Taraf Politika
10
KAHRAMAN ÇAYIRLI
Şair- Yazar
kahramancayirli@gmail.com
Her taraf
EDİTÖR: TAMER KAYAŞ
3 MART 2016 PERŞEMBE
Yayımlanmasını istediğiniz yazılarınızı 4500
karakterden fazla olmamak kaydıyla, word dosyasına
kayıtlı ve unvanınız, mesleki bilgileriniz eklenmiş hâlde
“hertaraf@taraf.com.tr” mail adresine gönderebilirsiniz.
hertaraf@taraf.com.tr
‘Alaturka tarihçiler’in şişik egoları...
BİLGEHAN UÇAK
Mehmet Güreli
Karanlık yeraltından
ucakbill13@hotmail.com
pastel İstanbul’a:
Twitter: @bilgehanucak
omancılığı kuşkusuz ki
‘Film Noir’
R
tarihçiliğinden önde gelen Hakan
Erdem, Zaman Çöktü ’de “alaturka
atiller ” [The Killers, 1946,
“K
yönetmen Robert Siodmak],
“Çin Mahallesi ” [Chinatown, 1974,
yönetmen Roman Polanski],
“Piyanisti Vurun ” [Tirez sur la
pianiste, 1960, yönetmen François
Truffaut]... Bu nefis kara filmler [film
noir], 30’ların İstanbul’u ve pastel
tonlarla biraraya gelirse ne olur?
Mehmet Güreli, “Film Noir”
sergisinde, birbirine ırak durabilecek
mekânları, bir film akımı ile
çarpıştırıyor. Sola bakan (bize göre
sol, resme
göre sağa)
gözler,
enfes
pastel ara
tonlar,
tuval
üzerinde
hovardaca
geziniyor...
Kara
film,
birtakım
sinematografik
unsurların
birbirine
yaklaştırdığı
Hollywood suç filmlerini bir sınıfta
tutan bir sinema kavramı. Daha
ziyade literatürde Fransızca karşılığı
olan “film noir ” olarak bilinir. Aslında
siyah- beyaz, pek ışık olmayan,
Alman Dışavurumcu Sineması’ndan
etkilenen bu karaduygun filmler,
tedirginlik saçarlar; mizojen erkekler
[kadın düşmanı] ve femme- fatale
[ölümcül/ öldürücü kadın]
karakterlerin hükmü altındadırlar.
Böyle bir akımla bu güzel pastel
tonları biraraya ancak Mehmet Güreli
denli çok yönlü ve iyi bir sanatçı
getirebilirdi. Yazar, müzisyen, ressam
ve yönetmen Güreli’nin işleri hem
ilham verici hem de heyecan.
Mehmet
Güreli,
“Film Noir”
sergisinde,
birbirine
ırak
durabilecek
mekânları,
bir film
akımı ile
çarpıştırıyor
GÜZEL GÖLGE OYUNLARI...
Bu karakterler nereye bakıyor?
Neden kara filmlere tezat pastel tonlar
kullanılmış hep? 30’ların İstanbul’u
ile sinema tarihinin bu köşebaşı kara
filmlerini ne biraraya getirir?
Karaduygun, karanlık, tedirgin ve
hattâ ümitsiz yeraltı filmlerinden
pastel bir İstanbul imgesine nasıl
gelinebileceğini siz de görün. Mehmet
Güreli’nin epeydir gördüğümüz
en kapsamlı sergisi olan “Film Noir”,
11 Mart’a kadar Sade Kolektif’in
düzenlemesi ile The Marmara Pera’da.
Güzel gölge ve ışık oyunlarıyla.
Bugünkü bulmacaların çözümleri
KOLAY
ORTA
ZOR
ÇOK ZOR
tarihçiliği” mi anlatıyordu bilinmez ama
bir kesimin büyük çaresizliğini pek de
güzel ifade ediyordu:
“Dâhinin, ister sokaktan gelme ister
akademik tencerelerde pişmiş olsun
kendi dehasına bu kadar iman ettiği
nokta çok tehlikelidir. Kendi alay ettiğine
dönüşme ihtimali ense kökünde bekler.”
“Kendi dehasına iman ettiği nokta”
diyor ya Hakan Erdem, bence bir ekleme
yapıp “egosuna tamamen teslim olduğu
nokta” da diyebilirdi.
