Basak Burcu EKE
1975 Üsküdar doğumludur. İlk ve orta öğrenimini Ankara Yükseliş Koleji’nde, lise eğitimini ise Özel Arı Lisesi’nde tamamlamıştır. Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’nden 1997 yılında, bölüm üçüncüsü derecesi ile mezun olmuştur. 2000 yılında yüksek lisans eğitimini Hacettepe Üniversitesi’nde tamamlamıştır. “Timur Dönemi Mimari Bezeme Olarak Ahşap Kullanımı” isimli yüksek lisans tezi için 1998 yılında Kazakistan ve Özbekistan’a gitmiştir. Erciyes Üniversitesi’nde “Batılılaşma Süreci Osmanlı Tezhip Sanatı” isimli doktora tezini 2008 yılında bitirmiştir. Doktora tezi ile ilgili olarak İrlanda Dublin Chester Beatty Kütüphanesi’nde araştırmalar yapmıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Ankara’da Bilkent kavşağı üzerinde inşa ettirdiği 6000 kişilik Ahmed Hamdi Akseki Cami’nin ve DITIB Köln Cami’nin iç mimari projesinin sanat tarihi danışmalığını yürütmüştür. 2015 yılında İsveç Stockholm müzelerinde, sergileme ve iç mimari düzenlemesi üzerine araştırmalarda bulunmuştur. Türk kültür ve sanatında kadının konumu ile ilgili çalışmalarına, Reading Seljuk Women’s Role and Identity in Medieval Islam through Art isimli uluslararası bir kitap çerçevesinde devam etmektedir. Dil ve Sistem Vakfı'nda Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı olarak çalışmaktadır.
less
InterestsView All (31)
Uploads
Dede Korkut dünyasına seyahatin üçüncü durağında Dursun Ali Tökel hocamızın da dahil olduğu sohbetin devamı için:
https://www.youtube.com/watch?v=ZFIxmwyqiUw
Dede Korkut öykülerini hamasiyet kıskacında incelersek çocuk masalı ötesinde bize söyleyecek sözü olmaz.nİnsanın bio-psiko ve sosyal canlı olduğu gerçeğini bilen bir anlatı dünyasının derinlikli okuması yapılmalıdır. "Bu zorlu yaşamda yalnız değilsin ama öyle değil böyle olursan yaşamın anlam kazanır" şeklinde farklı karakter yapısını koruyarak insanlara yol gösteren bir kişisel gelişim kitabıdır.
Genel olan ile istisnaları birlikte harmanlamış anlatılardan Deli Dumrul benim için en çok kadın-erkek ilişkisi ile ebeveyn çocuk ilişkisi açısından çekici geliyor. Ve tabi ki bir de deliliğe övgüsü var... Ama nasıl bir delilik?
Mimari Miras’ın Arayışı) isimli kitap 2021 yılında Palgrave Macmillian yayınevi tarafından basılmıştır.
Bu kitap, Palgrave Yayınevi’nin kültürel miras ve çatışma başlıklı yayın serisi içinde yer almaktadır.
Bu seride kültürel miras ve çatışma siyaseti, kimlik ve travma, yas ve uzlaşma, milliyetçilik ve etnisite,diaspora ve nesiller arası anılar, acı veren miras ve terör yaşanmışlığının izlerini konu alan çalışmaların yayını gerçekleşmektedir
İfrat ile tefrit arasında sıkışıp kalmadan, aklın sorgulayıcı tavrını bırakmadan, gözü kör romantikler hâline dönüşmeden ve bilimsellikten kopmadan tarih yazımında farklı yorumlara ihtiyacımız var. Tarihe karşı bakışımızı ikili mantık sınırlamalarından çıkarmadığımız sürece gerçekten Selçukluların kim olduğunu bilemeyiz. Amaç onlar ile ilgili doğruya en yakın değerlendirmeler yapabilmektir. Elbette burada sözü edilen yorumlar, ilham ya da rüya gibi metafizik kaynaklı değildir. Tarihin de kendine âit bilimsel yöntemleri vardır.”
https://www.tunkitap.com/urun/meraklisina-selcuklu-kilic-gibi-bir-boy/
https://webinar.alanyahep.edu.tr/b/erd-cld-oo2-xk8
https://www.youtube.com/results?search_query=fsmv%C3%BC+ism
FSMVU ISM ile Ses Sanat ve Edebiyat Kulübü'nün müşterek düzenlediği “Dede Korkut Okumaları” programının üçüncüsü 21 NİSAN 2021 ÇARŞAMBA günü saat 22.00'de gerçekleşecektir.
Siyah-beyaz mantığından çıkarak çok yönlü bakarak çok katmanlı Dede Korkut dünyasına seyahatin üçüncü durağında bendeniz ve Dursun Ali Tökel hocamız söz alacak.
Dede Korkut öykülerini hamasiyet kıskacında incelersek çocuk masalı ötesinde bize söyleyecek sözü olmaz.
İnsanın bio-psiko ve sosyal canlı olduğu gerçeğini bilen bir anlatı dünyasının derinlikli okuması yapılmalıdır. "Bu zorlu yaşamda yalnız değilsin ama öyle değil böyle olursan yaşamın anlam kazanır" şeklinde farklı karakter yapısını koruyarak insanlara yol gösteren bir kişisel gelişim kitabıdır.
Genel olan ile istisnaları birlikte harmanlamış anlatılardan Deli Dumrul benim için en çok kadın-erkek ilişkisi ile ebeveyn çocuk ilişkisi açısından çekici geliyor.
Ve tabi ki bir de deliliğe övgüsü var... Ama nasıl bir delilik?
Zoom üzerinden katılım başvurusu için mail adresi: ism@fsm.edu.tr
FSMVÜ ISM Youtube Canlı Yayını kanalı üzerinden de takip edilebilirsiniz.
https://www.youtube.com/watch?v=SZgHWbh1hPU
Bu haftaki canlı yayın konuğumuz, Adnan Menderes Üniversitesi Turizm Fakültesi Öğr. Üyesi Doç. Dr. Başak Burcu Eke. Başak Burcu Hocamızla değişen tarih yazımını, sanat tarihi ve Selçuklu tarihi araştırmaları kapsamında ele alacağız.
21. yüzyılın başlarından itibaren tarih yazımı, artık kesin çizgileri olan net bilgileri değil, daha ziyade hangi öyküyü hangi seyirciye sunmak arasında bir bağın geliştirildiği alan olarak sorgulanmaya başlandı. Günümüzde ‘tarih’ olarak nitelendirdiğimiz şey, süreç içerisinde yeni araştırma, bakış ve sunum biçimleri ile tematik açıdan oldukça genişledi. Giderek disiplinlerarası yaklaşımlar ve araştırmalar alışılmış tek yönlü tarih yazımının yerini aldı.
Üstelik tarih artık sadece akademik tarihçilerin himayesinde değil. Tarih artık gördüğümüz her alanda temsil ediliyor: anıt tasarımcılar, sergiler, gazeteciler, film yapımcıları ve hatta grafik tasarımcılar ve oyun geliştiriciler.
