[go: up one dir, main page]

Academia.eduAcademia.edu
1. KALKINMA İKTİSADI VE DÜNYADA YOKSULLUK KALKINMA VE AZGELİŞMİŞLİK Birleşmiş Milletler (BM) ve Dünya Bankası (WB) gibi uluslar arası kuruluşların yaptıkları çalışmalara göre, ABD, Japonya, Almanya, İngiltere, İtalya, Fransa ve Kanada’dan oluşan gelişmiş yedi ülke (G-7), dünya GSMH’ının yaklaşık yüzde 62’sini üretmektedir. Bu ülkelerin nüfusları toplamı ise yaklaşık olarak 710 milyon yani dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 10’una karşılık gelmektedir. Bu rakamlara göre, toplam GSMH’ından G-7 ülke ekonomilerinin aldığı pay üçte iki iken, dünyanın geri kalan 5 milyar 500 milyonluk nüfusu dünya GSMH’ın geriye kalan üçte birini paylaşmaktadır (Korkmaz ve Bayramoğlu, 2007:99). GSMH’ın üçte birini bölüşen ülkelerin büyük bir kısmının gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelerden oluştuğu göz önüne alındığında; ekonomik büyüme kalkınma, az gelişmişlik,yoksulluk gibi konuların dünyanın ne kadar geniş bir bölümü için önem arz ettiği açıkça görülmektedir. Bu önem itibariyle geçmişten günümüze süregelen yoksulluğun azaltılarak kalkınmanın sağlanması amacıyla konunun öncelikle terminolojik ve teorik açılardan ele alınması yerinde olacaktır. Zira kavramların çeşitliliği ve geniş bir coğrafyası için konunun terminolojisi üzerinde henüz fikir birliğine ulaşmamış olmasından da anlaşılmaktadır. 1.1.1. BÜYÜME, KALKINMA VE AZGELİŞMİŞLİK KAVRAMLARI Kalkınma İktisadi yaklaşık altmış yıllık bir geçmişe sahip olmakla beraber, bu bilim dalının terminolojisi ile ilgili kavram ve tanımlarda tam bir uzlaşı sağlanabildiği iddia edilemez. Kalkınma tanımlanması oldukça zor bir kavramıdır. Bir bütün olarak kalkınma iktisadinin ortaya çıktığı koşullar ve sonrasında geliştirilen teorilerin kalkınma kavramına yüklemiş olduğu anlamlar dikkate alındığında bu kavram; son derece geniş ve karmaşık tanımlamalara sahiptir. (Taban ve Kar, 2004:29). Bu nedenle Kalkınma Ekonomisi’nden bahsedebilmek için öncelikle iktisadî açıdan kalkınma ile büyüme arasındaki farkın anlaşılması gerekmektedir. Abramovitz (1989:82) gibi kimi iktisatçıların ekonomik büyümeyi, uzun dönemde ekonomik refahta değişmeler şeklinde ele almak suretiyle kalkınmayla özdeş tuttuğu görülmektedir. Benzer şekilde Johansen ve Nilsson (2007:3-5) büyüme ile yoksulluğun azalması arasında sıkı bir korelasyon olduğunu belirterek, bu büyüme kavramını kalkınmayla özdeş olarak değerlendirmektedir. Bu doğrultuda ülkelerin gelişme süreçleri, kalkınma teorileri yerine büyüme teorileriyle açıklanmaya çalışılır. Şöyle ki; beşeri sermayeye yapılan yatırımlar, bireylerin ortalama yaşam süresi beklentileri, eğitim seviyesi vb. artması, bireylerin gelir düzeyleriyle bağlantılı olmakla beraber, söz konusu göstergelerdeki iyileşmelerin sürekli ve istikrarlı olması kaydıyla toplumda refahın artması uzun vadede kalkınması ile ilişkilendirilebilir. Todaro ve Smith ’e göre (2003:15) büyüme, üretim ve milli gelir seviyesini yükseltmek amacıyla ekonominin mevcut üretim kapasitesinin artırılmasıdır. Bu bağlamda ekonomik büyümeyi açıklayan dört temel değişken bulunmaktadır. Bunlar; işgücünün, doğal kaynakların ve reel sermayenin miktarı ve kalitesi ile toplumun teknolojik seviyede gösterdiği başarıdır. Bu değişkenler, bir ekonominin üretim potansiyelinin belirleyicileridir. Ekonomik büyüme, üretken kapasiteyi belirleyen bu faktörlerin geliştirilip yaygınlaştırılması faaliyetlerini konu almaktadır.Bu, bir anlamda ekonominin potansiyeli ile ilgilenmek anlamı da taşımaktadır. Ekonomik büyümedeki bir diğer yaklaşım ise dışsallıktır. Bu yaklaşıma göre, teknoloji kendi kendine oluşan bir faktör değildir. Teknolojik gelişim, bilgi üretmek için araştırmaya emek ve sermaye harcanması ile sağlanabilir. Yani, araştırma ve geliştirme bizzat birer faktör olmaları nedeniyle, marjinal getirinin azalması riski ile karşı karşıyadır. Ancak bu yaklaşımda, işgücü homojenliği varsayımı terk edildiğinden, işgücü ve sermaye üretim faktörlerine bir yenisi olan insan sermayesinin de eklenmesi söz konusudur. Ekonomik büyümede dışsal