Skip to main content

Elif Demoglu

MARMARA ÜNİVERSİTESİ, Cinema, Department Member
II. Dünya Savaşı, bitmeyen anlatı olarak farklı açılardan sinemada en çok işlenen ve işlenmeye devam eden konudur. Savaş yıllarından günümüze değin sinema tarihi incelendiğinde tarihsel bir figür olan Hitler’in sıklıkla temsil edildiği... more
II. Dünya Savaşı, bitmeyen anlatı olarak farklı açılardan sinemada en çok işlenen ve işlenmeye devam eden konudur. Savaş yıllarından günümüze değin sinema tarihi incelendiğinde tarihsel bir figür olan Hitler’in sıklıkla temsil edildiği görülmektedir. Hitler’in beyaz perdedeki görünümü, iktidarı sırasında çekilen propaganda belgesellerinde bir lider, öncü, kurtarıcı biçiminde yansımış, 1940 yapımı Büyük Diktatör (The Great Dictator, 1940) filminde Hitler hayatta iken, Charlie Chaplin tarafından alaycı bir biçimde canlandırılmıştır. Savaş sonrasında ise büyük yıkımın sorumlusu olan, intihar ettiği için hesap sorulamayan, savaşın tek sorumlusu, dengesiz ve şeytansı temsili ile pek çok filmde yer almıştır. Çöküş (Der Untergang, 2004) filminde Hitler’in temsili, öncekilerden farklılık göstermiş, savaş sonrası Alman sinemasında ilk kez insani yönleriyle perdede görülmüştür. Günümüze doğru ise çeşitli parodi filmlerinde ciddiyetsiz, bazen gülünç yönleriyle temsil edilmeye başlanmıştır. Bak Kim Geri Döndü (Er Ist Wieder Da, 2015)’de günümüzde Hitler’in gülünç temsillerine örnek olan Hitler karakterizasyonu, Hitler gerçekte var olmasa bile günümüzde benzer fikirlerin halen var olduğuna dikkat çeken bir uyarı niteliğindedir. Bu çalışmada, tarihsel figür olarak Hitler’in temsillerinin tarihsel filmlerde yaşadığı dönüşüm ele alınacaktır. Hitler’in ana karakter olduğu, savaş sonrasında, farklı dönemlerde çekilmiş Alman yapımı Son On Gün (1955), Çöküş (Der Untergang, 2004) ve Bak Kim Geri Döndü (Er Ist Wieder Da, 2015) filmlerindeki temsiller, tarihsel analiz yöntemiyle incelenerek insani, önemsiz hatta sempatik, gülünç olana doğru değişen Hitler temsilinin neye işaret edebileceği üzerinde durulacaktır. Neticede Hitler gibi tartışmasız olumsuz bir tarihsel figürün sinemadaki temsilinin yıllar içerisinde dönüşmesi, bir yandan toplumun dönüşümüne işaret edebileceği gibi, diğer yandan da sinemanın tarih söylemini sorgulamaya açmasına örnek teşkil edecek nitelikler taşımaktadır.
DIJITALLEŞME BAĞLAMINDA TÜRK SINEMASINDA YENI EĞILIMLER Editör: Seher Şeylan
Viktorya Dönemi (1837-1901), sinemada pek çok filmde işlenmiş, tarihi dönem filmlerinin görkemli yapısında önemli bir uğrak oluşturmuştur. Dönem filmleri, tarihi olayları ve dönemin özelliklerini perdeye taşırken geçmişin zihniyetini,... more
Viktorya Dönemi (1837-1901), sinemada pek çok filmde işlenmiş, tarihi dönem filmlerinin görkemli yapısında önemli bir uğrak oluşturmuştur. Dönem filmleri, tarihi olayları ve dönemin özelliklerini perdeye taşırken geçmişin zihniyetini, düşünce yapısını bugüne getirir. Bu çalışma, Kraliçe Viktorya Dönemini fonuna alan, Jane Campion'un 1993 tarihli Piyano (Piano) filmin, dönemin kadına bakışı ile filmdeki kadın temsilini karşılaştırmalı bir analizle ele almayı amaçlamaktadır. Sinema araştırmalarında, özellikle feminist sinema teorisi ve toplumsal cinsiyet çalışmaları ekseninde sıklıkla ele alınmış olan Piyano, bu çalışmada tarihsel analiz yöntemiyle toplumsal cinsiyet çerçevesinde incelenerek iki ana alanın kesişiminde ele alınmıştır. Dönemin cinsiyet hiyerarşisini ve kadının toplumdaki konumunu gerçekçi biçimde perdeye yansıtması açısından Piyano filminin, hem kadının toplumsal cinsiyet temelli yapısının günümüzde sorgulanmasının önünü açan hem de tarihi bir dönemin kadına bakışını, dönemle örtüşen biçimde ele alan bir film olduğu saptanmıştır.