Peki bu gelişmeler ışığında, tarihi değer taşıyan nesneler tarih yazımında ne kadar önemli? Nesneler ile tarih arasında nasıl bir bağ kurulabilir? Nesneler üzerinden tarihi bir algı nasıl inşa edilir? Nesneler kaynak olarak nasıl kullanılmalı? Yazılı kaynaklara kesin doğru veriler olarak bakabilir miyiz? Tarihi metinlerle arkeolojik veriler arasında ortaya çıkan çelişkili verileri bir araştırmacı nasıl yorumlamalı?
Sohbetimizde bu ve benzeri sorulara değineceğiz.
Doç. Dr. Başak Burcu Eke Hocamızla keyifli söyleşimize herkesi bekliyoruz.
🗓 23 Ağustos 2020, Pazar
⏰ 19:00 (Almanya saati)
⏰ 20: 00 (Türkiye saati)
Söz uçar yazı kalır. Peki uçup gitmemiş, bizlere tarihten miras kalmış yazılı belgeler geçmişi nasıl aktarır? Tarih araştırmaları bağlamında, günümüzde yazının itibarı sarsılmış durumda. Uzun yıllar birinci ya da ikinci el tarihi kaynaklar en güvenilir tek kaynak olarak kabul edildi. Oysa günümüzde kalemi tutanların “insan” olduğu gerçeğinden hareket edilmektedir. Bir kişi, değerli bir metin kaleme aldığı için muteber olabilir ama ne kendisi, ne yazdığı eser ilahi bir statüde değildir. Bir insanın objektif olabilme sınırlarını ait olduğu kültürü, mensup olduğu dini ve psikolojik geçmişi belirler. Bu eskiden de böyle idi. Günümüzde de böyle. Gelecekte de böyle olacak. Arşiv kayıtları, kronikler, seyahatnameler ve dönem tarihçeleri yazan birinden insan olma doğası dışına çıkmasını beklemek doğru değildir. Kalem sahibinin de hayelleri, beklentileri, hırsları, endişeleri, korkuları, düşmanları ve dostları vardı. Bugün kabul gören anlayış, psikolojik ve sosyolojik sebeplerle dönem tarihine not düşenlerin, yazdıklarında kendilerine göre kurguladıkları yerler olduğudur. Elbette yazılı tarihi kaynakları tümden yok saymak doğru değildir. Ancak sanat ve mimari eserler, ait oldukları dönemler ile ilgili daha objektif veriler sunmaktadır.
Çağdaş tarihçilikte görsel kaynakların yok sayılarak sadece yazılı kaynakların kullandığı anlayış artık kabul görmüyor. Bu noktada çağdaş tarihçiden beklenen, yazılı kaynaklar ile görsel kaynakların bir arada kullanmasıdır. Peki görsel kaynaklar ile yazılı kaynaklar birbirlerini tamamlayan bilgiler sunmadıklarında yani çeliştiklerinde ne olacak? Gittikçe hakim olan görüş, tercihin görsel kaynaklardan yana olmasıdır. Bu konferansta, Selçuklu kadınları örneğinden hareketle seramik-çini eserlerdeki tasviler, rölyef ve alçı heykeller ve kitap resim sanatı gibi görsellerin kültür tarihi yazımında kaynak olarak kullanımı üzerinde durulacaktır. Görsel kaynaklar ile yazılı kaynakların eşleşen anlatımlarından örnekler verildikten sonra Ortaçağ tarihçilerinin kimi zaman ne kadar subjektif olabildikleri değerlendirmeye alınacaktır. Örneğin, Selçuklu ile çağdaş Kutadgu Bilig gibi Türk kültür tarihinin önemli ve değerli kaynağında “kadının konumu” ile ilgili oldukça kişisel değerlendirmeler bulunabilmektedir. Konferansta kaynaklarda yazılan bu tür subjektif nitelendirmelerin genel kabul sayılıp sayılamayacağı da görsel belgeler eşliğinde tartışmaya açılmıştır.
Dil ve Sistem Vakfı’nda Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı olarak çalışmaya devam etmekte olan Eke, Selçuklu kadını ile güncel kadın imgesi arasındaki paralelliklerin ve farklılıkların izini sürmekte ve yeni okumalar sunmaktadır.
Sultan Alpaslan’ın fziksel özellikleri her dönem merak edilmiştir. Tarihe ismini yazdırmış kişileri özellikle de büyük zafer kazanan birini merak etmek insanlığın genel tavrıdır. Bu sorunun cevabını bulabilmek için hangi kaynakları kullanmamı gerekir? Günümüz tarih araştırma yönteminde sadece yazılı kaynakların kullanılmasının doğru sonuçlara götürmediği kabul edilmektedir. Sultan Alpaslan’ın düğüm atacak kadar uzun sakalı olduğu kabulünün çıkış noktası tarihçi Ravendi’nin anlatımıdır. Bu anlatıdan hareketle Sultan Alpaslan’ın Orta Asya fenotipinden daha çok Orta Doğu fenotipine yakın olduğunda ısrarcı olunmaktadır. Bir kültürü anlayabilmek için anadilinden deyimlerine, masallarından mitlerine, sanat eserlerinden mimarisine kadar çok çeşitli kaynaklardan yararlanmak gerekir. Bu açıdan bakıldığında Selçuklular gerçekten zengin ve çeşitli görsel kaynak bırakmışlardır. Dünya müze koleksiyonlarında Selçuklu erkek ve kadın tasvirlerinin yer aldığı binlerce seramik, çini ve madeni eser ile çok sayıda alçı ve taş heykel bulunmaktadır. Selçuklular kendi yaşadıkları dönemde kendilerini yuvarlak suratlı, hafif çekik gözlü ve uzun saçlı olarak göstermişlerdir. Erkeklerin çoğunluğu sakalsız olarak yapılmıştır. Az sayıdaki sakallı erkek tasvirinde de sakallar çok gür şekilde gösterilmemiştir. Ravendi’nin anlatımını destekleyen tek eser bir satranç
taşıdır. Bu çalışmada sadece yazılı dönem kaynaklarının kullanarak yapılan kültür tarihi araştırmalarından sonuç elde edilemeyeceği merkezinde, Sultan Alpaslan’ın Ravendi’nin söz ettiği gibi bir fziksel özelliğe sahip olmasının mümkün olmadığı, hem farklı yazılı dönem kaynakları hem de Selçuklulara ait sanat eserleri esas alınarak ortaya konacaktır. Sanat eserinin araştırma kaynağı olarak kullanılması için onun kendi bağlamında incelenmesi esastır. Kimin, ne zaman ve hangi amaçla o eseri yaptırdığı önemlidir. Bu esaslardan hareketle, Ravendi’nin anlatımını desteklemek için kullanılan bir satranç taşı, onunla aynı dönemde yapılmış olan Selçuklu alçı duvar panosunda sunulan sultan imgesi ile karşılaştırmalı olarak değerlendirilecektir.