yaklaşım, büyümeyi ekonomide toplam üretimin artması şeklinde tanımlamaktadır (Burda & Wyplosz, 2005: 265). Ekonomik büyüme zaman tasarrufu sağlar,hayat standardını yükseltir ve böylece yoksulların içinde bulundukları durumdan çıkmalarının da tek yolunu oluşturur. Solow modeli kişi başına GSMH’daki artışın sermaye birikimi, nüfus artışı ve teknolojik gelişim ile sağlanabileceğini önermektedir. Fakat ekonomik büyümeden bahsederken, ekonominin potansiyeli yanında, bu potansiyelin kullanılmasının da göz önüne alınması gerekir. Ekonomik büyüme, toplumun maddi refahını artırması bakımından önemlidir. Doğal olarak sübjektif bir konu olan refah hakkında kabul edilebilir bir ölçü mevcut değildir. Fakat yine de maddi refahın mal ve hizmetlerin miktarı ile çok yakından ilgili olduğu genel olarak kabul görmektedir. Bir toplum için maddi refah seviyesinin yükseltilmesi, faydalı ve iktisadi değeri olan mal ve hizmetlerin üretiminde artışı gerektirir. Maddi refah açısından bakıldığında ekonomideki toplam kapasite ve üretim artışıyla birlikte, bu artıştan kişi başına düşen paydaki artış da önemlidir. Diğer bir deyişle; refah açısından önemli olan kişi başına mal ve hizmet miktarıdır. Zaman içinde kişi başına düşen mal ve hizmet artışı olduğu takdirde refah seviyesinde gelişme olduğu iddia edilebilir. Dolayısıyla, ekonomik büyümede en anlamlı ölçüt kişi başına reel üretim seviyesidir. Ancak mal ve hizmetlerin üretiminde artış olarak tanımlanan ekonomik büyüme bu anlamıyla bir sonuç değildir. Daha önce de ifade edildiği üzere, mal ve hizmet miktarındaki artış olarak tanımlanan ekonomik büyüme sadece daha temel hedeflere ulaşılmasını sağlayan bir araçtır. Zira ekonomik büyümenin nihai hedefi toplumun refah düzeyini yükseltmektir (Taban ve Kar, 2004:29). Dolayısıyla büyüme, nitelikten çok nicelik bakımından ortaya çıkan bir değişiklik, yani, üretimin ve kişi başına gelirin reel olarak arttırılması olup, ekonomide mutlak bir yapısal değişimi gerektirmez. Bu nedenle, iktisat teorileri, azgelişmiş ekonomilerin sorunlarını kalkınma teorileri ile ele alınırken, iktisadi anlamda gelişmiş ekonomilerin sorunlarının çözümsüz büyüme teorileri ile yaklaşırlar model alırken. (Savaş, Han ve Kaya, 2002:2-3). İktisadi gelişme, yapısal bir olgudur. İktisadi büyüme kavramı iki yönüyle iktisadi gelişme kavramından ayrılmaktadır. İktisadi büyüme, bir ekonominin tamamını içerecek şekilde genel bir anlama gelebileceği gibi, dış ticaretteki büyüme, enerji üretimindeki büyüme gibi ekonominin belli bir alanı için kullanılabilir. Ayrıca iktisadi büyüme olayların nicel yönünü belirterek bu nicel gelişmelerin beraberinde getirdiği nitel veya yapısal dönüşümleri dışarıda bırakır. Onun için de iktisadi büyüme daha çok istatistiklerle, rakamlar ve yüzdelerle anlatılır. Aslında belli bir süre sonra, iktisadi büyümenin sadece nicel sonuçlarla sınırlı kalmayacağı ve nicel ilerlemelerin yapısal dönüşümleri de beraberinde getireceği açıktır. Bu bakımdan iktisadi gelişme ve iktisadi büyüme arasında kesin bir ayrım yapmak güçtür (Maillet, 1983: 35). Halbuki kalkınma kavramı, niteliksel değişmelere işaret etmektedir. Bu durumda iktisadi kalkınma hem daha fazla çıktı hem de teknik ve yapısal değişmeleri kapsamaktadır. Büyüme kavramının işaret ettiği basit bir artış sürecini değil, az gelişmiş bir toplumda iktisadi ve sosyo-kültürel yapının da değiştirilip yenileştirilmesi yoluyla yoksulluğun önlenmesini yani yapısal değişme sürecini de kapsamaktadır. (Taban ve Kar, 2004:29). Kişi başına düşen milli gelirin artmasının yanı sıra, genel olarak üretim faktörlerinin etkinlik ve miktarının değişmesi, sanayi kesiminin milli gelir ve ihracat içindeki payının artması gibi yapısal değişiklikler, kalkınmanın temel unsurlarıdır (Savaş, Han ve Kaya, 2002:2). Todaro ve Smith’e göre (2003:15) iktisadi kalkınma, insanların yaşam kalitesindeki gelişme sürecidir. Kalkınmanın eşit seviyede öneme sahip üç boyutu vardır: Bunlardan birincisi gelir,beslenme,eğitim ve sağlık hizmetlerinden yararlanma düzeylerinin, yani insanların yaşam standartlarının yükselmesi; ikincisi