[go: up one dir, main page]

Academia.eduAcademia.edu

"Karaprens"in Gölgesinde Alternatif Fikirler

2007, Birgün Pazar

Mehmet Ali Erbil'in başrolü oynadığı iki film, "Hababam Sınıfı Üçbuçuk" ve "Keloğlan Karaprens'e Karşı" vizyona girdi. 7'den 70'e herkese hitap ettiği söylenen iki film de yürütülen kapsamlı reklam kampanyasının da etkisiyle gerek sinema, gerekse de magazin gündemine "bomba" gibi düşmeyi başardı. Bombanın verdiği rahatsızlık, "Türk sineması" diye betimlemekten ısrarla kaçınmayı tercih ettiğimiz "Türkiye sineması" ile ilgili çeşitli noktaları yeniden düşünmemizi sağladı.

“Karaprens”in Gölgesinde Alternatif Fikirler Deniz Yürür – Birgün Pazar Mehmet Ali Erbil’in başrolü oynadığı iki film, “Hababam Sınıfı Üçbuçuk” ve “Keloğlan Karaprens’e Karşı” vizyona girdi. 7’den 70’e herkese hitap ettiği söylenen iki film de yürütülen kapsamlı reklam kampanyasının da etkisiyle gerek sinema, gerekse de magazin gündemine “bomba” gibi düşmeyi başardı. Çok şükür düşen bombanın gürültüsünden patırtısından biz de biraz nasibimizi aldık. Bombanın verdiği rahatsızlık, “Türk sineması” diye betimlemekten ısrarla kaçınmayı tercih ettiğimiz “Türkiye sineması” ile ilgili çeşitli noktaları yeniden düşünmemizi sağladı. Seks filmleri furyası, star sistemi, şarkıcılı türkücülü melodramlar, VHS videolara layık soluk benizli, kahverengi mobilyalı filmler derken Yeşilçam’ın çözülüşüne, işsiz kalan sinema emekçilerinin dramlarına, kaliteyi belirli ölçülerde devam ettiren ama bir türlü sinema salonu bulamayan “festival filmleri”ne hepimiz az çok şahit olmuştuk. Daha sonraki yıllarda çok kanallı televizyonun TRT’nin tekelini kırdığı noktada, “sektör”ün yavaş yavaş ticari kaygıları hep en ön planda tutan televizyon sektörüne kayışı gerçekleşti. Gerek realite şovlar, gerekse de diziler “eski kulağı kesiklere” ve “yeni yetme”lere yeni bir ekmek kapısı olarak ufukta belirdi. Bu noktada sanatsal açıdan tatmin gerek sinema emekçisinin gerekse de izleyicinin beyaz ekrandan bazı örnekler haricinde alamayacağı bir şeydi. Yeşilçam’ın belirli bir hattı olan bir sinema dili yaratma konusundaki başarısızlığı, televizyonun anlayışının “piyasa kültürü”yle derinlemesine ilişkisi çerçevesinde derinleşti. Eski formüller, izleyiciyi kah güldüren, kah ağlatan ama en nihayetinde gündelik hayattan ve onun problemlerinden amansızca uzaklaştırmaya yarayan katharsisler üretmekten başka bir şey sunmayan, eski ama emin numaralar beyaz ekran üzerinde yeniden uygulanmaya başlandı. Ne yazık ki bu eski numaraların hala tuttuğu yüksek reyting oranlarından anlaşıldı ve bu izlenme oranlarına bağlı olarak da ta Yeşilçam zamanından beri söylenegelen “halk bunu istiyor” retoriği dillerde dolaşmaya, çeşitli “sanatsal” eylemlilikleri meşrulaştırmaya devam etti. “Halk bunu istiyor”cular sağolsun diziler ve sinema bütünleşme eğilimi içerisine girdi. Öyle ki artık sinema filmlerini dizi izler gibi izlediğimiz gibi, dizi finallerini de artık sinemada sinema filmi izler gibi izleyebiliyoruz. Peki gerçekten de halk bunu istiyor mu? Bu soruya olumsuz cevap vermeyi gerçekten çok isterdim ama maalesef görünen o ki gerçekten de halk bunu istiyor. Alternatifin sistematik ve hatta kurumsal bir şekilde sunulmadığı bir noktada her alanda olduğu gibi sinema alanında da hegemonya kırılamayacak ve halk “bunu” istemeye devam edecektir. Yapımcı bulamayan, bulsa da çekilemeyen, çekilse de salon bulamayan, bulsa da izleyici bulamayan ve her adımında sürekli olarak başladığı yere dönen atılımların her biri, her ne kadar nitelikli olursa olsunlar, bu hegemonyayı kıracak bir formül üretemedikleri noktada kaybetmeye mahkum olacaktır. Özellikle Zeki Demirkubuz ve Nuri Bilge Ceylan gibi yönetmenlerin filmleri Türkiye sineması açısından ileriye atılmış adımlar gibi gözükseler de potansiyelin kinetiğe dönüştürülmesi noktasında özellikle de genç sinemacılara birkaç artı puan sağlamaktan öteye gidememektedirler. Sinema anlayışının “piyasa” tarafından şekillendirildiği bu durumda “sektör”ün kırmızı çizgilerini gişe hasılatının oluşturması normaldir. Öncelikli olarak okunması ve cebe atılması gereken veri budur. Sinemasal arayışın ve niteliğin bu kırmızı çizgiler içerisinde yaşaması ve yeşermesi an itibariyle mümkün gözükmemektedir. Ama bu umutsuz tablonun kıyıda köşede kalmış bir tarafını da görmek mümkündür. En son Akbank Kısa Film Festivali’nde elliye yakın 2005 yapımlı kısa filmin gösterilmesi pek çok insanın bu konudaki inatçılığını ve direngenliğini gözler önüne sermektedir. Her türlü imkana sahip belirli şahısların, sabah programı kadrolarıyla şekillendirdiği, gişeye oynayan dev prodüksiyonlarla; kamerayı bile bulamayan, eşten dosttan oluşturulan amatör oyuncularla bin bir güçlüğe rağmen film çekmeye yeltenen insanların ürünleri Türkiye’nin sinema evrenini iki kutup oluşturacak şekilde bölmüş durumdadır. Tablonun gözden ırak köşesi bu haliyle umut vermekte, ama hegemonyayı kırıp atma konusunda yeterli iradeyi gösterememekte, bu bağlamda bir savaş makinesi haline dönüşememektedir. Bunun en önemli sebebi ise böyle bir amacı ve bu amaca uygun aracı şekillendirme iradesini ortaya koymayışı, ikinci kutupta yer alanların sinemayla ilgili sanatsal kaygıları olan ve kendi çapında bir şeyler üretmekten başka bir şeye gücü yetmeyen iyi niyetli bireyler toplamı(dikkat edin “topluluğu” değil, toplamı!) olmaktan öteye gidememesidir. Bu aşamada ne yapmak gerekmektedir? Her şeyden önce bireyler arasındaki iletişim kanallarının geliştirilmesi, düşünsel ve sanatsal tartışma platformlarının genişletilmesi ve bulunan toplulukların birbirleriyle bağlantılarının kurulması bir elzemdir. Bu iletişimin olgunlaştığı noktada kamera, ışık gibi çeşitli ekipmanların ve senaryo paylaşımının sağlanmasına, teknik bilgi aktarımının akademilere pabuç bırakmadan gerçekleştirilmesine önem verilmelidir. Bilgisayarın teknik imkansızlıkların üstünden gelinmesi açısından ustaca kullanılmasına eğilmek gerekmektedir. İletişimsizliğe ve teknik yetersizliklere yönelik olan bu önlemlerin an itibariyle kısa filme ve “video art”a dayanan yeni bir sinema anlayışı oluşturmak lehine kullanılması önemlidir. Uzun metraj filmin belirli yönetmenler dışındaki pek çok sinemacı için hayal olduğu şu aşamada yapılması gereken “imkansızlıklar sineması”nın dilinin ve sinemasal araçlarının oluşturulması için çabalamaktır. Bu dilin oluşturulması iletişimi ve asgari düzeyde teknik ekipman paylaşımını zorunlu kıldığı kadar sistematik olarak yeni denemelere girilmesini, deneyselliği zorlamayı ve dolayısıyla geleneği “yeni”yle sentezlemeyi dayatmaktadır. “Video art”ı sinemanın “şiir”i, kısa filmi ise “kısa öykü”sü olarak formüle etmek gerekmektedir. Bazı şiirlerin ve kısa öykülerin sayfalar dolusu bir romanın ağırlığını taşıyabildiğini kabul ettiğimiz noktada uzun metrajın hükümdarlığına karşı direnemememiz için bir sebep yoktur. Bu noktada içinde bulunduğumuz durumdan dolayı ürettiğimiz araçları fetişleştirmememiz oldukça önemlidir. Aracın ancak amaç dahilinde şekillendirildiğinde hemfikir olduğumuzda video art ve kısa filmi sadece hegemonya savaşı çerçevesinde başka türlüsü mümkün olamadığından dolayı bir silah olarak kullandığımızı unutmamalı ve anlık aracımızı mutlaklaştırmamalıyız. Çünkü “imkansızlıklar sineması” ancak ve ancak imkansızlıkların altını çizdiği ve bu imkansızlıkların nedenlerini gözler önüne sürdüğü ölçüde mevzi kazanabilecek, öteki türlü sadece entelektüel bir tercihe olarak algılanacaktır. Koskoca bir sinemayı istediğimiz noktada iyi bir durum tespiti yapmak, duruma uygun sinema kolektifleri yaratmak, ekipman, senaryo ve teknik bilgi paylaşımını gerçekleştirmek, eserlerin asgari düzeyde ortaklaşmış bir sinema dili oluşturmasını sağlamak ve kendi izleyici profilimizi yaratmak “amatör” olarak sinemayla uğraşan herkes için bir görev; gerek Türkiye gerekse de Dünya sineması için bir gerekliliktir. Böyle bir rotaya girdikten ve bu hattı inatla sürdürebildikten sonra “Karaprens”e karşı durabilmemiz mümkün olabilecektir.