimi (Der. B. Aykaç-Ş. Durgun-H.Yayman) Nobel Yayınevi, 2012, s. 578 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 devletin değişen rolü, sivilleşme, yerelleşme ve özelleştirme kavramlarında somutlaşmaktadır3. Bu süreç, ulus devletler üzerinde çift yönlü bir baskı yaratırken bir yandan uluslar üstü ve bölgesel entegrasyonları güçlendirmekte diğer yandan yerel değerleri canlandırmakta ve yerinden yönetimin önemini artırmaktadır. Demokratik düzen, Sovyetik düzenin çökmesiyle zaferini ilan ederken Soğuk Savaş döneminin katı ‘ulus devlet’ modelini değişmeye zorlamaktadır. Değişim, sadece yönetim alanında değil gündelik hayattan, en sofistike uluslararası soruna değin eski cevapların özgül ağırlığı kaybolmakta, yeni sözler ve yeni çözüm önerileri ortaya koymak gerekmektedir. 21. yüzyılın ilk çeyreği uluslararası ilişkiler, güvenlik ve demokrasi alanında yüzyıl boyunca önemli değişimlere yol açacak parametrelerin nüvelerini içinde barındırmaktadır. Yakın gelecekte birçok ulus-devletin tarih maratonundan çekildiklerine tanıklık edilecektir. Bu devletler sadece eskimiş örgütlenmeler değil aynı zamanda birçoğu günümüz bilimsel teknolojik devriminin ve küresel iktisadın rekabetine dayanamayıp ulusal egemenliklerini de büyük ölçüde yitirenler olacaktır. Küresel dünyanın dinamikleri geleneksel yönetim anlayışlarının eskimesine neden olurken bu süreçte örgütsel yapılar ve yönetsel modeller en çok tartışılan kavramlar olarak karşımızda durmaktadır. Statükocu yapıların, arkasına küresel rekabet ve değişim rüzgârını alan yapılar karşısında durmaları pek mümkün görünmemektedir. Küresel rekabetin artmasına bağlı olarak ülkeler vatandaşları için yeni toplum sözleşmeleri önermekte ve Soğuk Savaş döneminde örgütlenen kurumlarını hızla kürsel dünyaya uyumlu hale getirmektedirler. ‘Bilimsel-teknik’ değişmenin ‘ulus devlet’ modelini hayli aşındırdığı ve çözdüğü yeni dönemde değişimin önünde durmaya çalışmak geçmişin otoriter/totaliter rejimleri gibi medeniyet için yeni hayal kırıklıklarına neden olacaktır. Yeni demokratik düzen devleti geriletip, bireyi öne çıkarırken, asıl olarak bireyin refahı ve mutluluğuyla ilgilenmekte ve devleti bir fetiş olmaktan çıkarmaktadır. 3 Ömer Dinçer - Cevdet Yılmaz, Kamu Yönetiminde Yeniden Yapılanma 1, TC Başbakanlık Yayını, s.27 69 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 TÜRKİYE’NİN DÜZEN ARAYIŞI! İmparatorluğun son döneminde Fransız siyasi ve idari yapısının model alınması, merkeziyetçilik eğilimlerini kurumsallaştırarak yapısal birçok sorunun ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bonapartizm olarak kodlanan bu sistem aşırı merkeziyetçi bir idari yapı ve tekçi bir siyasal düzen öngörüyordu. Bonapartizmin doğrudan transferi hem İmparatorluğun hem de Cumhuriyetin yönetsel ve siyasal kültürünü derinden etkileyerek, çevreden yönelen taleplere cevap verme yeteneği hayli zayıflatmış bir siyasal sistem ortaya çıkarmıştır. Bir anlamda uzun zamandır devam eden reform çalışmaları bu “bonapartist ve tekçi” mirasın konsolide edilerek daha liberal ve adem-i merkeziyetçi bir bağlamda yeniden düzenlenmesine karşılık gelmektedir. Osmanlı mirası üzerine kurulan Cumhuriyet, 1925 ve 1930 deneyimlerine rağmen 1950’ye kadar otokratik bir yönetim biçimiyle yönetilirken büyük bir içe kapanma yaşamıştır. II. Dünya Savaşı’nın sonunda sınırlı da olsa demokratik bir yapıya geçen rejim on yılda bir yapılan askeri darbelerle kurumsallaşmak, oligarşik bir yapıya bürünmüştür. Özellikle 27 Mayıs darbesi sonrası kurulan rejim, ülkeyi elli yıllık bir vesayet düzeni parantezine mahkum etmiştir. Ülke sorunlarına Soğuk Savaş döneminin ‘güvenlikçi’ anlayışıyla bakan ve tüm varlığını ‘iç/dış tehdit’ kavramı üzerine inşa eden bu düzen başta İslamcılar olmak üzere Kürtlere, Alevilere, Rumlara ve kendisinden görmediği herkese ‘öteki’ muamelesi yapmıştır. Toplumdan yükselen ‘yeni düzen’ isteminin gerisinde kalan bu sistem durumunu tashih etmek yerine kendisine yönelen talepleri ortadan kaldırmaya yönelmiştir. Cumhuriyet, kendisine karakter veren ‘bürokratik’ vasfını ‘demokratik’ bir düzene evriltmekte sorunlar yaşamış ve bu değişim oldukça sancılı olmuştur. Türkiye’nin “düzen arayışı” sorunsalı, iki yüz yıllık bir tarihsel ve toplumsal arka plana yaslanırken III. Selim’in “Nizamı Cedid” (Yeni Düzen) hareketi bugünkü tartışmalarda ‘yeni anayasa’ koduyla karşımıza çıkmaktadır. Türkiye’nin modernleşme çabaları ‘ordu-bürokrasi-aydınlar’ ittifakından oluşan ‘tarihsel blok’ kavramsallaştırmasıyla tahlil edilirken4 bu bağlamda ikibinli yıllar düzenin restorasyonu bakımından tarihsel bir öneme sahiptir. Türkiye yarım asır süren bu ‘akıl tutulmasından’ sonra yeniden dünya saatiy- 4 70 Hasan Bülent Kahraman, Türk Siyasetinin Yapısal Analizi I, Agora Yayınları, 2008, s. 123 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 le eşgüdümlü bir memleket haline gelmeye çalışırken açılım politikalarıyla bu süreç daha somut hale getirilmiştir. ‘Otoriter modernleşme’ terimiyle kavramsallaştırılan modernleştirme çabaları İmparatorluğun son döneminde başlamakla birlikte tek parti döneminde görece sert biçimde uygulanmıştır5. ‘Otoriter modernleşme’ süreci 27 Mayıs 1960 darbesiyle kendisini yeniden hâkim pozisyona getirirken bu döngü 1970’li yıllarla beraber sessiz biçimde değişmeye başlamıştır. TARİHSEL ‘AÇILIM-MÜDAHALE-AÇILIM’ SARMALI! 1950’li yıllarda başlayan şehirleşme ve sanayileşme dinamiği büyük bir göç dalgası oluştururken Türkiye hızla şehirli bir toplum olmaya başlamıştır. Türkiye 1950’li yıllarda çok partili hayat geçerken sadece siyasal düzeninde değişiklik yapmakla kalmamış bununla birlikte dış politikadan tercihinden, kalkınma modeline, ulaşım siyasetinden, sanayileşme stratejisine değin geniş ölçekli bir değişim pratiğine imza atmıştır. 1950’de verilen ‘iktidar’ 27 Mayıs 1960 müdahalesiyle ‘asker-bürokrasiaydınlar’ koalisyonu tarafından geri alınırken bu müdahale değişim sürecini yavaşlatmaktan öteye bir işe yaramamıştır. Siyasal merkezin egemenliği, çevre tarafından kırılmak istendiğinde merkez buna sert tepki vermiş ve bunu bastırma yoluna gitmiştir. ‘Açılım-müdahale-açılım’ tarihsel çevrimi 1980’lere kadar fasılalarla devam ederken, seksenli yıllar milat olmuştur. 1950’lerde kırdan kente başlayan göç dalgası 1970’lere gelindiğinde şehirlerde canlı bir toplumsal hayat, dinamik bir kamuoyu yaratırken aynı zamanda sanayileşme hamlesinin hızlanmasına yol açmıştır. Seksenli yıllar Türkiye kapitalizminin, dünya kapitalizmiyle eklemlendiği yıllar olurken, askeri darbeye rağmen derinde devam eden toplumsal değişme hız kesmeden yoluna devam etmiştir. Türkiye’nin, geleneksel tarım toplumundan, modern bir topluma evrilmesi uzun ve sancılı bir hikâyenin sonunda kendi dinamikleri içinde yoluna devam ederken bu sürecin ‘yapısal reformlarla’ kalıcılaştırılması gerekmektedir. Uzun zamandır devam eden şehirleşme dinamiği, eğitim olanaklarının 5 Mete Tuncay, ‘Cumhuriyet’in 75 yıllık Düşünce Serüveni’, 75 Yılda Düşünceler, Tartışmalar, Türk Tarih Vakfı Yayınları, 1999, s.1 71 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 artması ve gelir dağılımında yaşanan adaletsizliklere rağmen iktisadi refahın yükselmesi toplumsal değişimi hızlandırırken, yeni toplumsal yapı evrensel ölçekte bir siyasal düzen talebinde bulunmaktadır. Yeni düzenin en büyük destekçisi orta sınıflar olurken, uzun bir tarihi birikimden sonra ilk defa değişim sahibini bulmuştur. Toplumsal alanda yaşanan bu değişim dinamiğinin yakın gelecekte iktisadi alanda ve düşünce sisteminde büyük bir sıçramaya yol açması sürpriz sayılmamalıdır. Türkiye sanayi yüzyılına girerken bu çağı kavrayacak ve bunu yönetecek kadrolara sahip değildi. Bunun maliyetini İmparatorluğu kaybederek ödedi. Osmanlı aydınlarının ‘devleti kurtarma’ düşünceleri devleti kurtaramasa da yeni bir devletin kurulmasına önderlik etti. Bu bilinçle hareket eden yeni bir entelektüel zümrenin varlığının yanı sıra Türkiye’deki orta sınıflaşmanın ulaştığı seviye, diğer toplumsal dinamiklerle birlikte düşünüldüğünde cari sorunların çözülmesi için büyük bir imkân sunmaktadır6. Bu dinamiğin, küreselleşme süreciyle eklemlenmesiyle toplumsal değişim, yeni bir dalga boyuna girecek ve evrensel ölçekte bir siyasal düzen talebi daha fazla dillendirilecektir. YENİ SOSYOLOJİ, YENİ TÜRKİYE! Türkiye’nin Soğuk Savaş döneminde dikte edilen ‘vesayet düzeniyle’ yoluna devam etmesi zor görünmektedir. 1950’lerde başlayan restorasyon bugün büyük bir iktisadi ve sosyolojik değişim/dönüşüme kapı aralamıştır. Bu değişim/dönüşümün uluslararası konjonktürle eklemlenmesiyle yeni bir toplumsal sınıf ve yeni bir iktisadi yapı oluştu. Bu yeni toplumsal sınıf her alanda değişim ve evrensel standartlarda çağdaş bir düzen istiyor. Yeni sınıf, “semboller ve değerler” üzerinden bir siyasi kavganın verilmesini değil ‘yeni Türkiye’nin zaman kaybetmeden kurulmasını talep ediyor. Değişim arzusunu iyi okuyan Adalet ve Kalkınma Partisi(AK Parti) 2002’den bu yana değişimden yana tavır koyarak toplumsal merkeze otururken, siyasal merkezi de büyük ölçüde buraya taşıdı. Adalet ve Kalkınma Partisi Turgut Özal’ın yarım bıraktığı II. Değişim projesini hayata sokarken vesayetçi-jakoben yapıyı geriletip, eski düzeni önemli ölçü- 6 72 Vedat Bilgin, Türkiye’de Değişimin Dinamikleri, Lotus Yayınevi, 2007, s.328 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 de değiştirdi. Türkiye siyasetinin en buhranlı dönemlerinden birinde kurulan ve toplumun değişim talebini siyasi bir projeye dönüştüren Adalet ve Kalkınma Partisi7, düzenin yeniden yapılandırılması arzusunu doğru okuyarak geçen dokuz yılda ülkeyi önemli ölçüde değiştirdi/dönüştürdü. Erdoğan iktidarının ilk döneminde daha çok rejimin rehabilitasyonunu ve düzeninin restorasyonunu gerçekleştirerek bir nevi siyasal alanı tesviye ederken aynı zamanda normalleşmeyi sağladı. Birinci Erdoğan dönemi olarak kodlanacak bu süreçte hem Türkiye siyaseti, hem de siyasetin teknolojisi radikal biçimde değişti. Türk siyasal hayatı üzerine nitelikli çalışmalarıyla bilinen Feroz Ahmad, modern Türkiye tarihine bakıldığında, ‘Türklerin en azından iki kez dünya düzeninde meydana gelen değişimlere yaratıcı biçimde uyum sağlayabildiklerini ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kendilerini kuşatan sorunlara çözüm bulmakta büyük esneklik gösterdiklerini’ ileri sürmektedir. Ahmad, Türklerin yaşadıkları zengin deneyim sayesinde aynı şeyi bir kez daha yapacaklarından ve Türkiye’yi gurur duyulacak bir ülke haline getireceklerinden kuşkulanmak için fazla bir neden olmadığını ifade ederken aslında son yirmi beş yılda yaşananlara tercümanlık etmektedir8. Türkiye, 1950’de başlayan ve ikibinli yıllara kadar devam eden birinci açılım dalgasından sonra ikibinli yıllarla birlikte yeni bir demokratikleşme ve açılım dalgasına girdi. Siyasal merkezin iyice geri çekildiği bu süreçte çevre fiilen yönetimi ele almış siyasal merkez, toplumsal merkeze teslim olmuştur. Türkiye’yi kendisinden gurur duyulacak bir ülke haline getiren demokratikleşme adımları, onu yeni bir sürecin içine iterken zengin tarihsel mirası ve güçlü devlet pratiği ona yol göstermektedir. YÜZYILLIK MESELE KÜRT SORUNU Kürt sorunu, Türkiye’nin yüzyıllık meselelerinden biridir. Kökleri, İmparatorluk dönemine kadar uzanan bu mesele, siyasi, iktisadi, etnik ve hepsinden de önemlisi psikolojik yönleri olan karmaşık bir sorun alanıdır. Türkiye’nin 7 8 Adalet ve Kalkınma Partisi hakkında ayrıntılı bir okuma yapmak için Yalçın Akdoğan, AK Parti ve Muhafazakâr Demokrasi, Alfa Yayınları, 2004 ve E. Özbudun-W. Hale, AKP Olayı, Doğan Kitap, 2010 isimli çalışmalara bakılabilir. Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, Sarmal Yayınevi, 1995, s.316 73 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 içe kapanıp otoriterleşmesi veya dışa açılıp evrensel ölçekte bir demokratik düzen tesis etmesiyle doğrudan ilgili olan meselenin aynı zamanda uluslararası bir boyutu da bulunmaktadır. Hangi boyutundan ele alınırsa alınsın, bugün gelinen noktada Kürt sorunu Türkiye için sürdürülmesi ve yönetilmesi zor bir mesele haline gelmiştir. Türkiye’nin vatandaşlarına ‘eşit ve birinci sınıf’ vatandaş olduğunu hissettirmesi, muasır medeniyet seviyesi düzeyinde bir düzen tesis etmesi ve büyük devlet olma iddialarını devam ettirebilmesi için bu meseleyi çözmesi gerekmektedir. Hadisenin vardığı hassas nokta, toplumsal psikolojinin doğru yönetilmesini ve ortak aklın kullanılmasını zorunlu kılmaktadır. Kürt sorununun geri planında iktisadi, sosyolojik, siyasi ve psikolojik birçok neden olmakla birlikte, temelde Cumhuriyet’in homojen bir ulus yaratma çabası olduğu açıktır. Cumhuriyet’in ‘etno-seküler’ bir ideolojik formasyona evrilmesi, bir yandan birlik ve beraberliği sağlama potansiyeli taşıyan moral değerleri zayıflatırken diğer yandan karşı milliyetçiliği tetiklemiştir. Bu süreçte, ‘tek tip’ ve ‘problemsiz’ bir ulus yaratma projesi, karşılaştığı sorunları güvenlikçi bir bakış açısıyla ele almakta ısrar etmiş ve bugünkü noktaya varılmıştır. Bütün siyasal gerilimler ve Cumhuriyet ideallerini bir kenara bıraksak bile, ilk etapta göze çarpan sorun, İmparatorluğun küllerinden doğan Cumhuriyet’in, Doğuyu, âdeta Osmanlı’nın Fizan’ı gibi sürgün yeri olarak kabul ettiği gerçeğidir. Yaygın olarak sorunlu memur ve idareciler buraya sürgün edilmiştir. Bölgeye iyi yetişmiş idarecilerin gönderilmesi sorunu, 1930’lardan itibaren dile getirilen, ancak bir türlü çözülemeyen bir talep olarak kalmıştır. Ülkenin diğer bölgelerinde bile uzun süre halktan uzak duran bu baskıcı memuryönetici tipi, Doğu şartlarında bu uzaklığı âdeta uçuruma dönüştürmüştür. Fakat esas sıkıntının kaynağı, sorunu yönetme ve çözme süreçlerinde öne çıkan ‘‘güvenlikçi Şark siyaseti’’dir. Bu siyaset, bir yönüyle, İmparatorluğun ‘devlet bilgisini’ yok sayan, tarihsel ve toplumsal gerçeklikten kopuk yaklaşımıyla, çözümü inzibati tedbirlerin çoğaltılmasında görmüştür. Tam da bundan dolayı devlet, sorunu çözmek için kalıcı tedbirler almak yerine, sorunla yüzleşmeyi sürekli erteleyerek, geçici önlemler almayı tercih etmiştir. Sorunun güvenlik bürokrasisine havale edilmesi, tesirleri bugün de devam eden bir gelenek oluşturmuştur. ‘Jandarma ve tahsildar baskısıyla’ halkı hizaya sokmak isteyen kamu siyaseti anlayışı, sıkıntıları çözmek yerine sorunun derinleşmesine neden olmuştur. 74 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 Sorunu dillendiren aktörlerin dönüşümü de dikkate değer bir başka konudur. Sekülerleşmenin toplumsal ilişkilerde, zihinsel bir dönüşüme yol açmadığı dönemlerde Kürt meselesinin sözcülüğünü geleneksel aktörler üstlenmişlerdir. Bu süreç en kaba haliyle 1960’lara kadar devam etmiştir. Daha sonraki dönemlerde, sorunun öne çıkan özneleri, ağırlıklı olarak ‘etno-seküler’ denilebilecek bir siyasi perspektifle siyaset yapmaya başlamıştır. Bu tarihler aynı zamanda hem Kürt meselesinin içerik olarak hem de hareketin aktörleri itibarıyla değişmeye başladığı dönemdir. Bu anlamıyla 1960’lar Kürt meselesinde milat olmuştur. Bir yandan 27 Mayıs darbesinin Kürtlerle ilgili aşırı sert ve ‘aşağılayıcı’ tavrı, diğer yandan bölgede yaşanan değişim ve dönüşüm, Kürt meselesinin daha ‘ulusalcı’ bir nitelik kazanmasına yol açmıştır. Bu dönüşüm PKK’nın ortaya çıkmasıyla hızlanmış ve mevcut sol-etnik-seküler söyleme, bağımsızlık düşüncesinin eklenmesiyle ayrılıkçı bir karaktere bürünmüştür. 1980’lerin ortasında meselenin yeniden gündeme gelmesi PKK eylemleriyle olurken, özellikle Doğu sınırındaki jandarma karakollarına yapılan baskınlar toplumda infial duygusunu yaratmıştır. Neden-sonuç ilişkisi içerisinde ve daha da çok yaşanan sıcak gelişmeler neticesinde Kürt meselesi ile terör meselesi, terör meselesi ile PKK meselesi, Kürt meselesi ile PKK meselesi birbirine karışmış bir durumdadır. Meseleye bakıştaki toptancı ve kolaycı yaklaşımlar, algıların da farklılaşmasına yol açmaktadır. PKK, yaşananların nedeni olarak görülürken, PKK’nın bitirilmesiyle sorunun da çözüleceği sanılmaktadır. 1990’lardan itibaren PKK sorunu siyaset üzerinde doğrudan sonuçları olan ve zaman zaman siyaset ve yönetim krizlerine yol açan bir sorun alanına dönüşmüştür. Özellikle güvenlik sektörü PKK üzerinden sivil siyasetteki güçlerini ve etkilerini devam ettirmeyi arzulamışlardır. Sivil siyasetin bir türlü devreye girememesi, daha da önemlisi girmekten kaçınması ve güvenlikçi bakış açısı sorunu daha da büyütmüştür. Sorun büyüdükçe, meselenin kendisiyle siyaset üzerinden muhatap olmak ve çözmek yerine, demokrasigüvenlik tahterevallisinde hassas bir çizgiye oturtulan mesele, zaman içinde ülkenin kendisiyle imtihanına dönüşmüştür. 75 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 ADINA NE DERSEK DİYELİM! Kürt meselesini konuşurken nasıl çözüleceği bir yana, henüz ismi konusunda anlaşamadığımız bir konudan bahsedildiği de unutulmamalıdır. Artık klişe haline gelen ifadesiyle “adına ne dersek diyelim” diye başlayan cümlelerle, muhtemel tüm isimler sayılarak sorun adlandırılmaya çalışılmaktadır. Türkiye’de bu meseleye çoğunlukla “Şark meselesi, Doğu sorunu, Güneydoğu sorunu, Terör sorunu, Kürt sorunu” adı verilirken, kimi zaman meselenin terör boyutu, kimi zaman da kimlik boyutu öne çıkarılmıştır. Bu çerçevede, konu hakkındaki tartışmaların önemli bir kısmı problemin içeriğinden çok ismi üzerinden yürütülmektedir. Konunun isimlendirilmesi sorunu, içeriği de belirleyici bir işlev görmektedir. Biz bu çalışma içerisinde daha çok Kürt sorunu ve Kürt meselesi kavramlarını kullandık. Başka bir deyişle, sorunun nasıl isimlendirildiği, konuya hangi pencereden bakıldığını da ortaya koymaktadır. İsimlendirmeye bağlı olarak problemin nedenleri ve çözümleri de farklılaşmaktadır. Güneydoğu sorunu ifadesini kullananların, konuyu daha çok iktisadi geri kalmışlık meselesi olarak ele aldıkları, Kürt sorunu terkibini kullananların ise problemin iktisadi boyutu kadar, toplumsal ve siyasi boyutu üzerinde durdukları söylenebilir. İsimlendirme meselesi, Türkiye’nin siyasal hayatındaki gelişmelerden de etkilenmiştir. Mesele, ülkenin yaşadığı değişimlere bağlı olarak farklı isimler almıştır. Özgürlük rüzgârlarının estiği ve toplumsal özgüvenin yüksek olduğu dönemlerde meseleye daha çok Kürt meselesi adı verilirken; askeri kayıpların çoğaldığı dönemlerde ise Güneydoğu veya terör sorunu adı verilmektedir. Kürt meselesi hakkında Osmanlı döneminden başlayıp Cumhuriyet’le devam eden kadim bir rapor yazma geleneği bulunmaktadır. Konuyla ilgili cumhurbaşkanları, başbakanlar, genelkurmay başkanları, generaller, genel(umum) müfettişler, valiler, büyükelçiler, akademisyenler dahil olmak üzere birçok kişi ve kurum, çok sayıda rapor hazırlamıştır. Bu eserler sorun hakkında önemli bir külliyat oluşturmuştur. Temelde bu çalışmaları iki ana eksende ele almak mümkündür. Birincisi doksanlı yıllara kadar süregelen ‘asayişçi’ yaklaşım, ikincisi ise ‘demokratik’ yaklaşım şeklinde ifade edebileceğimiz ılımlı eksendir. Son tahlilde konuyla ilgili kayda değer bir literatür ve ciddi bir birikim olmasına rağmen uzun zamandır sorun çözme yeteneğini kaybetmiş siyasal ve bürokratik elit mevcut biri- 76 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 kimi sentezleyip üçüncü bir yol açamamaktadır. PKK’nın ortaya çıkmasıyla metamorfoz yaşayan Kürt meselesi, önce ordunun tekeline terk edilmiş, yaşanan acı tecrübeler sonunda ordu PKK’la mücadele ve sorunun çözümünü ayırmıştır. PKK’la mücadelede taraf olduğunu dile getiren askerler, Kürt meselesinin çözümünü siyaset kurumuna bırakmıştır. KÜRT MESELESİNİN ÇÖZÜMÜNDE İKİ TARZ-I SİYASET Kürt meselesine veya Doğu sorununa yönelik iki temel siyaset veya yaklaşımdan bahsetmek mümkündür. Birinci yaklaşım, Fevzi Çakmak, İsmet İnönü, Umum Müfettiş İbrahim Tali Öngören, Umum Müfettiş Abidin Özmen, Dahiliye Vekili Şükrü Kaya, Cemal Gürsel, Kenan Evren, Doğan Güreş, Alparslan Türkeş, Tansu Çiller, gibi isimler yanında bazı emekli askerlerin hazırladıkları çalışmaları içermektedir. İkinci yaklaşım ise, Kazım Karabekir, Celal Bayar, Vali Cemal Bardakçı, Ömer Halis Bıyıktay, Adnan Menderes, Turgut Özal, Erdal İnönü, gibi isimler tarafından temsil edilmektedir. Aralarında önemli farklılıklar bulunan iki yaklaşımı iki simge isim üzerinde de okumak mümkündür. İsmet İnönü’nün başını çektiği birinci yaklaşıma “İnönücü ekol” ya da “güvenlikçi perspektif”, Celal Bayar’ın temsil ettiği ikinci yaklaşıma ise “Bayarcı ekol” veya “sivil ekol” adı verilebilir. Cumhuriyet tarihi, kimi zaman örtük, kimi zaman aleni biçimde bu iki yaklaşım mücadelesi şeklinde geçmiş, devlet konjonktürel olarak hangisi daha efektifse onu kullanmak yoluna gitmiştir. Bu iki tarz-ı siyaset arasında ve doğal olarak iki grup arasında ciddi bir rekabet olmuş ve mücadeleyi doksanlı yıllara kadar birinci grup üstünlük sağlamıştır. Asayişçi olarak nitelenen bu yaklaşım, Kürt meselesini “askeri tedbirler, zorunlu iskân, asimilasyon ve Türkleştirme” siyaseti ile çözeceğini düşünmüştür. İkinci gruptakiler ise daha mutedil tedbirlerin alınmasını isterken aynı zamanda devletle vatandaşlar arasındaki engellerin kaldırılmasını savunmuşlardır. İki grubun meseleye dair yaklaşımı, yöntemi, üslubu ve araçları oldukça farklıdır. Birinci grup, Dersim’e operasyon yapılmasını önerirken, ikinci grup askeri harekatın çözüm olmayacağını ileri sürmüştür. Birinci grup, “köylerin birleştirilmesini veya boşaltılmasını” isterken, ikinci grup buna karşı çıkmıştır. Birinci grup “koloni yönetiminin kurulmasını” tavsiye ederken ikinci grup 77 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 adil bir yönetim kurulmasını önermiştir. Birinci grup “halkın zorla Batıya nakledilmesini” isterken, ikinci grup halkın güveninin sağlanmasını birinci amaç olarak görmektedir. Birinci grup Doğu illerinde parti teşkilatı açılmasına karşı çıkarken, ikinci grup buralarda parti teşkilatları açılmasını savunmaktadır. Birinci grup Doğu illerinde “Umum Müfettişlik” kurarken, ikinci grup bu müfettişlikleri lağvetmiştir. Birinci grup insanların ana dillerinin konuşulmasını yasaklarken, ikinci grup bu yasakları kaldırmıştır. Türkiye birçok alanda olduğu gibi Kürt meselesinde de sert devletçilik siyaseti ile serbestlik yanlısı uygulamalar arasında gidip gelmiştir. Bir yandan İbrahim Tali Bey gibi sertlik yanlısı umum müfettişlerinin raporları ve uygulamalarıyla mesele şiddetle bastırılmak istenirken, diğer yandan Cemal Bardakçı gibi valilerin ve DP’nin hoşgörülü yaklaşımıyla normalleştirilmek istenmiştir.9 İki tarz-ı siyaset arasındaki temel farklar, Celal Bayar’ın Şark Raporu ile İsmet İnönü’nün Kürt Raporu ya da tek parti dönemi uygulamalarıyla DP dönemi uygulamaları mukayese edildiğinde açık biçimde görülebilir. Kürt meselesinin çözümü noktasında birçok çalışma yapılmıştır. Ancak bu çalışmalar problematik olarak birbirini takip eden eserler olmaktan ziyade birbirinden bağımsız ve kişiye bağlı çalışmalardır. Konjonktüre, hükümetlere, kişilere bağlı olarak yürütülen çalışmalar sorunu çözmek bir yana problemi daha da derinleştiren bir sonuç doğurmuştur. Tek parti döneminin sona ermesiyle Kürt meselesinde rapor yazma geleneği kısmen azalmış olsa da içerik değiştirerek devam etmiştir. 27 Mayıs 1960 darbesi sonrasında hazırlanan çalışma dışında 1990’lara kadar devletin hazırladığı bilinen başka bir rapor bulunmamaktadır. Rapor yazma geleneğinde ikinci dönem olarak kavramsallaştırabileceğimiz çalışmalar 1980’lerin sonuyla başlamaktadır. Aslında farklı bir okumayla ikinci dönemi, Türkiye İşçi Partisi’nin daha sonra kapatılmasına neden olan 1970’lerin sonunda yaptığı dördüncü büyük kongresiyle başlatabiliriz. TİP’in dördüncü kongrede “Türkiye’de Kürt halkı vardır” kararı o dönemde istenilen etkiyi yaratmasa da, orta vadede Türkiye’nin Kürt siyasetinin değişmesinin miladı olmuştur. 