insanın kendisine olan saygınlığını ve özgüvenini artıracak sosyal, politik ve ekonomik kurum ve kurallar oluşturmak için olanak yaratılması; üçüncüsü ise mal ve hizmet çeşitliliğini artırarak bireylerin tercih imkanlarını artırmak suretiyle refahlarını arttırmak.Bu tanımdan anlaşılacağı üzere; kalkınma sadece iktisadi göstergelerle değil, BM İnsani Kalkınma Endeksi (Human Development Index- HDI)’nde kapsadığı gibi, okuryazarlık, okullaşma, sağlık hizmetleri ve koşulları gibi sosyal göstergeleride içine almaktadır. Kuznets’e göre (1968:6; 1959:13-15) modern iktisadi büyüme hem kişi başına üretim miktarında hem de nüfusta yüksek oranlı artışlara işaret etmektedir. Nihayetinde, kişi başına milli gelirde sürekli artışlar neticesinde sosyal ve kurumsal koşulların büyük ölçüde değişmesi gerçekleşecek ve bu sayede önemli yapısal değişmeler ortaya çıkacaktır. Aynı şekilde Wallerstein’a göre de kalkınma daha çok nicel, büyüme ise nitel boyutu ön plana çıkan kavramlardır. Rostow’un “Ekonomik Büyümenin Aşamaları” çalışmasında da tanımlanan ekonomik gelişme, yani kalkınma kavramıdır. Günümüzde gelişme kavramı yaygın olarak kalkınma kavramının ifade ettiği şekilde anlamlandırılmaktadır. Zira ülkeler gelişme seviyesine göre sınıflandırılırken “gelişmiş ülkeler” ve “gelişmekte olan ülkeler” veya “az gelişmiş ülkeler” terimleri kullanılmaktadır. ABD ve Rusya’nın merkez ülke oldukları İkinci Dünya Savaşı sonrası iki kutuplu dünyanın sonucu olan “üçüncü dünya ülkeleri” kavramı da aynı şekilde gelişmekte olan veya az gelişmiş ülke kavramıyla aynı anlama karşılık gelecek şekilde kullanılmıştır. Benzer şekilde; tarım veya sınaî mal üretiminin GSMH içindeki ağırlığı dikkate alınarak yapılan bir başka sınıflandırmada ise; “sanayileşmiş ülkeler” kavramı gelişmiş ülkeler için, “tarım ülkesi” kavramı ise gelişmekte olan ülkeler için kullanılmıştır (Savaş, Han ve Kaya, 2002:2). Söz konusu kalkınma veya iktisadi gelişme süreci içinde az gelişmişlikten gelişmişliğe doğru toplumların geçirdiği yapısal dönüşüm, genelde tarımdan sanayiye doğru kayma biçiminde olmaktadır. Chenery (1970a:450-452, 470-471) bu dönüşümü fiziki ve beşeri sermaye birikimi, talep, üretim, ticaret ve istihdam bileşimindeki kayma ile beraber, kentleşmeyi, demografik dönüşümü ve gelir dağılımındaki dönüşümü de içerdiğini vurgular. Kazgan’a göre (2006:263) günümüzde kapitalizmin kendi içsel dinamiğiyle gelişen bir sistem olarak büyümesinden bahsedilmesine rağmen, az gelişmiş ülkelerin kalkınması konu edilmektedir. Büyüme, bir iktisadi sistemin kendi içsel güçlerinin dinamiği ile iktisadi yapıda, nicelik ve nitelik itibariyle birikimli bir değişme ve gelişme yaratabilmesidir. Kalkınma ise, toplumdaki içsel güçlerin kendiliğinden işleyişinin gerçekleştireceğinden farklı bir nitelik de içermektedir. Diğer bir deyişle; piyasa mekanizmasına müdahale, kalkınma kavramına içerilmiştir. Amaç, az gelişmiş ülkelerde kapitalist sistemin ortaya çıkmasını ve devam etmesini kamu müdahalesiyle sağlamak, bunun için de piyasa mekanizmasının işleyişini düzenlemektir. Dolayısıyla az gelişmiş ülkelerin kalkınmasında laisser-faire (bırakınız yapsınlar) anlayışının savunulması mümkün değildir. Salama’ya göre (1986:9-10) az gelişmişlik bir durum değil daha çok bir süreçtir. Küresel düzlemde sermaye birikimi merkez ve çevre olarak tanımlanabilen ya da gelişmiş ve az gelişmiş ülkeler olarak tanımlanan iki kutbu içine alır. Sınai gelişme söz konusu bu iki zıt kutup ülkeler için faklı gelişmektedir. Kalkınma sürecini anlayabilmek için sermaye birikim sürecinin bir bütün olarak ele alınması gerekmektedir. Zira merkez ekonomilerinin (gelişmiş ekonomiler) gelişmesi çevre ekonomilerinin (az gelişmiş ekonomiler) yapısının bozulmasına yol açmaktadır. Kuznets’e göre (1970: 136,137) azgelişmişlik, ülkeler arasındaki gelişme farklarına göre tanımlanabilir. Bu anlamıyla az gelişmiş ülkeler gelişmişlik sıralamasının en altında kalan ülkelerden ibarettir. Ancak gelişmişliği belirlemede kullanılan kriterlerin değişmesi sıralamanın değişmesine ve buna ilaveten sıralamanın ortasında kalan