Astronautical engineer with an interdisciplinary vision, focusing on defence & aerospace technologies, procurement programs, and industry policies.
Aspiring scholar in science, technology and innovation management. Intense experience in market analysis, business development, systems engineering and consultancy services in defence and aerospace industry.
Avid researcher in international relations, national security and history.
Aspiring scholar in science, technology and innovation management. Intense experience in market analysis, business development, systems engineering and consultancy services in defence and aerospace industry.
Avid researcher in international relations, national security and history.
less
InterestsView All (21)
Uploads
The international system has provided opportunities and challenges for Turkish defence industrialisation. However, to understand this process and the factors that will shape future decisions, it is necessary to consider how domestic factors such as the attitudes of leaders, a desire for strategic autonomy and the maturation of Turkiye’s nascent industry have impacted its trajectory.
Political leaders such as Mustafa Kemal Atatürk in the 1920s and 1930s, Adnan Menderes in the 1950s, Turgut Özal in the 1980s and Recep Tayyip Erdoğan since the 2000s have left their marks on Turkiye’s defence industry. In doing so, they have reflected and responded to the changing nature of the international system – ranging from acceptance of and reliance on American defence goods early on during the Cold War to a growing realisation that Turkiye needed its own defence industry in the 1960s. These ambitions were solidified after the 1974 Turkish military operation in Cyprus, when Turkish allies enforced declared and undeclared arms embargoes on Ankara. This catalysed a revamping of Turkiye’s defence-industry capabilities.
Alongside the reorganisation of the country’s domestic defence industry, the switch from import-substitution to export-driven industrialisation permitted large-scale private-sector involvement in the defence industry. Defence companies that were built from scratch in the 1980s by private-sector investors were encouraged to work with foreign partners to bring in skills, technologies and capital. This approach prompted the rise of joint ventures, which seemed to offer the best model to secure technology transfer. The Undersecretariat for Defence Industries (originally known as the Defence Industry Development and Support Administration Office and as the Defence Industry Agency since 2022) was also a major factor in the growth of the defence industry after the consolidation of much of the industry under the Turkish Armed Forces Foundation (Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı) in 1987.
Turkish decision-makers have come to understand that absolute autonomy is practically unattainable. Although the indigenisation of weapon systems permits many freedoms, the process also introduces different forms of dependencies. Furthermore, the ‘top-down’ strategy employed by Turkiye in establishing its defence-industrial base, going from the platform level down to components and technologies, has also faced criticism, mainly due to poor prioritisation and a lack of a coherent procedural approach.
To offset costs, Turkish defence industrialisation has become highly dependent on arms exports as it continues to indigenise and produce military technologies. Despite its booming turnover and export figures, however, the sector faces long-term challenges, including the emergence of new market competitors and an increasing rate of ‘brain drain’, especially since the late 2010s.
It is against this backdrop that Turkiye’s decision-makers face a crossroads. Although Turkiye would prefer to work with its Western allies, it is also open to cooperation with non-Western countries. This is because dependence, of varying degrees, on foreign arms suppliers could still restrict Turkiye in pursuing its national interests, especially if the policies and priorities of Ankara and its principal suppliers fail to align.
Astana Zirvesi’nden bu yana hem bölgesel hem küresel aktörlerin odak noktası haline gelen İdlib, Suriye’deki 10 yıllık savaşın dar bir alanda yaşanan özeti haline dönüşmüştür. Her türlü askeri mücadelenin yaşandığı İdlib bir yandan yabancı terörist savaşçıların ve muhalif grupların bulunduğu bir savaş alanıyken, diğer yandan da Rusya’nın Lazkiye’deki varlığını koruması açısından silahsızlandırılması gereken bir alan olarak görülen ve rejim tarafından ise muhalifleri anayasa görüşmelerinde zayıflatmak için ele geçirilmesi gereken bir hedef olarak kabul edilmektedir. Bu sebeple zaman zaman sıcak çatışmaların yaşandığı bölge Suriye’deki savaş halinin kilit noktasına dönüşmüştür.
Astana Görüşmeleri’nin hemen öncesinde ve sonrasında İdlib’de yaşanan hareketlilik ilerleyen süreçte bir askeri çatışmanın yaşanmasını kaçınılmaz kılmıştır. İdlib’de tansiyonun büyük bir çatışmaya dönüşmemesi için uzun zaman çaba sarf edilmiş, Astana Görüşmeleri çerçevesinde bölgeye gözlem noktaları kurulmuş ve Soçi Mutabakatı ile garanti altına alındığı düşünülen ateşkes süreci izlenmeye başlanmıştır.