Bu çalışmadaki değerlendirmelerin Horasan, İran, Kafkaslar, Arap Yarımadası ve Anadolu olarak çeşitlendirilmiş tüm Selçuklu coğrafyalardaki yaşayanları içermediğini söylemek gerekir. Yaklaşık 8 milyon kilometrekarelik Selçuklu hakimiyet alanı içerisinde birçok farklı etnik, kültürel ve dini cemaatin bir arada yaşadığı unutulmamalıdır. Türklerin aşırı genelleme için kullanılabilecek tek bir fenotipi olmadığını da belirtmek gerekir. Bu araştırmada idari ve asker sınıfında kurucu ve hakim
güç olan Oğuzların, özellikle Büyük Selçukluların ortak bir fiziki özelliği olduğu gerçeğinde kalınmıştır.
Abstract
Sultan Alpaslan’s physical characteristics have always been wondered. It is the general attitude of humanity to be curious about people who have written their names in history, especially someone who has won a great victory. What resources should we use to find the answer to this question? in today’s history research It is accepted that using only written sources method does not lead to correct results. The starting point of the assumption that Sultan Alpaslan had a beard long enough to tie knots is the narration of the historian Ravendi. Based on this narrative, it is insisted that Sultan Alpaslan is closer to the Middle East phenotype than to the Central Asian phenotype. In order to understand a culture, it is necessary to benefit from a wide variety of sources, from mother tongue to idioms, tales to myths, works of art to architecture. From this point of view, the Seljuks left a rich and varied visual source. In the world museums collections, there are thousands of ceramics,tiles and metal works which had Seljuk men and women depictions on and many plaster and stone sculptures. Seljuks showed themselves as round-faced, slightly slanted eyed and long haired in their own time. The majority of men were depicted without beards. In the few bearded male depictions, the beards were not shown very thick. The only artifact that supports Ravendi’s narrative is a chess piece.
In this study, it will be revealed that it is not possible for Sultan Alpaslan to have a physical feature as Ravendi mentioned, based on both different written period resources and art works belonging to the Seljuks. In order to use art as a research resource, it is essential to examine the work of art in its context. It is important to ask questions such as who made it, when and for what purpose it was produced. Therefore, this chess piece used to support Ravendi’s narrative will be compared with
the sultan image presented on the Seljuk stucco wall panel, which was made in the same period. It should also be noted that the assessments in this study do not include the inhabitants of all Seljuk geographies diversified as Khorasan, Iran, Caucasus, Arabian Peninsula and Anatolia. It should not be forgotten that many different ethnic, cultural and religious communities live together within the Seljuk domination area of approximately 8 million square kilometers. It should also be noted that Turks do not have a single phenotype that can be used for overgeneralization. In this research, it was stayed within the framework of a common physical feature of the Oghuzs, especially the Great Seljuks, who were the founding and dominant power in the administrative and military class.
of women in the political and military fields was either ignored like Safariya Khatun, the wife of Sultan Alparslan, or was evaluated with negative comments as “too ambitious” like Terken Khatun, the wife of Sultan Malik Shah. So what was the real circumstances during the Seljuk period? If the answer to this question is sought only in the written sources of the Medieval period historians, we would limit our knowledge by the
comments of the historians of that period. However, in order to understand a culture, it is necessary to benefit from a wide variety
of sources, from mother tongue to idioms, tales to myths, works of art to architecture. Let's not forget that the Seljuks were not well understood also in their own time as a civilization with its own characteristics. For
example, Ibn Battuta could not make sense of the communication between men and women in Turks, and in his travel notes he was astonished and express his feelings as: "Sometimes you come across women with their men and you say,"This man must be the servant of this woman!"In this study, without denying the importance of written sources, the women who had an army in the Seljuks will be discussed with a critical
view, accompanied by the information obtained from the works of art. In this broad research topic, firstly, the phenomenon of power, which changes according to the conditions in the Seljuks, will be mentioned in the center of the “alp” concept.
Evaluations will be made about Seljuk women who ruled armies such as Altuncan Khatun, Terken Khatun, Gevher Khatun and Sultan Alparslan's wife Safariya Khatun, who took much more active role in the Battle of Manzikert than is thought.
of women in the political and military fields was either ignored like Seferiye Hatun, the wife of Sultan Alparslan, or was evaluated with negative comments as “too ambitious” like Terken Khatun, the wife of Sultan Malik Shah. So what was the real circumstances during the Seljuk period? If the answer to this question is sought only in the written sources of the Medieval period historians, we would limit our knowledge by the
comments of the historians of that period. However, in order to understand a culture, it is necessary to benefit from a wide variety
of sources, from mother tongue to idioms, tales to myths, works of art to architecture. Let's not forget that the Seljuks were not well understood also in their own time as a civilization with its own characteristics. For
For example, Ibn Battuta could not make sense of the communication between men and women in Turks, and in his travel notes he was astonished and express his feelings as: "Sometimes you come across women with their men and you say,"This man must be the servant of this woman!"In this study, without denying the importance of written
sources, the women who had an army in the Seljuks will be discussed with a critical view, accompanied by the information obtained from the works of art. In this broad research topic, firstly, the phenomenon
of power, which changes according to the conditions in the Seljuks, will be mentioned in the center of the “alp” concept. Evaluations will be made about Seljuk women who ruled armies such as Altuncan Khatun, Terken Khatun, Gevher Khatun and Sultan Alparslan's wife Safariya Khatun, who
took much more active role in the Battle of Manzikert than it is thought.
The Seljuqs and Their Successors: Art, Culture And History, (eds) Sheila R.Canby, Deniz Beyazit and Martina Rugiadi, Edinburgh Studies in Islamic Art (Edinburgh University Press: Edinburgh, 2020), xvi + 309 pp., ISBN: 978-1474450348.
Dede Korkut dünyasına seyahatin üçüncü durağında Dursun Ali Tökel hocamızın da dahil olduğu sohbetin devamı için:
https://www.youtube.com/watch?v=ZFIxmwyqiUw
Dede Korkut öykülerini hamasiyet kıskacında incelersek çocuk masalı ötesinde bize söyleyecek sözü olmaz.nİnsanın bio-psiko ve sosyal canlı olduğu gerçeğini bilen bir anlatı dünyasının derinlikli okuması yapılmalıdır. "Bu zorlu yaşamda yalnız değilsin ama öyle değil böyle olursan yaşamın anlam kazanır" şeklinde farklı karakter yapısını koruyarak insanlara yol gösteren bir kişisel gelişim kitabıdır.
Genel olan ile istisnaları birlikte harmanlamış anlatılardan Deli Dumrul benim için en çok kadın-erkek ilişkisi ile ebeveyn çocuk ilişkisi açısından çekici geliyor. Ve tabi ki bir de deliliğe övgüsü var... Ama nasıl bir delilik?
Mimari Miras’ın Arayışı) isimli kitap 2021 yılında Palgrave Macmillian yayınevi tarafından basılmıştır.
Bu kitap, Palgrave Yayınevi’nin kültürel miras ve çatışma başlıklı yayın serisi içinde yer almaktadır.