ülkelerin konumlarının da belirsiz hale gelmesine neden olmaktadır. Ayrıca az gelişmiş ülkeler sahip oldukları üretim faktörlerini üretimde kullanmayarak potansiyel olarak daha düşük bir milli gelir seviyesinde yer alan ülkeler olarak da sınıflandırılabilir. Bir diğer az gelişmişlik ölçütü ise; Kuznets’e göre bireylerin yaşam standartlarıyla ilgilidir. Burada bireylerin toplum içerisinde insanca yaşayabilmek adına karşılamak zorunda oldukları çeşitli çalışması ihtiyaçlarının giderilememesi durumu söz konusudur. Baran (1970:75) çalışması, az gelişmişliğin belirleyici başlıca unsurlarının; düşük verim, hızlı nüfus artışı ve bunun beslediği kötü yaşam koşulları, kârın yabancı sermayeye akışı, egemen bir tarım sektörüyle beraber yarı feodal bir yapı ve basit üretim mallarının ihracatına dayalı bir ekonomik yapı olarak tanımlamaktadır. Buna karşın Lewis (1970a; 1970b) ise bu ülkelerin kendi iç yapılarında gelişmiş ya da gelişmemiş, modern ya da geleneksel gibi ayrımların var olduğu dualist (ikili) yapıya dikkat çekmektedir. Bütün bu kavramsal yaklaşımlar, iktisadi gelişmişliğin büyümeden ziyade kalkınma kavramıyla özdeş tutulması gerektiğini göstermektedir. Bu nedenle, sadece GSMH rakamlarına bakarak, ülkelerin gelişmişlik düzeyleri hakkında bir tespitte bulunmak gerçekçi değildir. Bu nedenle ülkelerin gelişmişlik düzeylerini değerlendirmek için Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) ve Dünya Bankası (WB) tarafından gelişmişlik göstergesi olarak pek çok indeks hazırlanmaktadır. Ülkelerin gelir düzeylerine göre hazırlanan indeksler doğrultusunda Düşük, Orta ve “Yüksek Gelirli” ülkeler şeklindeki sınıflandırmalar yapılmaktadır. Bunun yanı sıra, okur-yazarlık, okullaşma oranları, ortalama yaşam süresi gibi pek çok değişkenin yer aldığı, eğitim, sağlık gibi beşeri göstergelerin de göz önüne alındığı İnsani Kalkınmışlık İndeksi (HDI)’ne göre, ülkeler “Düşük”, “Orta” ve “Yüksek İnsani Kalkınmış” ülkeler şeklinde de sınıflandırılmaktadır. Sadece milli gelir gibi iktisadi değerlerin değil, beşeri değerlerinde hesaplamaya dahil edildiği bu indekslere dayanılarak yapılan bölgesel ve ülke boyutundaki sınıflandırmalar ve bunların analizleri Bölüm 1.2.2.de Dünyada Yoksulluk Haritasının Değerlendirmesi’nde detaylı olarak incelenmektedir. 1.1.2. KALKINMA İKTİSADININ GELİŞİMİ Latin kökenli batı dillerinde kalkınma kavramının kullanımı çok eski tarihlere kadar geriye gitmektedir. Ancak bu kavramın yaygın olarak kullanılmaya başlaması 17. ve 18.yüzyıla dayanmaktadır.Geri kalmış toplumları anlatan bir başka deyişle az gelişmişlikle ilgili bir tanımlamanın ilk kullanımına ise Milletler Cemiyeti’nin ana sözleşmesinde rastlanmaktadır. Söz konusu bu sözleşme’de, hem kalkınma hem de kalkınmamışlık kavramları kullanılarak söz konusu halkların refahı ve kalkınmanın uygarlığın bir misyonu olduğuna dair ifadeler yer almıştır. Fakat buradaki kalkınma terimi, uygarlık yada çağdaşlık teriminin eşanlamlısı olarak kullanılmış, dolayısıyla da iktisadi yapıdaki bir gelişme değil sosyo-kültürel bir gelişme olarak ön plana çıkarılmıştır. İktisadi anlamda kalkınma, İkinci Dünya Savaşı döneminde Marksist literatür dışında kullanılmamıştır Bu dönemde daha çok doğal kaynaklardan yararlanılması anlamında kullanılmıştır. Kalkınma kavramının iktisadi bir anlam kazanması ise, İkinci Dünya Savaşı yıllarına rastlamaktadır. Zira bu yıllardan itibaren Milletler Cemiyeti tarafından yapılan yayınlarda iktisadi boyutun daha ön planda olduğu ve ekonomik kalkınmanın diğer sosyal bilimlerden ayrılarak özerklik kazandığı görülmektedir. Nihayet 1947 yılında BM’nin, kalkınma planlarına dair incelemelerinde, hükümetlerin iktisadi kalkınmada nihai amacının tüm nüfusun refah seviyesini yükseltmek olduğu ifade edilmiştir. Bu yıllardan itibaren de iktisadi kalkınma, az gelişmiş ülkelerdeki kişi başına GSMH ile neredeyse eş anlamlı olarak kullanılmaya başlanmıştır (Başkaya, 2000: 19, 21). İkinci Dünya Savaşı sonrasında iktisat biliminin az gelişmiş ülkelere yakın bir yaklaşım sergilemesi, bu ülkelerin de Batının tarihsel süreç içerisinde geçirdiği