-
Sinemada Yakın-Plan seyircinin bakışını detaylandırır, yönlendirir. Yüzün odak noktası olması ile yüz dışındaki her şey önemini yitirir sadece ifade ve karakterin iç dünyası önem kazanır. Bu durum özdeşleşmeyi de destekleyen bir araç gibi... more
Sinemada Yakın-Plan seyircinin bakışını detaylandırır, yönlendirir. Yüzün odak noktası olması ile yüz dışındaki her şey önemini yitirir sadece ifade ve karakterin iç dünyası önem kazanır. Bu durum özdeşleşmeyi de destekleyen bir araç gibi görünmektedir. Yakın-Planın sağladığı yakınlık ve samimiyet duygusu diğer yandan bir aldatmaca olarak da ele alınabilir. Karakterin duyguları dışındaki her şeyi önemsizleştirmesiyle körleştirici, sınırlayıcı bir etkisi de bulunmaktadır. Bu çalışmada Yakın-Planı baştan sona bir anlatım dili olarak tercih eden 'Rosetta' ve 'Mavi En Sıcak Renktir/Adele'in Hayatı' filmlerinde Yakın-Planın anlatım dili üzerine ve seyircinin karakter ile özdeşleşmesi konusunda farklı etkileri karşılaştırmalı olarak incelenecektir.
Çağdaş İsveç sinemasında öne çıkan yönetmenlerden biri Lukas Moodysson’dur. Moodysson ilk uzun metrajlı filmi Sev Beni’yi 1998 yılında yapmış son olarak 2013 yılında We Are The Best filmini çekmiş, toplam sekiz uzun metrajlı film... more
Çağdaş İsveç sinemasında öne çıkan yönetmenlerden biri Lukas Moodysson’dur. Moodysson ilk uzun metrajlı filmi Sev Beni’yi 1998 yılında yapmış son olarak 2013 yılında We Are The Best filmini çekmiş, toplam sekiz uzun metrajlı film yönetmiştir. Tüm filmlerinin senaristi ve yönetmeni bazılarının da yapımcısı olan Moodysson, filmlerinde kendi deneyimlediği, önemsediği konuları işlemektedir. Filmleri arasında tematik ve türsel bir bütünlük görülmese de minimalist tarzı, doğal oyunculuk kullanımı, pek çok filminde çocuk oyunculara yer vermesi, kendi toplumunda insan ilişkilerine, büyüme sancılarına, toplumsal sorunlara değinmesiyle özgün bir tarza sahiptir. Yönetmenin uluslararası anlamda en çok ses getiren filmi Daima Lilya (2002) ’dır. Bu filmin önemi, hem İsveç toplumuna hem de Avrupa’nın geneline, insan ticareti ve genç kızların fuhuş yapmaya zorlanması konusunda yönelttiği sert eleştiridir. Refah toplumu olmasıyla öne çıkan İsveç’in beyaz perdeden yansıyan eksiklikleri Daima Lilya’da görünürleşmiştir. Yönetmen, gördüğü bir soruna projeksiyon tutarak gerçekleştirdiği filmin etkisiyle, sorun çerçevesinde İsveç hükümetinin harekete geçmesini sağlamıştır. Bu çalışmada sinema ve toplum etkileşimi çerçevesinde toplumbilimsel analiz yöntemiyle incelenecek olan Daima Lilya filmi, sinemanın topluma yönelttiği özeleştirinin dönüştürücü etkisini ortaya koyan bir örnek olarak değerlendirilmiştir.