İdlib’de yaşanacak herhangi bir gerginliğin yeni bir mülteci dalgası yaratması beklentisi gerçeğe dönüşmüş ve rejimin artan hava saldırıları ve operasyonları sonucunda İdlib’de 2019 baharından bu yana siviller evlerini terk etmeye başlayarak Türkiye sınırına doğru gelmeye başlamıştır. Nitekim son 1 yıllık süreçte rejimin, Rusya’nın ve İran destekli Şii milislerin saldırıları sonucunda Mart 2020’deki yeni anlaşmaya kadar 1 milyondan fazla Suriyeli evini terk ederek Türkiye sınırına gelmiştir.
Kurulan gözlem noktalarının önemini yitirmeye başlaması ve Türk gözlem noktalarının rejim tarafından taciz edilmesi ise tansiyonu artırmıştır. 27 Şubat 2020 günü intikal halindeki TSK personelinin hedef alınması sonucunda 34 Türk askeri şehit düşmüştür. Yaşanan bu saldırıyla birlikte İdlib’de uzun zamandır yaşanması kaçınılmaz olan operasyon süreci başlamıştır.
Temel hedefi rejimin ilerleyişini durdurmak ve bölgedeki sivillerin güvenliğini sağlamak olan operasyon dar bir alanda icra edilmiştir. İdlib’de farklı pek çok aktörün bir arada bulunması Türk güvenlik noktalarına yönelik provokasyon riskini artırırken, siviller nedeniyle ateş gücünün sınırlı, hava savunma ağının etkin ve meskun mahallerin birbirine oldukça yakın olduğu bir coğrafyada icra edilmiştir.
Gerçekleştirilen harekatta TSK kara ve hava unsurlarını koordinasyon içerisinde başarılı bir şekilde planlanmış, harp tarihine geçecek bir İHA/SİHA operasyonu icra etmiştir. TSK’nın gerçekleştirdiği Bahar Kalkanı Harekatı’nın başarılı olmasının arka planında ise son yıllarda terörle mücadele sürecinde İHA/SİHA kullanımı ile kazanılan özgün tecrübe, Türk savunma sanayinin ürettiği milli silah sistemleri ve TSK’nın uzun yıllardır terörle mücadelede inşa ettiği hava ve kara kuvvetlerinin koordinasyon tecrübesi bulunmaktadır.
Bahar Kalkanı Harekatı’nda TSK’nın sergilemekte olduğu performans aynı zamanda Libya’da Türk SİHA’larının kazanmış olduğu tecrübeyle de yakından ilgilidir. Anakaradan uzak bir coğrafyada TSK’nın vermiş olduğu danışman hizmetleri sayesinde sınırlı ateş desteğine rağmen SİHA’ların sahada önemli bir çarpan etkisi yarattığı özellikle Rus menşeili mobil hava savunma sistemi olan Pantsir’lerin etkisiz hale getirilmesiyle görülmüştür. BKH’deki konsepte benzer şekilde hem ET/ED sistemlerinin hem de topçu unsurlarının desteğiyle SİHA’ların taarruzi görevlerde kullanılmasıyla yeni bir konsept oluşturulduğu görülmektedir. Bu da TSK’nın bilinin harekat konseptlerinin ötesine geçtiğini, sahadaki tecrübelerini yeni gelişmelere cevap verecek şekilde dönüştürebilme esnekliğini kazandığını göstermiştir. Yapılan bu çalışmada ise İdlib’deki krizin ortaya çıkışı, sonrasında gerçekleştirilen Bahar Kalkanı Harekâtı’nda hangi silah sistemlerinin kullanıldığı ve Libya’daki danışmanlık hizmetleri kapsamında SİHA’ların etkisi ele alınmıştır.
Fifth-generation combat aircraft or in more general terms fifth-generation air power is the product of various technological elements and innovations. To fully exploit these factors, air forces need to have interdisciplinary vision and capability to absorb, deploy and develop skills, ranging from requirement definition to program management.
This study aims to provide an understanding on the features of the next generation air warfare, while presenting the current status of Turkish Air Force and offering suggestions on several challenges and opportunities.
Yunan F-16 savaş uçağı ile yapılan ve literatürde "it dalaşı" (dogfight) olarak geçen mücadeleyi gösteren, aynı zamanda pilotların telsiz konuşmalarını da içeren kayıt, Türk kamuoyunda büyük heyecan yarattı.