aşamaların aynılarını geçirerek kalkınabilecekleri varsayımından kaynaklanmaktadır. Zira 16. yüzyıldan itibaren söz konusu batılı ülkeler, bir dizi değişim neticesinde gelişme kaydetmişlerdir. Dolayısıyla, Batı dünyasının tecrübe ettiği bu gelişme sürecinden çıkarımlar yapılmak suretiyle az gelişmiş ülkelerin de ekonomik gelişmesi sağlanabilirdi. Bu şekilde batılı gelişmiş ülkeler ile az gelişmiş ülkelerin karşılaştırılması yapılarak, az gelişmiş ülkelerde gelişmeyi engelleyici faktörlerin tespit edilmesi ve buna göre önerilerin geliştirilmesi söz konusu olabilirdi. Bu gerçeklerle yola çıkan Nurkse, Lewis, Hirschman, Rostow ,P. Rosenstein-Rodan gibi kalkınma iktisatçıları tarafından bu alanda pek çok önemli çalışma gerçekleştirilmiştir. Avusturya Okulu’ndan etkilenen ancak İkinci Dünya Savaşı ile değişen dünya konjonktürü sebebiyle daha sonra Keynes’in etkisinde kalan Rosenstein-Rodan’ın 1943 yılında yayınlanan “Doğu ve Güneydoğu Avrupa’nın Sanayileşme Sorunları” başlıklı makalesi, kalkınma iktisadı alanındaki ilk çalışma olarak kabul edilebilir. Zira 1941 yılında “İngiltere Kraliyet Enstitüsü Avrupa’nın Savaş Sonrası İmarı İktisat Komisyonu”nun başkanlığına getirilmesi, Rosenstein-Rodan’ın az gelişmiş ülke ekonomilerine olan ilgisinin artmasında belirleyici olmuştur.1947 yılında WB’de görev alması, 1952 yılında MIT’de Hindistan ve Şili’ye ilişkin projeler yürütmesi az gelişmişlik ve kalkınma konusunda bir otorite olarak kabul edilmesini sağlamıştır (Şahin, 2000:55-58). İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde uluslararası para sistemin çöküşünün meydana getirdiği sarsıntı kalkınma iktisadına olan ilgiyi de arttırmıştır. Zira İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde eski sömürge ülkelerinin, ulusal kurtuluş savaşları vererek siyasî bağımsızlıklarını elde etmeleriyle ulus devletlerin sayılarında hızlı bir artış olmuştur. İçine girdikleri bu yeni koşullarda geri kalmışlıklarının farkına vararak ulusal kalkınma taleplerinde bulunmaya başlamışlardır. Öte yandan ABD ve SSCB’nin zıt iki kutbunda yer aldığı dünya düzeninin söz konusu olduğu Soğuk Savaş Dönemi’nde de ülkelerin yayılmacı politikalar sürdürmeleri nedeniyle giriştikleri rekabet, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere olan iktisadî ilgiyi de arttırmıştır (Taban ve Kar, 2004:29,30; Başkaya, 2000:28). Sonuç olarak, 1950’li ve 1960’lı yıllar, hem bu bahsi edilen rekabetin hem de dünya ekonomisinde yaşanan canlanmanın etkisiyle kalkınma iktisadının yükseldiği yıllardır. Dünya ekonomilerinin bir bağımlılık içinde olduğunun kabul görmeye başlaması, çeşitli ülkeler tarafından üretilen temel hammadde kaynaklarının kıtlığı ve petrol fiyatlarının artması endişesi ile birleşince, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin ihmal edilmemesi kanaati ortaya çıkmıştır. Yine İkinci Dünya Savaşı sonrasında şekillenen Yeni Dünya Düzeni’nin kurumsal ayaklarını oluşturan Birleşmiş Milletler IMF, WB gibi uluslararası kuruluşlar söz konusu dönemde ve çeşitli bölgesel kuruluşlar kalkınma ekonomisine bir ivme kazandırmıştır (Taban ve Kar, 2004:29,30). 1970’li yılların başında dünya ekonomisinde değişen konjonktür, kalkınma iktisadının ivme kaybetmesine neden olmuştur, 1970’li yılların ortalarından itibaren kalkınma iktisadi teorilerine yönelik yoğun tartışma ve eleştiriler gündeme gelmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki ilk 10-15 yıllık dönemde iktisadi kalkınma ve büyüme kavramları birbirleriyle özdeş olarak tanımlanmıştır. Sözü edilen bu dönemde, ulusal tasarruf ve yabancı yatırımlarla edinilen sermaye birikiminin, devlet önderliğinde sanayi sektörüne yönlendirilmesiyle elde edilen hızlı yapısal değişim sonucunda ekonomik büyümenin başarılacağı görüşüne uygun politikalar geliştirilmiştir (Şenses, 2003: 106). 