9 78 Nitekim bugün de benzer bir durum yaşanmaktadır. Bir yandan problemin askeri tedbirlerle çözülmesi gerektiğini öne süren görüş, diğer yandan ise sorunun demokrasi ve özgürlük perspektifinden çözülmesi gerektiğini öne süren bir yaklaşım bulunmaktadır. TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 1970’lerde başlayan ‘tanıma’ siyaseti 12 Eylül 1980 darbesiyle geri püskürtülürken, darbe idaresinin Diyarbakır cezaevinde yaptıkları ve 1983 yılında başlattığı dil yasağı, PKK’nın toplumsal zeminini genişleten bir etki yapmıştır. Kürtlerin demokratik mücadelelerini şiddetle bastıran devlet, PKK’nın silahı bir hak arama yöntemi olarak tercih etmesi karşısında kendi eliyle kendini zora sokmuştur. PKK’nın şiddeti bir yöntem olarak benimsemesi başlarda Kürt sorunuyla, PKK sorununun karıştırılmasına yol açsa da daha sonra bu ayrım net olarak yapılmaya başlanmıştır. Turgut Özal’ın başlattığı reformlar ve genel olarak yürütülen demokratikleşme/sivilleşme süreçlerine paralel olarak, sorunun devletin tekelinden çıkıp sivillerin gündemine girmesiyle, başta siyasi partiler olmak üzere birçok sivil toplum örgütü çeşitli çalışmalar yapmıştır. 1980’lerin sonunda yayımlanan ilk çalışma kapsamlı bir rapor olarak değerlendirilmese dahi, tarihe not düşmesi ve soruna dikkat çekmesi bakımından önemli sayılacak 30 Haziran 1987 tarihli DSP seçim bildirgesidir. Demokratik Sol Parti, Merkez Karar ve Yönetim Kurulu tarafından karara bağlanan “Güneydoğu Anadolu’da Güvenlik ve Gelişme Sorununa Kapsamlı Çözüm Programı” isimli çalışma, partinin seçim bildirgesinin sonunda uzun bir ek olarak verilmiştir. İlk defa bir parti seçim bildirgesinde bu soruna ayrı bir başlık altında uzun uzadıya yer vermiştir. DSP’nin temel tezi “Güneydoğu Anadolu’da yaşanan sorunun etnik bir temele dayanmadığı ve daha çok geri kalmışlık ve bölgenin feodal yapısından kaynaklandığı” tespitine dayanmaktadır. 1990’ların başında siyasi partiler tarafından başlatılan rapor yazma geleneği sol’dan sağ’a tüm partileri etkilemiş ve neredeyse tüm partiler konuyla ilgili bir çalışma yapmışlardır. En çok rapor yazan partiler, sosyal demokrat partiler olmuştur. RP’nin 1991 yılında hazırladığı çalışma, SHP raporuyla beraber en kapsamlı ve en radikal tespitlerde bulunan çalışmalardandır. Bu dönemde partiler tarafından hazırlanan raporlar yanında Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın yaptırdığı çalışmalar ve STK’lar tarafından yapılan ampirik araştırmalar da bulunmaktadır. SHP tarafından yayımlanan ve tarihe not düşen önemli çalışmalardan biri olan “Doğu ve Güneydoğu Sorunlarına Bakış ve Çözüm Önerileri” isimli çalışma, doksanlı yılların ana karakteristiklerini gösteren temel metinlerden biridir. SHP raporu tabiri caizse pandoranın kutusunu açan bir çalışma olmuştur. SHP raporunu CHP raporları izlemiş ve özellikle DYP-SHP koalisyon protoko- 79 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 lü, sorunun demokratik yollardan çözümü yolunda resmi ezberleri bozan bir mutabakat olmuştur. DYP-SHP koalisyon protokolüyle ilk defa Kürt sorunu demokratik usullerin hâkim olduğu karar alma süreçlerine dahil olmuştur. Protokolde yer alan şu ifade aslında bütün tartışmalara nokta koyacak mahiyettedir: “Ancak devletin resmî dili, bayrağı, simgeleri, sınırları ve Türkiye Cumhuriyeti’nin hükümranlık hakları her türlü tartışmanın dışındadır.” Koalisyon protokolü bir anlamda devletin resmi dili, bayrağı, simgeleri ve sınırları dışında her türlü konuyu tartışabileceğini açıkça deklare etmektedir. 1990’larda hazırlanan raporlar resmi tezleri dışlayan bir bakış açısıyla, daha özgürlükçü ve daha sivil bir perspektiften kaleme alınmıştır. 1990’lardan sonra hazırlanan raporların en önemli özelliği, Kürt meselesi ile terör meselesini birbirinden ayırması ve problem karşısında daha cesur bir dil kullanmasıdır. İlk dönem çalışmalarına hâkim olan “Türkleştirme-iskân-inkâr” kavramlarının yerini ikinci dönemde “demokrasi-insan hakları-hürriyet” terimleri almıştır. Siyasi partilerin Kürt sorununa yaklaşımları iktidarda ve muhalefette olmalarına göre değişirken, muhalefette daha cesur bir söylem benimseyen partilerin iktidara geldiklerinde daha ihtiyatlı ve resmi tezlere yakın bir pozisyon aldıkları görülmüştür. İkinci dönem çalışmaları içerisinde sivil toplum örgütlerinin ve siyasi partilerin raporları öne çıkmaktadır. Bu dönem bir anlamda rapor yazma yarışının olduğu bir dönemdir. Bilinen ne kadar sivil toplum örgütü ve meslek odası varsa neredeyse tamamı, meselenin ne olduğuna ve nasıl çözülmesi gerektiğine dair bir çalışma yapmıştır. Bunda, 1990’lı yılların ‘düşük yoğunluklu çatışma’ döneminde verilen kayıpların önemli tesiri olduğu gibi, askeri tedbirlerle meselenin çözülemeyeceğine dair bir anlayışın gelişmesinin de etkisi bulunmaktadır. Rejimin ‘imtiyazsız, sınıfsız homojen bir ulus’ yaratma arzusunun bir sonucu olarak ortaya çıkan Kürt meselesi, zaman içinde karakter değiştirerek karmaşık bir problem haline gelmiştir. Devletin ‘inkar ve red’ politikalarına bir tepki olarak ortaya çıkan PKK, doksanlı yıllarda devletin değişmesi karşısında ikna olmamış ve silahı elinden bırakmamıştır. Bugün yaşanan temel sorun tam da bu noktada yaşanmaktadır. PKK, devletin değiştiğine inanmak istememekte, çoğu zamanda böyle bir tutum işine gelmektedir. Bu noktada devlet demokratikleşme adımlarında PKK’yı değil, vatandaşlarını gözeten 80 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 bir strateji benimserse kısa vade de olmasa dahi uzun vade de örgütün şiddet kullanma meşruiyeti ortadan kalkacak ve bölge halkı örgüte silah bıraktıracaktır. MÜZİK DEĞİŞİRSE, VALS DE DEĞİŞİR! Devletin önceleri sorunu tam olarak kavrayamaması, makul, ikna edici ve uygulanabilir bir mücadele stratejisi tayin edememesi Kürt meselesinin derinleşmesine yol açarken, PKK’nın kitleselleşmesi sonucunu doğurdu. Çözümün zamana yayılması, yapılan düzenlemelerin etkisini azaltıp, istenilen faydanın elde edilmesine engel oldu. Sorunun çözülmemesi bütün zamanlarda örgütün ekmeğine yağ sürdü. Bu saptamayı daha iyi anlayabilmek için bir örnek vermek gerekirse, Cumhurbaşkanı Turgut Özal himayesinde yürütülen 1993 ateşkesi, sonuçlandırılıp örgütün silah bırakması sağlanabilmiş olsaydı, bu sonuçtan devlet mi, örgüt mü kazançlı çıkacaktı, sorusu hayati önem taşımaktadır. Problemin makul bir sürede çözülmemesi, zaman içinde talep çıtasının yükselmesine, istemlerin radikalleşmesine, aidiyet duygusunun güçlenmesine ve örgütün daha fazla taban bulmasına neden oldu. HEP’in 1991’de dile getirdiği taleplerin neredeyse tamamı bugün yerine getirilmiş olmasına rağmen sorun halen bütün yakıcılığıyla varlığını devam ettirmektedir. Devlet, bu noktada dahi neden böyle oldu sorusunu sormamış ve günü birlik taktik adımlarla yön tayin etmeye çalışmıştır. Bir anlamda koşulların değişmesine bağlı olarak, taleplerin de niteliği değişmiştir. Sorunu çözmek bir yana siyasal iktidar, Kürt siyasetine dönüp, ‘dün bu talepleri dile getiriyordunuz, bunların neredeyse tamamı yerine getirildi, fakat halen neden şiddet var’ sorusunu dahi özgüvenle soramıyor. Örgütü arkadan takip eden, dağdan inmek bir yana dağa çıkışları engelleyemeyen Türkiye, bütün zamanlarda sorunu hafife almış ve gerçekle yüzleşmek istememiştir. HEP’İN SHP’YE VERDİĞİ ACİL TALEPLER DEKLARASYONU HEP kökenli SHP milletvekilleri 20 Ekim 1991 Genel Seçimleri’nden sonra SHP’de kalıp kalmama konusunu aralarında tartıştılar ve “ülke yönetimi, 81 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 demokratikleşme ve Kürt sorunuyla” ilgili taleplerini bir liste hazırlayıp SHP Genel Başkanı Erdal İnönü’ye ilettiler. HEP’liler yemin töreni öncesi hazırlanan talep listesini SHP’de kalmanın ön şartı olarak nitelendiriyorlardı. SHP Adıyaman Milletvekili Mahmut Kılınç’ın Genel Başkan İnönü’ye ilettiği deklarasyon, bir anlamda Kürt sorununda ‘yapılanlar/yapılmayanlar’ cetveli gibidir. HEP Deklarasyonu’nda dile getirilen hususlar şu şekildedir10 HALKIN EMEK PARTİSİ DEKLERASYONU, 1991 1. ‘‘Türkiye’nin sosyolojik gerçekliğine uygun olarak Kürt ulusal kimliğinin anayasa ve yasalar düzeyinde kabul edilmesi. 2. Kürt ulusal varlığının kabulü temelinde, Türkiye’nin taraf olduğu bütün uluslar arası antlaşmalara konmuş bulunan bütün çekincelerin geri alınması. 3. Kürt ulusunun çağdaş anlamda ifade edilmesi için dilini ve kültürünü yazılı ve sözlü olarak hayatın her alanında özgürce kullanabilmesi. 4. Anadilde eğitim hakkının sağlanması. 5. Radyo ve TV’de Kürt diliyle yayın hakkının sağlanması. 6. Kürt ulusal sorunu ve çözümünün bütün boyutlarıyla özgürce tartışılabileceği demokratik bir ortamın sağlanması. 7. Olağanüstü Hal uygulamasının bütün kurumlarıyla birlikte kaldırılması. 8. Sansür-Sürgün (SS) kararnamelerinin yürürlükten kaldırılması. 9. Özel TİM’in bölgeden çekilmesi. 10. Kontrgerilla örgütünün açığa çıkarılması ve dağıtılması. 11. Köy koruculuğu sisteminin kaldırılması. 12. Anti-terör yasasının yürürlükten kaldırılması. 13. 12 Eylül’ün sonuçlarını ortadan kaldıracak, koşulsuz bir genel affın çıkarılması. 14. Cezaevlerinin insan hak ve onuruna yakışır bir duruma getirilmesi, milletvekillerine cezaevi ve tutukevlerinde denetim yetkisi verilmesi. 15. Gözaltı süresinin 24 saate indirilmesi ve gözaltına alınan kimsenin avukat gözetiminde sorgusunun yapılması. 10 A. Osman Ölmez, DEP Depremi, Doruk Yayınevi, 1995, s.160-163 82 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 16. Faili meçhul cinayetlerin aydınlatılması ve sorumlularının cezalandırılması. 17. Adil bir seçim yasasının düzenlenmesi. 18. Boşaltılan, yakılan, yıkılan köylerin yeniden inşası ve sahiplerinin uğradıkları zararın tazmini. 19. Yok edilmek istenen yerleşik üretim ilişkilerinin yeniden canlandırılması. 20. Yaylak, otlak ve mera yasağının kaldırılması. 21. Tüm çalışanlara grevli, toplu sözleşmeli, sendikal hakların tanınması. 22. Genel grev, hak grevi ve dayanışma grevinin yasallaştırılmasıyla lokavtın kaldırılmasıi 23. Anayasanın demokratikleştirilmesiyle MGK’nın kaldırılması ve Genelkurmay Başkanlığı’nın MSB’ye bağlanması.’’ HEP’in kısa süre içinde kapatılmasıyla yerine kurulan DEP, öncülü gibi bir deklerasyon yayınlamış ve temel taleplerini Ankara’ya iletmiştir. HEP’in deklerasyonunu yok sayan devlet aynı biçimde DEP’in de bildirgesini ciddiye almamıştır. HEP’ten bu yana beş parti kapatılıp, altıncı parti açılırken değişen talepler olurken, değişmeyen devletin ‘bekle-gör’ taktiği olmuştur. Ankara’nın sorunu zamana yayması, çözüm stratejisi tayin edememesi taleplerin nitelik değiştirmesine ve problemin ‘sürdürülemez/yönetilemez/ ötelenemez’ hale gelmesine yol açmıştır. DEMOKRASİ PARTİSİ (DEP) BARIŞ ÇAĞRISI, 2 AĞUSTOS 1993 DEP, MYK, Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in “düşük yoğunluklu savaş” konseptini hayata sokmasından sonra yükselen şiddete dikkat çekmek amacıyla 2 Ağustos 1993 günü Sultan Ahmet meydanında bir basın toplantısı düzenledi. DEP, Kürt halkına karşı yürütülen “topyekün savaşa karşı topyekün barış” kampanyası çerçevesinde bir deklarasyon yayınladı. DEP Deklarasyonu’nda dile getirilen hususlar şu şekildedir11: ‘‘Anti demokratik yöntemlerle ülke sorunlarını çözmek mümkün değildir. Bugün ülkemizde ilan edilmemiş, adı konmamış bir savaş yaşanmaktadır. Uluslararası hukuk kurallarının açıkça çiğnendiği bu savaş yüzünden Kürtler de, Türkler de çok ağır bedeller ödemektedir. 11 A. Osman Ölmez, DEP Depremi, Doruk Yayınevi, 1995, s.280-283 83 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 Savaşta hergün 30 insanımız hayatını kaybetmektedir. Savaş boyunca 17.700 insanımız öldü. Yaklaşık 400 köy tümden ve kısmen boşaltıldı ve yakıldı. Ormanlar ve tarihi değerler yok edildi. Milyonlarca insan topraklarından koparıldı. Toplu göçler ve sürgünler yapıldı. Yoksul insanlarımızın cebinden alınan milyonlarca para bu savaş için harcandı. Emekçiler, insan hakları savunucuları ve barışseverler, her iki taraftan ölen 17.700 insanın hepsi bizim insanımız. Savaşın bütün yükü yoksul halkımıza fatura ediliyor. Bilelim ki, bu savaş ne kadar sürerse sürsün, ne kadar insan ölürse ölsün, Kürt sorunu çözümlenmeyecektir. Askeri politikalar 70 yıldır uygulanıyor. Devlet bu politikayla neyi çözebildi? Katliamla, sürgünle, inkârcı Kürt sorunu çözümlenebilseydi, bugüne kadar çoktan çözülmüş olurdu. Sorun ‘ekonomik geri kalmışlık veya terör sorunu değildir.’ Sorun siyasidir ve adı da Kürt sorunudur. Onun için daha çok insan ölmeden, daha çok kan dökülmeden, daha çok ekonomik yıkıma uğramadan, demokratik hak ve özgürlüklerimizden daha fazla ödün vermeden BARIŞ sağlanmalı, siyasi çözüm yolları bulunmalıdır. ‘Ulusal mutabakat’ ve ‘vatanın bölünmesi tehlikesi’ yalanlarıyla hakkınız ve özgürlükleriniz elinizden alınmaktadır. Bu ağır bedeli ödemek zorunda değilsiniz. Bu savaşa hep birlikte dur diyelim. Savaşa karşı barışı savunmak insanlık görevidir. Topyekün savaşa karşı, topyekün barışı savunalım. Barış içinde, eşit ve özgür koşullarda yaşamak hepimizin hakkı. Kendi haklarımıza ve görevlerimize sahip çıkalım. Emeğimizi, özgürlüklerimizi, kardeşliğimizi barış içinde ve demokratik bir ortamda yaşama hakkımızı savaş yanlılarının insafına terk etmeyelim. Onlar bir avuçtur. Onları durdurabiliriz. Akan kana ve tüm acılara son verebiliriz. Birlikten doğan gücümüzle sorunları çözebiliriz. Bunun için öncelikle silahlar susmalıdır. PKK ve devlet ATEŞKES ilan etmeli ve kararlarına uymalıdırlar. Ateşkes tarafsız güçlerce denetlenmelidir. Sorunun köklü çözümü, barışçıl ve demokratik bir ortamda ve eşitlik temelinde siyasi yol ve yöntemler uygulanarak bulunacaktır. Kürt kimliğinin tüm sonuçlarıyla birlikte kabul edildiği, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün eksiksiz uygulandığı demokratik bir ortamda siyasi yolları birlikte kurabiliriz. Barışı kazanmak ve kalıcılaştırmak için; 84 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 1. Devlet, Kürtlerin her düzeyde seçilmiş meşru temsilcileriyle görüşme yolunu açmalıdır. 2. Türkiye’nin sosyolojik gerçeğine uygun olarak Kürt kimliği tüm sonuçlarıyla birlikte tanınmalı, Anayasa ve yasalarda garanti altına alınmalıdır. 3. Kürt kimliğinin kabulü temelinde, Türkiye’nin taraf olduğu tüm uluslararası anlaşmalara konulmuş çekinceler geri alınmalı ve sorunun AGİK süreci ve Paris Şartına uygun olarak çözümü için adımlar atılmalıdır. 4. Kürtler kendilerini çağdaş anlamda ifade edebilmek için dilini, kültürünü ve sanatını yazılı ve sözlü olarak kullanabilmeli ve geliştirebilmelidir. 5. Anadilde eğitim hakkı sağlanmalı, radyo ve TV’lerde Kürtçe yayın yapılmalı. 6. Kürt sorunu ve diğer tüm sorunların çözüm yollarının bütün boyutlarıyla ve özgürce tartışılabileceği demokratik bir ortam sağlanmalıdır. 7. Olağanüstü Hal Uygulaması, bütün kavramlarıyla birlikte kaldırılmalı. 8. Özel Tim Bölgeden çekilmeli 9. Faili meçhul cinayetler aydınlatılmalı, kontrgerilla örgütü açığa çıkarılıp, dağıtılmalıdır. 10. Köy koruculuğu sistemine son verilmelidir. 11. Anti terör yasası yürürlükten kaldırılmalıdır. 12. 12 Eylül’ün sonuçlarını ortadan kaldıracak bir genel af ilan edilmelidir. 13. Adil bir seçim yasası çıkartılmalı ve her türlü düşüncenin serbestçe örgütlenmesi sağlanmalıdır. 14. Boşaltılan, yakılan ve yıkılan köyler yeniden inşa edilmeli, köylülerin uğradığı zararlar karşılanmalıdır. 15. Bölge ekonomisinin canlandırılması için gerekli tedbirler alınmalıdır. 16. İsmi değiştirilen yerleşim birimlerine eski isimleri iade edilmelidir. 17. Savaştan çıkarı olmayan geniş kesimleri, BARIŞ çağrımıza destek olmaya çağırıyoruz. Sesinizi yükseltin. Öncelikle barış ortamını sağlayalım. Barış ortamını kalıcı kılmak ve demokrasiyi kazanmak yaşamsaldır. İnsanca yaşama hakkımızı hep birlikte savunalım.’’ 85 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 DEMOKRATİK AÇILIM KÜRT MESELESİNİ ÇÖZEBİLİR Mİ? Demokratik açılım sürecinde hükümet, özgürlükçü ve cesur söylemlerle meseleyi kamuoyunun gündemine taşırken, bir yandan da demokratik adımlar atılıyordu. Farklı dil ve lehçelerin kullanılmasının önü önemli ölçüde açılıyordu. TRT Şeş’in kurulması, devlet nezdinde Kürtçe’nin tanınması anlamına geliyordu. Hükümet, bu yayını belli saatlerle sınırlamayıp 24 saate çıkarmış, bununla da kalmayıp, özel televizyonların yayın yapabilmesinin de önünü açmıştır. Yine farklı dil ve lehçelerde enstitüler kurulması, cezaevi görüşmelerinde dil yasağının kalkması, dil üzerinden gerçekleşen bir özgürleşmeyi ifade ediyordu. Ekonomik yatırımlara hız veren hükümet, bölgesel gelişmişlik farkını azaltmak ve adaleti sağlamak için de çalışmalarını yoğunlaştırıyordu12. Süreç içinde yapılanlardan bazıları şöyle özetlenebilir13 • Çağdaş bir demokrasiye yakışmayan olağanüstü hal uygulamasına son verilmiş ve OHAL kaldırılmıştır. • Demokrasiye uygunluğu sürekli tartışılmakta olan Devlet Güvenlik Mahkemeleri kaldırılmıştır. • Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi ile Sosyal ve Ekonomik Haklar Sözleşmesi TBMM’nin onayıyla kabul edilmiştir. • Yapılan anayasa değişikliğiyle, temel insan haklarıyla ilgili uluslararası anlaşmalar, iç hukukumuzun etkin bir parçası haline getirilmiştir. • Terörle Mücadele Kanunu’nda, hem ifade özgürlüğünü genişleten, hem de terörle mücadele alanındaki eksikleri gideren önemli değişiklikler yapılmıştır. • Vatandaşların günlük hayatlarında kullanmakta oldukları farklı dil ve lehçelerin öğrenilmesi için özel kurslar açılmasına imkân tanınmıştır. • Farklı dil ve lehçelerde yayın yapılması yasal güvenceye kavuşturulmuş, bu uygulamaya ilk örnek olarak TRT Şeş yayını başlatılmıştır. TRT ekranla- 12 Yalçın Akdoğan Yalçın Akdoğan, ‘Kürt meselesinde paradigma değişimi: Demokratik açılım’, (Der. H.Yayman) Türkiye’de Açılım Politikaları, Meydan Yayınları, 2011, s.29 13 Hüseyin Yayman, Türkiye’nin Kürt Sorunu Hafızası, Doğan Kitap, 2011, s. 384-387 86 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 rından Kürtçe, Zazaca, Boşnakça, Arapça ve Çerkezce yayınlar yapılmaya başlamıştır. • “İşkenceye sıfır tolerans” anlayışıyla işkence ve kötü muamele suçunun yasal çerçevesi genişletilmiş, cezaları ağırlaştırılmıştır. • Türk Ceza Kanunu, Ceza Muhakemesi Kanunu, Kabahatler Kanunu, Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun ve Denetimli Serbestlik Kanunu çıkarılmıştır. • Sivil toplumun güçlenmesi ve örgütlenme özgürlüğünün sağlanması adına Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni esas alan çok önemli yasal iyileştirmelere gidilmiştir. • 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu, yapılan düzenlemeyle daha demokratik bir yapıya kavuşturulmuştur. • 4982 sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kanunu çıkarılmıştır. • Belediyelerin ve il özel idarelerinin, “yerinden yönetim” ilkesi çerçevesinde, daha etkin biçimde görev yapabilmelerine imkân sağlanmıştır. • Terörle çok yönlü olarak mücadelenin gereği olan ve bugüne kadar ihmal edilmiş yeni stratejiler geliştirilmiştir. • Aktif dış politika adımlarıyla komşularla ilişkiler düzeltilmiş, terör örgütü bölgede ve dünyada yalnızlığa mahkûm edilmiştir. • Daha az gelişmiş bölgelerimizi sosyo-ekonomik açıdan canlandırmak için çeşitli teşvik uygulamaları yürürlüğe sokulmuş, umut veren sonuçlar alınmıştır. • Güneydoğu ve Doğu’da 15 milyar lirayı aşan yatırımlar yapılmıştır. • Alevi yurttaşların sorunlarına yönelik çalıştaylar yapılmıştır. • Farklı din ve inançlara sahip vatandaşlarımızın ibadet yerlerine ilişkin özgürlüklerinin genişletilmesi amacıyla “İmar Kanunu”nda düzenlemeler yapılmıştır. • 2004 yılından itibaren “Azınlık Sorunlarını Değerlendirme Kurulu” faaliyet göstermektedir. 87 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 • 18 yaş altındaki tüm çocukların Çocuk Mahkemelerinde yargılanmasını sağlayacak bir yasal düzenleme yapıldı. • Cezaevlerinde tutuklu ve hükümlülerin yakınlarıyla anadillerinde görüşmesine imkân sağlayan yönetmelik yürürlüğe girdi. • Vatandaşların kullandığı farklı dil ve lehçelerle ilgili akademik serbesti getiren çeşitli düzenlemeler gündeme alındı. • Özel televizyon ve radyo kuruluşlarının da farklı dil ve lehçelerde yayın yapmasına imkân tanındı. • Başbakanlığa bağlı olarak faaliyet gösteren İnsan Hakları Başkanlığı’nı bağımsız, sivil ve denetleyici bir İnsan Hakları Kurumuna dönüştürme çalışmaları başladı. • Bu konudaki şikâyetleri değerlendirmek üzere bağımsız bir Ayrımcılıkla Mücadele Komisyonu tesis etmek için hazırlıklar yapıldı. • İşkenceye Karşı BM Sözleşmesi’nin ihtiyari protokolünün onayı için çalışmalar hızlandırıldı. • Hem işkence ve kötü muamelenin önlenmesi, hem de bu konuyla ilgili güvenlik güçlerinin haksız yere yıpratılmasını engellemek için, bir Bağımsız Kolluk Şikâyet Mekanizması kurulmasına yönelik çalışmalar yapıldı. • Çeşitli sebeplerle isimleri değiştirilen yerleşim birimlerine, yerel talep olması halinde, mevzuat hükümlerine uygun olarak eski isimlerinin verilebilmesine yönelik çalışmalar yapıldı. • Siyasi partilerin, seçim çalışmaları sırasında vatandaşlara farklı dil ve lehçelerde seslenebilmeleri için gerekli düzenlemeler yapıldı. Bu bağlamda son on yılda Kürt sorununun çözümüne dair ‘beyaz devrim’ denilebilecek önemli adımlar atılmıştır. Ancak bu adımların zamanında atılmaması ve yapılan iyileştirmelerin ‘muhataplık krizine’ kurban edilmesi, bu düzenlemelerin anlamını yitirmesine ve beklenen faydanın sağlanamamasına yol açmaktadır. Bu önerilerin başında Kürt Enstitüsü’nün kurulması, Kürtçe radyo-televizyon yayınına izin verilmesi ve anadilde eğitim konusu gelmektedir. Halihazırda olmazsa olmaz bu üç talebin ikisi karşılanmış, geriye anadilde eğitim konu- 88 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 su kalmıştır. Tartışmalar anadilde eğitim konusuna odaklanmıştır. Başka bir ifadeyle bugün için Kürt sorunu, Kürtçe sorununa indirgenmiş durumdadır. Henüz hayata geçirilmeyen teklifler, yönetsel veya yasal düzenlemelerle çözülebilecek tekliflerdir. Bu tür düzenlemelerin ötesinde gelinen noktada Kürt sorunun serbestçe tartışılması ve her türlü önerinin açık biçimde dile getirilmesi dahi önemli bir mesafe alınmasını sağlamıştır. Silahların susması ve serbest tartışma ortamının sürmesi nihai çözüme bir adım daha yaklaşılmasını sağlayacaktır. Bu bağlamda açılım sürecinin başlamasıyla örgütün eylemliliğini yükselttiği ve bir anlamda 90 konseptine dönüşün provasını yaptığı tespit ediliyor. ÇÖZÜMÜN SÜRECİ NEDEN YAVAŞ İLERLİYOR? Bunun yanında bu süreçte ortaya çıkan gelişmeleri şöyle mütaala edebiliriz. Öncelikle tarafların birbirini dondurulmuş resimler üzerinden okuma gibi bir tutumlarının olduğu görülüyor. Gelinen noktada Kürt siyasetinin süreci doğru okuyamadığı görülüyor. Çözüm tartışamaları devam ederken, PKK’nın Kürt sokağını paralize etmek istemesi zahiren çelişiyor gözükse de son tahlilde ‘teoride ilkeli, pratikte esnek’ örgüt, Öcalan’ın elini kuvvetlendirmeyi amaçlıyor. Öcalan, devlete karşı PKK’yı, PKK’ya karşı devleti pazarlık masasına sürerek ‘önderliğini’ pekiştirmek ve ‘tek adamlığını’ güçlendirmeyi amaçlıyor. Kürt sorunu askerin inisiyatifinden çıkarken, PKK inisiyatifini terk etmeyip, sorunun parçası olmaya devam ediyor. Türkiye toplumu sorunun çözümünü konuşurken, Kürt siyaseti çözümün önüne camdan duvarlar örüyor. Kürt siyasetinin değişen devlet aklını doğru okuyamaması gibi devletin içindeki bazı kesimlerinde Kürt siyasetinde yaşanan değişimi fark edemedikleri gözleniyor. Son 20 yılda örgüte yakın kesimlerin özgüven sağlaması ve korku duvarlarını aşması, Kürtlerin büyük ölçüde “ağadan, şeyhten ve devletten” kopmasını sağladı. Ancak bu değişim/dönüşüm Ankara tarafından doğru okunmuyor ve olaylar hafife alınıyor. 1990’larda yapılan yanlışların etkisiyle Kürt ulusalcılığı bugün umulanın ötesinde bir toplumsal tabana kavuştu ve bu tabanın tatmin edilmesi gerekiyor. Bunun yanında ‘düşük yoğunluklu’ şiddetle büyüyen yeni jenerasyon eylemlilik çıtasını yükselterek ve hafızayı sürekli canlı tutmak, hem Ankara’ya, hem de Öcalan’a mesaj vermek istiyor. 