Bu seride kültürel miras ve çatışma siyaseti, kimlik ve travma, yas ve uzlaşma, milliyetçilik ve etnisite,diaspora ve nesiller arası anılar, acı veren miras ve terör yaşanmışlığının izlerini konu alan çalışmaların yayını gerçekleşmektedir
İfrat ile tefrit arasında sıkışıp kalmadan, aklın sorgulayıcı tavrını bırakmadan, gözü kör romantikler hâline dönüşmeden ve bilimsellikten kopmadan tarih yazımında farklı yorumlara ihtiyacımız var. Tarihe karşı bakışımızı ikili mantık sınırlamalarından çıkarmadığımız sürece gerçekten Selçukluların kim olduğunu bilemeyiz. Amaç onlar ile ilgili doğruya en yakın değerlendirmeler yapabilmektir. Elbette burada sözü edilen yorumlar, ilham ya da rüya gibi metafizik kaynaklı değildir. Tarihin de kendine âit bilimsel yöntemleri vardır.”
https://www.tunkitap.com/urun/meraklisina-selcuklu-kilic-gibi-bir-boy/
https://webinar.alanyahep.edu.tr/b/erd-cld-oo2-xk8
https://www.youtube.com/results?search_query=fsmv%C3%BC+ism
FSMVU ISM ile Ses Sanat ve Edebiyat Kulübü'nün müşterek düzenlediği “Dede Korkut Okumaları” programının üçüncüsü 21 NİSAN 2021 ÇARŞAMBA günü saat 22.00'de gerçekleşecektir.
Siyah-beyaz mantığından çıkarak çok yönlü bakarak çok katmanlı Dede Korkut dünyasına seyahatin üçüncü durağında bendeniz ve Dursun Ali Tökel hocamız söz alacak.
Dede Korkut öykülerini hamasiyet kıskacında incelersek çocuk masalı ötesinde bize söyleyecek sözü olmaz.
İnsanın bio-psiko ve sosyal canlı olduğu gerçeğini bilen bir anlatı dünyasının derinlikli okuması yapılmalıdır. "Bu zorlu yaşamda yalnız değilsin ama öyle değil böyle olursan yaşamın anlam kazanır" şeklinde farklı karakter yapısını koruyarak insanlara yol gösteren bir kişisel gelişim kitabıdır.
Genel olan ile istisnaları birlikte harmanlamış anlatılardan Deli Dumrul benim için en çok kadın-erkek ilişkisi ile ebeveyn çocuk ilişkisi açısından çekici geliyor.
Ve tabi ki bir de deliliğe övgüsü var... Ama nasıl bir delilik?
Zoom üzerinden katılım başvurusu için mail adresi: ism@fsm.edu.tr
FSMVÜ ISM Youtube Canlı Yayını kanalı üzerinden de takip edilebilirsiniz.
https://www.youtube.com/watch?v=SZgHWbh1hPU
Bu haftaki canlı yayın konuğumuz, Adnan Menderes Üniversitesi Turizm Fakültesi Öğr. Üyesi Doç. Dr. Başak Burcu Eke. Başak Burcu Hocamızla değişen tarih yazımını, sanat tarihi ve Selçuklu tarihi araştırmaları kapsamında ele alacağız.
21. yüzyılın başlarından itibaren tarih yazımı, artık kesin çizgileri olan net bilgileri değil, daha ziyade hangi öyküyü hangi seyirciye sunmak arasında bir bağın geliştirildiği alan olarak sorgulanmaya başlandı. Günümüzde ‘tarih’ olarak nitelendirdiğimiz şey, süreç içerisinde yeni araştırma, bakış ve sunum biçimleri ile tematik açıdan oldukça genişledi. Giderek disiplinlerarası yaklaşımlar ve araştırmalar alışılmış tek yönlü tarih yazımının yerini aldı.
Üstelik tarih artık sadece akademik tarihçilerin himayesinde değil. Tarih artık gördüğümüz her alanda temsil ediliyor: anıt tasarımcılar, sergiler, gazeteciler, film yapımcıları ve hatta grafik tasarımcılar ve oyun geliştiriciler.
Peki bu gelişmeler ışığında, tarihi değer taşıyan nesneler tarih yazımında ne kadar önemli? Nesneler ile tarih arasında nasıl bir bağ kurulabilir? Nesneler üzerinden tarihi bir algı nasıl inşa edilir? Nesneler kaynak olarak nasıl kullanılmalı? Yazılı kaynaklara kesin doğru veriler olarak bakabilir miyiz? Tarihi metinlerle arkeolojik veriler arasında ortaya çıkan çelişkili verileri bir araştırmacı nasıl yorumlamalı?
Sohbetimizde bu ve benzeri sorulara değineceğiz.
Doç. Dr. Başak Burcu Eke Hocamızla keyifli söyleşimize herkesi bekliyoruz.
🗓 23 Ağustos 2020, Pazar
⏰ 19:00 (Almanya saati)
⏰ 20: 00 (Türkiye saati)
Söz uçar yazı kalır. Peki uçup gitmemiş, bizlere tarihten miras kalmış yazılı belgeler geçmişi nasıl aktarır? Tarih araştırmaları bağlamında, günümüzde yazının itibarı sarsılmış durumda. Uzun yıllar birinci ya da ikinci el tarihi kaynaklar en güvenilir tek kaynak olarak kabul edildi. Oysa günümüzde kalemi tutanların “insan” olduğu gerçeğinden hareket edilmektedir. Bir kişi, değerli bir metin kaleme aldığı için muteber olabilir ama ne kendisi, ne yazdığı eser ilahi bir statüde değildir. Bir insanın objektif olabilme sınırlarını ait olduğu kültürü, mensup olduğu dini ve psikolojik geçmişi belirler. Bu eskiden de böyle idi. Günümüzde de böyle. Gelecekte de böyle olacak. Arşiv kayıtları, kronikler, seyahatnameler ve dönem tarihçeleri yazan birinden insan olma doğası dışına çıkmasını beklemek doğru değildir. Kalem sahibinin de hayelleri, beklentileri, hırsları, endişeleri, korkuları, düşmanları ve dostları vardı. Bugün kabul gören anlayış, psikolojik ve sosyolojik sebeplerle dönem tarihine not düşenlerin, yazdıklarında kendilerine göre kurguladıkları yerler olduğudur. Elbette yazılı tarihi kaynakları tümden yok saymak doğru değildir. Ancak sanat ve mimari eserler, ait oldukları dönemler ile ilgili daha objektif veriler sunmaktadır.
Çağdaş tarihçilikte görsel kaynakların yok sayılarak sadece yazılı kaynakların kullandığı anlayış artık kabul görmüyor. Bu noktada çağdaş tarihçiden beklenen, yazılı kaynaklar ile görsel kaynakların bir arada kullanmasıdır. Peki görsel kaynaklar ile yazılı kaynaklar birbirlerini tamamlayan bilgiler sunmadıklarında yani çeliştiklerinde ne olacak? Gittikçe hakim olan görüş, tercihin görsel kaynaklardan yana olmasıdır. Bu konferansta, Selçuklu kadınları örneğinden hareketle seramik-çini eserlerdeki tasviler, rölyef ve alçı heykeller ve kitap resim sanatı gibi görsellerin kültür tarihi yazımında kaynak olarak kullanımı üzerinde durulacaktır. Görsel kaynaklar ile yazılı kaynakların eşleşen anlatımlarından örnekler verildikten sonra Ortaçağ tarihçilerinin kimi zaman ne kadar subjektif olabildikleri değerlendirmeye alınacaktır. Örneğin, Selçuklu ile çağdaş Kutadgu Bilig gibi Türk kültür tarihinin önemli ve değerli kaynağında “kadının konumu” ile ilgili oldukça kişisel değerlendirmeler bulunabilmektedir. Konferansta kaynaklarda yazılan bu tür subjektif nitelendirmelerin genel kabul sayılıp sayılamayacağı da görsel belgeler eşliğinde tartışmaya açılmıştır.