1970’li yıllarda petrol krizleriyle yaşanan stagflasyon, döviz darboğazı gibi ekonomik sorunlarla 1980’li yılların başlarında da ülkeler dış borç krizi ile karşı karşıya kalmışlardır. Yine bu dönemde kalkınma iktisadı anlamında gerilemenin olduğu bir dönemindedir. (Şenses, 2003:107). Az gelişmiş ülkelerin iktisadi kalkınmasında ithal ikameci sanayileşmeyi öngören iktisat politikalarının yerini, 1980’li yıllarda ihracata dayalı sanayileşme politikası almıştr. Kalkınmadan ziyade finansal piyasaların gelişmesine dayalı bir ekonomik gelişmenin ön planda yer aldığı, uluslar arası kuruluşlar olan IMF ve WB gibi kuruluşların, ülkelerin büyüme politikalarında etkinliğinin devam ettiği yine bu dönemdir. Ancak, bilişim teknolojilerindeki hızlı ilerleme ve küreselleşmenin etkisiyle artan üretim, bu kez dünya kaynaklarının tükenmeye başlaması sorununu ortaya çıkarmıştır. Günümüzde az gelişmiş ülkeler için iktisadi kalkınma kavramı, sürdürülebilirlik kavramıyla birlikte tanımlanmaya başlanarak, kalkınma iktisadının geçmiş yıllardaki ele alınış biçiminden farklı bir boyutta değerlendirilmesine neden olmuştur. 1.1.3. KALKINMA İKTİSADI TEORİLERİ Modern iktisadın temeli olarak kabul edilen Klasik İktisat, Adam Smith’in 1776 yılında yayınlanan “Milletlerin Zenginliği” adlı esri üzerine kurulup, daha sonraki yıllarda da bir çok iktisatçının katkıları ile geliştirilmiştir. Kalkınmanın göz ardı edildiği Klasik İktisat, bir anlamda “Büyüme İktisadı” olarak da bilinmektedir. Klasik İktisatçıların büyümeye ilişkin yaklaşımları şöyle özetlenebilir: Klasik İktisat, kapitalist sistemin kendi içsel dinamiği sonucunda uzun dönemde durgunluğa gireceğini öngörmektedir (Kazgan, 2006:95). Adam Smith (2008:102-104), büyüme süreci içerisinde kâr, ücret ve rant, bir başka deyişle işveren, işçi ve toprak sahibi arasındaki paylaşımı inceler. İktisadi gelişme sürecinde özellikle ücret ve kâr ilişkisi ile ilgilenir. Büyümekte olan bir ekonomide, sahip olunan kaynaklara nispeten düşük bir sermaye birikimi söz konusu olduğundan başlangıçta kâr haddi yükselmektedir. Yeni bir toprağın kullanılmaya başlanması veya yeni bir sanayi kolunda faaliyete başlamak, başka bir ekonomik faaliyette kullanılmakta olan sermayenin bir kısmını daha kazançlı olan bu yeni alanlara yönlendirecektir. Kâr artarken, beraberinde ücret haddi de yükselecektir. Ancak büyüme sınırına yaklaşması; toprağı, iklim koşulları, coğrafi konum gibi faktörler sayesinde ulaşabileceği nihai zenginliğe erişmiş, sermaye birikimi veya topraklarına oranla nüfusu maksimum seviyeye ulaşmış bir ülkede; iş bulabilmek için emek piyasasında yaşanacak rekabet nedeniyle ücretler geçimlik düzeye gerilemektedir. İş hacmine göre sermaye stoku tam olan bir ülkede, rekabet her yerde aynı şiddette olacağından kârlar da azalmaya başlayacaktır. Toprak sahibinin rantı ise yüksektir. Adam Smith’e göre zenginliğin artmakta olduğu gelişme döneminde, ülkede çalışan yoksul kesim için emek talebinin artması nedeniyle ücretler haddi yükselir. Ancak, hayat standardı yüklenirken durgunluk ve gerileme dönemlerinde bu durum tam tersine dönmektedir (Smith, 2008:90-92,163). Klasik büyüme teorisi David Ricardo’nun bölüşüme bağlı büyüme teorisinden ibaret olduğu öne sürülebilir.D. Ricardo azalan getiriye dayanan rant teorisiyle, değerin ücret ve kâr arasındaki bölüşümünü ele alır. Büyümekte olan bir ekonomide piyasa fiyatı, belirsiz bir süre doğal fiyatın üstünde seyredebilir. Dolayısıyla artan sermaye birikimi, yeni talep etme güdüsü yaratarak, başlangıçta doğal düzeyde bulunan ücretlerin yükselmesine neden olmaktadır. Ancak ücrete bağlı olarak artış gösteren nüfus, emek arzını da artıracağı için, ücretler yeniden olağan düzeyine gerilemektedir. Toplum gelişme kaydederken sanayide sabit getiriden dolayı fiyatlar yükselmeyecektir. Mamul mal fiyatlarının düşmesi nedeniyle, emekçi kesim olağan düzeyde seyretmesine rağmen sahip olduğu gelirle ihtiyaçlarını karşılayabilmektedir (Ricardo, 2008:45-49; 68-71). Dolayısıyla ücretlerin, piyasanın adil ve serbest rekabetine bırakılması gerektiği, devletin piyasaya müdahale etmemesi gerektiği ileri sürülerek, yoksullara yardımı öngören yasaların, servet ve gücü sefalet ve zayıflığa dönüştüreceğini, yoksulluğun tüm dünyada ve her toplumsal sınıfta yaygınlaşmasına neden olacağını ileri sürmektedir. Bu yasalar yoksulu zengin yapmaktan ziyade, zengini