89 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 Bir diğer önemli problem alanı güven sorunu ve muhataplık krizinde yaşanıyor. Ankara ile Kürt siyaseti arasındaki güven sorunu çözüm sürecini enfekte ederken, Kürtlerde ‘tasfiye’ duygusunun depreşmesine yol açıyor. Ankara, “Kürtlerle konuşmadan, Kürt sorununu çözmek” gibi yanlış bir stratejiyle mesafe almaya çalışırken, örgütlü Kürtler, kendilerinin muhatap alınmamasını, çözümü sabote ederek gösteriyorlar. PKK sivil/şiddet eylemleri üzerinden devleti masaya oturtmaya zorlarken, örgütün bu taktiğini gören devlet açığa düşmemeye çalışıyor. PKK yükselttiği toplumsal basınçla talep çıtasını yukarı taşıyıp, pazarlıkta elini güçlendirmeye çalışıyor. Örgüt, Ankara ile çözümün pazarlığını yapmak isterken, Kürtlerle kendi iktidarının pazarlığını yürütüyor. Bu bağlamda ‘sürekli eylemlilik’ teorisi hayata geçirilmeye çalışılıyor. PKK, devrimci siyasetin “sürekli devrim” teorisini, “sürekli eylemlilik” tezine dönüştürerek halkı sokaklara indirirken, toplumsal tabanını genişletmeyi ve diğer aktörleri tümden sahnenin dışına itmeyi amaçlıyor. PKK bölgede yaşanan normalleşmenin devam etmesi durumunda, Kürtlerin kendi kontrolünden çıkmasından endişe ediyor. Devrimci şiddetle elde ettiği ‘psikolojik üstünlüğü’ seçim sandığına tahvil etmeyi amaçlıyor. Çözümün staretjisi konusunda Ankara zaman kazanmak, Kürt siyaseti mevzi kapmaya çalışırken süreci kendi lehlerine çevirmeye çalışıyorlar. Devlet, Kürt sorununu Öcalan’dan kopartıp zamana yayarak çözmek isterken, PKK, KCK, BDP bunun Öcalan’la fakat kendilerini de dışlamadan ve daha hızlı yapılmasını arzu ediyor. PKK, Ankara’ya ‘bölgedeki sokakların efendisi’ olduğunu gösterip ‘daha ölmedim ve bensiz çözüme asla izin vermem’ demek suretiyle denklemden dışlanmak istemiyor. Devletin Kürt meselesinde paradigma değişimine gitmesi örgütte ‘kaygı ve rekabete’ neden olurken hükümetin bu hamlesi karşısında örgütte ‘sessiz çoğunluğu’ yanına çekmek için toplumsal çelişkiyi derinleştirecek büyük saldırılar yapma yoluna gidiyor. Geçen otuz yıla rağmen PKK’ya mesafeli duran ‘muhafazakâr ve dindar’ kesimler, yükselen tansiyonla beraber tercihe zorlanıp, örgütün çatısı altında toplanmak isteniyor. Bunun ilk adımı 12 Haziran 2011 seçimlerinde Şerafettin Elçi, Altan Tan gibi isimlerinin aday yapılmasıyla tavanda atılmış olmasına rağmen tabanda bu birliğin sağlandığına dair henüz herhangi bir işaret bulunmuyor. Ortadoğu’da meydana gelen gelişmeler örgütün kimyasını bozarken onun ‘stratejik ve taktik’ değişikliğe gitmesine yol açıyor. Tunus’ta başlayan ve ‘domino etkisi’ yaparak bütün Ortadoğu’yu etkisi altına alan toplumsal geliş- 90 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 meler ve son olarak Suriye’de yaşananlar Kürt siyasetini derinden etkiliyor. Uzun yıllardır demokrasi mücadelesi vermelerine ve bölgedeki en örgütlü toplum olmalarına rağmen Kürt siyasetinin kendini sahnenin dışında hissetmesi, eylemlerin dozajının artmasına ve bir opanik duygusuna kapılmalarına yol açıyor. SONUÇ VE GENEL DEĞERLENDİRME Kürt meselesinden bahsederken, bırakın çözüm önerilerini, ismi konusunda dahi anlaşılamayan bir problem alanından bahsediyoruz. Türkiye bu meseleye çoğunlukla Doğu (Şark) meselesi, Güneydoğu meselesi adını verirken kimi zaman terör, kimi zaman da Kürt meselesi adını verdi. Konu hakkındaki tartışmaların bir kısmı problemin içeriğinden çok ismi ve semboller üzerinden yürütüldü. Cumhuriyet tarihi boyunca dönemsel olarak Kürt meselesi de zaman zaman alevlenip zaman zaman küllenirken gündemdeki yerini sürekli muhafaza etmiş ve ülkeyi büyük bir ipotek altına almıştır. Türkiye’nin sorunla ilgili ikna edici, tutarlı, rasyonel bir siyasetinin olmaması, problemin derinleşmesine yol açmıştır. Kürt meselesi, PKK’nın ortaya çıkmasıyla yeni bir boyut kazanmış, çözümsüzlük sarmalı giderek büyümüştür. Günümüzde Türkiye’nin demokratikleşmesi, normalleşmesi ve evrensel ölçülerde bir hukuk nizamına kavuşmasıyla birlikte ele alınan Kürt meselesi, zaman içinde ülkenin kendisiyle imtihanına dönüşmüştür. Kürt meselesinin çözüm yoluna konulamamasında PKK şiddetinin önemli bir tesiri olsa da, asıl sorun politik irade ve kararlılık eksikliğinde yaşanmaktadır. Erken Cumhuriyet döneminde güvenlik perspektifi merkezli yaklaşımlar hakimken ikinci dalga olarak nitelendirebileceğimiz 1990’larda dünyada ve Türkiye’de yaşanan açıklık/yeniden yapılanma süreçlerinin de etkisiyle konu daha çok anayasal vatandaşlık ve demokratikleşme temelinde ele alınmıştır. İkinci dalga çalışmalarında PKK ile Kürt meselesinin ayrı ayrı değerlendirilmesi gerektiği dile getirilirken, terör sorununa karşı yeni güvenlik politikalarının, Kürt meselesine karşı ise demokratikleşme ve bölgesel gelişme politikalarının kararlılıkla uygulamaya konulmasının, sorunun kalıcı biçimde aşılmasında ve iç barışın kökleştirilmesinde tek çıkış yolu olduğu dile getirilmektedir. Demokratikleşme kavramı ikinci dönemin temel sözcüklerinin başında yer almaktadır. 91 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 Doksanlı yılların başında Kürt kelimesi dahi telaffuz edilemezken, bu dönemin sonunda alabildiğine özgür bir tartışma ortamı doğmuştur. Bir anlamda Türkiye, Kürt sorununu konuşarak kendi demokratikleşme hamlelerini de hızlandırmıştır. Bu dönemin en önemli aktörlerinden biri olan Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Kürt meselesinde resmi tezleri tersyüz eden ve inkar siyasetine son veren bir yaklaşım içinde olmuştur. Özal, yaşanan hadiseyi gerçekçi bir yaklaşımla analiz ederken bölgede yaşanan olayların terör olayı boyutu kadar etnik bir boyutu olduğuna vurgu yapmaktadır. Özal, Kürt meselesini çözmeyi, Türkiye’nin büyümesinin ve bölgesel bir güç merkezi olmasının anahtarı olarak görmektedir. Bu yönüyle Özal’ın, Sultan Hamid’in siyasetinin modern izleyicisi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. 1990’lı yılların en önemli gelişmelerinden biri de DYP-SHP koalisyonunun kurulmasıdır. Koalisyonun kurulmasından sonra hükümet, ilk yurt gezisini 8 Aralık 1991 tarihinde Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ne yapmıştır. Koalisyon hükümetinin liderleri Süleyman Demirel ve Erdal İnönü, bakanları, komutanları ve geniş bir gazeteci topluluğunu yanına alarak Güneydoğu gezisine çıkmıştır. Gezi basında “Güneydoğu’ya çıkarma” şeklinde verilmiştir. Diyarbakır’la başlayan gezi, Mardin, Şırnak, Siirt’le devam etmiş; mevsimin kış, havaların soğuk olmasına karşın, heyet gittiği her yerde coşkulu kalabalıklar tarafından karşılanmıştır. Demirel ve İnönü’nün iki günlük Güneydoğu gezisi boyunca verdikleri mesajı “Dileyin bizden, ne dilerseniz” şeklinde özetleyen Bila, Demirel ve İnönü’nün konuşmalarında Güneydoğu insanı karşısında yıllardır izlenen yanlış politikalar için devlet adına “günah çıkartan” bir görünüm sergilediklerini dile getirmektedir. Bila liderlerin halkla diyalogunu şu şekilde nakletmektedir: ‘Ne istiyorsunuz? Baraj mı? Yapalım. Yol mu? Yapalım. Üniversite mi? Kuralım. Elektrik mi? Getirelim. Su mu? Getirelim. Fabrika mı? Kuralım. Kürt kimliği mi? Kabul edelim. Kürt Enstitüsü mü? Kuralım. Söyleyin ne istiyorsunuz? Hepsini yapalım. Yeter ki üniter yapı dışında bir şey istemeyin.’ Heyet Diyarbakır’dan helikopterle Siirt’e geçerken halkın koalisyon liderlerine olan ilgisi dikkat çekicidir. Erdal İnönü Siirt’te “Seçimlerde ne vadettiysek onları yapacağız. İcraat yapmaya, sizleri rahat ettirmeye geldik. Kimse Türkiye’de doğduğuna pişman olmayacak” sözünü vermektedir. Koalisyon liderlerinin halk tarafından coşkuyla karşılanması karşısında PKK bundan rahatsız olmuş; bazı ilçelerde kepenk kapatma eylemleri yapılmış ve hükümet protesto edilmiştir. 92 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 Süleyman Demirel Güneydoğu gezisinin ilk günü Diyarbakır’da misafir edildiği Kültür Merkezi’nde gece gazetecilerin sorularını cevaplandırırken hükümetin temel gündeminin Güneydoğu meselesi olduğu görülmektedir. Demirel, hükümetin sorun karşısında gerçeklerle yüzleşmesi gerektiğini söylerken, tüm vatandaşların birinci sınıf yurttaş olduğu tezi üzerinde durmaktadır. Liderlerin konuşmalarında Türklerle Kürtler arasında asırlardır devam eden kardeşliğe yapılan vurgu dikkat çekmektedir;14 ‘...Kürt kimliği diyoruz. Artık buna karşı çıkmak mümkün değil. Türkiye, Kürt realitesini tanımak zorunda. Artık sen Kürt değilsin, Türksün, Orta Asya’dan beraber yola çıktık, dillerimiz yolda değişti falan diyemeyiz. Bu devleti beraber kurmuşuz. Osmanlı dağıldığında iki büyük kavim kalmış, Türkler ve Kürtler. Devletimiz üniter, azınlık yok. Hepimiz bu ülkenin sahibiyiz. Türkiye’de Kürtçe konuşan vatandaş da her şeyin sahibi. Olaya böyle bakmalıyız.’ Bu ifadeler aslında fazla söze gerek bırakmadan devletin Kürt meselesindeki resmi tezlerinin son bulduğunun ve yeni bir siyasetin benimsendiğinin beyanıdır. Bu hava toplumda büyük bir iyimserlik ve beklenti doğururken, yükselen PKK terörü bu olumlu havayı tersyüz etmiş ve barış süreci şiddete boğdurulmak istenmiştir. Bu tersyüz oluşta hükümetin toplumda oluşan beklentileri karşılayamamasının da tesiri olmakla birlikte, temel neden PKK’nın “kurtarılmış bölgeler” stratejisi doğrultusunda şiddete hız vermesidir. 1970’li yılların Milliyetçi Cephe hükümetlerine Başbakanlık yapan Süleyman Demirel’in bu açıklamaları devletçi ezberleri bir kez daha bozarken, bu söylem düzeyi Demirel gibi ihtiyatı elden bırakmayan bir lider için gerçekten büyük bir devrimdir. Süleyman Demirel’in siyaset anlayışında “askerle kavga etmeme” gerçeği göz önüne alındığında ve bu açıklamaların Genelkurmay Başkanı ve Jandarma Genel Komutanları’nın huzurunda yapıldığı düşünüldüğünde, anlamları çok daha iyi görülecektir. Askerlerin bu açıklamalara itiraz etmeleri bir yana, geziye bizzat katılmaları yeni siyasetin önemli işaretleridir. 1992 Nevruz’uyla Türkiye büyük bir şiddet ortamına sürüklenirken hem SHP’nin içindeki koalisyon hem de iktidar koalisyonu daha başlamadan büyük yara almıştır. Koalisyon protokolünde dile getirilen açılımlar otoma- 14 Fikret Bila, ‘Kürt Kimliği reddedilemez’ 9 Aralık 1991, Milliyet Gazetesi. 93 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 tikman rafa kaldırılmıştır. Siyasetin sorunu çözme iradesine karşı PKK’nın HEP’i dahi dışlayan ve suçlayan bir tutum içine girmesi, çözüm umutlarının başka bahara ertelenmesine yol açmıştır. Kürt meselesinin çözümü konusunda irade ortaya koyan son parti Adalet ve Kalkınma Partisi’dir. Başbakan Erdoğan’ın “Demokratik Açılım/Milli Birlik Projesi” ismini verdiği bu süreç aslında 12 Ağustos 2005 Diyarbakır konuşmasıyla başlamıştır. Başbakan Erdoğan’ın Diyarbakır konuşması şu şekildedir: ‘...Bu soruna illa isim koyalım diyorsanız Kürt sorunu, bu milletin bir parçasının değil, hepsinin sorunudur. Benim de sorunumdur. Türk olsun, Kürt olsun, Çerkez olsun, Abhaza olsun, Laz olsun, bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının ortak sorunudur. Kürt sorunu ne olacak diyenlere diyorum ki bu ülkenin başbakanı olarak o sorun herkesten önce benim sorunumdur. Biz büyük bir devletiz ve millet olarak bu ülkeyi kuranların bize miras bıraktığı temel prensipler ve Cumhuriyet ilkesi, anayasal düzen dahilinde her sorunu, daha çok demokrasi, daha çok vatandaşlık hukuku, daha çok refahla çözeceğiz. Bu anlayışla çözüyoruz ve çözeceğiz de.’ Kürt meselesinde siyaset kurumu uzun süre inisiyatif almak istememiş, inisiyatif almak isteyenlere de önemli bedeller ödetilmiştir. Sorunun çözümü için hamle sırası Adalet ve Kalkınma Partisi’ndedir. Adalet ve Kalkınma Partisi daha önceki tüm girişimlerden farklı olarak sorunun çözümünü geniş kapsamlı bir sürece yaymış, toplumsal ve siyasal bir tartışma sürecini başlatmış ve bu süreçte kurumsal ittifakı sivil siyasetten yana zorlayan bir tutum içinde olmuştur. Adalet ve Kalkınma Partisi sorunla yüzleşme sürecinde aynı zamanda toplumsal birlikteliği tarif eden unsurları merkeze alan bir siyasi söylem kullanmaktadır. Erdoğan’ın ‘Demokratik Açılım’ı parti grubunda anlattığı konuşması bu açıdan en somut örneklerden biridir: ‘...Binlerce yıldır bir arada yaşayan, kız alıp-kız veren, birbirine akraba olan, birbirine kardeş olan, et ile tırnak haline gelen Türk ile Kürdü, Laz ile Çerkezi Boşnak ile Gürcüyü birbirinden ayırmak, birbirine düşman eylemek mümkün müdür, muhtemel midir? Türkiye’nin bir zenginlik olarak gördüğümüz tüm farklılıklarını birbirinden ayırmak, birbirine rakip ve düşman gibi göstermek, kimin haddinedir? Selahaddin Eyyubi’nin sancağı altında, Kudüs’ü fethederek, orayı bir barış ve huzur şehrine çeviren ordunun neferleri biz değil miydik? Çaldıran’da Yavuz 94 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 Sultan Selim’in ordusunda birbirine kardeş olan biz değil miydik? Yemen’de, Çanakkale’de Sarıkamış’ta, Kut-ül Amare’de vatan topraklarını birlikte savunan, birlikte şehit olan, birlikte gazi olan biz değil miydik? Kurtuluş Savaşı’nın kahraman evlatları hep birlikte biz değil miyiz? Cumhuriyet’i kuran ve ortak idealler, ortak hedefler doğrultusunda yüceltenler bizler değil miyiz? İstiklal Marşı’nı dinlerken hepimizin gözleri yaşarmıyor mu? Fuzuli’nin şiirleri nasıl ruhumuza hitap ediyorsa, Ahmedi Hani’nin dizeleri de aynı şekilde bizi duygulandırmıyor mu? Bizi birbirimizden ayırmak kimin haddi? Bizim kardeşliğimize kastetmek kimin haddi? Bizi birbirimize düşürmek, düşman eylemek kimin haddi? Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm vatandaşlarını birbirine ayrı gayrı görmek kimin haddi? Bu ülkede Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı üst kimliği altında yer alan her etnik kökendeki insan, Türküyle, Lazıyla, Kürdüyle, Çerkeziyle, Gürcüsüyle, bizim kardeşimizdir, buna kimse gölge düşüremez.’ Sonuç olarak geldiğimiz noktada Kürt meselesi kritik bir eşiğe dayanmış durumdadır. Bu meselede söylenmemiş bir söz, önerilmemiş bir talep, yapılmamış bir toplantı kalmamıştır. Son tahlilde hükümetin çözüm takvimi, çözüm staretjisi ve çözüm algısıyla Kürt siyasetinin çözüm algısı, takvimi ve staretajisi arasında yaşanan siyaset farkı atılan adımların boşa atıldığı duygusu uyandırsa da reformların anlamı orta vade de anlaşılacaktır. Tabutların gelmeye devam ettiği ve şiddetin ara vermeden sürdüğü bir dönemde toplum doğal olarak yapılan düzenlemeleri değil acıyı ve yası konuşmaktadır. Sonuç itibarıyla bu mesele her şeyden öte Türkiye’nin kendisiyle imtihanıdır. REFERANSLAR Ahmad Feroz, Modern Türkiye’nin Oluşumu, Sarmal Yayınevi, 1995 Akdoğan Yalçın, AK Parti ve Muhafazakâr Demokrasi, Alfa Yayınları. 2004 Akdoğan Yalçın, ‘Kürt meselesinde paradigma değişimi: Demokratik açılım’, (Der. H.Yayman) Türkiye’de Açılım Politikaları, Meydan Yayınları, 2011, s.29 Aksoy Şinasi, ‘Yeni Sağ ve Devletin Değişimi’, Türkiye’de Kamu Yönetimi (Der. B. Aykaç-Ş. Durgun-H.Yayman) Nobel Yayınevi, 2012. Bila Fikret, ‘Kürt Kimliği reddedilemez’ 9 Aralık 1991, Milliyet Gazetesi. Bilgin Vedat, Türkiye’de Değişimin Dinamikleri, Lotus Yayınevi, 2007 Çakır Ruşen, ‘Kürt açılımı nerede tıkandı, nasıl aşilabilir?’, (Der. H.Yayman) Türkiye’de Açılım Politikaları, Meydan Yayınları, 2011. 95 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 Dinçer Ömer - Yılmaz Cevdet,. Kamu Yönetiminde Yeniden Yapılanma 1, TC Başbakanlık Yayını, 2003 Kahraman Hasan B., Türk Siyasetinin Yapısal Analizi I, Agora Yayınları, 2008 Özbudun Ergun - Hale William, AKP Olayı, Doğan Kitap, 2010 Tunçay Mete, ‘Cumhuriyet’in 75 yıllık Düşünce Serüveni’, 75 Yılda Düşünceler, Tartışmalar, Türk Tarih Vakfı Yayınları, 1999 Yeğen Mesut, ‘Demokratik Açılım ve Kürt Siyaseti’(Der. H.Yayman) Türkiye’de Açılım Politikaları, Meydan Yayınları, 2011. Zürcher Eric J, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yayınları. 2000 96 3.3.. DEMOKRATİKLEŞMENİN SOSYOLOJİK ANALİZİ Prof. Dr. Yasin AKTAY SDE Başkanı GİRİŞ Türkiye’nin demokratikleşmesi 1946 yılından beri devam eden bir süreç. Toplumun geniş kesimlerinden bu yönde bir talep ve baskı olmasına karşılık bu süreç sancısız gerçekleşmemiş hatta onu zorlayan talepler kadar ona karşı direnen güçlerin aksatmalarına da maruz kalmıştır. Süreç o yüzden başladığı günden beri defalarca doğrudan askeri müdahale, sayısız miktarda da vesayetçi gözetimin ve denetimin baskısı altında ilerlemiştir. 2002 yılında iktidara gelen ve yaklaşık on yıldır ülkeyi idare eden AK Parti zamanında demokratikleşme alanında çok önemli adımların atılmış olduğu muhakkaktır. Esasen ilk defa bu dönemde askeri vesayete doğrudan son verilmiş, asker-sivil ilişkileri için olması gereken çizgi işaret edilmiştir. İşaret edilen bu çizginin önemli bir kısmı da çizilmiş, ancak halen bu çizginin belirsiz kalmış yerleri vardır. Askeri vesayet düzenine tekrar dönmemek için halen demokratikleşme alanında yapılması gerekenler vardır. AK Parti iktidarı döneminde demokratikleşme sürecinde atılan adımlar, halen süreci tamamlamamış olsa da, başka dönemlerdekilerle karşılaştırılamayacak kadar derin ve kararlı adımlar olmuştur. Bu çalışmanın diğer bölümleri bu adımların özellikle yasal 97 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 düzenlemeler boyutu itibariyle detaylarıyla analiz edecektir. Bu bölümde biz bu yasal düzenlemeler kısmından ziyade bu tür adımların atılmasını gerektiren sosyolojik zemini irdeleyeceğiz. Daha açık bir ifadeyle bu dönemde adına artık “demokratik açılım” denilen özel bir süreçten bahsedebiliyoruz ama bu süreci hazırlayan bir sosyolojik zemin var olduğu gibi bir de bu açılımın harekete geçirdiği başka sosyolojik dinamikler vardır. Genellikle işin bu kısmına bakılmıyor. Oysa bu dönemde demokratik açılım adına yapılan yasal düzenlemeler kadar, özellikle eğitim, istihdam ve ekonomi alanında uygulanan bazı politikaların toplumda demokratikleşme için uygun bir zemini alttan alta işlemekte olduğunu görmek gerekiyor. Uzun yıllar vesayet altında yaşamaya alışmış, vesayetçi düzenin normlarını neredeyse içselleştirmiş, benimsemiş, kanıksamış bir toplumda demokratik talepler de var olsa bile bu taleplerin kısa bir sürede gerçekleşmesi mümkün değil. Demokrasi talep edilse bile bunun taşınması ve korunması da mukabil bir zihniyet ve maddi güç veya refah seviyesi gerektirir. Bu bölümde tam da Türkiye’nin demokratik açılım sürecini taşıyan sosyolojik zemininin bir analizi yapılacaktır. ÇEVRE-MERKEZ DİYALEKTİĞİ BAĞLAMINDA DEMOKRATİK AÇILIM Türkiye’nin demokratik açılım programı ne zaman başladı? 2009 yılının Ağustos ayı, yani Devlet Bakanı Sayın Beşir Atalay’ın Kürt sorununun kapsamlı bir çözümü için ilan ettiği paket demokratik açılım için milat sayılabilir mi? Kürt sorununun çözümü için bu tarihte ilan edilen adımlar hükümetin demokratikleşme programı ile karşılaştırıldığında ne kadar büyük sayılabilir? Bu tarih, Kürt sorununa doğrudan değinen bir paketin devreye sokulmasını mümkün kılan bir zemini de işaret ediyordu. Peki bu zemin baştan beri orda öylece hazır mı duruyordu? O zemin hazır duruyorduysa bundan önce neden hiç kimse o zemin üzerinde benzer adımlar atmaya teşebbüs etmedi, teşebbüs etmeyi aklından bile geçirmedi? Kuşkusuz 2009 yılında Kürt sorununun çözümü için adım atmayı, Kürt sorununun adını adınca koymayı, bu çerçevede bir tartışma açmayı, bu tartışmada her şeyi söyleyebilmeyi mümkün kılan zemin çok önceden hazırlanmaya başlamıştı. O kadar ki, bu tarihte atılan adımlar ancak önceden yapılmış olan bu gerçek atılım ve açılımlar sayesinde mümkün olabilmiştir. Aslında AK Parti’nin iktidara geldiği 2002 yılından bu yana siyasal mücadelesini toplamda demokratikleşme bağlamında değerlendirmek mümkün. 98 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 AK Parti’nin iktidara gelişi, geliş tarzı ve söylemiyle birlikte genel olarak bir büyük demokratikleşme hamlesidir. Çünkü 2002 seçimlerini kazanması, o zamana kadar kendisine karşı bütün anti-demokratik vesayet unsurlarının yığdıkları barikatları aşmasıyla mümkün olmuştur. 2002 seçimlerine girildiğinde kendisinden önce kapatılmış iki partinin ardından kurulmuş olan AK Parti hakkında da bir kapatma davası vardı ve lideri siyaseten yasaklı olduğu için milletvekili seçimlerine girememiştir. İktidara geldiği takdirde kendisine sistemin yol vermeyeceğine, en kısa zamanda da 28 Şubat’ı yapan ve halen duruma vaziyet etmekte olan güçlerin müdahale edeceğine dair yaygın ve kanıksanmış bir kanaat var. O kadar kanıksanmış bir kanaatin kendisi aslında demokratikleşmenin önündeki en büyük engellerden biridir. Okuduğu bir şiir yüzünden aldığı ceza son derece olağanmış gibi sunuluyor ana akım medya tarafından ve “artık muhtar bile olamaz” manşetleri mevcut siyasi rejimin ve aklın normali gibi telkin ediliyordu. Hiç kuşkusuz bu tür manşetleri normalmiş gibi gösteren siyasi aklın tek hedefi AK Parti veya lideri Recep Tayyip Erdoğan değildi. Bu akıl bizatihi medyasıyla, üniversitesiyle, bürokrasisiyle, siyasetiyle anti-demokratik bir zihniyetin örgütlenmiş vesayet rejiminin bir yansımasıydı. Türkiye’de Kürt sorununu da, din ve vicdan özgürlüğüyle ilgili bütün sorunları da üretip müzmin ve çözülmez bir hale getiren, siyasetin bütün alanları üzerinde vesayet kuran bu zihniyetin kendisiydi. Bu vesayetçi iradeyi geriletecek tek şey meşru zeminde siyaset, onun kendisini yeniden üretmesine fırsat ve imkan veren şey de meşruiyet çizgisinden sapmış bilhassa şiddete sapmış bir mücadele biçimiydi. Türkiye’de AK Parti’nin temsil ettiği siyaset geleneğinin altı çizilmesi gereken bir özelliği varsa o da siyaset tarzının meşruiyet çizgisi üzerindeki ısrarı olmuştur. Partilerinin kapatıldığı ve kapatma davalarının açıldığı dönemlerde, cumhurbaşkanlığı seçiminde 367 kuralının keyfi olarak ama anayasal kurumlar eliyle ihdas edildiği anlarda bile mahkeme kararlarına itiraz etseler de, bu kararları şiddetle eleştirip arkasındaki vesayetçi zihniyete işaret etseler de, bu kararları tanımazlık etmediler. Bu kararlara karşı şiddete veya itaatsizliğe davet etmediler. Bu siyasal duruş geriye dönüp bakıldığında ne kadar stratejik bir duruş olduğu daha iyi anlaşılıyor. Açıkçası, bu meşruiyet paralelindeki duruşun bu siyasi harekete sağladığı en önemli avantajlardan biri vesayetçi kurumların eline demokratik çizgiden sapmak için daha güçlü bahaneler vermemiş olmasıdır. Çünkü bütün o hamleler meşruiyet çizgisinden sapma ihtimalini değerlendirmeye ve vesayeti daha da derinleştirmeye yönelmiş B planlarına sahipti. 99 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 Dolayısıyla AK Parti’nin 2002 yılında iktidara gelişinin kendisi sistem içinde gerçekleşen, sisteme dönük bir demokratik açılım olarak anlaşılabilir. Bu açılımın hiç kuşkusuz bir boyutu da merkez-çevre ilişkilerinin geldiği bir aşamayı, bir dönüm noktasını da yansıtıyordu. Merkez-çevre ilişkileri baz alındığında AK Parti’yi iktidara getiren bir toplumsal hareketliliğin sosyolojik dinamiklerini görmek gerekiyor. Bir bakıma o dinamikler AK Parti’yi iktidar eşiğine kadar, merkezin sınırlarına kadar getirmiş, ama AK Parti’nin 2002 yılında iktidara gelişiyle birlikte çevrenin merkeze yürüyüşü de büyük ölçüde hızlanmıştır. İktidara geldiği tarihten itibaren gerek yaptığı doğrudan hukuk reformları ve yasal düzenlemeler ile gerekse de eğitim, ekonomi, sağlık ve sair alanlarda uyguladığı politikalarla çevre unsurlarının güçlenmesini sağladı. Bu güçlenmenin bir özeti “vatandaş” kavramı veya olgusunun gerçek bir dönüşüme uğraması olarak ifade edilebilir. Devlet karşısında haklardan ziyade bitimsiz yükümlülüklere sahip olan vatandaş giderek devletin ortağı, hissedarı ve sahibi olarak yeniden anlam kazanmıştır. Hangi kimliğe, hangi ideolojiye, hangi bedene (kılık-kıyafete) sahip olacağı bile devlet tarafından belirlenen vatandaşın bugün bütün bu alanlarda devlet müdahalesini eleştirme, karşı koyma hakkını değerlendirebildiği bir noktaya geldiğimiz söylenebilir. Kuşkusuz bu konuda sağlanan açılımlar hâlâ ideal bir noktaya gelmiş olduğumuzu göstermiyor. Yapılabilecek veya yapılması gereken daha çok sayıda yasal düzenleme var ama bu ideal noktayı gösteren bir vatandaşlık ufkuna ulaşmış olduğumuzu söyleyebiliriz. Vatandaş kavramının anlamının bu düzeye gelmiş olması, açıkçası, demokratik açılımın kalbini oluşturuyor. Demokratik açılım sadece yasal düzenlemelerle olabilecek bir şey değildir çünkü. Demokratik mekanizmayı işletebilecek, o mekanizmaya sahip çıkabilecek, onu taşıyabilecek güçlü ve yaygın bir vatandaş kitlesinin oluşması çok önemlidir.15 Aksi takdirde sadece yukarıdan verilen bir hak olarak kalır demokrasi ve ona sahip çıkacak güçte bir kitle olmadığında istenildiği zaman geri alınabilir. 