Egoları maalesef bedenlerinden daha
şişkin olan bu tarihçiler, akademik
kariyerlerinin kendilerine göre zirvesinde
dolanırken üstünde caka sattıkları zemin
bir anda çöktü.
Zaman değil belki ama zemin çöktü ve
kendileri bu çöküntünün altında kaldı.
NUSRET MAYIN GEMİSİNİN
“ÖTEKİ” KAHRAMANLARI NEREDE?
Sosyologluğunun yanına tarihçiliğini de
ekleyen Ayhan Aktar ise #tarih ’in Mart
2016 sayısında yayımlanan makalesinde
tarihyazımına yepyeni bir eleştiri getiriyor.
Velev ki, anılarını yayına hazırladığı
Yüzbaşı Torosyan palavracı olsun,
peki Nusret mayın gemisinin “öteki”
kahramanları arasında sayılması gereken
Alman askerlerin isimleri nerede?
Neden hiç geçmiyor bizim resmî
tarihimizde?
Ya da, daha acısı, “alaturka
tarihçilerimizin” yazılarında?
“Egemen tarih yazımına göre, 18 Mart
günü batan Bouvet, Irresistible ve Ocean
zırhlıları Nusret mayın gemisinin döşemiş
olduğu mayınlara çarpıp batmıştı. Zaten
her yıl 18 Mart’ta bütün medya
organlarında Nusret mayın gemisi
komutanı Tophaneli Yüzbaşı Hakkı
Bey’in ve gemideki Mayın Grup Komutanı
Binbaşı Hafız Nazmi Bey’in
kahramanlıklarından bahsediliyordu.
Fakat o kritik görev sırasında gemide
bulunan Almanların isimleri anılmıyordu!
Örneğin mayın uzmanı Yarbay Paul Gehl,
torpido uzmanı Kıdemli Astsubay Rudolf
Bettaque da gemideydi. Ayrıca, Nusret’in
bacasından koyu renkli duman
çıkarmadan makinelerini çalıştıran ve
böylece İngilizler tarafından görülmesini
engelleyen çarkçıbaşı Yüzbaşı Arnholdt
Reeder de görev başındaydı. Anlaşılan bu
askerler Alman ve Hıristiyan oldukları için
bizim hem ‘milliyetçi’ hem de ‘İslâmcı’
tarihyazımına ters düşüyorlardı.”
Egoları bedenlerinden büyük olan
tarihçilerimiz ise ne milliyetçi ne de
İslamcıydılar oysa.
Ayhan Aktar’ın saptamasıyla onlar da
“unutkanlık hastalığına” kapılıyorlardı.
Torosyan’a dair konuşmak için
kendisini aradığımda “başka kapıya”
deyip telefonu yüzüme kapatan, sonra da
beni “sahtekârlık ve yalancılığı ciddi bir
tarihyazımı tartışması gibi takdim etmeye
çalışan” bir başka sahtekâr olarak ilan
eden Halil Berktay ise, çok güvendiği
Hakan Erdem’in yerlere göklere
sığdıramadığı Gerçekle Kurmaca Arasında
Torosyan’ın Acayip Hikâyesi kitabının
Sarkis Torosyan değil de John Toroski
adındaki bir başka Ermeni’ye dair bilgiler
içerdiği ortaya çıkınca birden suskunluğa
gömülüverdi.
Bir gazete köşesinde aylarca aynı
konuyu işleyip otuz dört farklı yazı yazan,
bu uğurda en milliyetçi tarihçilerle aynı
sipere girmekten bir an olsun çekinmeyen
Halil Berktay, ne hikmetse hiç ses
vermiyor...
Belki Başbakan’ın “hikmet
sofralarından” vakti kalmıyordur, olabilir
tabii ama keşke bir kitap yazıp Tansu
Çiller’in “kitapsız profesör” rekorunu
kırsa...
Ayhan Aktar ise #tarih ’teki
makalesinde artık memleketin en önde
gelen askerî tarihçilerinden biri olduğunu
bağırıyor adeta.
FRANSIZ ZIRHLISI BOUVET
NASIL BATTI?
Konu, Bouvet adlı Fransız zırhlısı 18 Mart
günü nasıl battı?
Torosyan diyor ki, “Topçu ateşiyle
batırdık”.
Resmî tarih diyor ki, “Nusret mayın
gemisinin döşediği mayınlar batırdı”.