yoksullaştırmaktadır. Bu nedenle de bu tür yasaların kaldırılmaları gerekmektedir. Ricardo’ya göre gelişme döneminde bu yasaların sakıncaları fazla hissedilmemekte fakat ekonominin yavaşlayarak durgunluğa girmesiyle beraber bu yasaların yıkıcı etkileri ortaya çıkmaktadır. (Ricardo, 2008:78-81). Ricardo makineleşme sayesinde, başlangıçta elde edilen yüksek kârların, makine kullanımı yaygınlaştıkça, rekabet nedeniyle malların fiyatının düşerek üretim maliyeti seviyelerine gerileyeceğini ileri sürmektedir. Böylece sermayedarın kârı da eski seviyesine gerileyecektir. Dolayısıyla kâr haddinin düşmesiyle birlikte, sermaye birikimi ve nihayetinde büyümenin durmasıyla, ekonomi uzun dönemde durgunluğa girecektir (Ricardo,2008:347,348). Anlaşıldığı üzere, Adam Smith ve David Ricardo’nun öne sürdüğü uzun dönemli yoksulluk, az gelişmiş ülkelerin günümüzde bulunduğu yoksulluğu açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Bu teorilerde ücret geçimlik düzeyde olsa dahi, açık veya gizli işsizlik bulunmamaktadır. Zaten bahsi edilen bu teoriler, kalkınma teorisi değil büyüme teorisi olarak algılanmalıdır. Toplumlar gelişme aşamasından sonra durgunluk ve daha sonrasında da gerileme aşamalarını yaşarlar. Ülkelerin ekonomik gelişmesi ise sermaye birikimi ve üretim miktarındaki artışla beraber yaratılan gelirden alınan pay olarak tanımlanmaktadır. Klasik Büyüme Teorisi savunucuları, gelişmenin evrensel bir olgu olmadığını fark etmelerine rağmen, piyasa mekanizmasının devlet müdahalesi olmaksızın büyümenin gerçekleştirilebileceğini evrensel bir genelleme yaparak açılamaktadırlar. (Kazgan, 2006:97). İlke olarak piyasa ekonomisini benimseyen ancak ekonomik literatüre korumacılığı ve ilk kez milliyetçilik kavramını dahil eden Friedrich List, Adam Smith’in tarihin her dönemi ve her coğrafyası için evrenselleştirdiği teorilerine karşılık, her ülkenin birbirinden farklı bireysel, sosyal, siyasal üretici güçleri ve yapıları olduğu tezini ileri sürmektedir. Dolayısıyla kalkınmanın sağlanmasında salt ekonomik değil, ülkelerin kendilerine özgü beşeri sermaye, hukuk düzeni, inanç yapısına gibi faktörlerinde önemine yer vermektedir. Bu nedenle List’e göre bir ülke için önemli olan, zenginli ve refahın kendisi değil, bunları yaratan güçlerdir. (List, 1966:133-134; 197-120). F. List, ülkelerin gelişme süreçlerinin birbirinden farklı gelişeceğini ifade ederken, ekonomik gelişmeyi ilkel yabanilik (avcılık toplayıcılık), hayvancılık, tarım, tarım-sanayi, tarım-sanayi-ticaret şeklinde 5 aşamada açıklamaktadır. Bu süreçlerin dördüncüsü yerli sanayinin gümrük duvarlarıyla korunması gerektiğine işaret etmektedir. Kalkınmayla özdeş kabul ettiği sanayileşme gerçekleştirilinceye kadar, yerel sanayide rekabet gücüne ulaşıncaya kadar sınırlı ve geçici korumacılığın gerekli olduğundan bahsetmektedir. F.List bu tezini “Bebek Sanayiler” olarak tanımlamaktadır. (List,1966:177-178). Adam Smith ve David Ricardo’nun savunucuları olduğu Klasik Büyüme Teorisi ve Friedrich List’in Klasik İktisada yakın bir anlayışa sahip ancak büyüme teorisinde ülkeler arasındaki farklılıkları öne çıkaran yaklaşımları,21.yüzyılda az gelişmiş ülkelerin kalkınamama nedenlerini açıklamakta ve kalkınma stratejileri önermekte yetersiz kalmışlardır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında bilim adamlarının ve siyasetçilerin ilgisini çekmeye başlayan ve İktisadın bir alt dalı haline gelen Kalkınma İktisadı alanında çalışan Nurkse, Leibenstein, Rostow, Lewis, Prebisch, Schultz gibi iktisatçılar kalkınmanın sağlanamamasının nedenlerini az gelişmiş ülkelerin kendi iç dinamiklerinde aramaktadır. Öte yandan; Baran, A.G. Frank, Wallerstein, Celse, Furtado gibi iktisatçılar ise az gelişmişliği merkez-çevre ilişkisi bağlamında ele alarak, geri kalmışlığın sebeplerini az gelişmiş ülkelerin dışındaki gelişmiş ( kapitalist) ekonomilere bağlamaktadırlar. 