15 Günümüzün dünyasında vatandaşlık kavramının gelişiminin sosyolojisi konusundaki çalışmalarıyla bilinen Marshall için vatandaşlık bilhassa ekonomik kaynaklara eşit katılımın, dolayısıyla kapitalist toplumda sınıflar arasındaki eşitsizliğin sorunlarının bir ölçüde giderildiği bir kanaldır. Bkz. Marshall, 1950; 1981; Oysa Fransız Devrimi’ni hazırlayan düşünceleriyle Jean Jacgues Rousseau, vatandaşlığı toplumsal sözleşmeyi mümkün kılan bir siyasal katılım kodu olarak kabul eder ki, ikisi de devleti oluşturan ve mümkün kılan bir olgu olarak vatandaşlık kavramının önemli referanslarıdır. Genel olarak vatandaşlık tartışmaları için bkz. Roche, 1992; Turner, 1986: Rousseau, 1993, 100 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 Aslında geniş kesimlerin katılımı sağlanmadığında da, yani karar alma veya tartışma süreçlerine sadece belli kesimlerin katılımı da demokrasinin asgari şartını sağlıyor gibi görünebilir. Eski Yunan demokrasinin beşiği sayılır ama toplumun bütün kesimlerinin katılımı asla sağlanmaz. Orada vatandaş sayılmanın bazı şartları vardır ve bu şartları aslında nüfusa oranla çok az sayıda insan temin etmektedir. Bu şartları sağlayan toplumun gerçek vatandaşları ise gerçekten de birçok hakka sahip ve karar alma süreçleri hepsinin de etkili olabildiği bir ortamda gerçekleşir. Ama toplumun önemli bir kesimi bu süreçlerden dışlanır. Bugün de demokrasinin formel şartlarının sağlandığı bir çok yerde aslında vatandaşın karar alma süreçlerine hiç de dahil olmadığı, demokrasiyi oligarşik yapıların kuşattığı görülebiliyor. Görünürde demokrasi olan yerlerde vatandaşın mümkün olan en geniş sayıda sisteme katılımının sağlanması sadece vatandaşın yasal haklara sahip olmasıyla ilgili değil aynı zamanda bu hakları kullanabilecek imkan veya kanallara sahip olmasıyla da ilgilidir. Bu imkan ve fırsat eşitliğinin bir ölçüde kentleşme ve eğitimin yaygınlaşmasıyla aşılabileceği düşünülebilir. Klasik demokrasi teorileri demokrasiyi taşıyabilecek güçlü bir burjuva kesimi üzerinde dururlardı. Oysa bu burjuvanın varlığının giderek sadece kapitalizme hizmet eden ve geniş halk kitlelerinin faydasını fazla gözetmeyen, en iyi ihtimalle gözetiyormuş gibi davranarak demokrasi illüzyonu yaratan bir yanı olduğu görüldü. Bu da aslında eski merkezi devlet yapısının modern şartlarda ve gösteri teknolojilerinin marifetiyle restorasyonundan başka bir anlam taşımamış oluyor. Vatandaşlığın daha ileri anlamı ise bütün vatandaşları kapsayan yaygınlığında aranmaktadır. Zira demokrasiye sahip çıkacak, onun işleyişinden veya işlemeyişinden doğrudan etkilenecek bir kitle, demokrasinin en güçlü garantörüdür. Siyaset sosyologları bu vatandaş kitlesinin oluşumunu orta sınıf ve sivil toplumun gelişmesi ve güçlenmesiyle irtibatlı görürler. Gerçekten de AK Parti iktidarından bağımsız olarak bakıldığında da Türkiye’nin son altmış yıldır içinden geçtiği sosyolojik süreç hem sözkonusu orta sınıfın hem de sivil toplumun gelişimine tanık olmuştur. Bu gelişme belki sonuçta AK Parti iktidarını doğuran dinamikleri barındırmaktadır, konuya bir bu açıdan bakmak gerek, ama bir de AK Parti iktidarının bu dinamiklerin önünü açmak gibi bir siyaseti olmuştur. Doğrusu, AK Parti’nin kendine özgü olarak Kürt sorununun çözümünü de içeren bu siyaset daha geniş kapsamlı bir demokratik açılımın bütün unsurlarını barındırıyor. Bu unsurlara daha yakından 101 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 bakmak için öncelikle AK Parti’yi iktidara taşıyan sosyolojik unsurları merkez-çevre ilişkileri çerçevesinde gözden geçirelim.16 TÜRKİYE’DE DEMOKRATİKLEŞMENİN SOSYOLOJİK TEMELLERİ Ünlü Amerikalı sosyologlardan Talcott Parsons modern toplumun gelişiminin üç önemli sacayağından bahseder. Bu üç önemli sacayağı birbirini de besleyen ve hepsi birden güçlü bireyi, güçlü vatandaşı ortaya çıkaran devrimlerden oluşmuştur. Bunların birincisi sanayi devrimidir ki, sanayi devrimi insanı belli bir mekana veya imkansızlığa hapseden sınırları ortadan kaldıran, isteyen, talep eden insanın önünü açan bir gelişme olmuştur. Bu devrim sadece merkezi devlete imkanlar sunmamıştır, toplumun geri kalan kısmını da güçlendirmiş ve onu toplumsal yapının daha güçlü bir aktörü haline getirmiştir. Sanayi devrimini belki ilk etapta devletler yönetmiş ama sanayi ve teknolojinin sunduğu imkanlar modern insanın eylem gücünü, katılım kapasitesini artırmıştır. İkincisi ise demokratik devrimdir. Bu devrim de insanın içinde bulunduğu kolektif yapılarda üzerindeki zorlayıcı güçlerin giderek daha fazla seçim ilkesi çerçevesinde belirlendiği, böylece insanın üzerindeki doğuştan getirdiği ve hiç bir şekilde aşılamayan otoriter yapılardan bir çıkış yolu sağladığı bir gelişmedir. Üçüncüsü ise eğitim devrimidir. Parsons’un bahsettiği bu devrim aslında diğer iki devrimle hem paralel ve etkileşimli ama diğer iki devrimin tamamlanabilmesi için de zorunlu bir devrimdir. Okuma-yazma oranlarının yüzde onların altında olduğu ondokuzuncu yüzyıl Avrupa’sının veya Amerika’nın sanayileşmesi bu sanayiyi anlayıp uygulamak üzere eğitimi de gerekli kılıyordu. Bu eğitim yoluna girildiğinde ise hem sanayinin sunduğu imkanlardan yararlanmak hem de seçimlerle gelişen kolektif yapı veya etkileşim süreçlerinde yer almak yönüyle güçlü bir vatandaş tipolojisi ortaya çıkıyor.17 16 Türkiye’deki toplumsal değişimi çevre-merkez ilişkileri açısından ele alan çalışmalar için bkz. Şerif Mardin, Türkiye’de Toplum ve Siyaset, Makaleler 1, İstanbul: İletişim Yayınları; Yasin Aktay, Karizma Zamanları, 28 Şubat’tan 27 Nisan’a AK Parti ve Türk Siyasetine Karizma Sosyolojisi Açısından bir Yaklaşım, İstanbul: Timaş Yayınları, 2011. 17 Bkz., Talcott Parsons & Gerald M. Platt (1973) The American University, Cambridge: Harvard University Press. 102 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 Bu tablo kuşkusuz Türkiye için de fazlasıyla geçerlidir. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde sanayileşme, demokratikleşme ve eğitim alanındaki gelişmelerin düzeyi, gerçek anlamda devletinin ortağı, paydaşı niteliğindeki vatandaş olgusunun düzeyini de belirlemiştir. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’de bilhassa 1950 yılından itibaren ayırt edilebilecek bir gelişmeden bahsedebiliriz. Bu gelişmeyi görebilmek için özellikle yüksek eğitim, kentleşme ve sanayileşme verilerine bakmak yeterli olabilir. KENTLEŞME VE DEMOKRATİKLEŞME Sağlıklı kentleşme sanayi üretiminin artışıyla paralel olarak gelişen bir süreçtir. Sanayileşmenin bir sonucu olmayan kentleşme genellikle insanların şehirlere zoraki nedenlerle akmak zorunda kalmalarının bir sonucu olarak her bakımdan sorunlu bir gelişmeye işaret eder. O yüzden kentleşmenin işaretleri şehirlerde yaşayan insanların oranından ziyade sanayi sektöründe çalışan insanların oranıyla tespit edilmiştir. Bu açıdan gelişmiş ülkelerin kentleşmesi, en azından ellili yıllara kadar, sanayide çalışan insanların fazlalığıyla nitelenirdi. Sonradan yine gelişmiş ülkelerde hizmet sektörünün sanayi sektörünü geçmesi sonucunda hizmet-sanayi sektörünün gelişmişlik göstergelerindeki anlamı değişmiştir. Ancak yine burada gelişmiş ülke göstergeleriyle gelişmemiş ülke göstergeleri arasında ciddi bir nitelik farkı ortaya çıkmaktadır. Çünkü gelişmemiş ülkelerin hizmet sektörü daha ziyade niteliksiz ve planlamasız informel istihdamın öne çıktığı bir alanken gelişmiş ülkelerin hizmet sektörü daha ziyade sanayi ötesi bir aşama olarak yine sanayinin ihtiyaç duymasıyla tetiklenen nitelikli bilgi ağırlıklı bir yapılanmayı gerektirir. Gelişmekte olan ülkelerin çok kalabalık nüfuslarına rağmen nitelikli bilgi ve hizmet kalitesi o kadar da yüksek değildir. Diğer yandan haklarını bilen ve kullanan, devletin şekillenmesine ve işleyişine müdahil olan vatandaş için uygun mekan kenttir. Kent, eski Yunan’da polis, politika kavramının türediği ve kurulduğu yerdir. Politika, kentin yönetimine katılmak, kente sahip olma bilinci veya pratiğidir ve tamamen kentli bir olgudur. Vatandaş kavramının türetildiği citizen de yine city ile yani şehirle ilgilidir. Bütün bunlar, kentleşme ile siyasal katılım, yani demokrasi arasında çok doğrudan ilişkiler olduğunu anlatır. Demokratik süreçlere katılım modern şartlarda kentli olmayı gerektirmiş, kentli olmayanların bu süreçlere katılımı genellikle çok zayıf olmuştur. Özellikle eğitim seviyesinin son derece düşük olduğu ülkemizde, üstüne üstlük kırsal kesimin kentle bağının da yol 103 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 ve elektrik ile yeterince kurulamamış olduğu dönemlerde köylü demokratik süreçlerden tamamen dışlanan, buna karşılık ülkenin ekonomisinin dayandığı tarımsal üretimin ağırlığını üstlenen bir bir kategori olarak işlemiştir. Ancak ellili yıllardan itibaren bir kaç yılda bir kendisine götürülen sandık bir şekilde sözünün geçmesini sağlamış, ancak bu halde bile kırsal dünyanın şartlarından dolayı siyasal alana tam özgür irade ve imkanlarıyla katılım sağlayamamıştır. Buna mukabil köylünün ellili yıllardan itibaren siyasete gerçek anlamdaki katılımı yine kente göçüyle, bu göçün sonucunda devlete ulaştırmayı başarabildiği talepleriyle gerçekleşti. İlk nüfus sayımının gerçekleştiği 1927 yılında Türkiye’nin sadece yüzde 24,2’si kentlerde yaşamaktadır. Bu oran, 1950 yılına kadar hiç değişmemiş, aynı kalmıştır. Bu esnada uygulanan bazı politikalar özellikle bu oranın değişmemesini temin etmeye yönelik olmuştur. Köylü köyünde sevilmiş, tarımsal ekonomiye yaptığı ağır hizmetin yükü altında milletin efendisi sayılmış ama devlette uygulanan politikalarda hiç bir etkisi olmamıştır. Onun dili de, inancı da, gelenekleri, yaşam tarzı, kılıkkıyafeti de aşağılanmış ve bir bakıma bütün bu özelliklerinden dolayı gözden ırak tutulmaya çalışılmış, çünkü devletin karar verdiği yeni insan tipine bu tip fazla aykırı bulunmuştur.18 Devletin kentleşmeye karşı ilk dönemlerde açık bir direnişi sözkonusu ve bu da toplumun ağırlıklı bir kesimini oluşturan vatandaşlarla arasındaki bu kurucu gerilime dayanmaktadır. Köylü hem kültürüyle, yaşam tarzıyla küçük görülmüş hem de kentleşmesine yani modern hayat tarzına adapte olma yollarına engeller konmuştur. Bu esnada Türkiye’de sadece Kürt sorunu değil ciddi bir vatandaş sorunu da alttan alta derinleşerek gelişmiştir. Ankara’da Ulus meydanına kurulan kontrol noktalarının köylüleri Kızılay meydanına inmesini engellediği biliniyor. İşte o köylü kendisine yapılan bütün kötü muamelelere karşı önüne ilk konulan sandık yoluyla ağır bir cevap verdi. 1950 yılından itibarense kırsalda kente hızla başlayan bir göç Türkiye’nin bütün sosyolojik yapısını değiştirmiştir. 1950 yılında yüzde 25 seviyesinde olan kent nüfusu on yıllık Demokrat Parti iktidarı döneminde yüzde 9 oranında artarak yüzde 34’e ulaşır. 18 Kentleşmenin küresel boyutları ve Türkiye’ye özgü şartlarının bir analizi için bkz. Aktay, Yasin, 2006, Küresel Kentleşme: Konya Örneği, Sosyal Araştırmalar Merkezi, Konya; İlhan Tekeli, Modernite Aşılırken Kent Planlaması, Ankara: İmge Yayınları, 2001. 104 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 27 Mayıs darbesinin bu konuda sergilediği tutum geleneksel elitist tavrı yeniden göstermek şeklinde olmuştur. Göçün ürettiği sorunları başedilemez bulduğu için geriye göçü sağlamaya çalışmış değilse bile göçü durdurmayı hedeflemiştir. Ancak köyden kente göç artık sosyolojik bir olgu olarak geri döndürülemeyen bir sürece dönüşmüştür. Bazı dönemlerde kentin yeterli çekiciliği kalmamış olduğu için duraklasa da bugüne kadar istikrarlı bir biçimde artış gösterdi. Bugün itibariyle kent nüfusu oranı yüzde 77 seviyesindedir. Üstelik köyde kalan yüzde 23’lük kesimin de eski köy şartlarında yaşamadığı, kentle her türlü iletişim ve ulaşım imkanı yoluyla bütünleşmiş olduğu bir duruma geldik. Daha açık bir ifadeyle, bugün Türkiye ağırlıklı olarak kentli bir toplum haline gelmiştir ve bu dönüşümü altmış yıl gibi başka ülkelerle karşılaştırıldığında çok kısa bir dönemde gerçekleştirmiştir. Bu da toplumun demokratik taleplerini giderek artırmış, kente göç eden insanların kendileri olarak devlete dahil olma eğilimleriyle yerleşik devlet veya toplum elitleri arasında büyük gerilimlerin yaşanmasına yol açmıştır. Bir bakıma Türkiye’de siyasi ve toplumsal hayatta yaşanan gerilim ve çatışmaların en önemli kaynağı bu hızlı kentleşme olmuştur. Kendisini nispeten kontrol edilmiş yüzde 25’in ufku ve taleplerine göre ayarlamış bir siyasi hayata katılmaya çalışan, dahil olma çabasıyla yüzde 25’in kurduğu düzenin şeklini ve şartlarını zorlayan bir yüzde 75’in yol açtığı gerilim olarak alınabilir. Birinci durumda ulus devlet tipolojisine uygun vatandaşı yaratmış ve stabilize etmiş belli bir kalıba sokmuş devlet, toplumun geri kalan kısmından da varolan düzene uyma şartını koşmuş. Ancak toplumun kırsalından gelen kesimler kendilerine biçilen elbiseyi giymek yerine kendi elbiseleriyle gelmek istemiştir. Önce gelmelerine karşı direnilmiş, gelmişken bir kalıba girmeleri, girmiyorlarsa devlet çarkına dahil olmaları engellenmeye çalışılmıştır. Bu durum giderek devleti daha da tutuculaştırmış, buna mukabil surlarda biriken insanların baskılarının da daha fazla hissedilmesine yol açmıştır. Şehre gelenler daha önceki hayatlarında pek yapmadıkları bir şeyi yaparlar, devletten bir şeyler talep ederler. Bu arada kendi kültürlerini, anlayışlarını da beraberlerinde getirirler, bu halleriyle de kurulu devletin kalıplarını zorlarlar. 60 yıllık demokrasi tarihimizde yaşadığımız 3 doğrudan, 1 postmodern sayısız da dolaylı askeri müdahaleler hep bu devlet direnişinin, toplumun kontrol edilememiş çevresinden gelen taleplere karşı direnişin ifadesi olmuştur. Bu esnada tehdit değerlendirmeleri de halkın kendisini tehdit olarak gören bir anlayışı açığa vurmuştur. Çünkü dönem dönem komünizm, bölücülük ve irtica olarak tanımlanan tehdit konseptlerinin toplamına bakıldığında 105 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 devletin aslında nasıl da kendi halkının tamamına karşı yabancı bir güç gibi konumlanmış olduğu net bir biçimde görülür. Açıkçası böyle bir devlet anlayışından halkıyla bütünleşmiş demokratik bir anlayış çıkmaz, çakmamıştır da. Demokratik devlet halkının eğilim ve taleplerinin yönetime katılma kanallarını açık tutan, devlet aygıtında halkın temsilini temin eden, halkı tehdit olarak görmeyen bir anlayışa dayanmak zorundadır. Kentleşmemiş bir toplumda halkından kopuk, kendini halkın üzerinde gören bir devlet anlayışının devam etmesi mümkün olabilir, çünkü halkın devleti demokratik olmaya zorlayacak bir gücü yoktur. Kentlilik bizatihi halka bu katılımda bulunmanın en temel nesnel koşullarını ve gücünü sağlıyor. Ancak bu koşullar bile klasik devlet anlayışının kolayca bu taleplere karşılık vermesi anlamına gelmiyor. Demokratik açılım biraz da toplumun sosyolojik derinliklerinden gelen bu taleplerin bir sonucu ve gereği olmuştur. Bu taleplere devletin cevap vermesi ise devletin yönetimindeki kadroların bir ölçüde değişmesine bağlı olmuştur. Bu konuda da demokrasi sürecinde iktidara gelen DP, ANAP, RP ve AK Parti’nin çevre-merkez arasındaki bu arz-talep ilişkisini halk-çevre lehine yönettiği söylenebilir. BİR DEMOKRATİK AÇILIM STRATEJİSİ OLARAK YÜKSEK EĞİTİMİN YAYGINLAŞTIRILMASI Demokratik açılımın sosyolojik zemini adına üzerinde durulacak en önemli alanlardan biri de eğitim alanında gerçekleşen hızlı değişimdir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi üniversiteleşme oranı ile demokrasi arasında birçok sosyolog doğrudan ilişki kurar. Üniversite eğitimi bir bakıma devlet çarkına veya polise, city’ye, şehre dahil olmanın en kestirme yollarından biridir. Statülerin doğuştan verildiği geleneksel toplumların aksine modern toplumda eğitim statüyü başarıya dayalı olarak değiştirmeye, yükseltmeye imkan tanıyan bir kanaldır. Ancak üniversite eğitimin çok kısıtlı olduğu bir ortamda üniversitelerin bu imkanı da elit tabakaya tahsis etmesi sözkonusu olmaktadır. Açıkçası Türkiye’de üniversite başlarda yoksul veya çevre insanlarının sisteme katılma kanalı olmaktan ziyade yine seçilmiş bir zümreye hizmet sunan bir imkan olarak değerlendirilmiştir. O yüzden bu imkandan ancak devletin sadık tebası faydalandırılmaya çalışılmıştır. Zaten üniversite oranı alabildiğine düşük tutulmuştur ve artırılması hiç bir zaman öncelikli bir strateji olarak benimsenmemiştir. 106 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 1933 yılında Türkiye’de tek bir üniversite vardır, o da 19. Yüzyılın ortalarında Sultan Abdülmecid zamanında kurulmuş olan Darülfünun’dur. 1933 üniversite reformu yeni üniversite açılması şeklinde değil, ancak varolan bu üniversitenin tamamen yeni devlet elitlerinin ve vesayetin kontrolüne alınmasını hedeflemiştir. Darülfünun’un kapatılmasıyla birçok akademisyen tasfiye edilmiş yerine sadakatleri tartışılmayacak nitelikte bilim adamlarının istihdam edildiği İstanbul üniversitesi ile Ankara’daki DTCF kurulmuştur. 1946 yılına kadar Türkiye’nin yegane yüksek eğitim veren kurumları bunlardır ve bu kurumlardaki toplam öğrenci sayısı beş bini bile geçmemektedir. 1944 yılında kurulan İTÜ ile birlikte bütün terk parti dönemi sadece üç üniversite ile kapanmıştır. Oysa ellili yıllarda DP iktidarı tarafından 4 yeni üniversite birden açılıyor (KATÜ, Ege Ü., Atatürk Ü. ve ODTÜ). Ne yazık ki 27 Mayıs darbesini izleyen 11 yıl içinde sadece bir üniversite açılabiliyor (Hacettepe, 1967). Kentleşmeye karşı olduğu gibi üniversiteleşmeye karşı da vesayetçi elitlerin sergilemiş olduğu tutum böylece tipik bir görünüm kazanmıştır. Üniversiteleşmeye karşı direnilmiştir, çünkü yeni üniversitelerin açılması kontrol edilemeyen kitleleri getirip mevki ve statü sahibi kılacaktır. Düşman konseptini bölücülük, irtica ve komünizm olarak kurmuş bir devlet refleksinin eğitim yoluyla buradan bir düşman sızmasını hissedip algılamaması mümkün olamazdı. Yeni açılan üniversitelere karşı bilhassa CHP eliyle yürütülen en önemli muhalefet “tabela asmakla üniversite kurulmuş olunamayacağı” argümanına sarılıyordu. Oysa bu dönemde asılan o tabelalar zamanla Türkiye’nin en önemli üniversiteleri olacaktı. Doğrusu açılan her üniversite başlangıçta büyük zorluklar yaşasa da zamanla yol almış olarak toparlama yolunu buluyor. O yüzden üniversiteler ne kadar erken açılsa o kadar yol alma fırsatı bulmuş olur. ABD’nin kolejleriyle (yüksek lisans eğitimi olmayan üniversiteler) birlikte ve 280 milyon nüfusuyla toplam 5000 üniversitesi bulunuyor. Bu üniversitelerin büyük çoğunluğu 19. Yüzyılda kurulmuş olduğu için bugün köklü bir geleneğe sahip olabilmiştir. Üniversiteler hiç kurulmasa hiç bir zaman mükemmel bir üniversite zaten sıfırdan kurulamıyor. Aslında Amerika ile orantılı bir üniversiteleşme gerekecekse, Türkiye’nin 75 milyon nüfusuyla 1250 üniversitesinin olması gerekiyor. Ancak 2002 tarihine kadar toplam üniversite sayımız vakıf üniversiteleriyle birlikte sadece 77 idi.19 19 Türkiye’de Yüksek Öğretimin kronolojik gelişimi ve analizi için bkz. Aktay 2003: Gür ve Küçükcan 2009; YÖK 2003. 107 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 Yetmişli yılarda göreli demokrasi şartlarının işlemesi toplumdaki üniversite ihtiyacını da kendini iyice hissettirmiş, bu dönemde toplam 11 üniversite kurulmuş ki bu sayı toplam üniversite sayısının bir buçuk katıdır. Seksenli yıllarda ise Turgut Özallı ANAP’ın üniversiteleşmeye atfettiği önemle birlikte 11 yıl içinde 34 yeni üniversite kurması eğitim yoluyla demokratik açılımı ne kadar iyi görmüş olduğunu gösteriyor. Ne yazık ki, Özal’dan sonra gelen Demirelli, Anasollu, 28 Şubatlı hükümetler zamanında bir tane bile yeni devlet üniversitesi kurulmamıştır. Oysa Türkiye’nin hızla gelişmekte olan kentli yapısının dinamikleri çok daha fazla eğitim talep etmektedir. Yaklaşık yirmi yıl boyunca her yıl bir buçuk milyondan fazla öğrencinin yüksek eğitim talep ettiği bir ortamda bu talebin sadece 100-150’si karşılanmakta geri kalan kısma ne halleri varsa görmeleri salık verilmektedir. Bu esnada ne yeni üniversiteler açılması düşünülmekte ne de varolan üniversitelerin kapasitelerinin artırılmasına çalışılmaktadır. Bu konuda imkansızlıklardan kaynaklı bir çaresizliğin değil, aksine bilinçli bir tercihin sözkonusu olduğu uygulanan bazı politikalarda da açıkça görülmektedir. Çünkü kapasite artırmak yerine varolan kapasitelerin düşürüldüğü görülmüş, üniversitelere kabul şartlarında akıl almaz sınırlamalar getirilmiştir. Katsayı uygulaması tipik örneklerden biridir. Bu örnek uygulama yoluyla meslek lisesi mezunlarının üniversite eğitimi alması açıkça ve kasıtla engellenirken ülkenin ihtiyaç duyduğu beyin kapasitesi de bu kadar açıkça israf edilmiştir. Yeni üniversite açılmasına karşı yıllarca kalite adına direnilmiş ama bu direniş sergilenirken üniversitenin kalitesinin artırılması yönünde de hiç bir kayda değer faaliyet yapılmamıştır. Dünya üniversiteleri arasına giren bir üniversite çıkarılamamıştır. 1993 yılından 2003 yılına kadar doğru dürüst yeni bir üniversite kurulmadığı gibi artan öğretim elemanı sayısına paralel bir öğrenci kapasite artımına da gidilmemiş. Çünkü temel endişe her zaman bu üniversitelerde “kimin okuyacağı” olmaya devam etti. Okuyacak olan bu ülkenin halkı olacaktı ve bu ülkenin halkı arasında ya mürteci ya bölücü çıkardı ve bunların da okuması onları daha tehlikeli kılabilirdi. Hem başörtüsü yasağının hem katsayı uygulamasının hem de üniversite kapasitesinin artırımına karşı sergilenen direncin hepsi bir arada değerlendirildiğinde bütün bu yaklaşımın başka hiç bir anlamı yoktu. 