“Alaturka tarihçiler” ise “Torosyan
palavracıdır, evet evet o bir yalancıdır,”
demekle meşguller.
Yüzbaşı Torosyan’ın hatıratının sahte
olduğunu ispat etmek için bütün bir
akademik kariyerini çöpe atan Halil
Berktay’ın, artık sadece “iyi bir romancı”
addedilmesi gereken Hakan Erdem’in,
arkadaşlarına destek vermekte tereddüt
etmeyen Cemil Koçak’ın, kaçak güreşse
de yeni bilgi ve belgelere dair bir tek satır
yazmayan Edhem Eldem’in ve beraberce
mücadele ettikleri milliyetçiliklerinden
asla ve kat’a sual edilemeyecek tarihçi
güruhunun düştüğü durum içler acısı.
Yok Taner Akçam’ın çalıştığı
üniversiteden atılması gerekiyormuş,
yok Ayhan Aktar gibiler “iyi Ermeni”
arıyormuş, yok bu kişiler “Türkiye’de
tarihyazımı” gibi bir konunun içinde asla
yer alamazlarmış...
Birkaç soru daha sorulsa cevap
veremeyecek duruma düşürdüler
kendilerini.
Torosyan’ın anıları, Osmanlı
ordusunda görev yapmış diğer
gayrımüslim askerlerin varlığına dair
bir meşale oldu mu?
Şimdilerde,
bu insanlara ait
arka arkaya anılar,
tanıklıklar, günceler
yayımlanmaya
başladı mı?
Hatırlatayım, Kalust
Sürmenyan’ın anıları
ve Dr. Cebeciyan’ın
günlüğü yayımlandı
(Kalusd Sürmenyan,
Harbiyeli bir Osmanlı
Ermenisi , Tarih Vakfı,
2015 ve Avedis
Cebeciyan, Bir Ermeni
subayın Çanakkale ve
Doğu Cephesi
Günlüğü , Aras
Yayınları, 2015).
Bunda Sarkis
Torosyan’ın bir katkısı
var mı?
Yüzbaşı Torosyan’ın her dediği
asparagas olsa dahi bu bir kazanım
değil mi?
Torosyan’ın iki yüz sayfalık hatıratı mı
yoksa Hakan Erdem’in büyük bir gurur
duyarak “üç ayda yazdım” dediği dört
yüz sayfalık reddiyesi mi daha palavra?
Basite indirgeyelim.
Hakan Erdem, John Toroski’yi Sarkis
Torosyan zannetti mi?
Zannettiyse siz bu “vahim hata”
üstüne bir şeyler söylemeyi düşündünüz
mü hiç?
Tarihçilik, “üç ayda” reddiye kitapları
yazmak mıdır yoksa Bouvet’nin batışına
dair yepyeni bir bakış açısı getirmek midir?
Ayrıca, şimdi yeni bir mesele daha çıktı
ortaya.
1965 yılında Çanakkale batıklarına
dalan ve Bouvet zırhlısına dokunan ilk
insan olan balıkadam Tosun Sezen, Ayhan
Aktar ile yaptığı mülakatta şöyle diyor:
“Bouvet’yi de Teddy’nin
‘manyetometre’sini hem de bizim echosounder’i kullanarak 1967’de bulduk.
Bouvet’nin batışını gösteren iki tane
fotoğraf vardır. O fotoğraflara bakarak
Erenköy koyu açıklarında sistematik bir
tarama başlattık.”
Sonra da ekliyor:
“Bouvet’de mayın deliği falan yok,
çünkü Bouvet zırhlısı mayına
çarpmamıştı! Diğer gemilerdeki mayın
yaralarının ne olduğunu ben çok iyi
biliyorum. Bouvet’de ortada koca bir yara
var, o da mayın yarası değil. Mayın yarası
Irresistable zırhlısından çıkarılan bronz torpil kovanları.
1960’larda Çanakkale batıklarına dalan ekipten Bodrumlu dalgıç Kamil Ertuğrul, Seddülbahir açıklarındaki
Majestic zırhlısından hurda çıkarırken.
ile Bouvet çapındaki gemi iki dakikada
batmaz. Ayıptır söylemesi, birilerinin
başta mayın deliği olarak anlattığı
delikleri de dinamitle biz açtık!
Baş taraftaki bronz torpil kovanlarını
çıkarmak için açtık!”