Dil ve Sistem Vakfı’nda Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı olarak çalışmaya devam etmekte olan Eke, Selçuklu kadını ile güncel kadın imgesi arasındaki paralelliklerin ve farklılıkların izini sürmekte ve yeni okumalar sunmaktadır.
Sultan Alpaslan’ın fziksel özellikleri her dönem merak edilmiştir. Tarihe ismini yazdırmış kişileri özellikle de büyük zafer kazanan birini merak etmek insanlığın genel tavrıdır. Bu sorunun cevabını bulabilmek için hangi kaynakları kullanmamı gerekir? Günümüz tarih araştırma yönteminde sadece yazılı kaynakların kullanılmasının doğru sonuçlara götürmediği kabul edilmektedir. Sultan Alpaslan’ın düğüm atacak kadar uzun sakalı olduğu kabulünün çıkış noktası tarihçi Ravendi’nin anlatımıdır. Bu anlatıdan hareketle Sultan Alpaslan’ın Orta Asya fenotipinden daha çok Orta Doğu fenotipine yakın olduğunda ısrarcı olunmaktadır. Bir kültürü anlayabilmek için anadilinden deyimlerine, masallarından mitlerine, sanat eserlerinden mimarisine kadar çok çeşitli kaynaklardan yararlanmak gerekir. Bu açıdan bakıldığında Selçuklular gerçekten zengin ve çeşitli görsel kaynak bırakmışlardır. Dünya müze koleksiyonlarında Selçuklu erkek ve kadın tasvirlerinin yer aldığı binlerce seramik, çini ve madeni eser ile çok sayıda alçı ve taş heykel bulunmaktadır. Selçuklular kendi yaşadıkları dönemde kendilerini yuvarlak suratlı, hafif çekik gözlü ve uzun saçlı olarak göstermişlerdir. Erkeklerin çoğunluğu sakalsız olarak yapılmıştır. Az sayıdaki sakallı erkek tasvirinde de sakallar çok gür şekilde gösterilmemiştir. Ravendi’nin anlatımını destekleyen tek eser bir satranç
taşıdır. Bu çalışmada sadece yazılı dönem kaynaklarının kullanarak yapılan kültür tarihi araştırmalarından sonuç elde edilemeyeceği merkezinde, Sultan Alpaslan’ın Ravendi’nin söz ettiği gibi bir fziksel özelliğe sahip olmasının mümkün olmadığı, hem farklı yazılı dönem kaynakları hem de Selçuklulara ait sanat eserleri esas alınarak ortaya konacaktır. Sanat eserinin araştırma kaynağı olarak kullanılması için onun kendi bağlamında incelenmesi esastır. Kimin, ne zaman ve hangi amaçla o eseri yaptırdığı önemlidir. Bu esaslardan hareketle, Ravendi’nin anlatımını desteklemek için kullanılan bir satranç taşı, onunla aynı dönemde yapılmış olan Selçuklu alçı duvar panosunda sunulan sultan imgesi ile karşılaştırmalı olarak değerlendirilecektir.
Bu çalışmadaki değerlendirmelerin Horasan, İran, Kafkaslar, Arap Yarımadası ve Anadolu olarak çeşitlendirilmiş tüm Selçuklu coğrafyalardaki yaşayanları içermediğini söylemek gerekir. Yaklaşık 8 milyon kilometrekarelik Selçuklu hakimiyet alanı içerisinde birçok farklı etnik, kültürel ve dini cemaatin bir arada yaşadığı unutulmamalıdır. Türklerin aşırı genelleme için kullanılabilecek tek bir fenotipi olmadığını da belirtmek gerekir. Bu araştırmada idari ve asker sınıfında kurucu ve hakim
güç olan Oğuzların, özellikle Büyük Selçukluların ortak bir fiziki özelliği olduğu gerçeğinde kalınmıştır.
Abstract
Sultan Alpaslan’s physical characteristics have always been wondered. It is the general attitude of humanity to be curious about people who have written their names in history, especially someone who has won a great victory. What resources should we use to find the answer to this question? in today’s history research It is accepted that using only written sources method does not lead to correct results. The starting point of the assumption that Sultan Alpaslan had a beard long enough to tie knots is the narration of the historian Ravendi. Based on this narrative, it is insisted that Sultan Alpaslan is closer to the Middle East phenotype than to the Central Asian phenotype. In order to understand a culture, it is necessary to benefit from a wide variety of sources, from mother tongue to idioms, tales to myths, works of art to architecture. From this point of view, the Seljuks left a rich and varied visual source. In the world museums collections, there are thousands of ceramics,tiles and metal works which had Seljuk men and women depictions on and many plaster and stone sculptures. Seljuks showed themselves as round-faced, slightly slanted eyed and long haired in their own time. The majority of men were depicted without beards. In the few bearded male depictions, the beards were not shown very thick. The only artifact that supports Ravendi’s narrative is a chess piece.
In this study, it will be revealed that it is not possible for Sultan Alpaslan to have a physical feature as Ravendi mentioned, based on both different written period resources and art works belonging to the Seljuks. In order to use art as a research resource, it is essential to examine the work of art in its context. It is important to ask questions such as who made it, when and for what purpose it was produced. Therefore, this chess piece used to support Ravendi’s narrative will be compared with
the sultan image presented on the Seljuk stucco wall panel, which was made in the same period. It should also be noted that the assessments in this study do not include the inhabitants of all Seljuk geographies diversified as Khorasan, Iran, Caucasus, Arabian Peninsula and Anatolia. It should not be forgotten that many different ethnic, cultural and religious communities live together within the Seljuk domination area of approximately 8 million square kilometers. It should also be noted that Turks do not have a single phenotype that can be used for overgeneralization. In this research, it was stayed within the framework of a common physical feature of the Oghuzs, especially the Great Seljuks, who were the founding and dominant power in the administrative and military class.
of women in the political and military fields was either ignored like Safariya Khatun, the wife of Sultan Alparslan, or was evaluated with negative comments as “too ambitious” like Terken Khatun, the wife of Sultan Malik Shah. So what was the real circumstances during the Seljuk period? If the answer to this question is sought only in the written sources of the Medieval period historians, we would limit our knowledge by the
comments of the historians of that period. However, in order to understand a culture, it is necessary to benefit from a wide variety
of sources, from mother tongue to idioms, tales to myths, works of art to architecture. Let's not forget that the Seljuks were not well understood also in their own time as a civilization with its own characteristics. For
example, Ibn Battuta could not make sense of the communication between men and women in Turks, and in his travel notes he was astonished and express his feelings as: "Sometimes you come across women with their men and you say,"This man must be the servant of this woman!"In this study, without denying the importance of written sources, the women who had an army in the Seljuks will be discussed with a critical
view, accompanied by the information obtained from the works of art. In this broad research topic, firstly, the phenomenon of power, which changes according to the conditions in the Seljuks, will be mentioned in the center of the “alp” concept.