2003 yılından itibaren AK Parti hükümetinin yeni devlet üniversitelerinin açılmasına özel bir anlam ve önem atfettiği görülüyor. Bu dönemde yani 8 yıl gibi kısa bir süre içinde açılan yeni toplam 50 devlet ve 40’ın üzerinde de vakıf üniversitesiyle birlikte toplam üniversite sayısı 170’e çıkmıştır. Sadece 108 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 üniversite sayısı artırılmakla kalmamış aynı zamanda her üniversitenin kendi içinde yeni bir yatırıma gitmeye gerek olmaksızın öğrenci kontenjanları artırılmak suretiyle neredeyse bu süre içinde üniversiteleşme oranı 5-6 katına çıkarılmıştır. Esasen giderek sanayi-sonrası koşullara doğru hızla yol alan dünyamızda gelişmişliğin göstergesi artık sanayi istihdamı olmaktan ziyade hizmet sektöründeki istihdam olmaktadır. ABD’de elliler itibariyle hizmet sektöründeki istihdam sanayideki istihdam oranını geçmişken gelişmekte olan ülkeler arasında yer alan Türkiye’nin uzun süre sanayi istihdamını tarım istihdamının önüne geçirme hedefi daha öncelikliydi. Oysa günümüzün dünyasında Türkiye de hizmet sektörünün çeşitlendiği ve gelişmiş dünyanın bir göstergesi haline geldiği süreçlerden hızla geçiyor. Hizmet sektörünün ön plana çıkmasının en önemli sonucu bu sektörün bilgiye, dolayısıyla eğitime dayanıyor olmasıdır.20 Alabildiğine çeşitlenmiş, karmaşıklaşmış hizmet sektörü mukabil bir biçimde alabildiğine karmaşık bilgi sistemlerinin ve uzmanlık alanlarının gelişimini de gerektirmekte olduğundan üniversitelerin gelişimi ve eğitim sistemlerinin dinamik bir niteliğe kavuşturulması artık bir tercih olmaktan çıkmış bir zorunluluk halini almıştır. Üniversiteleşme ihtiyacı bir yandan da çağın gerisinde kalmamanın bir gereği olarak ortaya çıkarken, ne kadar zorunlu olursa olsun bunun gereğini yapmak veya yapmamak da sonuçta bir siyasi inisiyatiftir. Şimdiye kadar bu inisiyatif tam akıntıya karşı ideolojinin küreklerini çekmek şeklinde cereyan edebilmişti. Çevre unsurların merkeze gelmesini engelleme yönünde sergilenen inanılmaz direnç üniversitenin yaygınlaşmasını da açıkça engelleme çalışmalarıyla sürdürülmüştür. Bütün bu çabaların Türkiye’ye ne kadar zaman kaybettirmiş olduğu bugün biraz daha net bir biçimde anlaşılıyor. Bugün sürdürülmekte olan üniversite açılımı bu açıdan aslında ülkenin tamamına refah düzeyini, demokratik siyasal katılımı ve vatandaşlık kalitesini yaymanın önemli bir yolu olarak görülebilir. Bu çerçevede her ile en az bir üniversite kurulması hedeflenmiş ve bu hedef de tutturulmuş, böylece ülke çapında bölgesel gelişme dengesi gözetilmiş, bilhassa Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde de her ile kurulan üniversite yoluyla bu bölgeler en azından üniversite kanalıyla ülkenin geri kalan kıs- 20 Sanayi sonrası toplumun artık hizmet istihdamıyla belirlendiğini ve bu istihdamın bilgiyi, eğitimi önplana çıkardığıyla ilgili analizler için bkz. Daniel Bell, 109 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 mın sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmesine irtibatlandırılmıştır. Bu arada okumak isteyip de okuyamayacak hiç kimsenin kalmaması yönündeki bir başka hedefe de iyice yaklaşılmış, bu eğitim hakkı temin edilirken vatandaşlar arasında başarıdan başka hiç bir ayırım ölçütünün bırakılmaması da düşünülmüş görünüyor. Bütün bu tabloya bakıp daha açık bir ifadeyle konuşmak gerekirse, üniversite eğitiminin bu ölçüde yaygınlaşması başlı başına bir demokratik açılımdır, çünkü sonuçları demokrasinin kalitesini doğrudan belirliyor. Artan ve vatandaşlara eşitlik temelinde ulaşan bir üniversite hizmeti yoluyla daha fazla sayıda insan toplumsal ve siyasal katılımın en yüksek düzeyine erişme imkanı bulabilmektedir. Bu süreç kuşkusuz sosyolojik olarak değerlendirilmesi gereken bir süreçtir. Artan üniversiteleşme yoluyla merkezin nüfusu iyice çoğalmakta ve daha fazla sayıda insan devletin mahiyeti hakkındaki tartışmaya katılmaktadır. Geçmişte üniversite eğitimi tam bir dışlama ve merkezi koruma refleksiyle hareket eden bir rant alanı olarak değerlendirilirken, günümüzde tam anlamıyla bir demokratik açılım alanı olarak değerlendirilmektedir. Üniversite oranı ile demokratikleşme oranı arasındaki bağıntının artık kesin olarak düşünüldüğü günümüzde son sekiz yıl içinde gerçekleşen açılımların günümüzün ve geleceğin demokratik Türkiye’sinin inşasında çok önemli bir aşamayı temsil ettiğini söyleyebiliriz. BÜTÜN BU AÇILIMLARIN KÜRTLER İÇİN ÖZEL BİR ANLAMI VAR MIDIR? Her şeyden önce Kürtler de bu ülkenin vatandaşı olduklarından bu açılımlar onları da doğrudan ilgilendirmektedir. Daha fazlası, bu açılımlar özellikle toplumun daha madun kesimlerine daha büyük avantajlar sağlıyor olduğu için, dezavantajlı ve yok sayılmış kesimleri sistemin içine katmak gibi bir sonucu olduğundan, Kürtler için daha büyük faydaları olduğu kaydedilmelidir. Aslında biraz dikkat sarfedildiğinde daha ancak yakın zamanlarda sona erdirilen 28 Şubat döneminde konulmuş olan katsayı uygulamaları ile daha önceki seçme ve yerleştirme mekanizmalarının en belirgin mağdurlarının Kürtlerin yaşadığı bölgelerden çıkıyor olduğu görülebilir. Artan üniversiteleştirme mümkün mertebe hiç kimseyi dışarıda bırakmama hedefine odaklandığı için bu aşamada en çok dışlanmış kesimlere daha büyük bir avantaj sağladığı açıktır. Ayrıca Kürt bölgelerine kurulan üniversitelerin bu bölgelerin ekonomik, sosyal ve kültürel hayatlarına ayrı bir canlılık getirdiği de 110 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 kaydedilmelidir. Kurulan üniversitelerin ilk büyük etkisi bölgenin ekonomisinin canlanmasına yaptıkları katkı oluyor. Üniversiteler bir tür bacasız fabrika işlevini yerine getirirken, sağlanan istihdamla birlikte yine orta sınıfın yaygınlaşma eğilimini güçlendirmektedir. Demokratik açılım süreci içinde üniversitelerde Kürt Dili ve Edebiyatı bölümlerinin önünün açılmasıyla birlikte üniversiteler aynı zamanda Kürt kimliğinin, dilinin, edebiyatı ve kültürünün de tanınması, temsili ve canlandırılması için önemli fırsatlar sağlamıştır. İlk başlarda Mardin Artuklu Üniversitesi’nde açılacak olan bölümün isminin Kürt Dili ve Edebiyatı olup olmaması üzerinde yaşanan tereddüdün “yaşayan diller bölümü” ismi üzerinde karar kılması eleştirilere yol açsa da, sonradan bunun da aşıldığı ve başta Mardin olmak üzere Muş Alparslan Üniversitesi’nde de Kürt Dili ve Edebiyatı bölümü başlığı altında açılması da mümkün oldu. Bu açılımın doğrudan Kürtlere yönelik bu tür boyutları olsa da bu politika toplamda Kürtlerin toplumdaki hayat kalitesini artırmakta ve vatandaşlık kalitesini yükseltmektedir. Ancak şu da dikkat çekicidir ki, Kürtlerin vatandaşlık kalitesini hayli artırmasına rağmen Kürt sorununun çözümünde bütün bu gelişmeler hatırlanmıyor ve zikredilmiyor bile. Oysa bu açılımlar sayesinde bugün artık adınca zikredilen Kürt sorunu ve ona ilişkin bütün konular konuşulabilmekte, sorunlar etrafında bir tartışma yürütülebilmektedir. Daha açık bir ifadeyle bugün demokratik açılımın Kürtlerle ilgili kısmında şu veya bu spesifik adımın atılmış veya henüz atılmamış olmasından çok daha önemlisi böyle bir konunun tartışılabiliyor, gündeme mümkün bir adım olarak gelebiliyor olmasıdır. Bu düzey bir paradigma değişikliği düzeyidir ve asıl gerçek açılım budur. Bundan sonra atılacak, atılmadı diye eleştiri konusu olan hiç bir adım bundan daha büyük bir adım olmayacaktır. Bu adım anadilde eğitim veya anayasada etnik vurguların kaldırıldığı, yeni bir vatandaşlık tanımının yapıldığı adımlardan da olsa. Ayrıca bu aşamada kaydedilmesi gereken bir husus, Türkiye’de Yüksek Öğretim ciddi sosyolojik dönüşüm ve değişimlere yol açacak şekilde yaygınlaştırılırken Yüksek Öğretimin içeriğinin, üniversitelerin kendi içyapısının daha kaliteli ve demokratik standartlara uygun gelişimi hususunda da 2007 yılından itibaren ciddi gelişmeler kaydedilmiştir. Henüz YÖK’ün anayasal konumu değişmiş olmasa da esasen bu zamandan beri YÖK yönetiminde yapılan değişiklikler eski YÖK’ten geriye sadece isminin kalmış olduğu bir durum ortaya çıkarmıştır. Üniversiteleri bir kışla gibi gören anlayış değiş- 111 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 miş, üniversitelerde atama ve yükselmelerde sadece akademik kriterlerin geçerli olduğu bir uygulama ortaya konulmuştur. Kurulduğu günden beri bilim adamlarının ne konularda çalışacağına dair talimatların bile verildiği ve insanların ideolojilerine göre değerlendirilip atandığı veya yükseldiği bir durumun örnekleri bugün yaşanmıyor. YÖK’ün başındaki isimler YÖK’ün kaldırılmasından söz edebilirken birinci önceliklerinin verimlilik, bilimsellik ve üniversiteyi uluslararası seviyelere çıkarmak olduğunu ilan ediyorlar. Bu esnada kılık-kıyafet denetimi yapan ve başörtüsü yasağıyla yüzbinlerce insanını dışlayıp onlara karşı cadı avı yürüten bir YÖK yerine bugün herkese ulaşmaya çalışan, eğitim talep eden herkese bu hizmeti sunmaya odaklanmış bir yüksek öğretimin bulunduğu görülüyor. Esasen bu durum hizmet sektörüne ayak uydurmak durumunda olan Türkiye için gecikilmiş olsa da adeta yetişmek ve arayı kapatmak üzere büyük bir süratle adımlanan bir süreci işaret ediyor. YÖK’ün artık ideolojik bir önceliğinin kalmamış olduğu ve gerek öğretim üyelerine gerek öğrencilere yönelik ciddi bir açılım içinde olunduğunun çok açık işaretleri var. Dün başlığında “İslam” sözcüğü bulunuyor diye yapılan doktora tezleri dolayısıyla insanları fişleyen ve üniversiteden ihraç etmeye çalışan, Kürt sorununun bilimsel çalışılmasını bile bölücülük sayarak buna karşı tedbirler alan, bir ülkeyle siyasi ilişkilerimiz bozulduğunda hemen o ülkeyle “bilimsel ilişkileri askıya almayı” düşünebilen bir YÖK yönetimi yerine bugün herşeyin daha rahat çalışılıp akademik olarak incelenebildiği Kürt Dili ve Edebiyatı bölümlerinin bile rahatlıkla açılmasını onaylayan hatta teşvik eden bir YÖK yönetimi var. Kuşkusuz iyi bir YÖK yönetimi yeterli değil, YÖK’ün yasal mevzuatının başındaki kişinin inisiyatifine göre bütün kazanımlarını tüketebilmeye açık olmayacak şekilde düzenlenmesi gerekiyor. Halen YÖK kanununda bu bağlamda yapılmakta olan çalışmaların bu ihtiyaca cevap vermesi bekleniyor. MİLLİ EĞİTİM POLİTİKALARI Yüksek eğitim alanında güçlü bir vatandaş profilinin ortaya çıkmasına yol açan bu açılımların yanısıra ilk ve orta öğretim alanındaki düzenlemelerin de içerdiği demokratik açılım unsurlarına dikkat etmek gerekiyor. Kuşkusuz yükseköğretime devam etmek için başta temel eğitimi, ilk ve orta öğretim aşamalarını sağlam bir biçimde almış olmak gerekiyor. Türkiye’de Milli Eğitim devletin resmi ideolojisinin bütün boyutlarıyla verildiği bir alan. Bugün demokrasinin gelişimi konusunda ihtiyaç duyduğumuz uygun kültür ve zih- 112 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 niyetin zorlandığı en önemli yer Milli Eğitimde verilen zihniyet. Bu zihniyet bir şekilde etkisini zaten sürdürmekte, ama Milli Eğitim müfredatı da halen ciddi sorunlar barındırmakta olduğundan geleceğin Türkiye’sinin inşası da aynı minvalde devam etmekteyse bu sistemin ürettiği sorunları çözmeye çalışır dururuz. Müfredat: Doğrusu bu konuda tam bir bilanço vermek gerekirse halen Milli Eğitim müfredatı tam anlamıyla düzeltilebilmiş ve demokratik bir kültür ve zihniyeti üretebilecek şekilde tanzim edilebilmiş değildir. Dönem dönem müfredata dokunulmakta, müfredatın daha verimli bir öğretim sistemine uygun şekilde düzenlenmesi hususunda bazı girişimler olmakta ama bütün bu girişimler temel zihniyet sorunu bakımından, Türkiye’yi sarsmakta olan bazı sorunlara olan katkıları bakımından kapsamlı bir biçimde ele alınmış değildir. Din Kültürü Dersleri ve Aleviler: Genellikle Alevi kesimin şikayetçi olduğu zorunlu din dersinin istemeyenlere de verilmesi hususu müfredat üzerindeki radikal sayılabilecek değişikliklere, yani içinde Alevi kesimin inançlarının da öğretildiği bir Din Kültürü Dersine dönüştürülmesi sağlanmış olsa bile bu haliyle de Alevi kesimi kültürel baskı altında hissettirmeye devam etmektedir. Tarih ve İnkılap Tarihi Müfredatı: Ancak müfredat denilince akla sadece din kültürü dersleri gelmektedir. Oysa bilhassa tarih ve inkılap tarihi derslerinin söylem analizi yapıldığında asıl büyük ve zihni inşa edici ideolojinin bu derslerde verildiği görülmektedir. Çünkü dost-düşman tanımı bu derslerde verilmekte, tarihsel değişimde mitoloji ile gerçeklik arasındaki sınırlar bu derslerde flulaşmaktadır. Bu derslerin içeriği Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Türkiye’nin içinde bulunduğu şartlar ve tercihler muvacehesinde teşekkül etmiş ve ondan sonraki Türkiye vatandaşının duygusal ve zihinsel derinliklerini işlemeyi hedeflemiş bir söylemdir. Oysa bugün çok farklı şartlar altında yaşıyoruz ve buna uygun olarak daha olumlu bir insan, vatandaş, dost ve düşman felsefesini işlememiz gerekiyor. Andımız: Bu alandaki müfredat sorununun yanısıra her gün ilkokullarda okutulan andımızın içeriği de söylemsel olarak çok ciddi zihniyet sorunları barındırmakta ve Türkiye’de vatandaşların kültürel ve etnik çeşitliliğini gözetmediği gibi varolan çeşitliliği rahatsız edecek bir vurguya sahiptir. Bunun kaldırılması yönünde toplumda varolan ciddi beklentilere mukabil yapılan bazı anketler toplumda daha geniş kesimlerin bu andımıza doku- 113 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 nulmasına karşı bir tutum içinde olduğunu göstermesi aslında bu kadar anormal bir söylemin nasıl da kanıksanmış olduğunu gösteriyor. Bu, açıkçası yürütülen Milli Eğitim politika ve söyleminin bir sonucudur ve işe neden oradan başlanması gerektiğini de göstermektedir. Olumlu Gelişmeler 1: Milli Güvenlik Derslerinin Kaldırılması: Bunun yanısıra söylemsel ve müfredat düzeyinde de Milli Eğitim alanında çok ciddi değişimlerin olduğunu kaydetmek gerekiyor. 2012 yılı içinde Milli Güvenlik derslerine asker görevlilerin girmesi uygulamasına son verilmesi ve içeriklerinin yeniden düzenlenmesi sessiz bir devrim sayılabilecek bir gelişme olmuştur. Bu derslere asker görevlilerin girmesi ve derslerin içerikleri öğrencilerde ciddi militarist eğilimleri ekmeye dönük bir uygulamaydı. Gerçi bu uygulamanın öğrenciler üzerinde beklenen bir etki yapmaktan ziyade tam tersi bir etki yaptığı da tespit edilebilirdi ancak bu da derslerin en azından gereksizliğini gösteriyordu. Bu gereksiz uygulama uzun yıllar askerin okullar üzerindeki vesayetini sürdürmesini sağlayan bir gözetleyen-denetleyen kanalı olarak işlemesini sağlıyordu. Bu derslere bu haliyle getirilen düzenleme demokratik açılım kapsamında değerlendirilebilecek büyük bir adım sayılmalıdır. Olumlu Gelişmeler 2: Milli Törenlerin Yeniden Düzenlenmesi: Yine bu yıl içinde bazı milli törenlerdeki uygulamalara getirilen yeni düzenlemeler de okulların daha demokratik ve gerçekten de eğitime dönük bir anlayış doğrultusundaki gelişimi için önemli bir adım olmuştur. Özellikle 19 Mayıs törenlerinin Soğuk Savaş yıllarının doğu bloku ülkelerini andıran bir disiplin ve gösteri anlayışı ile stadyumlarda düzenlenmesi uygulaması Türkiye için iyi bir görüntü vermediği gibi bu eğitime maruz kalan öğrenciler üzerinde de iyi bir etki yapmıyordu. Haftalar öncesinden başlayan hazırlıklarla bu gösteriye harcanan zaman ve enerji öğrencileri asıl meşgalelerinden alıkoymakla kalmıyor, bu yolda sergilenen zihniyet de demokratik kişilik açıdan iyi sonuçlar doğurmuyordu. Toplumda bu konuda ciddi bir eleştiri veya beklenti olmadığı halde, yani konu pek de gündemde olmadığı halde, hükümetin bu konuyu kendisinin düşünüp uygulaması demokratik açılım açısından hükümetin birçok konuda kendi motivasyonuyla hareket ettiğini göstermiştir. Olumlu Gelişmeler 3: Zorunlu Eğitimin 12 Yıla Çıkarılması: Aslında kamuoyunda 4+4+4 sistemi olarak tartışılan bu konu başlıbaşına milli eğitimde vatandaşlar arasındaki fırsat eşitliğini sağlamaya dönük çok önemli 114 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 bir adım olmuştur. İstatistiki veriler genellikle Doğu ve Güneydoğu’da yaşayanların zorunlu olmayan eğitime daha az rağbet ettiklerini gösteriyor. Bu da bilhassa Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerdeki insanların sistem içinde dezavantajlı olmaya devam ettiklerini ve bu haliyle böyle kalmaya devam edeceklerini gösteriyor. Oysa zorunlu eğitim 12 yıla çıkarıldığında bu konudaki dezavantajlı kesimlerin görece daha büyük bir fayda temin edeceklerini söyleyebiliriz. Bu, daha fazla Kürdün veya daha önceki şartlarda okul okuma niyeti olmadığı için eğitim yoluyla yükselme şansı hiç olmayan kesimlerin üniversite kapısına kadar gelebileceğini de gösteriyor. Doğrusu zorunlu eğitimin 4+4+4 şeklinde kesintili olarak düzenlenmesinin demokratik açılımla çok daha doğrudan bir ilgisi de bu düzenlemenin vatandaşın tercihlerine çok daha geniş bir alan bırakmış olmasıdır. Aslında vesayetçi eğitim uygulaması 28 Şubat döneminde sekiz yıllık eğitimi kesintisiz bir biçimde uygulayarak vatandaşın bütün seçme alanlarını yok etmek suretiyle zirvesine ulaşmıştı. Bu dönemin uygulaması toplumda tek tip insanın yetiştirilmesi doğrultusunda insanların her türlü tercih hakkının yok sayıldığı, alabildiğine despotik bir uygulama olarak tarihe geçmiş oldu. Üstelik bu yapılırken hiç bir geçiş dönemi uygulamasına bile yer verilmeksizin adeta belli tercih eğilimlerine sahip olan vatandaş kitlesine telafi edilmez bir ceza da kesilmiş oldu. Katsayı uygulaması başlatılırken bu uygulamadan doğan mağduriyetten kaçmak için İmam-Hatip veya meslek liselerinden düz liselere geçiş yapmak isteyenler de engellenerek bir bakıma bir baskın uygulamasıyla o tercihi önceden yapmış olanlar suçlu muamelesi görerek yakalanmış gibi oldu. Bu arada eğitimdeki tek boyutluluk belli bir ideoloji doğrultusundaki işleyiş bütün hızıyla devam etti. Bugün getirilen bu sistemle birlikte herşeyden önce bu tek boyutluluk kırılmış oluyor. İkinci 4 yıllık eğitim döneminde getirilen zengin tercih havuzu ile birlikte hem Alevi hem Türk hem de dindar kesimin çocuklarını istedikleri gibi yetiştirebilmeleri konusunda açık bir imkana kavuşmuş oldukları söylenebilir. Çünkü sistem seçmeli derslerin talepler doğrultusunda açılmasına ve taleplerin karşılanmasına müsait hale getirilmiş oluyor. Başta Kürt siyasi kesimlerinin bu yönüyle görmeye yanaşmadıkları bu sistem aslında demokratik açılım yolunda atılmış en büyük adımlardan birisidir. Görmeye yanaşmamak bir yana BDP adına konuşan siyasetçiler Kürtlerin anadillerini seçmeli ders olarak alacak olmalarını ülke tarihinin kaydettiği en büyük asimilasyon hareketi olarak nitelendirmekten ve bu düzenlemeye alabildiğine sert muhalefet etmekten geri durmadılar. Kürt kelimesini kul- 115 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 lanmanın tamamen yasak olduğu, Kürtçe’nin ve Kürtlüğün hiç bir şekilde tanınmadığı bir yerden bu noktaya gelinmiş olmasını gözardı eden bu inkarcı yaklaşımın aslında Kürtler nezdinde de bir karşılığı yok. İşin garibi Kürt siyasi kesimleri bu sisteme şiddetle muhalefet ederken yapılan anketlerde bizzat Kürtlerin bu sistemi ve bu sistem içinde Kürtçe seçmeli ders verilecek olmasını yüzde 80 dolaylarında desteklediğini gösteriyor.21 Doğrusu ilk defa milli eğitim müfredatında seçmeli de olsa Kürtçe eğitimin uygulanacak olması, Kürtçe’nin Türkiye içinde içinden geçmiş olduğu aşamalara bakıldığında bir kaç yıl önce düşünülmesi bile mümkün olmayan bir adım olmuştur. Bu herşeyden önce büyük paradigma değişiminin bir yansımasıdır ve bunu bu haliyle görmek gerekiyor. Kuşkusuz Milli Eğitim’le ilgili uygulamaların tek konusu müfredat veya eğitimin içeriğiyle ilgili değil. Daha önce Yüksek Öğretimin yaygınlaşması ve geliştirilmesiyle ilgili söylediğimiz şeyi Milli Eğitim alanında da tekrarlayabiliriz. Eğitimin gelişmesi ve yaygınlaşması demokrasinin kitlelere yaygınlaştırılmasının en önemli şartlarından biridir. Eğitimin yaygınlaşması ve bütün vatandaşların eğitim sürecine dahil edilmesi, derslik sayısının neredeyse iki katına çıkarılacak kadar artmış olması, öğrencilere ücretsiz ders kitaplarının dağıtılması, dersliklerin akıllı sistemlerle ve bilişim teknolojileriyle donatılması ve bütün bu alanlarda bölgesel farklılıkların da giderilmesi gibi gelişmeler neresinden bakılırsa dolaylı olarak toplumun geleceğini daha demokratik vatandaş profiline hazırlamak gibi bir sonucu olan uygulamalardır. ASKERİ VESAYET DÜZENİNİN GERİLETİLMESİ Türkiye ekonomik bakımdan 160 ülke arasında 17. Sırada olduğu halde, demokratikleşme seviyesi itibariyle, demokrasiyle yönetilmekte olan 110 ülke arasında 87. sırada yer alıyor. Bu çelişki son zamanlarda kaydedilen devrim niteliğindeki demokratik açılım hamlelerine rağmen değişmiyor. Aslında bunun nedeni asker-sivil ilişkilerine bakıldığında çok açık görünüyor. Tam da oraya bakmak gerekiyor, çünkü esasen demokrasi seviyeleriyle ilgili endekslerin başında bir ülkenin asker-sivil ilişkilerinin durumu geliyor. Türkiye’de asker-sivil ilişkileri konusunda son zamanlarda yapılan birçok olumlu düzenleme sözkonusu olsa da halen askerin kendi içindeki özerkliği, 21 Bkz. Stratejik Düşünce Enstitüsü, Haziran 2012 Siyasi Durum Araştırması, www.sde.org.tr 116 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 denetilebilirliği gibi konularda tam bir uyum çizgisine gelmiş görünmüyor. Yine de son on yıl içinde demokratik açılım açısından asker-sivil ilişkilerine bakmak gerekirse şöyle bir tabloyla karşı karşıyayız: Bir demokratik açılım paketi içinde sunulmayan ama sonuçları itibariyle hem demokratik açılımları mümkün kılan hem de bizzat kendisi kapsamlı bir demokratik açılım hamlesi olan gelişmelerden biri askeri vesayet düzeninin karşısında bir siyasi tavır olarak durulmuş olmasıdır. Bu tavır esasen 2002 yılından itibaren başlamış olsa da vesayetin geriletilmesi aşama aşama gerçekleşmiştir. Özellikle 2007 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçimlerine askerin istediği cumhurbaşkanı tipini hiç bir sorun hissetmeden açık açık tarif etmesi ve sürece müdahil olduğunu açıklaması bu dönemde bu vesayetin ne kadar kanıksanmış bir gerçeklik olduğunu gösteriyordu. Dönemin Genelkurmay Başkanı 12 Nisan 2007 tarihinde basına verdiği beyanatta aradıkları cumhurbaşkanının “sözde değil özde laik” olmasını gözettiklerini açıklarken cumhurbaşkanı seçiminin bir gizli yönteminin olduğunu bunun da kendi vesayetleri altında gerçekleşeceği mesajını açık açık vermiş oluyordu. Demokratik bir ülke içinde hiç bir karşılığı olmayan bu yöntemin bir sonraki aşaması 27 Nisan gecesi Genelkurmayın internet sitesine konulan e-muhtıra ile geldi. Bu bildiri darbeler geleneğine alışık bir ülke için bildik bir filmin tekrarı gibiydi ve sonrası da tahmin ediliyordu. Oysa tahmin edilenlerin ötesinde 28 Nisan günü hükümetin açıkladığı karşı bildiri demokratik toplum için aslında olması gereken ama Türkiye’nin demokrasisi için devrim niteliğinde bir adım oluşturuyordu. Genelkurmay hükümetin üstünde bir kurum değil hükümetin emrinde bir kurumdu. Kuşkusuz bu adım Türkiye’deki demokratikleşme süreci açısından tam bir dönüm noktası olacaktı. Burada yasal bir düzenleme yoktu, sadece siyasal bir duruş ve inisiyatif vardı. Siyasetin aslında elindeki imkanların ne kadar fazla olduğu bu olay vesilesiyle bir kez daha net bir biçimde görüldü. Türkiye’de gücünü yasalardan almayan yetkilerin siyasetin alanını nasıl daralttığı ve siyasetçilerin de genellikle bu yasal olmayan yetki kullanımlarıyla nasıl daralttığı da anlaşılmış oldu. Aslında birçok alan siyasetçilerin çekingenliği ve yetkilerini sorumsuzca sahiplenmemeleri yüzünden tamamen vesayetçi kurumlara terkedilmektedir. Askerin zamanla genişlettiği alan yoluyla siyasetin hemen hemen bütün konularına müdahil olmaya çalışması yüzünden Türkiye’de birçok konunun çözümsüzlüğe itildiği görülmüştür. Özellikle Kürt sorunu ile ilgili konuların tamamen güvenlik konusu olarak ele alınmış olması konunun çözülememesinin en temel nedenlerinden biri olmuş- 117 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 tur. Oysa alanların sivilleştirilmesi, siyasete açılması çözümü için de gerekli zemini hazırlamış oluyor. 27 Nisan’dan itibaren içine girilen süreç, bu yüzden Kürt sorununu da kapsayan demokratik açılım açısından en önemli aşamayı oluşturuyor. Bu saatten sonra hangi alanın askere ait olmadığı noktasında toplumsal bilinçliliğin giderek daha fazla artmış olduğunu söyleyebiliriz. O yüzden 27 Nisan her ne kadar AK Parti’ye karşı başlamış bir askeri muhtıra hamlesinin savuşturulması gibi görünse de sonuçları itibariyle Kürt sorununun çözümüne de kapıları açan bir siyasal genişlemeyi temsil eder. 27 Nisan’da başlayan süreç kısa süre içinde Ergenekon ve Balyoz soruşturmalarının başlatılması ve sürdürülmesiyle yeni bir boyut kazandı. Türkiye tarihinde darbecilerden hesap sormak diye bir gelenek yoktur. Hele askerin siviller tarafından yargılanması gibi bir durum da sözkonusu değildir. İsnat edilen suçlama ne olursa olsun bir askerin yargılanması Türkiye’de hiç beklenmeyecek bir şeydir. Susurluk’ta suçüstü yapılmış bir hadisenin üzerine ifadesine başvurulmasına gerek görülen dönemin albaylarından Veli Küçük veya Teoman Koman TBMM’nin davetine icabet bile etmemiş, böylece TBMM’ni aşağılamış ve aradan geçen 13 yıl boyunca bütün kuşkular onları gösterdiği halde hiç bir şekilde sorgulanamamıştı. Bu tür yargılama işlemlerinde askerin neredeyse tamamen bağımsız ve kendi işine hiç kimseyi karıştırtmayan bir kurum olarak davranması Türkiye toplumunun rutinlerindendi. Bu yüzden başta Güneydoğu’da gerçekleşenler olmak üzere birçok faili meçhul cinayet veya olayın aydınlatılması mümkün olamıyordu. Oysa Ergenekon soruşturmasıyla birlikte delillerin gösterdiği yer askeri garnizon olduğunda bile özel yetkili mahkemeler eliyle sonuna kadar gidilmesi ilkesi benimsendiğinde başta daha önce dokunulamamış ve dokunulmaz addedilmiş olanları olmak üzere zamanla muvazzaf subaylar, albaylar, generaller, kuvvet komutanları hatta genelkurmay başkanları yargıya hesap verecek duruma geldiler, delil durumları değerlendirilerek tutuklanandılar. Bu durum Türkiye’nin demokratik açılımını mümkün kılan bir zemin çünkü esasen yargılanan generallerin yönetmekte olduğu bir ideolojik ortam şimdiye kadar hem Kürt sorununun çözümünü imkansız kılıyordu hem de bu ortamda yapılmakta olan sorgulanmaz, denetlenmez uygulamalardan her türlü insan hakkı ihlali ve anti-demokratik uygulama sadır oluyordu. Askeri alanın denetlenemeyen yapılanması demokratikleşme sürecindeki en büyük açığı oluşturuyordu. Bu açığın kapatılabilmesi için mutlaka askerin sivil mahkemelerce ve harcamalarının da Sayıştayca denetlenebilmesinin sağlanması gerekiyordu. Bu, 118 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 Ergenekon ve Balyoz soruşturmaları kapsamında yargılanmakta olan bazı emekli veya muvazzaf askerin de daha sağlıklı bir biçimde yargılanmasını mümkün kılacak bir düzenleme olacaktı. 2010 yılının 12 Eylül’ünde gerçekleşen referandumda tam da bu yönde atılmış olan adım, askerin yargılanabilmesini sadece belli bir dönemin hükümetinin siyasi iradesine bağlı olmaktan çıkarıp bunu bir sistem revizyonuna dönüştürmüş oldu. O gün daha önce birçok alanı siyasete kapatmış ve bütün o alanları askerileştirmiş olan vesayet düzeyine bu açıdan da büyük bir darbe vurulmuş oldu. Bu adımların devamında özellikle daha önce hiç bir soruşturma, yargı veya disiplin cezası bile almamış olan bazı askeri görevlilerin YAŞ’ta askerlikle ilişkilerinin yargı yolu kapalı olmak üzere kesilmesi uygulamalarına da son verilmesi geldi. YAŞ kararlarına yargı yolunun açılması yine 12 Eylül 2010 referandumunda gerçekleşen adımlardan biriydi. Önceki dönemlerde YAŞ toplantılarının sonucunda alınan ihraç kararlarına, yasal durumun daha fazlasına imkan vermemesinden dolayı sadece şerh koyabilen başbakan aslında göreve geldiği günden itibaren bu kuruma başkanlığı fiilen yapmaya başlayarak bütün alınan kararları denetleme yoluna gitti. Böylece başbakanın veya siyasetin YAŞ sürecinden dışlandığı zihniyete bir son verilmesi esasen 2003 yılının ilk YAŞ toplantısından itibaren başlamış,22 sonrasında ise özellikle 2009 yılından itibaren komuta kademesinin şekillenmesinde, hatta giderek bütün terfi ve atamaların oluşumunda siyasi irade yasadan kaynaklanan yetkilerini kullanmaya başlamış, referandum yoluyla da yasadaki düzenlemelerle siyasetin bu süreçteki dahlini daha fazla artırmıştır. 