Gerçekçi kuramcılardan Siegfried Kracauer, sinemaya toplumbilimsel açıdan yaklaşan ilk kuramcılardandır. Caligari'den Hitler'e (1947, 2011a) eserinde Weimar dönemi sinemasını incelemiş ve Nazi Partisi iktidara gelmeden önce filmlerde... more
Gerçekçi kuramcılardan Siegfried Kracauer, sinemaya toplumbilimsel açıdan yaklaşan ilk kuramcılardandır. Caligari'den Hitler'e (1947, 2011a) eserinde Weimar dönemi sinemasını incelemiş ve Nazi Partisi iktidara gelmeden önce filmlerde faşist eğilimlerin simgelerinin görülebileceğini dile getirmiştir. Sinemanın toplumu gerçekçi biçimde yansıtması gerektiğini ifade eden Kracauer, fiziksel gerçekliğin sinemada 'bulunmuş öykü' (found story) ile yakalanabileceğini belirtmiştir. Bulunmuş öyküde, hayatın doğal akışının yakalanması, belirsizlik gibi unsurlar önem kazanmaktadır. Bulunmuş öykü, sinemada gerçekliğe ulaşmada işlevsel bir biçim olmasına rağmen toplumun gerçekliğini yansıtmada tek başına yeterli değildir. Naziler iktidara gelmeden hemen önceki yılların Berlin'ini belgeleyen, sıradan insanların kendi gündelik yaşamlarını canlandırdığı Bir Pazar Günü (1930, R. Siodmak, E. Ulmer) filmi, Weimar dönemi sineması içerisinde çekim koşulları, belgesel ve kurmaca arasında kurduğu köprü açısından ayrıksı bir yerde dururken, filmde bulunmuş öykü yapısı görülmektedir. Aynı zamanda, Kracauer'in Caligari'den Hitler'e (2011a) kitabında eleştirdiği Weimar dönemi sinemasının ürünü olmasıyla, eleştirel bir okumaya imkân tanımaktadır. Bu çalışmada, bulunmuş öykü yapısını, sinema ve toplum ilişkisi bağlamında incelemek amacıyla Bir Pazar Günü filmi toplumbilimsel yöntemle analiz edilmiştir. Kracauer'in Caligari'den Hitler'e (2011a) kitabında eleştirdiği film, yazarın Film Teorisi (2015) kitabında ideal film biçimi olarak öne sürdüğü bulunmuş öykü yapısını taşısa da, bu yapının toplumun, dönemin gerçeklerini aktarmada tek başına yeterli olmadığı ortaya koyulmuştur.
Gerçekçi kuramcılardan Siegfried Kracauer, sinemaya toplumbilimsel açıdan yaklaşan ilk kuramcılardandır. Caligari'den Hitler'e (1947, 2011a) eserinde Weimar dönemi sinemasını incelemiş ve Nazi Partisi iktidara gelmeden önce filmlerde... more
Gerçekçi kuramcılardan Siegfried Kracauer, sinemaya toplumbilimsel açıdan yaklaşan ilk kuramcılardandır. Caligari'den Hitler'e (1947, 2011a) eserinde Weimar dönemi sinemasını incelemiş ve Nazi Partisi iktidara gelmeden önce filmlerde faşist eğilimlerin simgelerinin görülebileceğini dile getirmiştir. Sinemanın toplumu gerçekçi biçimde yansıtması gerektiğini ifade eden Kracauer, fiziksel gerçekliğin sinemada 'bulunmuş öykü' (found story) ile yakalanabileceğini belirtmiştir. Bulunmuş öyküde, hayatın doğal akışının yakalanması, belirsizlik gibi unsurlar önem kazanmaktadır. Bulunmuş öykü, sinemada gerçekliğe ulaşmada işlevsel bir biçim olmasına rağmen toplumun gerçekliğini yansıtmada tek başına yeterli değildir. Naziler iktidara gelmeden hemen önceki yılların Berlin'ini belgeleyen, sıradan insanların kendi gündelik yaşamlarını canlandırdığı Bir Pazar Günü (1930, R. Siodmak, E. Ulmer) filmi, Weimar dönemi sineması içerisinde çekim koşulları, belgesel ve kurmaca arasında kurduğu köprü açısından ayrıksı bir yerde dururken, filmde bulunmuş öykü yapısı görülmektedir. Aynı zamanda, Kracauer'in Caligari'den Hitler'e (2011a) kitabında eleştirdiği Weimar dönemi sinemasının ürünü olmasıyla, eleştirel bir okumaya imkân tanımaktadır. Bu çalışmada, bulunmuş öykü yapısını, sinema ve toplum ilişkisi bağlamında incelemek amacıyla Bir Pazar Günü filmi toplumbilimsel yöntemle analiz edilmiştir. Kracauer'in Caligari'den Hitler'e (2011a) kitabında eleştirdiği film, yazarın Film Teorisi (2015) kitabında ideal film biçimi olarak öne sürdüğü bulunmuş öykü yapısını taşısa da, bu yapının toplumun, dönemin gerçeklerini aktarmada tek başına yeterli olmadığı ortaya koyulmuştur.
This chapter analyzes the transformation of political films in Turkey from the 1960s to the late 2010s. With the repression of labor movements after the 1980 military coup and parallel to neoliberal developments around the world,... more
This chapter analyzes the transformation of political films in Turkey from the 1960s to the late 2010s. With the repression of labor movements after the 1980 military coup and parallel to neoliberal developments around the world, political cinema in Turkey changed dramatically. Earlier films, though in limited numbers, displayed overt political Marxist messages and, similar to radical political film movements of the time, aimed to move the audience to take action against exploitation. In comparison, in the absence of organized movements and under an oppressive political environment for a large part of the four decades since the 1980 military coup, more contemporary films have been political by displaying the lack of solidarity and struggle against that oppression. Accordingly, films with direct political messages aiming to move audiences to action are replaced with those exposing the shortcomings of the system with their portrayal of individuals squeezed in an existentialist impasse...