Evaluations will be made about Seljuk women who ruled armies such as Altuncan Khatun, Terken Khatun, Gevher Khatun and Sultan Alparslan's wife Safariya Khatun, who took much more active role in the Battle of Manzikert than is thought.
of women in the political and military fields was either ignored like Seferiye Hatun, the wife of Sultan Alparslan, or was evaluated with negative comments as “too ambitious” like Terken Khatun, the wife of Sultan Malik Shah. So what was the real circumstances during the Seljuk period? If the answer to this question is sought only in the written sources of the Medieval period historians, we would limit our knowledge by the
comments of the historians of that period. However, in order to understand a culture, it is necessary to benefit from a wide variety
of sources, from mother tongue to idioms, tales to myths, works of art to architecture. Let's not forget that the Seljuks were not well understood also in their own time as a civilization with its own characteristics. For
For example, Ibn Battuta could not make sense of the communication between men and women in Turks, and in his travel notes he was astonished and express his feelings as: "Sometimes you come across women with their men and you say,"This man must be the servant of this woman!"In this study, without denying the importance of written
sources, the women who had an army in the Seljuks will be discussed with a critical view, accompanied by the information obtained from the works of art. In this broad research topic, firstly, the phenomenon
of power, which changes according to the conditions in the Seljuks, will be mentioned in the center of the “alp” concept. Evaluations will be made about Seljuk women who ruled armies such as Altuncan Khatun, Terken Khatun, Gevher Khatun and Sultan Alparslan's wife Safariya Khatun, who
took much more active role in the Battle of Manzikert than it is thought.
The Seljuqs and Their Successors: Art, Culture And History, (eds) Sheila R.Canby, Deniz Beyazit and Martina Rugiadi, Edinburgh Studies in Islamic Art (Edinburgh University Press: Edinburgh, 2020), xvi + 309 pp., ISBN: 978-1474450348.
Minyatür terimine sıkı sıkıya sarılma ihtiyacı İslamiyet’in tasvire karşı olduğu kanaatinden kaynaklanmaktadır. İslam dünyasında tasvir konusu, başlı başına sorunlarla dolu bir araştırma alanıdır. Aşırı genellemeler sorunu daha da büyütmektedir. Tasvire karşı yaklaşımın Arabistan yarımadasında 8. yüzyıl ile 12. yüzyılda birbirinden farklı olabileceğini, Anadolu coğrafyasında 13. yüzyıl ile 16. yüzyıl tasvir beğenisinin aynı olmadığını ya da Timurlu, Safevi, Memlüklü, Akkoyunlu ve Babürlü medeniyetlerinde tasvir algısının değiştiğini kabul etmek gerekir. Nitekim tarihten günümüze kalan sayısız örnek tasvire karşı değişen ve çeşitlenen algıları gözler önüne serer.
https://www.lacivertdergi.com/dosya/2021/11/25/sen-hic-albiz-gordun-mu-turk-mitolojisi-ve-destanlarindaki-kotucul-ruh
Tavşan ile Alice diyaloğunu hatırlayalım. Ne demişti Mart Tavşanı cesaretlendirici ses tonuyla: “Biraz şarap alın”. Alice masanın her bir yanına bakmış ve masada çaydan başka hiçbir şey olmadığını gördükten sonra “Ortada şarap göremiyorum” demişti. Mart Tavşanı’nın o efsanevi cevabı şu olmuştu: “Yok zaten.”
DEVAMI İÇİN: https://www.fikircografyasi.com/makale/bes-adimda-yeni-baslayanlar-icin-selcuklu-demeden-selcuklu-tarih-yazimi
Sonrasında Ayasofya’nın tarihini doğru değerlendirmemiz gerekir. Bizans terimi üzerinden gidersek yanılgılar ve yanlışlar içinde kayboluruz. Ortaçağda kimse ne Bizans diye bir yer ne de Bizanslı diye birilerini bilirdi. Doğu’daki Roma topraklarında yaşayan ve kendilerine Romalı diyenler vardı. Doğu Roma yerine Bizans terimi ilk kez Alman tarihçi Hieronymus Wolf tarafından 1557 yılında kullanılmıştır. Konstantinopolis kurulmadan önce var olan Byzantium/Byzantion adlı yerleşimden hareketle türetilmiş bu terim 19. yüzyılda Avrupalı tarihçilerin bilinçli art niyetle kullanımı ile yaygınlaşmıştır. "
https://fikircografyasi.com/makale/ayasofya-ibadete-acilirken-gereken-duyarlik?fbclid=IwAR2FvOTk0S6qpetI-lEpmMLQe3OjdaF8S9A3rFoygUtQtiZZ4n-qDhkS-Hg
23 Nisan 2020 tarihinde TK 1920 sefer sayılı uçak gökyüzünde ay yıldız çizerek uçuşunu tamamladı. Günümüzde bizlerin ortak bir çatı altında buluştuğu sembolden biri bayrağımızdaki ay yıldız. Farklı siyasi görüşten ve inançtan olan herkes için değer verilen bir sembol.
Bir kültürü anlamak kullandıkları semboller ve o sembollere atfettikleri anlamlar üzerinden olur. Aynı sembol farklı kültürlerde farklı anlamlar atfedilerek kullanılabilir. Burada iki çarpıcı örnek üzerinden devam edelim. Haç simgesi gördüğümüzde bunu hemen Hıristiyanlık ile ilişkilendiriyoruz. Eğer bu simgeyi bir kilisede görmüşsek tespitimiz doğrudur. Oysa Selçuklu yapılarında da haç formunda bezemeler yapılmıştır. Burada haç, Türk kültürüne göre dört yön ve o dört yöne hakim olan kutlu devlet simgesi içeriğindeki kullanılmıştır. Benzer bir durum Davud Yıldızı, bizdeki karşılığı Mühr-ü Süleyman olarak adlandırılan sembol için de geçerlidir.
Gündem kaçınılmaz olarak Covid-19. İnsan acayip bir canlı. Psikolojisi, fizyolojisini de ruhunu da etkiliyor. İnsanlığın çok azı ruhunu, aklını ve bedenini birlikte kontrol edip bir irade dahilinde seçtiği rotada yol almayı başarmış. O yüzden çabalamaya devam.
Bu çabalama sürecinde sosyal medya çoğumuzun kaçış alanı oldu. Paylaşımların bir kısmı Batı ve Doğu şeklindeki kıyaslamalar noktasında yapılmakta. Kültür çalışan bendeniz için itiraf edeyim bu kıyaslamalar elma ile patatesin tadını ve faydasını kıyaslamak gibi. Her kültür kendine has özelliklere, olumlu ve olumsuz kabullere, davranış ve düşüncelere sahiptir. Coğrafyadan tutun, etkileşimde olunan kültürlere kadar o kadar çok faktör var ki. İnternet ile günümüz dünyasında da kültürel etkileşim sınırları da ayrı bir tartışma konusu. Ama siyasi ve askeri tarih açısından bakınca olayların farklı gerçekliği olduğunu da kabul etmek gerekir.