2011 yılının YAŞ toplantısı öncesinde bu durumu kabullenemeyen Genelkurmay Başkanı ve bazı kuvvet komutanları topluca istifa ederek bir tür fiili muhtıra vermeyi düşündülerse de başbakan ve cumhurbaşkanı tarafından temsil edilen siyasi irade bu resti görmüş ve istifayı kabul ederek 5,5 saat gibi kısa bir süre içinde yeni Genelkurmay Başkanı ve kuvvet kademesini belirlemiştir. Bu durum da asker-sivil ilişkileri konusunda yeni bir seviyenin belirlenmesi anlamına geliyordu. Bu YAŞ toplantısında ilk defa olmak üzere kurumun başkanı olan başbakan masada daha önce Genelkurmay Başkanı ile paylaştığı yere tek başına oturdu. YAŞ’ın bundan sonra siyasilerin yönetiminde ve kontrolünde bir kurum haline gelmesi fiilen hızlandıysa da bu konuda yasal bazı düzenle- 22 Ak Parti’nin iktidara geldikten sonra gerçekleşen ilk Şura Aralık 2002 tarihinde Abdullah Gül’ün başbakanlığı altında gerçekleşmiş ve bu Şura’da Gül, ihraç kararlarına muhalefet şerhi koyarak kabullenmediğini gösterme uygulamasını başlatmıştır. 119 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 melerin yapılması gelecekteki beklentilerdendir.23 Zira bu haliyle YAŞ halen bir danışma kurumu olmaktan ziyade kararları uygulanan bir kurum ve atama ve terfilerde siyasilerin yerine TSK’nın kendi iç işleyişi ve teamülleri belirleyici olmaktadır. Kendi çalışacağı komuta kademesini belirleme konusunda siyasilerin bir etkisinin olmadığı, başbakanın çalışacağı komuta kademesini kurumun kendi iç işleyişi ve teamülleriyle belirlediği bir durum halen tuhaf bir manzara ortaya koymaktadır. Bütün bunlara karşılık şu ana kadar asker-sivil ilişkileri konusunda şu ana kadar yapılmış olanlar bile Türkiye için devrim niteliğinde adımlar sayılır. Gerek YAŞ’ta sivil iradenin sergilediği siyaset gerekse de genel olarak askerin yargılanabilir ve denetlenebilir olmasının düşünülebildiği bir Türkiye kuşkusuz yeni bir Türkiye’dir. Bugün demokratik açılımın Kürtleri de kapsayacak boyutlarıyla düşünülebilmesini, düşünülen çözümlerin uygulanabilmesini, Kürtçe televizyon, eğitim ve sair düzenlemelerin yapılabilmesini, bilhassa Kürt vatandaşları mağdur etmiş olan faili meçhullerin hesabının nereye kadar giderse sorulabilmesini mümkün kılan tam da bu yeni Türkiye gerçekliğidir. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME İktidara gelir gelmez olağanüstü hal kaldırılmış böylece askeri vesayete ilk geri adım attırılırken, bilhassa Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları bölgede Kürtlerin gündelik hayatlarından, genel durumlarına kadar yansıması olacak bir iyileştirme sağlanmıştır. Arkasından Türkiye’deki demokratikleşme sürecine açık katkısı olacağı için AB süreci stratejik bir yol olarak belirlenmiş, AB uyum sürecinin gerektirdiği bütün düzenlemeler kuvvetle takip edilmiştir. Uluslararası toplumla ve bölgeyle bütünleşme, komşularla sıfır sorun politikaları izlenmiş, bu yolla Türkiye’nin bütün bölge ülkeleriyle azami derecede alışverişinin artırılması sağlanmıştır. Bunun da doğrudan sonuçlarından biri Türkiye’nin ufkunu daraltan, verimliliğini azaltan geleneksel devlet refleks 23 YAŞ kanunun sivil-asker ilişkilerinin demokratik seviyesi açısından yarattığı sorunlara dair bir rapor için bkz. Hamit Emrah Beriş, YAŞ ve Asker-Sivil ilişkileri, Stratejik Düşünce EnstitüsüAnaliz, Temmuz 2012. Ayrıca yine demokratik ülkelerde askeri harcamaların demokratik denetimi ile ilgili standartlar ve Türkiye’nin bu konudaki eksikleri için yine Hamit Emrah Beriş, Türkiye ve Dünyada Savunma Harcamalarının Demokratik Denetimi-Analiz Rapor, Stratejik Düşünce Enstitüsü, Nisan 2012. 120 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 ve kalıplarının geçersizleşmesi olmuştur. Bunun yerine bütün bu ilişkileri sürdürecek, politikaları takip edecek yeni bir elitin ortaya çıkması temin edilmiştir. Baştan itibaren askerin vesayetine karşı siyasetin kendi alanına sahip çıkma yolunda sergilenen irade, özellikle 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimi krizinden itibaren tam bir mücadeleye dönüşmüş ve bu tarihten sonra başlayan Ergenekon ve Balyoz yargılamalarıyla birlikte Türkiye tarihinde görülmemiş bir sivilleşme sürecinin de önünü açmıştır. Bu yargılamalar askerin sivil alanı daraltmasına karşılık sivil siyasetin kendi yetkilerine sahiplendiği bir iradenin göstergesi olmuştur. Kürt meselesinde asıl büyük açılım paradigmanın dönüştürülmesi olmuştur. Herşeyin konuşulabildiği, inkar politikalarının tamamen bittiği bir düzeyde Kürt meselesinin mahiyeti açıkça değişmiştir. Bu açıdan bakıldığında bugün demokratik açılımın Kürtlerle ilgili kısmında şu veya bu adımın atılmış veya henüz atılmamış olmasından çok daha önemlisi böyle bir konunun tartışılabiliyor, gündeme mümkün bir adım olarak gelebiliyor olmasıdır. Bu kuşkusuz herşeyin bittiği anlamına gelmiyor ama bu düzeyin bir paradigma değişikliği düzeyi olduğunun altı çizilmeli ve asıl gerçek açılımın bu olduğu vurgulanmalıdır. Gerçekten de bu paradigma değişimi gerçekleşmişken bundan sonra atılacak, atılmadı diye eleştiri konusu olan hiç bir adım bundan daha büyük bir adım olmayacaktır. Bu adım anadilde eğitim veya anayasada etnik vurguların kaldırıldığı, yeni bir vatandaşlık tanımının yapıldığı, hatta yerel yönetimlerin alabildiğine güçlendirildiği adımlardan olsa bile. Demokratik açılım çok dar bir çerçevede münhasıran Kürtlerin adresine teslim adımlar olarak değerlendirilmesi son on yıldır aslında Kürtlerin de diğer toplum kesimlerinin de yararlanmakta olduğu büyük demokratik iyileştirmeleri gözardı etmek anlamına geliyor. Ne yazık ki, demokratik açılım paketi üzerinde gerçekleşen yoğunlaşma ve odaklanma şimdiye kadar yapılmış olanları adeta unutturmaya veya yapılacak olan herşeyin belli bir marka altında yapılması beklentisi doğurdu. Oysa demokratik açılımın bir paradigmatik dönüşümün bir gereği olduğu ve bu kapsamda yapılacak herşeyin bütün vatandaşları ilgilendirdiği de vurgulanmalıdır. Esasen demokratik açılım toplumun desteği ve beklentileri doğrultusunda gerçekleşmiş ve bu açılım politikaları doğrultusunda hareket edildiği ölçüde toplumdan destek gelmiştir. AK Parti’nin girdiği bütün seçimlerde oylarını istikrarlı bir biçimde artırmasının en önemli siyasi sebebi demokratik açılım paradigmasına olan bağlılığı olmuştur. Üstelik demokratik açılımın Kürt açılımı olarak düşünüldüğü bir durumda bile bu açılım teşebbüsünün gölgesi 121 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 altında girilen seçimde Ak Parti oylarını yüzde 50’ye kadar yükseltebilmiştir. Dahası, oyların bölgesel dağılımı gözönünde bulundurulduğunda Kürt açılımı dolayısıyla oyların düşme beklentisinin olduğu Orta Anadolu bölgesi AK Parti oylarının rekor kırdığı bölge olmuştur. Yine de toplumda demokratik açılımın münhasıran Kürt sorunu ile ilgili olmadığı, Kürtleri ve toplumun diğer madun kesimlerini de kapsayan güçlü ve halkın tamamını kapsayıcı bir vatandaş profili ortaya çıkarmayla ilgili olduğu daha açık bir biçimde vurgulanmalıdır. REFERANSLAR Aktay, Yasin, 2003, Üniversiteden Multiversiteye: Taşra Merkez Diyalektiği, Toplum ve Bilim, sayı 93, Aktay, Yasin, 2006, Küresel Kentleşme: Konya Örneği, Sosyal Araştırmalar Merkezi, Konya Aktay, Yasin, 2011, Karizma Zamanları, 28 Şubat’tan 27 Nisan’a AK Parti ve Türk Siyasetine Karizma Sosyolojisi Açısından bir Yaklaşım, İstanbul: Timaş Yayınları. Bell, Daniel, (1973) The Coming of Post-Industrial Society: A Venture in Social Forecasting, Daniel Bell. New York: Basic Books. Beriş, Hamit Emrah (2012a) Türkiye ve Dünyada Savunma Harcamalarının Demokratik Denetimi-Analiz Rapor, Stratejik Düşünce Enstitüsü, Nisan 2012. Beriş, Hamit Emrah (2012b) YAŞ ve Asker-Sivil ilişkileri, Stratejik Düşünce Enstitüsü-Analiz, Temmuz 2012. Gür, Bekir S. ve Talip Küçükcan, (2009) Türkiye’de Yüksek Öğretim; Karşılaştırmalı bir Analiz, SETA Yayınları V, Ankara, Mardin, Şerif (1990) Türkiye’de Toplum ve Siyaset, Makaleler 1, İstanbul: İletişim Yayınları; Marshall, T.H. (1950) Citizenship and Social Class and Other Essays. Cambridge: Cambridge University Press. Marshall, T.H. (1981) The Right to Welfare and Other Essays. London: Heinemann. Parsons, Talcott & Gerald M. Platt (1973) The American University, Cambridge: Harvard University Press. Roche, M. (1992) Rethinking Citizenship. Welfare, Ideology and Change in Modern Society. Cambridge: Polity Press. Rousseau, Jean Jacques, 1993, Social Contract, London & New York: Penguin Books. Siyasi Durum Araştırması, 2012, Haziran, Stratejik Düşünce Enstitüsü, www.sde.org.tr Tekeli, İlhan, 2001, Modernite Aşılırken Kent Planlaması, Ankara: İmge Yayınları. Turner, B.S. (1986) Citizenship and Capitalism. The Debate over Reformism. London: Allen & Unwin. YÖK (2003) http://www.yok.gov.tr/egitim/raporlar/mart2003/baslik.pdf Türk Yüksek Öğretiminin Bugünkü Durumu. 122 3.4.. DEMOKRATİKLEŞMENİN KAMUOYU AÇISINDAN ANALİZİ Doç. Dr. Hamit Emrah BERİŞ SDE İç Politika ve Demokratikleşme Programı Uzmanı GİRİŞ Türkiye’de demokrasinin konsolidasyonu ve demokratik norm ve standartların yükseltilmesi bakımından son yılda oldukça önemli gelişmeler yaşandığı açıktır. Bu durumun aynı zamanda demokrasi üzerindeki vesayetin ortadan kalkması ve seçilmiş siyasetçilerin ülke içinde inisiyatifi tam olarak kendi ellerine almalarıyla bağlantılı olduğu söylenebilir. Gerçekten de özellikle 1980 darbesinden sonra kurumsallaşan askerî vesayet, ülkenin sorunlarının özgür ve demokratik bir ortamda tartışılmasını engellemiş ve siyasal sorunları büyük ölçüde güvenlikle ilişkilendirmiştir. Buna karşılık, 2000’li yıllardan sonra oluşan siyasal iklim, sorunların çözümü açısından alışılagelmiş güvenlik paradigmalarının yeterli olmayacağını göstermiştir. Son on yıllık zaman diliminde gerek hukuksal düzenlemeler gerekse belirli uygulamalar aracılığıyla geçmişle kapsamlı bir muhasebeye girişilmiştir. Dolayısıyla tüm reform girişimlerinin siyaset kurumunu güçlendiren ve geleneksel olarak merkez-çevre ayrımı ile ifade edilen toplum ile devlet arasındaki mesafeyi azaltan bir yüzünün olduğu görülmektedir. Bu anlamda, sistem içinde yapılan düzenlemelerle farklı vatandaş gruplarının istek, talep ve beklentilerine belirli ölçülerde cevap verildiği ifade edilebilir. Ancak demokratikleşme 123 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 bağlamında ilk yapılması gerekenin vesayet kurumları ile düzenlemelerini ortadan kaldırmak olduğu açıktır. Hiç kuşkusuz, demokratikleşme ve her kesimden vatandaşların siyasal ve toplumsal özgürlüklerinin genişletilmesi kısa zamanda ve yalnızca normatif düzenlemelerle hayata geçirilebilecek bir konu değildir. Ancak özellikle geçmişle karşılaştırıldığında Türkiye’deki reformların vatandaşlar açısından özgürlük alanlarını genişlettiği ve devletin toplumsal yaşam üzerindeki rolünü sivil toplum lehine daralttığı dikkat çekmektedir. Bu anlamda son on yıl içinde yaşanan tüm gelişmeleri, sivil siyasetin üzerindeki vesayeti ortadan kaldırmayı amaçlayan ve bu bakımdan sistem içinde yapılan geniş çaplı bir reform olarak görmek gerekir. Tekrar altını çizmek gerekirse henüz tamamlanmış bir süreçten söz edilemez ve zaten bu tür bir iddia demokrasinin genel mantığına ve varsayımlarına aykırıdır. AÇILIM POLİTİKALARININ MANTIĞI VE NEDENLERİ En genel şekilde “demokratik açılım” nitelemesiyle ifade edilen politikaların adının bu şekilde konulması için 2009 yılında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından yapılan açıklama bir milat noktası teşkil eder. Ancak daha geniş boyutlu bakıldığında açılım nitelemesi içine yerleştirilen politika ve uygulamaların çok daha uzun bir tarihsel geçmişlerinin olduğu göze çarpmaktadır. Söz konusu adımların atılmasındaki temel motivasyon kaynaklarından birinin dış etmenler olduğu açıktır. Bu bağlamda, 3 Kasım 2002 tarihinde iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) için ilk başlangıç noktasının Avrupa Birliği’ne yönelik üyelik girişimleri olduğu görülür. Öncelikle Abdullah Gül tarafından kurulan 58. Hükümetin; hemen ardından Recep Tayyip Erdoğan’ın başbakanlığını yaptığı 59. Hükümetin programlarında Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girişi noktasında kararlılık sergileneceği vurgulanmıştır. Aslında bu yaklaşım, AB’nin 12-13 Aralık 2002’de düzenlenen Kopenhag Zirvesi’nde aldığı, gerekli koşullar yerine getirildiği takdirde Türkiye’nin Birliğe tam üyeliği açısından 2004 yılının Aralık ayında müzakerelerin başlayacağı yönündeki kararını destekler bir mahiyet taşımaktadır. Bu anlamda, Avrupa Birliği’nin Türkiye için öncelikle belirlediği konu, 22 Haziran 1993 tarihli Kopenhag Kriterleri’nin gerektirdiği konuların kabul edilerek uygulamaya alınmasıdır. Siyasal, ekonomik ve topluluk mevzuatının benimsenmesine yönelik hukuksal esasları içeren Kopenhag Kriterleri, temelde AB’ye girmeye istekli ülkelerin; a) İstikrarlı ve kurumsallaşmış bir 124 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 demokrasiye sahip olmaları, b) Yerleşik bir hukuk devleti anlayışı ve hukuk üstünlüğüne saygı gösterilmesi, c) İnsan haklarının korunması, d) Azınlıkların haklarının güvence altına alınması, konularında değerlendirileceklerini öngörmektedir. Söz konusu genel ilkeler, pek çok alt başlık da içermekte; ayrıca bunların geçici sürelerle değil, sistematik ve kesintisiz bir biçimde uygulanması yaklaşımına dayanmaktadır. Dolayısıyla AK Parti hükümetlerinin iktidara geldikleri ilk günden itibaren kapsamlı bir demokratikleşme paketini önlerinde buldukları ifade edilebilir. Bu adımların ilk somut sonucu, 17 Aralık 2004 tarihinde AB’nin Türkiye ile üyelik müzakerelerine 3 Ekim 2005 tarihinde başlanacağını açıklamasıdır. 1999 Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin aday ülke statüsü resmen tanınmış, Kopenhag’da 2002 yılında yapılan zirve ile katılım müzakerelerinin başlaması kararı alınmıştır. 17 Aralık 2004 Brüksel Zirvesi’nde ise Türkiye’nin katılım müzakerelerinin (toplam 35 fasıl) 3 Ekim 2005 tarihinde başlaması kararlaştırılmıştır. Tarama Süreci, 20 Ekim 2005’te Bilim ve Araştırma Faslı tanıtıcı toplantısı ile başlamış ve 13 Ekim 2006’da yapılan Yargı ve Temel Haklar Faslı ayrıntılı tarama toplantısı ile sona ermiştir. Bu bağlamda, Türkiye kamuoyunda 2014 yılında üyelik sürecinin belirli bir sonuca ulaşacağı yönünde beklentiler ortaya çıkmıştır. Ancak özellikle önceki Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ve Almanya Başbakanı Angela Merkel gibi siyasetçilerin Türkiye’nin tam üyeliğine olumsuz bakışları, daha önce ortaya atılan 2014 hedefini neredeyse imkânsız kılmıştır. Bu bakımdan, özellikle iç siyaset dinamikleri göz önünde bulundurulduğunda söz konusu sürecin “gurur kırıcı” olmaması nedeniyle daha mutedil bir tutum takınıldığı söylenebilir. Nitekim Başbakan Erdoğan, 2010 yılında AB’nin Türkiye’ye karşı tavrını netleştirmesi gerektiğini, bu şekilde ileriye dönük yol haritasının yeniden çizilebileceğini ifade eden sözler sarfetmiştir.24 Buradan da anlaşılabileceği gibi, Türkiye, AB’nin demokratikleşme ve özgürlüklerin genişletilmesi perspektifinden kopmadan, ancak iç politikadaki hassas dengeleri de gözeterek müktesebat uyumlaştırma çalışmalarına devam etmektedir. Avrupa Birliği ile başlayan dışsal unsurlara Türkiye’nin dış politikadaki geleneksel rotasını değiştirme çabası da eklenebilir. 2009 yerel seçimleri sonunda kabinede yapılan revizyonla, o güne dek başbakanın diplomasi baş danışmanı sıfatıyla Türkiye’nin dış politikasının ana hatlarının düzenlenmesine 24 “Başbakan Erdoğan Avrupa Birliği’ne Rest Çekti”, http://www.ekoayrinti.com/news_ detail.php?id=62166 (Erişim Tarihi: 20.03.2011). 125 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 katkıda bulunan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu Dışişleri Bakanlığına atanmıştır. Davutoğlu, henüz resmi bir görevi yokken kaleme aldığı Stratejik Derinlik’te Ortadoğu’nun jeokültürel yapısı nedeniyle bölgede yaşanacak muhtemel bir çatışmanın önlenmesi için “bu konuda en köklü tarihî birikime sahip olan Türkiye’nin” daha fazla inisiyatif alması gerektiğini söyler ve bunun hem Türkiye’nin kendi iç bütünlüğünü koruması hem de bölgenin geleceği açısından hayatî öneme haiz olduğunu savunur.25 AK Parti’nin, Ortadoğu politikaları bağlamında bu kitapta ana hatları çizilen türden bir yaklaşıma sahip olduğu söylenebilir. Davutoğlu, görevi süresince özellikle bölge ülkeleriyle olan ilişkilerin düzenlenmesinde oldukça aktif tavır sergilemiş ve uluslararası sorunların çözümü noktasında inisiyatif almaktan kaçınmamıştır. Bu noktada, hükümetin daha önce ortaya attığı somut bir hedefin gerçekleştiği görülmektedir. Türkiye, 17 Ekim 2008 tarihinde BM Genel Kurulunda yapılan seçimlerde 2009-2010 dönemi için BM Güvenlik Konseyi (BMGK) üyeliğine seçilmiştir. Türkiye Dışişleri Bakanını periyodik toplantılarını izlemeye çağıran Arap Ligi ülkeleri aynı zamanda oybirliğiyle Türkiye’nin BMGK’ya adaylık sürecini destekleme kararı almışlardır. Bu durum, Türkiye’nin Ortadoğu coğrafyasında daha fazla inisiyatif kullanan, bölgesel bir güç haline gelmesiyle yakından bağlantılıdır. Türkiye, 2002 yılından itibaren bölgede daha fazla sorumluluk alan, bölge ülkeleri arasında yaşanan karşılıklı sorunları çözme noktasında bir arabulucu rolü üstlenen ve komşularıyla iyi ilişkiler kurma arayışında olan bir devlet görünümü kazanmıştır. Örneğin yakın geçmişe dek devletin dış tehdit algısı içinde yer alan İran ve Suriye gibi ülkelerle ekonomik unsurları da içeren yakın ilişkiler tesis edilmiştir. Bunun yanında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Davos çıkışında somut örneğini bulduğu gibi İsrail başta olmak üzere bazı devletler tarafından sistematik şekilde uygulanan insan hakları ihlallerine karşı ciddi tavır alınmıştır. Bu bağlamda, Türkiye tarafından İsrail-Filistin sorununa yönelik olarak iki devletli bir model önerilmiş ve bunun sorunun kalıcı çözümünü sağlayacağı savunulmuştur. Aynı şekilde, Filistin’de El-Fetih ve Hamas arasında baş gösteren sorunların çözümü noktasında da Türkiye uzlaştırmacı bir tavır takınmıştır. Dış politikada bu denli iddialı bir tavır benimseyen bir ülkenin kendi içyapısındaki sorunları öncelikli olarak çözmesi zorunludur. Zira gerek eko- 25 Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu, 5. Baskı, Yayınları, İstanbul, 2001, s. 137. 126 Küre TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 nomik gerekse siyasal açıdan güç ve etkinliğini artırmaya çalışan ülkenin, kendi içinde karşılaştığı sorunlara demokratik çözümler üretememesi atılan adımların kalıcı bir zemine oturmasını zorlaştıracak ve hatta bir inandırıcılık sorunu doğuracaktır. Bu bağlamda, farklı nedenlerle, geçmişte ayrımcılığa maruz bırakılan ve çeşitli mağduriyetler yaşayan Kürt, Alevi, gayrimüslim ve Roman vatandaşların içinde bulundukları koşulların iyileştirilmesi yönünde adımlar atıldığı ve bunun gelecek dönemde de devam ettirilmesi dış politika vizyonuyla da yakından ilişkilidir. Öte yandan demokratikleşme hareketlerinin yalnızca dışsal nedenlerle açıklanamayacağı gerçektir. Geçmiş dönemde partileri kapatılmış, pek çok mensubu siyasal açıdan yasaklanmış bir siyasal geleneğin son temsilcisi durumunda bulunan AK Parti’nin demokrasi üzerindeki vesayet perdesinin kalkması ve ülke içindeki inisiyatifin tam olarak sivil siyasetçilerin eline geçmesi açısından samimi bir çaba sergilemesi rahatlıkla beklenebilecek bir durumdur. Aşağıda daha detaylı bir şekilde değineceğimiz gibi, AK Parti için bu süreçte hızlandırıcı etki yapan bir durum daha vardır: Kamuoyu desteği. Gerçekten de reform paketleri, halkın bu partiye olan desteğini sürekli olarak artırmış ve girdiği üç seçimden de oylarını artırarak ayrılmasını sağlamıştır. Dolayısıyla demokratikleşme ve siyasal özgürlüklerin genişlemesi yönünde atılan tüm adımların ciddi bir toplumsal desteklerinin bulunduğu görülmüştür. Değişik dönemlerde ve farklı biçimlerde atılan demokratikleşme adımlarının “demokratik açılım” nitelemesinin altında toplanması değişik entelektüel geleneklere mensup 15 aydının 1 Ağustos 2009 günü Polis Akademisinde “Kürt Meselesinin Çözümü: Türkiye Modeline Doğru” konulu bir çalıştay için bir araya gelmeleriyle olmuştur. Dönemin İçişleri Bakanı Beşir Atalay başkanlığında gerçekleştirilen toplantı, adından da anlaşılabileceği gibi Kürt sorunun çözülmesi noktasında atılması gereken adımların kapsamlı bir şekilde tartışılması anlayışına dayanmaktadır. Söz konusu projenin başındaki isim olan Atalay, izleyen süreçte, “Hedeflerimizin gerçekleşmesi halinde hepimiz bu ülkede refah, huzur içinde yaşayacağız. Bu nedenle bu sürece milli birlik ve kardeşlik projesi dedik. Biz bunu parti projesi olarak değil, devlet projesi olarak yürütüyoruz. Bu milli birlik ve kardeşlik projemizi kararlılıkla devam ettiriyoruz.” ifadesiyle söz konusu çalışmaların kapsamı hakkında bilgi vermiştir.26 26 “Bakan Atalay Demokratik Açılımı Anlattı”, Habertürk, 16 Ocak 2010. 127 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 Söz konusu toplantının ve takip eden diğer girişimlerin gösterdiği en önemli konu ise Kürt sorununun yalnızca terör ekseninde tartışılamayacağının ortaya konulması ve çözüm noktasında güvenlik önlemlerinden daha yoğun olarak demokratik yöntemlere başvurulması gerektiğinin açıkça ifade edilmesidir. Nitekim izleyen süreçte, demokratikleşme çizgisinin yalnızca Kürt sorunu ile sınırlı kalamayacağı, bu anlamda başta dezavantajlı kesimler olmak üzere tüm vatandaş gruplarının içinde bulundukları koşulların iyileştirilmesi gerektiği yönündeki yaklaşım güç kazanmıştır. Buradan hareketle, yine aynı dönemlerde Alevilere, dinsel ve etnik azınlıklara yönelik girişimlerin tamamı, açılım genel çerçevesinin içine yerleştirilmiştir. Bu anlamda, belirtilen demokratikleşme dalgasına bir ad konulması ihtiyacı hissedilmiş ve daha nötr bir anlam taşıyan “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi”nde karar kılınmıştır. Başbakan Erdoğan’ın “Milliyetçilik, ırk esasıyla bir ayrımcılığa gitmek değildir. Ben milliyetçiliğin, bu ülkeyi var eden, kardeşliğe, dayanışmaya, paylaşmaya sırtını dönmek olduğunu asla düşünmüyorum. Milliyetçilik, bu toprakların nasıl vatan olduğudur, bu milletin nasıl teşekkül ettiğidir, hangi iklimde doğup, hangi atmosferde büyüyüp, geliştiğini idrak etmek ve bunun gereğini yapmaktır. (…) Bizler aynı vatan üzerinde, aynı bayrak altında aynı idealler altında birlemiş bir milletiz. Dili, dini, ırkı, etnik kökeni, rengi ne olursa olsun, biz tıpkı Süleymaniye, Selimiye, Sultan Ahmet, Galata Kulesi, Akdamar Kilisesi gibi bu toprakların ortak sahibiyiz ve bu toprakların ortak eseriyiz. Nasıl geçmişi birlikte inşa ettiysek, aynı şekilde geleceği de kimsenin kuşkusu olmasın birlikte inşa edeceğiz.”27 şeklindeki ifadeleri her kesimi kapsayan yeni bir vatandaşlık anlayışının doğuşunun işareti olarak da algılanabilir. Diğer taraftan, AK Parti, 2010 Ocak ayında bir kitapçık yayımlayarak “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi”nin ana hatlarını kamuoyuna aktarmak yoluna gitmiştir.28 Bu çalışmanın Başbakan Erdoğan tarafından kaleme alınan önsözünde; “İstiyoruz ki, bu ülkede artık gençler ölmesin. İstiyoruz ki, davul-zurnayla, düğün alaylarıyla askere yolladığımız yavrularımız tabutlar içinde dönmesin. İstiyoruz ki analar ağlamasın, babalar yıkılmasın, ocaklar sönmesin. Türkiye Cumhuriyeti’nin her bir vatandaşının kendisini birinci sınıf hissetmesini, ülke için, istikbal için, milletimiz için ter dökmesini istiyoruz.” ifadeleri yer 27 http://www.akparti.org.tr/basbakan-erdogan-milliyetcilik-irk-esasiyla-ayrimciligagi_6977.html (Erişim Tarihi: 18 Temmuz 2012) 28 Soruları ve Cevaplarıyla Demokratik Açılım Süreci: Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi, AK Parti Tanıtım ve Medya Başkanlığı, Ocak 2010 (basım bilgileri yok) 128 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 almıştır. Buradan da anlaşılabileceği gibi, demokratik açılım politikalarının merkezinde Kürt sorunu yer almaktadır. Bu sorunun ilgilendirdiği insan kitlesinin demografik büyüklüğü, ekonomik maliyeti ve dış etkileri başlangıç olarak seçilmesini anlamlı bir zemine oturtmaktadır. Kitapçıkta ayrıca bu projenin “başta terör meselesi olmak üzere, tüm etnik grupların, mezhep gruplarının, azınlık gruplarının meselelerini ve ekonomik sorunları ele almayı, bu sorun alanlarında iyileştirmeler yapmayı ve sorunları en aza indirmeyi gaye edin[diği]” dile getirilmiştir.29 12 Eylül öncesinde değişik siyasal grupların çatısı altında toplanan Kürt siyasal hareketi, PKK’nın 1983 Eruh Baskını ile birlikte başlayan süreçte örgütlü şiddet eylemlerini, tarihindeki en kapsamlı aşamaya taşımıştır. PKK hareketinin terör eylemlerine devletin doğru refleksleri gösterememesi Doğu ve Güneydoğu Bölgelerinin önemlice bir kısmında devlet ile vatandaşlar arasındaki mesafenin giderek açılmasına neden olmuştur. Eylemlere ilk cevap olarak 27 Ekim 1983’te kabul edilen Olağanüstü Hâl Kanunu aracılığıyla Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulunun, Milli Güvenlik Kurulunun da görüşünü aldıktan sonra altı ayı geçmemek suretiyle belirli illerde olağanüstü hâl ilan edebilmesi öngörülmüştür. İlke olarak söz konusu yöntemin yalnızca altı ay için uygulanabilecek olmasına rağmen süre, değişik iller için toplamda 46 kez uzatılmıştır. Olağanüstü hâlin kaldırıldığı 30 Kasım 2002 tarihinde Diyarbakır ve Şırnak doğrudan; Batman, Bingöl, Bitlis, Hakkâri, Mardin, Muş, Siirt, Tunceli ve Van ise mücavir il sıfatıyla bu kapsamda yer almıştır. Uygulama uzun yıllar boyunca faili meçhul cinayetler, insan hakları ihlalleri ve bölge halkı açısından ciddi bir özgürlük daralmasıyla özdeşleştirilmiştir. Bu bakımdan, sıradan bir hukuksal gelişme gibi görülen olağanüstü hâlin aslında insanların gündelik yaşamlarına yansıyan ve onların devlete yönelik algılarını şekillendiren ciddi bir sosyolojik boyutunun var olduğunu görmek gerekir. Gerçekten de olağanüstü hâlin uygulandığı dönemde, insan hakları ihlalleri sistematik hale gelmiş, faili meçhul cinayetler sıradanlaşmış ve bölgede idari yetki ve sorumluluk, fiilen askeri yetkililerin eline geçmiştir. Bu dönemde çok sayıda köy boşaltma olayı yaşanmış, yol kontrolleri gibi yöntemler aracılığıyla bölge halkının gündelik yaşamı giderek zorlaştırılmıştır. Aynı zamanda Kürt kültürel kimliği üzerinde de çeşitli baskılar uygulanmış ve Kütçe’nin kamusal alanda konuşulması ve yaşatılması başta olmak üzere pek çok konu 29 Soruları ve Cevaplarıyla Demokratik Açılım Süreci: Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi, s. 11. 