Doğu Akdeniz'de son dönemde giderek artan ve bir süredir NAVTEX atışmalarının eşlik ettiği gerilim içinde bu video kaydı, içeriği itibariyle olmasa da vurguladığı ve hatırlattığı bazı askeri-teknik, siyasi ve jeopolitik konular itibariyle önem taşıyor.
The international system has provided opportunities and challenges for Turkish defence industrialisation. However, to understand this process and the factors that will shape future decisions, it is necessary to consider how domestic factors such as the attitudes of leaders, a desire for strategic autonomy and the maturation of Turkiye’s nascent industry have impacted its trajectory.
Political leaders such as Mustafa Kemal Atatürk in the 1920s and 1930s, Adnan Menderes in the 1950s, Turgut Özal in the 1980s and Recep Tayyip Erdoğan since the 2000s have left their marks on Turkiye’s defence industry. In doing so, they have reflected and responded to the changing nature of the international system – ranging from acceptance of and reliance on American defence goods early on during the Cold War to a growing realisation that Turkiye needed its own defence industry in the 1960s. These ambitions were solidified after the 1974 Turkish military operation in Cyprus, when Turkish allies enforced declared and undeclared arms embargoes on Ankara. This catalysed a revamping of Turkiye’s defence-industry capabilities.
Alongside the reorganisation of the country’s domestic defence industry, the switch from import-substitution to export-driven industrialisation permitted large-scale private-sector involvement in the defence industry. Defence companies that were built from scratch in the 1980s by private-sector investors were encouraged to work with foreign partners to bring in skills, technologies and capital. This approach prompted the rise of joint ventures, which seemed to offer the best model to secure technology transfer. The Undersecretariat for Defence Industries (originally known as the Defence Industry Development and Support Administration Office and as the Defence Industry Agency since 2022) was also a major factor in the growth of the defence industry after the consolidation of much of the industry under the Turkish Armed Forces Foundation (Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı) in 1987.
Turkish decision-makers have come to understand that absolute autonomy is practically unattainable. Although the indigenisation of weapon systems permits many freedoms, the process also introduces different forms of dependencies. Furthermore, the ‘top-down’ strategy employed by Turkiye in establishing its defence-industrial base, going from the platform level down to components and technologies, has also faced criticism, mainly due to poor prioritisation and a lack of a coherent procedural approach.
To offset costs, Turkish defence industrialisation has become highly dependent on arms exports as it continues to indigenise and produce military technologies. Despite its booming turnover and export figures, however, the sector faces long-term challenges, including the emergence of new market competitors and an increasing rate of ‘brain drain’, especially since the late 2010s.
It is against this backdrop that Turkiye’s decision-makers face a crossroads. Although Turkiye would prefer to work with its Western allies, it is also open to cooperation with non-Western countries. This is because dependence, of varying degrees, on foreign arms suppliers could still restrict Turkiye in pursuing its national interests, especially if the policies and priorities of Ankara and its principal suppliers fail to align.
Astana Zirvesi’nden bu yana hem bölgesel hem küresel aktörlerin odak noktası haline gelen İdlib, Suriye’deki 10 yıllık savaşın dar bir alanda yaşanan özeti haline dönüşmüştür. Her türlü askeri mücadelenin yaşandığı İdlib bir yandan yabancı terörist savaşçıların ve muhalif grupların bulunduğu bir savaş alanıyken, diğer yandan da Rusya’nın Lazkiye’deki varlığını koruması açısından silahsızlandırılması gereken bir alan olarak görülen ve rejim tarafından ise muhalifleri anayasa görüşmelerinde zayıflatmak için ele geçirilmesi gereken bir hedef olarak kabul edilmektedir. Bu sebeple zaman zaman sıcak çatışmaların yaşandığı bölge Suriye’deki savaş halinin kilit noktasına dönüşmüştür.
Astana Görüşmeleri’nin hemen öncesinde ve sonrasında İdlib’de yaşanan hareketlilik ilerleyen süreçte bir askeri çatışmanın yaşanmasını kaçınılmaz kılmıştır. İdlib’de tansiyonun büyük bir çatışmaya dönüşmemesi için uzun zaman çaba sarf edilmiş, Astana Görüşmeleri çerçevesinde bölgeye gözlem noktaları kurulmuş ve Soçi Mutabakatı ile garanti altına alındığı düşünülen ateşkes süreci izlenmeye başlanmıştır.