Albrecht Altdorfer’in “Büyük İskender İssos Savaşı” tablosu, siyasi Batı-Doğu çekişmesinin en çarpıcı ifadelerini içeren sanat eseri olarak karşımıza çıkmaktadır. Albrecht Altdorfer Alman bir ressam ve Alman Rönesansı’nın kendine has karakterini yansıtan Danube Okulu’ndan geliyor. Bu ekolden gelen ressamlar, Avusturya ile Bavyera arasındaki Danube vadisini resimlerini konu edinmişlerdir. Ormanları ve tepeleri ile 16. yüzyılda manzara ressamlığının eşsiz temsilcilerinden olmuşlardır. Albrecht Altdorfer 1528 yılında Bavyera Dükü IV.William’ın siparişi üzerine “Büyük İskender İssos Savaşı” tablosuna başlamış ve eserini 1529 yılında tamamlamıştır.
Terken Hatun ile ilgili olumsuz değerlendirmeleri yapanlar, Süryanî Patrik Mikhael, İbn-i Esir, el-Hüseyni, Ravendi gibi Selçuklu kültüründen gelmeyen, Selçuklu kültür kodlarından haberdar olmayan Ortaçağ tarihçileridir. Ve birçok çağdaş tarihçi bu kaynakların eleştirisini yapmadan, onların sözlerini bire bir aktarmayı görev bilmişlerdir.
Terken Hatun ile ünlü vezir Nizâmülmülk arasındaki siyasi husumet herkesin hem fikir olduğu bir gerçektir. Ancak aradan 900 yıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen, “Nizâmülmülk gulamı” gibi olaylara yaklaşan bilim insanlarının yorumlarına şaşırmamak elde değil.
Terken Hatun’un oğlu Mahmut’u Selçuklu devleti başında görmek istemesi, ancak Nizâmülmülk’ün Melikşah’ın diğer eşi Zübeyde Hatun’dan olan Berkyaruk’un velihat olmasında israr etmesinin çekişmenin ana sebebi olduğu söylenir. Siyasi rekabet doğasında bunun, sebeplerden biri mi sonuçlardan biri mi olduğunu çözmek zor.
Ancak niyetim heykelden söz etmek değil. Derdim paylaşılan bir fotoğraf.
http://www.fikircografyasi.com/makale/tarihe-dokunmak-tas-baba-uzerinden-zaman-yolculugu
Yazının sonunda söz edeceğim, ancak başında da ifade etmek isterim ki İngiliz sanatçı John Everiss’in bu tasarımı bizleri “İşin neresindeyiz?” sorusuna götürmeli. “Veteran” ile “Gazi” eşleştirmesinin ne kadar uygun olduğu üzerine farklı görüşler ortaya çıkabilir. Ancak tüm değer farklarına rağmen her iki kavramın temel çıkış noktasında “düşmanla savaşmış asker” anlayışı vardır. Nitekim Türk Dil Kurumu sözlüğünde gazi kelimesi için “savaştan sağ olarak dönen” ve “savaş yapmış kimse” açıklaması yer alır. Bu bağlamda gazileri sanat ile onurlandırmak söylemi ile yola çıkan ve bunu toplumsal hafıza esasındaki gerçekleştiren bu başarılı tasarımın, “Gazi Onurlandırmış Asker” anlayışına sahip bizim kültürümüzden çıkmayışı üzücü. Üzülmenin bir adım ötesine geçerek, ilham verici olarak da görebiliriz. Tasarımı anlatmaya geçmeden önce, eserin fikri alt yapısını anlayabilmek adına İngiltere’nin Normandiya Çıkartması’ndaki rolüne bakmak yerinde olacaktır.
http://www.fikircografyasi.com/makale/gazileri-onurlandirmak-ve-toplumsal-hafizayi-canli-tutmak
Önce Urashima Taro’nun Hikâyesi…
Hikâyeye göre genç balıkçı Urashima Taro bir gün sahilde bir grup çocuğun yavru bir deniz kaplumbağasına eziyet ettiğini görür. Kaplumbağayı çocukların elinden kurtarır ve evine götürüp tedavi eder. Ertesi gün onu denize bırakır ve kayığına binip balık avlamaya gider. Ancak denizin derinliklerinden birinin onun ismini söylediğini işitir. Bu yaşlı bir deniz kaplumbağasıdır. Denizin derinliklerinden, denizler imparatorunun elçisi olarak geldiğini söyler. O gün kurtardığı küçük kaplumbağa imparatorun kızıdır. İmparator bu iyiliğine teşekkür için Taro’yu denizin derinliklerindeki sarayına davet edilmektedir. Suda nefes alması için ona sihirli solungaçlar da getirmiştir. Urashima Taro yaşlı deniz kaplumbağasının sırtına binerek denizin derinliklerindeki saraya doğru gider.
Urashima Taro kimi anlatılarda üç gün, kimi anlatılarda üç ay burada çok güzel şekilde ağırlanır. Ama daha sonra yaşlı annesi için endişelenmeye başlar. Evini özler. Ayrılmak ister. Onun gidişine üzülen prenses ona bir hediye verir. Bu hediye gizemli bir kutudur. Prenses Urashima Taro’ya bu gizemli kutuyu başına ne gelirse gelsin açmamasını söyler.
https://www.ayarsiz.net/uzak-diyar-japonyadan-bir-ressam-ve-bir-resim-ressam-kawanabe-kyosai-fircasindan-urashima-taronun-hikayesi/
Çok uzun zaman önce, 8. yüzyılda Abbasiler başkentleri Bağdat ile gurur duyarak yaşamakta imişler. Selefleri Emevilerden çok daha başarılı olmak, fetihleri ile tarihe geçmek istiyorlarmış. Takvimler 833 yılını gösterdiğinde başa halife olarak Mutasım geçmiş. Mutasım’ın babası Harunreşid annesi ise Türk asıllı cariye Meride imiş. Mutasım’ı küçük bir çocukken annesi, kulağına ilginç masallar fısıldayarak uyuturmuş. Atlarından düşmeyen, okları hedeften şaşmayan, kılıçları kıldan keskin askerlerin olduğu masallar… Barış zamanı sakin duran, savaş zamanı aslana dönen askerlerin olduğu masallar… Annesinin diyarından masallar…
https://www.ayarsiz.net/abbasilerin-turk-askerleri-samarra-sehrinde-yasanmis-masal-tadina-bir-gerceklik/
http://fikircografyasi.com/makale/selcuklu-soyle-bana-sen-ne-ara-kabile-oldun?fbclid=IwAR1dCuXSommwixw-qtt7yTS43xJNtJ3-pLb7ga6vsLIqaakgt40AKnz_9vo
Kırşehir şehir merkezinde Nureddin Cibril Bin Caca Bey tarafından Cacabey olarak anılan medresenin kitabesi H.671/ M.1272-1273 tarihlidir. Ortaçağ Selçuklu medreselerindeki eğitimin günümüzde yükseköğrenime denk geldiğini hatırlatmakta fayda var. Zamanında bu medresede uzay bilimleri üzerine araştırma yapılmakta idi. Aslında, Cacabey Medresesi’nin vakfiyesinde medresede tür bir eğitim verildiği açıkça yazmaz. Ancak mimari detaylar burasının uzay bilimleri konusunda eğitim verilen bir yer olduğunu haykırmaktadır.