129 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 üzerinde sınırlamalara gidilmiştir. Devlet tarafından benimsenen bu yöntemin pek çok Kürt kökenli vatandaşın sisteme ve rejime bakışını olumsuz yönde etkilediği gerçektir. Dolayısıyla zaman içinde devlet ve vatandaşların önemlice bir kısmı arasındaki mesafe giderek açılmış; sorunun salt güvenliğe indirgenmesi yoğun hak ihlallerini içeren gerçek yüzünün gözden kaçırılmasına neden olmuştur. Buna karşılık, son dönemde atılan adımlar, geçmişte kırılan ilişkilerin restore edilmesi süreci olarak değerlendirilebilir. Bu bağlamda, kendisi de ciddi mağduriyete uğramış bir isim olan Başbakan Erdoğan’ın devlet ile Kürtlerin yaşadıkları sorunların çözümü noktasında bir tür hakem rolü oynadığı ifade edilebilir.30 Bu durumun doğurduğu en önemli avantaj, sorunun çözümü açısından siyasal iktidarın inandırıcılık ve samimiyet derecesini artırmasıdır. Nitekim en son siyasal nedenlerle on yıl hapis yatan ve 2011 Haziranında BDP desteğiyle yeniden milletvekili seçilen Leyla Zana da “Ben onun [Erdoğan’ın] bu işi çözeceğine inanıyorum. Buna dair umudumu da, inancımı da asla yitirmedim. Yitirmek de istemiyorum. Yitirseydim giderdim, burada olmazdım. Şimdi hepimizin yapması gereken, hepimizin başbakanın sorunu çözmesinde yanında olduğumuzu ona hissettirmemiz, onu teşvik etmemizdir”31 sözleriyle Erdoğan’ın süreçteki rolünün altını çizmiştir. Kürt sorununa yönelik açılım girişimlerinin ilk somut yansıması, 19 Ekim 2009 günü PKK’ya ait Kandil ve Mahmur kamplarından 34 militanın Habur Sınır kapısından Türkiye’ye giriş yapmasıdır.32 Ancak bu kişilerin dağdaki kıyafetleriyle ülkeye girmeleri ve adeta bir “tören havasında” karşılanmaları kamuoyunda belirli tepkilerin doğmasına neden olmuştur. Nitekim ilerleyen dönemde söz konusu kişilere yönelik dava açılmış ve bunlardan bir kısmı ağır cezalara çarptırılmıştır.33 Bu durum, yeni dönüşlerin önünü kesmiş; aynı zamanda, açılım politikalarına yönelik muhalif söylemlerin güçlenmesine neden olmuştur. Ancak aşağıda değinileceği gibi, bu süreçte yaşanan başka gelişmeler, açılımın düşünülenden daha fazla toplumsal tekabüliyetinin olduğunu göstermiştir. Açılım politikalarının ikinci ayağını Aleviler ile ilgili sorunlar oluşturur. Oldukça geniş bir nüfusa sahip olan Alevilerin talep ettikleri dinsel özgürlüklerden bir kısmının “dinin resmi yorumu” nedeniyle devlet nezdinde karşılık bula- 30 31 32 33 Hüseyin Yayman, “Kürtler Kimin Umurunda”, Açık Görüş, 22 Ağustos 2011. “İnanıyorum Bu İşi Erdoğan Çözer”, Hürriyet, 14 Haziran 2012. “Açılımın İlk Meyvesi: 34 Kişi Döndü”, Radikal, 20 Ekim 2009. “Kandil’den Gelen 7 Kişiye Ceza Yağdı”, Milliyet, 25 Nisan 2012. 130 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 maması, bu kesimin rejimle sorunlar yaşamasına neden olmuştur. Cumhuriyet tarihi boyunca dinin resmi yorumunun Diyanet İşleri Başkanlığınca üretilmesi, mistik, heretik veya tasavvufi yaklaşımlara izin verilmemesi; aynı zamanda Alevi kültürünün yeniden üretildiği mekânlar olan tekke ve zaviyelerin de kapatılması bu kesimin ciddi bir temsil krizi ile karşı karşıya kalmasını beraberinde getirmiştir.34 Dolayısıyla Alevilerin kendi kültürel kimliklerini yaşamak için ortaya koydukları taleplerin karşılanması ülkedeki genel demokratikleşme girişimlerinin içinde değerlendirilmelidir. Yukarıda sıralanan unsurların yanında özellikle gayrimüslim azınlıkların tek tip bir vatandaş meydana getirme çabası içinde bulunan rejimin mağdur ettiği kesimler arasında bulunduğu gerçektir. Özellikle İttihat ve Terakki’nin son dönemlerinde başlayan güvensizlik, Kurtuluş Savaşı yıllarında yaşananların da etkisiyle Cumhuriyetin ilk döneminde etkisini iyice artırmış; gayrimüslimler bir bakıma sistemin “ötekileri” olarak konumlandırılmışlardır. Bu açıdan, Lozan Anlaşmasıyla çoğu hakları aslında güvence altına alınan gayrimüslimlerin ülke içindeki genel vesayetçi ve güvenlikçi bakış açısının kurbanları oldukları söylenebilir.35 Azınlıkların aslında uluslararası bir anlaşmayla korunan hakları birtakım idari düzenlemeler ile sınırlandırılmaya başlanmış ve haklar alanında giderek gerileme yaşanmıştır. Bu şekilde, tıpkı yukarıda sayılan diğer kesimler gibi gayrimüslim azınlıkların da sisteme bakışlarının olumsuz bir anlam kazandığı rahatlıkla söylenebilir. Açılım politikalarının genel hedefine ulaşılabilmesi için öncelikle ülke içinde her kesimin demokratik hak ve özgürlüklerinin genişletilmesinin zorunlu olduğu açıktır. Ancak bunun yanında mağduriyetleri daha belirgin olan kesimlere yönelik spesifik düzenlemeler yapılması da önem taşır. Burada asıl önem taşıyan nokta, demokratik bir toplumun çoğulcu bir yapıya sahip olması, bu anlamda farklı siyasal, toplumsal, kültürel ve dinsel kimliklerin özgün nitelikleriyle kamusal düzlemde kendilerine yer bulmalarının önünün açılmasıdır. Dolayısıyla tek tip ve türdeş bir yapı meydana getirmeyi amaçlayan, haklardan çok görevlere ve sorumluluklara dayanan bir vatandaşlık anlayışının çağdaş demokrasilerde yerinin bulunmadığı açıktır. Dolayısıyla açılım politikaları aracılığıyla devlet ile vatandaşlar arasındaki ilişkilerin restore edileceği, siyasal ve toplumsal merkezler arasındaki mesafenin 34 Necdet Subaşı, “Alevi Açılımı Türkiye’ye Ne Vaat Ediyor?”, 2000’li Yıllarda Türkiye’de Açılım Politikaları, ed. Hüseyin Yayman, Meydan Yay., İstanbul, 2011, s. 89-90. 35 B. Ali Soner, “AK Parti Hükümetlerinin Azınlık Siyaseti,” 2000’li Yıllarda Türkiye’de Açılım Politikaları, ed. Hüseyin Yayman, Meydan Yay., İstanbul, 2011, s. 159. 131 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 kapanacağı, böylece demokratik ideallerin tam olarak yaşama geçmesinin sağlanacağı söylenebilir. Diğer taraftan, yerleşik siyasal eğilimler ve alışkanlıklar göz önüne alındığında sürecin sorunsuz bir şekilde işlemediği de görülür. Söz konusu uygulama ve politikaların belirli siyasal dengeler gözetilerek yapılması zaman zaman hızlarında kesinti ya da çaplarında azalma görülmesini beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda, konjonktürel gelişmelerin veya bazı durumlarda halkın siyasal reflekslerini ölçme gerekliliğinin iktidarı daha mutedil bir tavır takınmaya ittiği söylenebilir. Ancak peşinen ifade etmek gerekirse AK Parti oy oranlarının girilen tüm genel seçimlerde yükselme eğilimi içinde olması, bu tereddütlerin azalması yönünde bir etki meydan getirmiştir. Çalışmanın bundan sonraki bölümünde, özellikle 2009 sonrası dönemde izlenen açılım politikalarının kamuoyu ve medya nezdindeki yansımaları, söz konusu sürecin toplumsal karşılığının ne olduğu ve süreçte karşılaşılan çeşitli sorunlar ele alınacaktır. Burada kamuoyu gündemini en çok meşgul eden ya da çok sayıda insanın gündelik yaşamını doğrudan ilgilendiren gelişmelere yer verilecek, bunların farklı kesimler tarafından ne şekilde değerlendirildiği ele alınacaktır. Böyle bir eleştirel değerlendirme yapabilme noktasında karşılaşılan ilk önemli zorluğun sürecin hala devam etmesi olduğu açıktır. Ancak aynı durum, kamuoyu tepkisinin derhal ölçülebilmesi yönünde olumlu bir boyuta da sahiptir. Bu bağlamda, başta yeni bir anayasa çıkarılması girişimi başta olmak üzere demokratikleşme adımlarına genel bir giriş yapılacak, ardından bunların toplumsal tekabüliyetleri sorgulanacaktır. 2002-2012 DEMOKRATİKLEŞME GİRİŞİMLERİNİN SİYASAL ZEMİNİ Demokratik açılım çalışmalarının en önemli ayağını yeni bir anayasa meydana getirmek yolundaki çabaların oluşturduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. 2002 yılından itibaren iktidar partisinin yeni bir anayasa meydana getirme çabasıyla hareket ettiği görülmektedir. Partinin ikinci iktidar döneminin hemen başında, önceki süreçte sistemde bir kilitlenmeye neden olan cumhurbaşkanının seçim usulüne yönelik bir anayasa değişikliği yapılarak yürütmenin başının parlamento değil doğrudan halk tarafından seçilmesi sağlanmıştır. Bu sınırlı girişimden sonra, aynı minval üzere çalışmalara devam edilmiş; 1982 Anayasasında geniş kapsamlı bir değişiklik yapılmasına rağmen anayasa tamamen yenilenmemiştir. Bilindiği gibi siyasal ikti- 132 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 dar, 2007 seçimlerinden hemen önce, ikinci iktidar döneminde kamuoyu ile paylaşılmak üzere Prof. Dr. Ergun Özbudun başkanlığındaki bir kurula yeni bir anayasa taslağı hazırlatmıştır. AK Parti’nin hukukçu kurmayları, Özbudun ve kurul üyeleri tarafından yapılan karşılıklı görüşmeler aracılığıyla metne son şekli verilmiş ve oluşan taslak, Meclis gündemine sunulmaya hazır hale getirilmiştir. Ancak bu çalışmaların belirli bir aşamaya geldiği 14 Mart 2008 tarihinde, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya tarafından “laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiği” iddiasıyla AK Parti’ye kapatma davası açılmıştır. Anayasa Mahkemesi, Partinin söz konusu suçu işlediği gerekçesiyle para cezasına çarptırılmasına karar vermiş; ancak kapatmayı gerekli görmemiştir. Kapatma davası, AK Parti’nin yeni bir anayasa hazırlanması konusundaki hızını kesmiş ve kararlılığını tereddüde dönüştürmüştür. Aynı zamanda, muhalefet partilerinin anayasa değişikliği önerisine karşı çıkmaları ve bu konuda uzlaşmaya yanaşmamaları anayasanın tümden değiştirilmesi projesinin rafa kaldırılmasına neden olmuştur. İktidar partisinin anayasa değişikliği konusundaki ikinci hamlesi, 2010 yılında daha dar kapsamlı ve yalnızca mevcut anayasadaki bazı hususların revize edilmesi ile sınırlı bir taslak oluşturmak olmuştur. Taslağın hiçbir maddesi, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki (TBMM) oylamalarda referandum önkoşulu olmaksızın yürürlüğe girmesine yetecek çoğunluğa ulaşamamış ve bu nedenle anayasa değişiklikleri 12 Eylül 2010 tarihinde halkoyuna sunulmuştur. Söz konusu referandum sürecinde yaşanan gelişmeler, son dönemde Türkiye’de yaşanan siyasal kutuplaşmanın en belirgin örneklerinden birisini oluşturur. Hemen her siyasal parti, referandum sürecinde sahaya çıkmış ve teklif paketinin kabulü veya reddi yönünde aktif tavır sergilemiştir. Bu süreçte, AK Parti’nin yanında Saadet Partisi (SP) ve Büyük Birlik Partisi (BBP) “evet” oylarının çoğunlukta olması yönünde çaba harcarken Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) “hayır”cı cephede yer almıştır. Sonuçta, referandumla öngörülen anayasa değişikliklerinin yapılması yüzde 58 oy oranıyla kabul edilmiştir. 1982 Anayasası’nda önemli değişiklikler yapan anayasa referandumu, özellikle yargı sisteminin yeniden düzenlenmesi açısından bir milat niteliğindedir. Anayasa değişiklikleri ile Anayasa Mahkemesi’nin üye sayısı artırılmış; ayrıca bu yargı organı iki daireye ayrılmıştır. Anayasa Mahkemesi’ne TBMM tarafından üye seçilmesi ve mahkemeye bireysel başvuru hakkının tanınması bu konudaki diğer gelişmelerdir. Ayrıca Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun (HSYK) yapısı, üye sayısı ve üyelerin seçilme usulleri değiştirilmiş; tüm savcı ve yargıçların Kurul üyelerinin belirlenmesinde oy kullanabilmele- 133 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 ri sağlanmıştır. Aynı değişiklikler çalışma yaşamına ilişkin birtakım düzenlemeler de içermektedir. Buna göre, memurlara toplu sözleşme hakkı verilmiş; işçiler için de grev hakkına getirilen anayasal kısıtlamalar kaldırılmıştır. Değişikliklerin içerdiği en önemli hususlardan biri de “kamu denetçiliği” (ombudmanlık) kurumunun oluşturulmasıdır. Bilindiği gibi bu konudaki ilk çalışmalara 2005 yılında başlanmasına rağmen dönemin cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer; anayasal bir zemini olmadığı gerekçesiyle “Ombudsmanlık Yasası”nı veto etmiştir.36 2010 anayasa değişiklikleri ile bu anayasal zemin hazırlanmış ve kurumun oluşması açısından yasal hazırlıklara da başlanmıştır. Burada, son olarak parti kapatmaları zorlaştıran hükmün Mecliste gerekli oy çoğunluğunu sağlayamaması nedeniyle yaşama geçmediğinin altı çizilmelidir. Anayasada yapılan bu değişikliklere rağmen AK Parti’nin 1982 Anayasasını tamamen değiştirme hedefinden vazgeçmediği görülmektedir. Zira bu türden değişikliğin her şeyden önce sembolik bir anlamı vardır. Darbe yapan bir grubun inisiyatifinde hazırlanan bir anayasanın Türkiye’nin sahip olduğu özgürlük ve demokratikleşme perspektifiyle çelişkili olduğu açıktır. Diğer taraftan, muhalefetin gösterdiği direnç, bu sorunun çözülmesi noktasında engel teşkil etse de yeni dönemdeki siyasal yapılanmanın bu değişikliği mümkün kılacağı söylenebilir. Nitekim öncelikle anayasa referandumu, daha sonraysa 2011 seçimleri ile oluşan tablo, başlangıçta değişikliklere mesafeli yaklaşan muhalefetin de sürece aktif katılımını beraberinde getirmiştir. Yeni bir anayasa hazırlanması için parlamentoda grubu bulunan siyasal partiler tarafından bir “Anayasa Uzlaşma Komisyonu” oluşturulmuş ve söz konusu komisyon aktif olarak çalışmalarına başlamıştır.37 Bu durum bile açılım politikalarının toplum nezdinde bir karşılığı olduğunu, desteklendiğini ya da en azından peşinen rezerv konularak olumsuz yaklaşılmadığını göstermesi bakımından anlamlıdır. Anayasa değişiklikleri dışında gerek bazı temel kanunlarda gerekse daha alt mevzuatta yapılan düzenlemelerin açılım politikaları açısından önemli unsurlar içerdiği söylenebilir. Bunun yanında yapılan çeşitli idari düzenlemelerle açılım politikaları kapsamında yer alan vatandaşların gündelik yaşamlarının kolaylaştırılması yönünde önemli gelişmeler yaşanmıştır. 36 “Sezer’den ‘Ombudsmanlık Yasası’na Veto”, Hürriyet, 1 Temmuz 2006. 37 Söz konusu Komisyon tüm çalışmalarını oluşturulan bir Internet sitesi aracılığıyla düzenli olarak yayınlamaktadır. https://yenianayasa.tbmm.gov.tr 134 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 Ayrıca daha önce gerçekleşen darbelerin ve darbe girişimlerinin faillerine hukuksal soruşturma açılması hem geçmişle hesaplaşma hem de bundan sonra hukuk dışı yollara girilmemesi yönünde atılan önemli bir adımdır. AÇILIM POLİTİKALARININ SİYASAL DÜZLEMDEKİ ETKİLERİ Demokratik açılım projesinin Türkiye’de geçmişten gelen siyasal kültürün ve belirli alışkanlıkların etkisiyle özellikle Kürt sorununa yönelik adımların siyasal açıdan riskli bir alan haline geldiği açıktır. Dolayısıyla iktidarın en belirgin amaçlarından biri, açılım politikaları ile hedeflenen unsurların ne olduğunu kamuoyuna anlatmak olmuştur. Örneğin Adalet ve Kalkınma Partisinin 2011 seçimleri için hazırladığı Seçim Beyannamesinde öncelikle “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi” olarak nitelendirilen “demokratik açılım”ın anlam ve kapsamının açıklanmaya çalışıldığı dikkat çekmektedir. Buna karşılık, AK Parti’nin 2007 Seçim Beyannamesinde, Kürt Sorununa, bu ad ile özel bir vurgu ya da sorunun çözümü açısından özel bir değini bulunmamaktadır. Değindiğimiz gibi 2011 Beyannamesinde, özellikle güncel siyasal tartışmalar bağlamında kendisine yöneltilen eleştirileri aşmak için Parti, uygulamaya çalışılan demokratik açılımın temel yol haritasını belirlemek amacından hareket etmiştir. AK Parti’ye göre, demokratik açılım, “farklı kesimlerin mağduriyetleriyle oluşan toplumsal sorunlarımızı millî birlik ve kardeşlik çerçevesinde çözme iradesini ifade etmektedir.” Burada, gayet akılcı ve siyaseten açıklanması nispeten daha kolay bir argüman üzerinden hareket edildiği görülmektedir. Zira Partiye göre, gerek ekonomik gerekse siyasal açıdan güç ve etkinliğini artırmaya çalışan ülkenin, kendi içinde karşılaştığı sorunları öncelikle çözmesi gerekmektedir. Bu bağlamda, farklı nedenlerle, geçmişte ayrımcılığa maruz bırakılan ve çeşitli mağduriyetler yaşayan Kürt, Alevi, gayrimüslim ve Roman vatandaşların içinde bulundukları koşulların iyileştirilmesi yönünde adımlar atıldığı ve bunun gelecek dönemde de devam ettirileceği vurgulanmaktadır. 2011 Beyannamesinin en fazla dikkat çeken hususlardan bir diğeri ise geçmişten farklı olarak açıkça “Kürt Sorunu” ifadesinin tercih edilmesidir. Bugüne kadar sorunların çözülememesinin nedeni olarak konunun yalnızca güvenlikle ilişkilendirilmesini gösteren AK Parti, bu anlayışın “kolaycılık” olduğunu savunmaktadır. Burada, en fazla dikkat çeken cümlelerden biri, “Bizim terörle mücadelede tercihimiz, demokratik-insanî yöntemlerle sorunun çözülmesidir.” ifadesidir. Buna göre, demokratik standartlardan ödün 135 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 verilmeden ve olağanüstü yönetim biçimlerine tevessül edilmeden, diyalog yöntemi izlenerek Kürt sorununun çözülebileceği savunulmaktadır. Ancak söz konusu sorunun yıllardan beri sürdüğü ve bu açıdan derhal bir çözüm beklenmemesi gerektiği vurgulanarak her kesim sabırlı ve itidalli olmaya çağrılmaktadır. Kürt sorunu üzerindeki yaklaşımıyla AK Parti, 2011 Seçim Beyannamesinde kendisine ait diğer seçim beyannamelerinin yanında Parti tarafından demokratik açılımı kamuoyuna anlatmak için hazırlanan diğer tüm metinlerin ötesine geçmiştir. Daha önce doğrudan güvenlik ile ilişkilendirilen ve daha muğlâk ifadelerle geçilen Kürt Sorununun ilk kez bu Beyannameyle altı kalınca çizilerek konu, siyasal çözüm arayışlarına bağlanmıştır. Bu durumun oluşmasında farklı etmenlerden bahsedilebilir. Her şeyden önce 12 Eylül 2010 tarihinde yapılan anayasa referandumu sırasında muhalefetin iktidara karşı en önemli karşı argümanlarından biri TRT 6 veya üniversitelerde Kürtçe bölümlerinin açılması ile örneklenen Kürt sorununa yönelik olarak atılan adımlar olmuştur. Bu anlamda, Başbakan Erdoğan’ın siyaseten risk alma konusunda hiç de çekingen davranmamasının ve bir sorunla karşılaştığında neredeyse hiç geri adım atmamasının Partisinin başarısında en önemli unsurlardan biri olduğunu belirtmek gerekir. 12 Eylül 2010 Referandumu, bu riskin en belirgin örneği ve bir bakıma AK Parti’nin neden üç dönem üst üste seçimlerden zaferle ayrıldığının göstergesidir. Belirli bir oy potansiyeline sahip diğer tüm partiler karşı cephede yer almasına rağmen AK Parti, Meclisten geçen anayasa değişikliklerini halkoyuna götürmekten çekinmemiştir. Referandumda beliren yüzde 58 oranındaki “evet” cevabı aslında, AK Parti’nin 12 Haziran seçimlerinde elde edeceği başarının da habercisidir. Bu sonuç, muhalefetin tüm özgüvenini kırmış ve 2011 seçimlerini muhtemel bir sürprize kapatmıştır. Aynı zamanda, “milliyetçi” kimlikleriyle bilinen pek çok ilde yüksek oranlarda “evet” oyu çıkması AK Parti’nin o güne dek atılan adımların hızlandırılması yönündeki cesaretini artırmıştır. İkinci etmen olarak ise CHP’nin yaşadığı lider değişikliğinden sonra Kürt politikasında da yeni bir yaklaşıma doğru evrilebileceğine yönelik verdiği işaretlerdir. Nitekim AK Parti’den yaklaşık bir hafta sonra kendi seçim beyannamesini açıklayan CHP de Kürt sorunu başta olmak üzere pek çok meselede bugüne dek izlediği statükocu çizginin ötesine geçmiş ve yeni bir söylem oluşturmaya çalıştığının işaretlerini vermiştir. 136 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 AÇILIM POLİTİKALARINA KAMUOYUNUN BAKIŞ AÇISI Demokratik açılım çalışmalarının belirli bir noktaya geldiği 2009 sonrası süreçte Kürt sorunuyla ilgili hararetli günler yaşanacağı bu yıldan önceki gelişmelerden açıkça kendini belli ettiği görülmüştür. Siyasal iktidarın “demokratik açılım” projesi kapsamında başlattığı girişimlerin Kürt toplumu içinde ne ölçüde yankı bulacağını görmek için 12 Haziran seçimleri iyi bir gösterge olacaktır. Aynı süreçte, PKK’nın eylemsizlik kararı alması da çözümün daha fazla kan dökülmeden bulunabilmesi yönündeki umutları artırmıştır. Ancak seçimlerden hemen önce Kürt siyasi hareketinin son temsilcisi durumunda olan Barış ve Demokrasi Partisinin (BDP) siyasal bakımdan gerginlik yaratması bu yöndeki beklentileri azaltmıştır. Nitekim seçimlerden sonra PKK, ulusal kamuoyunda büyük tepki yaratan eylemlerine yeniden başlamış; bir bakıma sorunun çözümüne yönelik siyasal girişimlerin hızını kesecek provokasyonlara girişmiştir. Hükümet de özellikle 2011 yılının sonlarında geniş kapsamlı operasyonlarla buna sert bir yanıt vermiştir. Bu konuda aynı yıl içindeki milat noktasını PKK’nın Çukurca saldırısının oluşturduğu söylenebilir. 19 Ekim 2011 günü PKK, 200’ü aşkın militanıyla, Hakkari’nin Çukurca ilçesinde sekiz ayrı noktasına saldırmıştır. Saldırıda 24 güvenlik görevlisi şehit olmuştur. Saldırıdan bir gün sonra TSK sınır bölgesinde ve Kuzey Irak’ta geniş kapsamlı bir operasyona girişmiştir. Operasyonda Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’in açıklamalarına göre 250’nin üzerinde PKK militanı öldürülmüştür.38 Operasyonlar sonraki zaman diliminde de yoğun bir şekilde devam etmiştir. Söz konusu gelişmeler yaşanırken Türkiye, 23 Ekim 2011 günü Van’da meydana gelen ve Van merkez ile birlikte Erciş ilçesini yoğun şekilde etkileyen deprem haberiyle sarsılmıştır. Van depremi, Kürt sorunu bağlamında iki taraflı bir etki meydana getirmiştir. Öncelikle ülkenin her yerinden halkın büyük kısmı, Van’daki deprem mağduru vatandaşların yardımına koşmuş; maddi, manevi yardımlarda bulunmuştur. Ancak bazı televizyon kanallarında edilen birtakım sözlerin deprem olayının Kürt sorunuyla bağlantılandırılmasına neden olmuş ve bölge halkının etnik kökeninden ötürü bir “ayrımcılık” çağrışımı meydana getirmiştir. Burada, en fazla sevindiren gelişmenin, halkın bu türden provokatif ve incitici sözlerin etkisinde çok fazla kalmaması olduğu söylenebilir. 38 “Orgeneral Özel’den Önemli Açıklamalar”, Hürriyet, 24 Ekim 2011. 