Evet, resmî tarih ne derse dersin,
milliyetçi ve “alaturka” tarihçiler
ne söylerlerse söylesinler, tarih onların
dediği şekilde yaşanmadı.
Ve o burunlarından kıl aldırmaz
kibirleri ile
bedenlerinden daha
şişik egoları
yüzünden hakikatle
aralarında hiçbir bağ
kalmadı.
“Bu Ermeni yalan
söylüyor” demek için
gösterilen bunca
gayret hüsranla
sonuçlandı.
Hem de öyle bir
hüsran ki, hepsi
bir anda ölüm
suskunluğunu seçti.
Sanki bu konu hiç
açılmamış, o reddiye
kitapları yazılmamış,
o kitap köşelerde
övülmemiş,
programlar
yapılmamış...
Tabii ki Yüzbaşı
Sarkis Torosyan’ın anılarında yer yer
abartılar, yanlış hatırlamalar, belki kendi
yaşadıklarına daha önem atfetmek
amacıyla yapılmış çarpıtmalar vardır...
Ayrıca, yazdıkları kadar yazmamayı
seçtiği şeyler de önemlidir Torosyan’ın.
Ama en nihayetinde bu bir hatırat ve
her hatıratta olduğu gibi baştan sona
sübjektif bir perspektife sahip.
Torosyan’ı palavracılığıyla meşhur
Baron Münchausen’a benzetenler
Egoları maalesef
bedenlerinden
daha şişkin olan
bazı tarihçiler,
akademik
kariyerlerinin
kendilerine göre
zirvesinde
dolanırken üstünde
caka sattıkları
zemin bir anda
çöktü. Kendileri de
bu çöküntünün
altında kaldı
şimdilerde korkunç bir sessizliğe
büründüler.
Oysa Yüzbaşı Torosyan’ın hatıratı
ekseninde başlayan tartışma “Osmanlı
ordusunda görev alan gayrımüslimlerin
varlığına” ilişkindi.
Bu insanların yok sayılmasına yönelik
bir tepkiydi.
Ayhan Hoca’nın kitaba yazdığı uzun
önsözün özü buydu.
Genelkurmay’a yapışan tarihçilik
anlayışını mahveden bir sunuş yazısıyla
konuyu kapatacaktı belki ama öyle
gelişmeler yaşandı ki bu üç dört yılda,
Ayhan Aktar kendini Cambridge’in
arşivlerinde belgeleri tetkik ederken buldu.
Halil Berktay’ın Türkiye’deki
tarihyazımına katkısı da böylece oldu,
gerçi bu konuda köşe yazısından başka
bir hiçbir şey yazmadı ama Ayhan Aktar’ı
öfkelendirerek tarihyazımına yeni bir
ufuk kazandırdı. Sağolsun.
O kitabı yazması için Halil Hoca’ya
“medyun-u şükran” olduğunu açıklayan
Hakan Erdem de kendi dehasına iman
ettiği o çok tehlikeli noktada bir süre
oyalandıktan sonra, kendi alay ettiği şeye
dönüştü.
Gelin, bu “alaturka tarihçileri” kendi
egolarıyla başbaşa bırakıp, hep beraber
birkaç sorunun cevabını arayalım:
Neden hiçbir yerde Nusret mayın
gemisinin en az Türk ve Müslüman
askerleri kadar kahraman olması gereken
Alman ve Hıristiyan askerlerinin isimleri
yer almaz?
Neden Osmanlı ordusundaki Rum ve
Ermeni askerler yok farz edilir?
Neden Ezidi askerlerden hiç
bahsedilmez?
Neden gayrımüslim askerlerin
mezartaşlarına bile tahammül edilmez?
“Alaturka tarihçiler” egolarından
okumaya yer bulabilirlerse belki bu
soruların cevaplarını da bize söylerler.
SUNA AKTAŞ
SESSİZLİK BİR KÜÇÜK AĞRI...
Büyük bir sessizliği beton gibi döküyorlardı, görmek,
duymak, bilmek istemediklerimizin üstüne. Tarifsiz
bir kırmızı altında herkes, gözlerde
kibrit çöpleri... Peki, ya sevdiğimiz
şarkılara verilen sözler, sadece onlar
mı? Ya şairler, onların emanetleri? Kuşlar göçerken
alıp gitsinler hepsini. Sessizlik bir küçük ağrı...