İdlib’de yaşanacak herhangi bir gerginliğin yeni bir mülteci dalgası yaratması beklentisi gerçeğe dönüşmüş ve rejimin artan hava saldırıları ve operasyonları sonucunda İdlib’de 2019 baharından bu yana siviller evlerini terk etmeye başlayarak Türkiye sınırına doğru gelmeye başlamıştır. Nitekim son 1 yıllık süreçte rejimin, Rusya’nın ve İran destekli Şii milislerin saldırıları sonucunda Mart 2020’deki yeni anlaşmaya kadar 1 milyondan fazla Suriyeli evini terk ederek Türkiye sınırına gelmiştir.
Kurulan gözlem noktalarının önemini yitirmeye başlaması ve Türk gözlem noktalarının rejim tarafından taciz edilmesi ise tansiyonu artırmıştır. 27 Şubat 2020 günü intikal halindeki TSK personelinin hedef alınması sonucunda 34 Türk askeri şehit düşmüştür. Yaşanan bu saldırıyla birlikte İdlib’de uzun zamandır yaşanması kaçınılmaz olan operasyon süreci başlamıştır.
Temel hedefi rejimin ilerleyişini durdurmak ve bölgedeki sivillerin güvenliğini sağlamak olan operasyon dar bir alanda icra edilmiştir. İdlib’de farklı pek çok aktörün bir arada bulunması Türk güvenlik noktalarına yönelik provokasyon riskini artırırken, siviller nedeniyle ateş gücünün sınırlı, hava savunma ağının etkin ve meskun mahallerin birbirine oldukça yakın olduğu bir coğrafyada icra edilmiştir.
Gerçekleştirilen harekatta TSK kara ve hava unsurlarını koordinasyon içerisinde başarılı bir şekilde planlanmış, harp tarihine geçecek bir İHA/SİHA operasyonu icra etmiştir. TSK’nın gerçekleştirdiği Bahar Kalkanı Harekatı’nın başarılı olmasının arka planında ise son yıllarda terörle mücadele sürecinde İHA/SİHA kullanımı ile kazanılan özgün tecrübe, Türk savunma sanayinin ürettiği milli silah sistemleri ve TSK’nın uzun yıllardır terörle mücadelede inşa ettiği hava ve kara kuvvetlerinin koordinasyon tecrübesi bulunmaktadır.
Bahar Kalkanı Harekatı’nda TSK’nın sergilemekte olduğu performans aynı zamanda Libya’da Türk SİHA’larının kazanmış olduğu tecrübeyle de yakından ilgilidir. Anakaradan uzak bir coğrafyada TSK’nın vermiş olduğu danışman hizmetleri sayesinde sınırlı ateş desteğine rağmen SİHA’ların sahada önemli bir çarpan etkisi yarattığı özellikle Rus menşeili mobil hava savunma sistemi olan Pantsir’lerin etkisiz hale getirilmesiyle görülmüştür. BKH’deki konsepte benzer şekilde hem ET/ED sistemlerinin hem de topçu unsurlarının desteğiyle SİHA’ların taarruzi görevlerde kullanılmasıyla yeni bir konsept oluşturulduğu görülmektedir. Bu da TSK’nın bilinin harekat konseptlerinin ötesine geçtiğini, sahadaki tecrübelerini yeni gelişmelere cevap verecek şekilde dönüştürebilme esnekliğini kazandığını göstermiştir. Yapılan bu çalışmada ise İdlib’deki krizin ortaya çıkışı, sonrasında gerçekleştirilen Bahar Kalkanı Harekâtı’nda hangi silah sistemlerinin kullanıldığı ve Libya’daki danışmanlık hizmetleri kapsamında SİHA’ların etkisi ele alınmıştır.
Fifth-generation combat aircraft or in more general terms fifth-generation air power is the product of various technological elements and innovations. To fully exploit these factors, air forces need to have interdisciplinary vision and capability to absorb, deploy and develop skills, ranging from requirement definition to program management.
This study aims to provide an understanding on the features of the next generation air warfare, while presenting the current status of Turkish Air Force and offering suggestions on several challenges and opportunities.
Yunan F-16 savaş uçağı ile yapılan ve literatürde "it dalaşı" (dogfight) olarak geçen mücadeleyi gösteren, aynı zamanda pilotların telsiz konuşmalarını da içeren kayıt, Türk kamuoyunda büyük heyecan yarattı.
Doğu Akdeniz'de son dönemde giderek artan ve bir süredir NAVTEX atışmalarının eşlik ettiği gerilim içinde bu video kaydı, içeriği itibariyle olmasa da vurguladığı ve hatırlattığı bazı askeri-teknik, siyasi ve jeopolitik konular itibariyle önem taşıyor.