137 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 Yıl içerisinde PKK ile bağlantılı Kürdistan Özgürlük Şahinleri (TAK) tarafından 20 Eylül 2011 günü Ankara Kızılay’da gerçekleştirilen bombalı bir saldırı sonucunda 3 kişi hayatını kaybetmiş; 34 kişi de yaralanmıştır. PKK, en başta eylemi kendisinin gerçekleştirmediğini açıklamasına rağmen olaydan 3 gün sonra saldırının TAK tarafından üstlenilmesi örgüt içinde bölünmeler ve görüş ayrılıkları yaşandığı şeklindeki yorumlara yol açmıştır. Buna karşılık, Ruşen Çakır gibi Kürt hareketini en iyi tanıyan gazetecilerden biri, TAK için kullandığı “PKK üst yönetiminin kirli işlerini gördürmek üzere kurduğu özel bir birimle karşı karşıyayız”39 ifadesiyle bu saldırının doğrudan PKK üst yönetiminin inisiyatifinde gerçekleştirildiğini yazmıştır. Dolayısıyla TAK, PKK’nın uluslararası kamuoyuna karşı açıklamakta zorlanacağı eylemler için kullandığı bir taşeron oluşum olarak değerlendirilebilir. Ancak TAK eylemlerinin Kürt kamuoyundan da büyük tepki alması bir daha tekrarlanmayacakları yönünde iyimser bir beklenti içerisine girilmesini de sağlamaktadır. Tüm bu olumsuz olayların yaşandığı 2011 yılı içinde dikkat çeken gelişmelerden biri de Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) aracılığıyla devletin PKK’yla gizli görüşmeler yaptığının ortaya çıkmasıdır. Dönemin Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı, şimdiki MİT Müsteşarı Hakan Fidan, dönemin MİT Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş ile PKK yöneticileri Mustafa Karasu ve Sabri Ok’un karşılıklı konuşmalarını içeren bir ses kaydı 2011 yılının Eylül ayında medya tarafından yayınlanmıştır. Adı geçen isimlerden hiçbiri tarafından ses kaydının kendisine ait olmadığı yönünde bir yalanlama gelmemiştir. Görüşmeler, o güne dek tahmin edilen ama hiçbir zaman bu durumun, yani devlet ile PKK arasında müzakerelerin devam ettiğinin artık resmiyet kazanması anlamına gelmiştir. Her iki tarafın da asgari medeni ölçüler ölçüsünde kaldıkları ve zaman zaman belirli konularda birbirlerine hak da verdikleri konuşmalardan daha önce de benzeri görüşmelerin yapıldığı rahatlıkla anlaşılabilmiştir.40 Bu bakımdan, sorunun yalnızca güvenlik önlemleriyle çözülmesine yönelik bir tutum belirlemek yerine müzakere zemininin genişletilmesinin daha gerçekçi ve etkili bir çözüm yöntemi olduğu söylenebilir. Burada en fazla önem taşıyan nokta, görüşmelerin, bazı kesimlerin amaçladığının aksine, kamuoyundan çok ciddi bir olumsuz tepki almamasıdır. Tam tersine devletin güvenlik birimlerinin üst düzey yöneticilerince ülke için bu denli hayatiyet taşıyan bir sorun karşısında müzakere yürütülmesinin olağan olduğu yönündeki yaklaşımlar ön plana çıkmıştır. Başbakan Erdoğan’a 39 Ruşen Çakır, “Şehre İnen PKK”, Vatan, 26 Eylül 2011. 40 “MİT-PKK Görüşmeleri Sızdı”, http://www.ntvmsnbc.com/id/25250212/ 138 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 en yakın isimlerden biri olan ve ses kaydında görüşmelere başbakanın “ciddi olduğunu, samimi olduğunu, siyasi riski de yüklenmeye hazır olduğunu” göstermek için katıldığını söyleyen Fidan’a veya hükümete ciddi denilebilecek bir eleştiri gelmemiştir. Bu durumun, kamuoyunun çözüm istediğini göstermesi bakımından taşıdığı sembolik anlamın altını çizmek gerekir. On yıl önce yapılsa çok tepki alabilecek bu tür görüşmeye kamuoyunun zımnen de olsa destek vermesi, geçmişe göre çözüm sürecinin çok ileri noktalarında olduğumuzu göstermektedir. 12 HAZİRAN 2011 SEÇİMLERİ SONRASI OLUŞAN TABLODA AÇILIM 12 Haziran milletvekili genel seçimleri, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde AK Parti ve BDP dışında bir siyasi oluşumun kendisine çok fazla yer bulamayacağı gerçeğini bir kez daha tescillemiştir. AK Parti, Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde Türkiye ortalamasının üzerinde bir oy almasına rağmen milletvekili sayısı 2007 seçimlerine göre azalmıştır. Seçim kampanyası sürecinde artan gerilimin en fazla bu bölgelerde seçime bağımsız adaylarla giren BDP’nin işine yaradığı söylenebilir. Zira BDP, kazandığı 36 milletvekilliğinin toplamda 31’ini bu bölgelerde elde etmiştir. Ayrıca BDP’nin bağımsız adaylarla seçimlere girme deneyiminin artmasının daha doğru bir siyasal strateji yürütülmesinde etkili olduğu görülmektedir. Dolayısıyla bölge halkının temsil kabiliyeti doğrudan iki partinin elinde bulunmaya devam etmektedir. Bu noktada, AK Parti’nin Kürt sorununun çözümü noktasında attığı adımların etkisi üzerinde durmak gerekmektedir. Bölge siyasetinin diğer aktörü BDP de aslında seçimlerden güçlenerek çıkmıştır. Seçimlerden çok kısa bir süre önce Yüksek Seçim Kurulu tarafından adaylarından bir kısmı veto edilmesine rağmen (ki bilindiği gibi YSK daha sonra bu veto kararından büyük ölçüde vazgeçmiş) BDP gösterdiği bağımsız adaylarının çoğunun seçilmelerini sağlamıştır. BDP seçimlerden 36 milletvekili ve 2002’ye göre 1,5 milyon yeni seçmen desteğiyle çıkmıştır. Solun farklı fraksiyonlarından gelen isimlerin yanında İslamcı geleneğe mensup bazı isimler ve hatta daha önce PKK ile arasına mesafe koymaya özen gösterenler de BDP listesinden bağımsız adaylar olarak girdikleri seçimlerde milletvekili seçilmişlerdir. BDP desteğiyle bağımsız milletvekili seçilen KCK tutuklularının Meclise girmelerine izin verilmemesi nedeniyle yemin etmeyerek durumu protesto eden milletvekilleri daha sonraki süreçte bu 139 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 konudaki ısrarlarından vazgeçmiş ve 1 Ekim 2011 günü yemin ederek resmen göreve başlamışlardır. Daha sonraki süreçte BDP’nin Anayasa Uzlaşma Komisyonuna üye vererek yeni anayasa çalışmalarına aktif katılım sağlaması da Türk demokrasisi açısından olumlu bir adım olarak görülebilir. Seçim sonrası sürecin en önemli gelişmelerden biri, İçişleri Bakanı olarak açılım politikaları bağlamında önemli bir rol oynayan Beşir Atalay’ın bu kez Başbakan Yardımcısı sıfatıyla aynı konuyla ilgilenmek üzere görevlendirilmesidir. Atalay, açılım konusundaki adımların süreceğini ifade etmiş ve son dönemde artan güvenlik ağırlıklı yaklaşımın hukuk devletinden asla uzaklaşılması anlamına gelmeyeceğini söylemiştir. Bu bağlamda, Atalay, “90’lı yıllar deyince akla şunlar geliyor: İnkâr politikaları, şiddet, işkence, faili meçhuller, hukuk dışılıklar. Asla bu dönemde hukuk dışılığa meydan verilmeyecek. Milli Güvenlik Kurulu bildirisi mutadın da dışında uzun tutuldu iyi anlaşılsın diye. Terörle mücadele güvenlik boyutuyla sürerken, hukukun içinde kalınacak, demokratikleşme çalışmalarımız sürecek. Vatandaşlarımızın bundan endişeleri olmasın. Asla 90’lı yıllara dönüş gibi falan çağrışım söz konusu olmasın. AK Parti ile AK Parti hükümetleri ile 90’lı yılların bir arada anılması bile söz konusu olamaz.” sözleriyle geçmişi de eleştirerek hükümetin stratejisinde bir değişiklik olmadığını savunmuştur.41 SİVİL İTAATSİZLİK EYLEMLERİ VE DEMOKRATİK ÖZERKLİK KARARININ SORUNA ETKİLERİ 12 Haziran seçimlerinden kısa bir süre önce BDP ve Demokratik Toplum Konferansı (DTK) Eşbaşkanları Selahattin Demirtaş ve Ahmet Türk’ün hükümetin Kürt sorununu çözme iradesine sahip olmadığını ve bu nedenle “demokratik halk gücünü” kullanarak siyasete müdahale edeceklerini açıklayarak sivil itaatsizlik eylemlerini başlattıkları görülmüştür.42 Aynı toplantıda, Demirtaş ve Türk, Kürt sorununun çözümü için öncelikli dört taleplerini de dile getirmiştir. Bu talepler, “ana dilde eğitim, siyasi tutuklukların serbest bırakılması, askeri ve siyasi operasyonlara son verilmesi ve yüzde 10 seçim barajının kaldırılması”dır. Doğal olarak bu taleplere hükümet kanadından yanıt verilmeyince sivil itaatsizlik eylemleri başlamıştır. 41 Beşir Atalay, “Demokratik Açılım Sürecek”, http://www.haber7.com/haber/20110823/ Besir-Atalay-Demokratik-acilim-surecek.php (Erişim Tarihi: 18 Temmuz 2012) 42 “BDP Sivil İtaatsizlik Başlattı”, http://www.ntvmsnbc.com/id/25195549/ (Erişim Tarihi: 18 Temmuz 2012) 140 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 Sivil itaatsizlik eylemlerinin kamuoyunda en fazla yankı bulanı “sivil cuma namazları”dır. Bu kapsamda, BDP, halkı, açık alanlarda ve meydanlarda Kürtçe verilen vaaz ve hutbe eşliğinde kılınan namazlara katılmaya teşvik etmiştir. Aslında bu eylemin başbakanın Zerdüştlük eleştirisiyle yakından ilişkili olduğu da iddia edilebilir. “Sivil cuma namazları” aracılığıyla BDP’nin AK Parti’ye daha fazla destek veren dindar Kürtleri yanına çekmek gibi bir amaç beslediği açıktır. Bunun dışında farklı yerlerde kurulan “demokratik çözüm çadırları” aracılığıyla söz konusu eylemin kitleselleştirilmesi yönünde çaba harcandı. Ayrıca çok sayıda insanın katıldığı çeşitli oturma eylemleri düzenlenmiştir. Bu eylemler ile bağlantılı süreçlerden biri de Demokratik Toplum Konferansı tarafından 14 Temmuz 2011 günü “demokratik özerklik” ilan edilmesidir. DTK Eşbaşkanı Aysel Tuğluk tarafından okunan bildirgede “demokratik özerklik sınırların sembollerin değişmesi değil, ortak sınırlar içinde, ortak değerlerde buluşulan yeni toplumsal sözleşmenin kendisi” şeklinde tanımlanmıştır.43 Ancak söz konusu özerklik algısının hangisi unsurları içerdiği ya da bununla kastedilenin tam olarak ne olduğu konusunda da BDP/DTK cephesinde zihinlerin yeterince berrak olmadığı söylenebilir. Bu anlamda, özerklik bağlamında hangi tür bir idari/siyasi/mali modelin benimseneceğine ilişkin bugüne dek somut bir öneri sunulmamıştır. Ayrıca Türkiye’deki bölgeler arası gelişmişlik düzey farklılıkları göz önünde bulundurulduğunda muhtemel bir özerkliğin Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları alanlar için ekonomik açıdan olumlu sonuçlar doğurmasını beklemek de gerçekçi değildir. Dolayısıyla, yeterince muhasebesi yapılmadan alındığı anlaşılan ve içeriği tam olarak belirli olmayan söz konusu kararın Kürt sorununa ilişkin temel parametreleri belirleyeceğini düşünmek oldukça zordur. AÇILIM SÜRECİNİN TARTIŞMALI YÜZÜ KCK OPERASYONLARI İlk kez 2009’da başlayan KCK’ya (Koma Ciwaken Kürdistan-Kürdistan Topluluklar Birliği) başlayan operasyonlar izleyen süreçte de çapını ve kapsamını artırarak devam etmiştir. Nisan 2009’da aralarında belediye başkanlarının da bulunduğu çok sayıda BDP’linin tutuklanmasıyla başlayan ve onlarca insa- 43 “DTK’da Demokratik Özerklik Kararı,” Hürriyet, 15 Temmuz 2011. 141 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 nın ellerinde plastik kelepçelerle verdikleri görüntülerle hatırlanan operasyonlarla başlayan davanın 2012 yılı içinde de sürdüğü görülmektedir. Özel yetkili Diyarbakır Cumhuriyet Savcılığı tarafından yürütülen soruşturma kapsamında çok sayıda ilde, farklı zamanlarda yürütülen operasyonlarda “PKK’nın şehir yapılanması” olduğu gerekçesiyle KCK mensupları gözaltına alındı ve sonra da tutuklanmıştır. KCK davasına ilişkin tartışmalar BDP MKYK üyesi Prof. Dr. Büşra Ersanlı ve yayıncı Ragıp Zarakolu’nun dava kapsamında tutuklanmalarıyla ileri bir boyuta taşınmıştır. İddialara göre Ersanlı ve Zarakolu, BDP Siyaset Akademisinde verdikleri derslerin içeriklerinden dolayı suçlanmışlardır. Bu durum, pek çok akademisyenin aynı akademide gönüllü şekilde ders vereceklerini açıklamalarına yol açmıştır. Aynı operasyon kapsamında Abdullah Öcalan’ın talimatlarını örgüte ilettikleri gerekçesiyle gözaltına alınan 41 avukattan önce 33’ü, daha sonra serbest bırakılan 3’ünün de eklenmesiyle toplamda 36’sı da tutuklanmıştır.44 Aynı şekilde aralarında ulusal ve uluslararası medya kuruluşlarının muhabirlerinin de yer aldığı çok sayıda gazeteci, dava kapsamında tutuklanarak cezaevine gönderilmiştir. Bu süreçte 2011’in son günlerinde yapılan operasyonlarla çoğu Özgür Gündem gazetesi çalışanı 40 gazeteci gözaltına alınmıştır. Bu durumun uluslararası insan hakları kuruluşlarının tepkilerine neden olduğu da görülmüştür. KCK Operasyonlarının Kürt sorununun çözümü için kafa yoran pek çok insan açısından ezberleri bozduğu söylenebilir. Zira birçoğu legal düzlemde siyaset yapan pek çok kişinin tutuklanması bir bakıma çözümden uzaklaşıldığı anlamına gelebilir. Silahları bırakma ve “düz ovada siyaset yapma” çağrısı, bu gibi girişimlerle birlikte etkisi ve gücünü yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktadır. Buna karşılık, iddianamede KCK’nın bir tür “paralel devlet yapılanması” oluşturmaya çalıştığı savunulmaktadır. Hiçbir devletin bu yönde bir girişime izin vermeyeceği, açıktır. KCK kaynakları ise kendilerinin “paralel devlet” kurmak gibi bir hedeflerinin olmadığını, ülke içinde gençler, kadınlar ve tüm toplumsal grupların siyasete katılmalarını sağlamaya çalıştıklarını iddia etmektedirler. Buna göre ABD’li düşünce adamı ve aktivist Murray Boockhin’in tezleri KCK’nın ilham kaynağını oluşturmaktadır. Bu bağlamda, PKK’nın giderek ulusalcı akımlarla eklemlenmeye başlayan Türk solunun bazı kesimlerinin desteğini alabilmek için bir söylem değişikliğine 44 “Tutuklu Avukatlar İçin Gül ve Ergin’e Mektup” http://bianet.org/bianet/dunya/134860tutuklu-avukatlar-icin-gul-ve-ergine-mektup 142 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 gittiği söylenebilir.45 Nitekim 2011 Seçimlerinde “emek ve özgürlük bloğu” çatısı altında daha önce doğrudan Kürt siyasi hareketi içinde yer almayan isimlerin BDP tarafından desteklenmeleri de bu çabaların uzantısı olarak okunabilir. Ancak sivil siyasetin demokratikleştirilmesi çabalarına karşılık KCK’nın şiddetle bağını kestiğine yönelik bir işaret bulunmaması meselenin olumsuz boyutunu oluşturmaktadır. Bu bağlamda, KCK’ya yönelik en önemli eleştirinin, meşru siyasal zeminde terör ve şiddete yönelik alternatif bir zemin oluşturmaması, tam tersine bunun tamamlayıcısı görünümü taşımasına yönelik olduğunu akılda tutmak zorunludur. Dolayısıyla şiddetle arasına mesafe koymayı başaramayan siyasal oluşumların demokrasi ve özgürlüğü eksen alarak siyasal zeminde uzun vadede var olabilmeleri çok mümkün görünmemektedir. Tıpkı Kürt siyasal hareketi gibi KCK’nın paradoksunun bu noktada başladığını söylemek gerekmektedir. Kürt legal siyaseti için PKK işe arasına mesafe koymak ne kadar zorsa KCK için de aynı durum geçerli. Tüm tarafların duyarlılıkları göz önünde bulundurulduğunda, konuya ilişkin soğukkanlı değerlendirmeler yapmak iyiden iyiye güçleşmektedir. Bundan dolayı, herkesin yanlış giden bir şeyler olduğunun farkında olmasına rağmen meselenin çözümü açısından somut ve her kesimi tatmin edecek önerilerin ortaya çıkması mümkün değildir. Sonuçta, KCK operasyonların taşıdığı çok bilinmeyenli denklem özelliğini 2012 yılında da sürdüreceği açıkça ifade edilebilir. ULUDERE OLAYI ÖRNEĞİYLE AÇILIM YOLDAKİ ENGELLER Kuşkusuz bu çalışmanın Kürt sorununa ilişkin bölümünün sonuna bu tür bir başlık açmak hiç de arzu edilen bir durum değildir. Ancak “keşke olmasaydı” demek vahim, hatta trajik bir olayı görmezden gelmemiz sonucunu doğurmamaktadır. 2011’in son günlerine Uludere’de 35 sivil vatandaşın PKK’lı zannedilerek hava operasyonu sonucu öldürülmeleri olayı damgasını vurmuştur. Uludere’nin Ortasu köyünde yaşayan çoğu 18 yaşından küçük 40 kişilik bir gruba “kaçakçılık” yapmak amacıyla Kuzey Irak’tan köylerine dönerken PKK’lı sanılarak bir hava operasyonu düzenlendi. Olayda 35 kişi hayatını kaybetmiştir.46 İddiaya göre insansız hava araçlarından (İHA) kalabalık bir grubun katırlarla sınırı geçtiğine yönelik görüntü alınmıştır. Bu gru- 45 Adnan Boynukara, “KCK, Komünizm ve Konfederalizm”, Sabah, 12 Kasım 2011. 46 “Uludere Katliamı”, Radikal, 30 Aralık 2011. 143 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 bun PKK’lı olduğuna yönelik istihbarat alınması üzerine yerel askeri birliklerden bağımsız şekilde merkezden görevlendirilen uçaklar tarafından grubun üzerine bomba yağdırılmıştır. Ölenlerin sivil olduklarının açığa çıkmasından sonra hükümet ve silahlı kuvvetler “yanlışlık” yapıldığını kabul etmiştir. Buna karşılık, operasyona neden olan yanlış istihbaratın kimden geldiği açığa çıkmamıştır. Ancak olayın basında yeterince geniş yer bulamaması ve resmi yetkililerin ilk baştaki çok net olmayan tavırları süreci BDP’nin sahiplenmesine neden olmuştur. Bu bağlamda, Kürt sorunu konusunda bugüne kadar önemli atımlar atan AK Parti’nin inandırıcılığını güçlendirmek için Uludere katliamının muhasebesini yapması ve sorumluları cezalandırması önem taşımaktadır. Diğer taraftan Uludere Olayı’nın tüm boyutlarıyla aydınlatılmasının açılım politikalarının devamlılığı açısından da zorunlu olduğu açıktır. Bu bağlamda, çözüme yaklaşılan her aşamada ortaya çıkacak çeşitli eylemlerin süreçte kesintilerin yaşanmasına neden olabileceği açıktır. Bu nedenle, bu ve benzeri eylemlerin tüm boyutlarıyla araştırılarak kamuoyunu tatmin edecek sonuçlara ulaşılması zorunludur. Aynı zamanda, bu tür kapsamlı bir soruşturma ilerleyen süreçte ortaya çıkabilecek benzeri sabotaj girişimlerinin peşinen engellenmesini de sağlayacaktır. SONUÇ Türkiye’nin demokratikleşmesi çabalarının siyaset üzerindeki vesayet kurumları ile mekanizmalarının ortadan kaldırılmasıyla başlayacağı açıktır. 2002-2012 arasındaki süreç genel itibariyle değerlendirildiğinde bu yönde oldukça önemli adımların atıldığı görülmektedir. Ancak bunun bir süreç olduğu ve gerçek anlamda demokratikleşmenin sağlanması için ileriye doğru daha fazla adım atılmasının zorunluluk teşkil ettiği söylenebilir. Bu türden geniş bir demokratikleşme projesinin en önemli ayağını siyasal merkez ile toplum arasında öteden beri süregelen kopukluğun ortadan kaldırılmasının oluşturması gerekir. Dolayısıyla esas itibariyle 2002’den itibaren yürütülen, ancak 2009’da adı konulan açılım politikalarının kapsam ve içeriklerinin genişletilmesi zorunluluk arz etmektedir. Zira açılım, çeşitli sorunlar nedeniyle devlet ile aralarına ciddi bir mesafe girmiş olan geniş vatandaş topluluklarının asli unsurlar olarak sistem içine alınması anlamına gelmektedir. Bu nedenle, ülke içinde toplumsal barışın sağlanması ve demokratik ilkeler üzerindeki mutabakat zemininin genişletilmesi amaçlarıyla kendilerini “ikincil” konumda gören ya da bu durum kendilerine çeşitli vesilelerle hissettirilen farklı kesimlerin beklentilerine yanıt vermek zorunludur. Kaldı 144 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 ki günümüzde devletler için yegâne meşruiyet unsuru olarak demokratik standartların belirli bir düzeye erişmiş olması gösterilmektedir. Bundan dolayı, uluslararası sistem içinde saygın, etkili ve iddialı bir güce sahip olmak isteyen devletlerin öncelikle kendi ülkelerinde demokratik kurumsallaşmayı sağlamış olmaları gerekir. Son dönemde, gerek dünyada gerekse bölgesinde etkin bir aktör olarak belirme mücadelesi veren Türkiye’nin bu iddialarını sürdürebilmesi için kendi içyapısındaki demokratik reformlarda hız kesmemesi gerekir. Türkiye’nin günümüzde karşılaştığı pek çok sorunun geçmişe dayanan arka planları olduğu, yani daha önce yapılan bazı hataların bunların önemli ölçüde büyümesini beraberinde getirdiği görülmektedir. Örneğin rejimin klasik bir ulus-devlet mantığıyla toplumsal yapı içindeki farklılıkları görmezden gelmesi, hatta bunları baskılayarak sınırları kendi tarafından belirlenmiş tek tip bir vatandaşlar topluluğu meydana getirmeye çalışması sorunların büyümesindeki ana etkendir. Buradan hareketle, Kürt sorunu başta olmak üzere pek çok sorun grubu bağlamında geçmişle kapsamlı bir yüzleşmeye girmek ve yapılan hataları telafi etmek yönünde adımlar atmak doğru bir yaklaşım olacaktır. Böylece demokrasinin konsolidasyonu sağlanacak ve aslında yalnızca belirli grupların değil, demokratik haklarla özgürlüklerin kullanılması bağlamında toplumun her kesiminin yaşam kalitesinde belirli bir iyileşme sağlanacaktır. Kısacası açılım politikaları, belirli kesimlerin geçmişten itibaren devam eden sorunlarının çözümüne yönelik gibi görülse de, son tahlilde, tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları için olumlu sonuçlar doğuracaktır. Öte yandan sistem içindeki vesayetin uzunca bir süre boyunca, kendisini kamuoyunun istek ve beklentileri ile haklılaştırmaya çalıştığı söylenebilir. Bu bağlamda, demokratik standartların yükseltilmesi yönündeki her söylem ya da atılmak istenen her adım, kamuoyu beklentisinin bu yönde olmadığı teziyle engellenmeye çalışılmıştır. Oysa 2010 Anayasa Referandumunda da çok belirgin bir şekilde görüldüğü gibi kamuoyu, demokratikleşme yönündeki adımları desteklemektedir. Nitekim bu tavır, statükocu bir çizgiye sahip olan ve bu yönde atılan adımlara karşı çıkan muhalefetin de kamuoyundan karşılık bulamamasını beraberinde getirmiştir. Hatta bu anlamdaki toplumsal algının siyaset kurumunun çok daha önünde gittiği savunulabilir. Dolayısıyla açılım politikalarının kamuoyunda destek bulduğu, bundan sonra atılacak adımların güçlendirilmesi için daha kararlı davranılması gerektiği görülmektedir. 145 Türkiye’nin hâlihazırda sahip olduğu demokrasi ve özgürlük anlayışının on yıl öncesinin bir hayli ilerisinde olduğu dikkat çekmektedir. Ancak burada en fazla önem taşıyan konulardan biri, gerçekçi bir yaklaşımın hâkim olabilmesi için geçmişle bugün arasındaki farkın hatırlanması ve bu açıdan toplumsal hafızanın canlı tutulmasıdır. 4.. SONUÇ Geleneksel olarak Türkiye siyasetinin en önemli sorunlarından biri devlet ile toplum arasında bir mesafe bulunması ve yanlış uygulama ve politikalar nedeniyle bu mesafenin giderek açılmasıdır. Bu durum, büyük ölçüde ülkenin karşı karşıya olduğu siyasal ve toplumsal sorunların çözümünün güvenlikçi paradigmaya mahkûm edilmesinden kaynaklanmıştır. Devlet, uzunca süreler boyunca vatandaşların demokrasinin, hak ve özgürlüklerin genişletilmesi yönündeki taleplerini görmezden gelmiş, hatta bunların dile getirilmelerini engellemiştir. Söz konusu politikaların, son tahlilde, sorunların çözümü noktasında hiçbir yarar sağlamayacağı, tam tersine bunların büyümelerine neden olacağı yaşanan pek çok acı tecrübeyle de ortaya çıkmıştır. Öte yandan son on yıllık zaman diliminde Türkiye’nin geçmişten beri sürmekte olan sorun alanlarına çözüm bulmak noktasında yeni bir yaklaşım benimsediği dikkat çekmektedir. Bu yaklaşım, alışılagelmiş güvenlik paradigmasının dışına çıkan ve ülke sorunlarının çözümünde evrensel demokratik değerleri ön plana çıkaran bir bakış açısını yansıtmaktadır. Bu bağlamda, 2009 yılında “demokratik açılım” ya da “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi” nitelemeleriyle adı konulmaya çalışılan söz konusu anlayışın aslında 2002-2012 147 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ 2002-2012 yılları arasındaki süreçte beliren yeni yaklaşımın somut düzeydeki yansımaları olduğu söylenebilecektir. Gerçekten de geride kalan on yıllık zaman diliminde Türkiye demokratikleşme açısından adeta makas değiştirmiş ve geçmişin yanlış politikalarını terk ederek bu alanda oldukça önemli adımlar atmıştır. Olağanüstü halin kaldırılması, böylece Türkiye’nin geniş bir kesiminde yaşayan vatandaşların gündelik yaşamlarının kolaylaştırılması; geçmişle kapsamlı bir hesaplaşmaya girilmesi, darbecilere ve darbe girişicilerine karşı yasal zeminde mücadele edilmesi; kültürel hakların genişletilmesi, bu açıdan Kürtçe’nin kullanımı başta olmak üzere çok sayıda alanda özgürlükçü bir anlayışın geliştirilmesi ilk bakışta atılan olumlu adımlar olarak zikredilebilir. Elbette, bu süreç, uzun ve meşakkatli bir yolculuğun sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Örneğin bu zaman diliminde mevzuatta kapsamlı bir tarama çalışması gerçekleştirilmiş ve değişik dönemde hukuk sistemine yerleştirilen antidemokratik ve özgürlük karşıtı maddeler ayıklanmıştır. Dolayısıyla etkileri günlük hayata sinen, pek çok düzenleme hukuk sisteminin dışına çıkarılmıştır. Demokratikleşmenin hiç bitmeyecek bir süreç olduğu akılda tutulduğunda söz konusu düzenlemelere yenilerinin eklenmesi ve hız kesilmemesi önemli bir nokta olarak karşımıza çıkmaktadır. Sonuç olarak bakıldığında Türkiye’nin hâlihazırda sahip olduğu demokrasi ve özgürlük anlayışının on yıl öncesinin bir hayli ilerisinde olduğu dikkat çekmektedir. Ancak burada en fazla önem taşıyan konulardan biri, gerçekçi bir yaklaşımın hâkim olabilmesi için geçmişle bugün arasındaki farkın hatırlanması ve bu açıdan toplumsal hafızanın canlı tutulmasıdır. Böylece toplumda, demokratik reformlar açısından bir farkındalık duygusunun meydana getirilmesi ve demokratikleşme girişimlerinin meşruluk zeminleri ile toplumsal desteklerinin artırılması mümkün olacaktır. Unutulmamalıdır ki Türkiye’nin demokrasi yolculuğunda 2002-2012 arasındaki süreçte en keskin virajlar dönülmüş ve en güçlü adımlar atılmıştır. Bundan sonraki süreçte reformların aynı kararlılıkla devam ettirilmesi Türkiye’nin uluslararası sistem içindeki en güçlü aktörlerden birisi olarak belirmesini sağlayacaktır. Kendi içyapısındaki siyasal ve toplumsal sorunları çözmüş, her kesim vatandaşıyla barışık bir Türkiye bölgesinde ve dünyada sözü daha çok dinlenen, daha güçlü ve daha iddialı bir ülke görünümü kazanacaktır. 148