Devamı için bkz: http://www.fikircografyasi.com/makale/inanmayiniz-efendim-turkler-tarih-yaptiklari-gibi-kendi-tarihlerini-de-yazmislardir
Bkz: http://www.fikircografyasi.com/makale/elbet-bir-gun-bulusacagiz
Genel kabul tüm sanat eserlerini, tüm kültürleri ve tarihin parçası olmuş medeniyetleri sevmenin bir zorunluluk olduğu yönündedir. Bu zorunluluk, insan olma hassasiyeti ve/ve ya entellektüel birikim ile ilişkilendirilir. Bu kabulün sorunlu yanı, “sevgi” duygusunun tabiatını görmezden geliyor olmamız. “Sevgi”, garip bir duygudur. Bir kişiyi, bir yeri ya da bir nesneyi severiz ve çoğu zaman neden sevdiğimizi bile bilmeyiz. “Sevgi” bir zorunluluk değildir. “Sevgi” bir tercihtir. Ve “sevgi” akıldan ayrı tutulup, kontrolsüz bırakıldığında tahrip gücü yüksek bir duygu hâline dönüşebilir.
Devamı İçin: https://www.ayarsiz.net/sevdim-seni-bir-kere-sanatta-sevgi-ve-saygi-ikilemi-uzerine/
İzlemek ve detay için link bilgisi :
https://kadem.org.tr/7-toplumsal-cinsiyet-adaleti-kongresi-salon-a/?fbclid=IwAR32QkJ4vtTGn-2i34syJJq1Dbi4i1GxCi5wKDgcphiZFdX76G3hi0wz0EQ
1960'lı yıllarla başlayan kente göç furyasının bir sonucu olan konut ihtiyacı ve sonrasında ortaya çıkan yığma kent sorunun nedenlerinin tartışıldığı bu mimarlık sohbetinin misafirleri Sanat Tarihçisi Doç. Dr. Başak Burcu Eke ve Mimar Dr. Halil İbrahim Düzenli. Hayatın hızlanmasının mimariye olan etkileri nelerdir? Neden hayat alanlarımızı estetize edemiyoruz? Mimarideki hafıza yitimi nelere mal oluyor? Estetik anlayışımız neden Osmanlı lalesi ve Selçuklu sekizgen yıldızını aşamıyor? Sohbetin moderasyonunu Baha Yılmaz gerçekleştirdi.
Dr. Halil İbrahim Düzenli kimdir: 2000 yılında Karadeniz Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nden mezun oldu. Aynı üniversitede tamamladığı “Mimari Otonomi ve Medeniyet Ben-idraki Kavramları Bağlamında Turgut Cansever Projelerinde Biçim, İşlev, Yapı ve Anlam Analizleri” isimli teziyle (2005) yüksek mimar; "Mimar Mehmed Ağa ve Dünyası: Risâle-i Mi‘mâriyye Üzerinden 16. ve 17. Yüzyıl Osmanlı Zihniyet Kalıplarını ve Mimarlığını Anlamlandırma Denemesi" isimli teziyle (2009) doktor unvanı aldı. Mardin Artuklu Üniversitesi (2009-2015) ve Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi’nde (2015-2018) öğretim üyesi olarak çalıştı. Nisan 2018 tarihinden itibaren İstanbul Şehir Üniversitesi Mimarlık ve Tasarım Fakültesi’nde öğretim üyesidir.
Doç. Dr. Başak Burcu Eke kimdir: 1975 Üsküdar doğumludur. İlk ve orta öğrenimini Ankara Yükseliş Koleji’nde, lise eğitimini ise Özel Arı Lisesi’nde tamamlamıştır. Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’nden 1997 yılında bölüm üçüncüsü derecesi ile mezun olmuştur. 2000 yılında yüksek lisans eğitimini Hacettepe Üniversitesi’nde tamamlamıştır. “Timur Dönemi Mimari Bezeme Olarak Ahşap Kullanımı” isimli yüksek lisans tezi için 1998 yılında Kazakistan ve Özbekistan’a gitmiştir. Erciyes Üniversitesi’nde “Batılılaşma Süreci Osmanlı Tezhip Sanatı” isimli doktora tezini 2008 yılında bitirmiştir. Doktora tezi ile ilgili olarak İrlanda Dublin Chester Beatty Kütüphanesi’nde araştırmalar yapmıştır. 2013 yılında Doçent unvanını almıştır. Ankara’da Bilkent kavşağı üzerinde 6000 kişilik Ahmed Hamdi Akseki Cami ve DITIB Köln Cami’nin iç mimari projesinin danışmanlığını yürütmüştür. 2015 yılında İsveç Stockholm müzelerinde, sergileme ve iç mimari düzenlemesi üzerine araştırmalarda bulunmuştur. Türk kültür ve sanatında kadının konumu ile ilgili çalışmalarına, Reading Seljuk Women’s Role and Identity in Medieval Islam through Art isimli uluslararası bir kitap çerçevesinde devam etmektedir. Toprağın Dili ve Murassa Sanatı isimli kitabı Dil ve Sistem Vakfı tarafından prestij eser olarak yayınlanmıştır. Dil ve Sistem Vakfı’nda Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı olarak çalışmaya devam etmektedir.
Turkology.112021.ID0031
Ahmed Ameen pp. 4-38 Bilingual and trilingual inscriptions of the Ottoman buildings in Greece
Turkology.012021.ID0032
Dr. Başak Burcu Eke pp. 39-48 Review. Kitap Tanıtımı
The Seljuqs and Their Successors: Art, Culture And History, (eds) Sheila R.Canby, Deniz Beyazit and Martina Rugiadi, Edinburgh Studies in Islamic
Art (Edinburgh University Press: Edinburgh, 2020), xvi + 309 pp., ISBN:
978-1474450348.
Kitabeler Arasında . Between Inscriptions
Turkology.012021.ID0033
Kübra Kara (Anadolu Ajansı) pp. 49-51 Midilli Adası’ndaki Osmanlı eserlerine UNESCO koruması talebi (Anadolu
Ajansı 29.09.2020)
Turkology.012021.ID0034 Nikoloas Haztytrifion & Mehmet Tütüncü
pp. 52-54 An Interesting Ottoman Inscription from 1806 for Sale in an Auction House / Bir mezatta satIşa sunuland 1806 tarihli bir Osmanli Kitabesi
Turkology.012021.ID0035
pp. 55-58
Mehmet Tütüncü TRABLUSGARP’TAN TÜRKÇE KİTABELER I / Turkish Inscriptions from
Tripoli in Libya I Mecidiye Camisi ve Topçu Kışlası Kitabeleri
Turkology.012021.ID00363
pp. 59-69
İstanbul 1. Mahmud Çeşmesinin Başına gelenler . / What happened to the Inscription of the fountain of Sultan I. Mahmud
New Book about the Mosque of Feride Hanym in Thessaloniki by Nikos Chatzitryfon
pp. 70-71