1.1.3.1. YOKSULLUK KISIR DÖNGÜSÜ Açıklayıcı değişkenlerin aynı zamanda açıklanan değişkenler olduğu, belli sayıdaki bu değişkenler arasındaki döngüsel neden-sonuç ilişkileri sistemine kısır döngü denir. Böyle bir sistemde, başlanılan noktaya geri dönülmekte ve bu nedenle de gelişme olanaksız hale gelmektedir (Savaş, Han ve Kaya, 2002, s. 51). Az gelişmişlikle ilgili olarak en bilinen kısır döngü modeli, “Yoksulluk Kısır Döngüsü”dür. R. Nurkse ve H. Leibenstein tarafından ortaya koyulan “Yoksulluk Kısır Döngüsü”; az gelişmiş ülkelerde düşük tasarrufların ve yatırımların yeterli sermaye birikimi sağlayamaması nedeniyle, ekonomik büyüme ve kalkınmanın hızlı bir şekilde gerçekleştirilememesi ve nihayetinde kişi başına düşen milli gelir düzeyinin de artırılamaması olarak tanımlanabilir. Kişi başına milli gelir düzeyinin artmaması ise yoksulluğun nedenidir. Bir başka deyişle az gelişmiş ülkelerin yoksulluk kısır döngüsü, bu ülkelerin içsel dinamiklerinin bir fonksiyonu olarak karşımıza çıkmaktadır. Piyasa mekanizmasının müdahalesiz işleyişi nedeniyle bu yoksulluk çemberinin kırılması olanaksızdır. Bu ülkelerin girişimcilik kapasitesinin, büyümeyi teşvik edecek fırsatların yetersizliği büyümeyi harekete geçirmeye yeterli değildir. Bu ülkelerin içsel güçleri ile gelişebileceği veya bireylerin gelirlerinde yaratılmaya çalışılan küçük artışların, yoksulluğun kısır döngüsünü durduramayacağı savunulmaktadır. Bu noktada devletin, yerli ya da yabancı çeşitli mikro finans kuruluşlarının sağlayacağı mikro kredilerin yoksulluk kısır döngüsünü kırmada önemli bir rol üstlenebileceği beklenebilir (Nurkse, 1961:4-11; Kazgan, 2006:265). “Az gelişmiş ülkeler, yoksul oldukları için yoksuldurlar” tanımlamasıyla ifade bulan bu teori, yoksulluğun ortadan kaldırılmamasının nedeni olarak yoksulluğun kendisi olarak açıklamaktadır.Sermaye birikiminin oluşumunda hem arz hem de talep yönünde kısır döngü söz konusudur. Öyleyse söz konusu kısır döngüyü sermaye arzı ve sermaye talebinin yetersizliği ile yani; tasarruf ve yatırımdaki yetersizlikle açıklamak mümkündür. Zira sermaye arzı tasarruf kapasitesinin, sermaye talebi ise yatırım dürtüsünün bir fonksiyonudur (Nurkse,1970a:263). Sermaye arzının yetersizliği ilgili kısır döngüde; kişi başına düşen reel milli gelirin düşük seviyede olması, bireylerin tasarruf kapasitesini de yetersiz kılmaktadır. Yetersiz tasarrufların seviyesi, bir başka deyişle;yetersiz sermaye arzı, düşük yatırıma ve nihayetinde yine düşük kişi başına reel milli gelire yol açmaktadır. Sermaye talebinin yetersiz olmasıyla ilgili kısır döngü modelinde de, kişi başına milli gelir seviyesinin düşük olması, bireylerin talebinin düşük düzeyde kalmasına yol açmaktadır. Bireylerin düşük satın alma gücü tarafından belirlenen piyasa da genişliğindeki daralma sermaye talebini düşürecektir. Neticede düşük verim ve düşük üretim düzeyi, düşük kişi başına reel milli gelire yol açmaktadır (Nurkse, 1961:11; Kazgan, 2006:264, 265). Benzer şekilde H. Leibenstein (1965:15-36) az gelişmiş ülkelerin yoksulluk kısır döngüsü, yine söz konusu ülkelerin içsel dinamiğinin bir fonksiyonu olarak açıklamaktadır. Bu durum tam olarak olmasa da istikrarlı bir yoksulluk kısır döngüsü yaratmaktadır. Zira kişi başına düşen milli gelirin geçimlik düzeyde olması varsayımıyla; kişi başına milli gelirde küçük artışlar, kişi başına düşen milli gelirdeki önceki geçimlik düzeyine döndürecek etkenleri harekete geçirmektedir.Örneğin; kırsal bölgelerde yapılan küçük miktarlı yatırım kişi başına düşen milli geliri az bir oranda da olsa artırdığı halde nüfus artış hızı bu orandan daha yüksek olacağından, nüfus artışı ve azalan verimler kanunu gereği ortaya çıkmasıyla kişi başına düşen milli gelir de önceki seviyesine geri dönecektir. Bu teoriye; kişi başına düşen milli gelir ne kadar düşük ise, bu etki de o derece güçlü olmaktadır. Yoksulluk kısır döngüsü yaklaşımına yöneltilen çeşitli eleştiriler bulunmaktadır. Örneğin; A. Lewis kullanılan açıklayıcı değişkenlerin sayısı ve sırasıyla ilgili eleştiri getirmiştir. A. Lewis’e göre, sermaye arzı kısır döngüsünde, tasarrufun düşük seviyede olmasının temel nedeni yoksulluktan ziyade, modern kesimin nitel ve nicel açıdan yeterince gelişmemiş olması, yatırım ve kâr olanaklarının olmasıdır. Ayrıca her değişkenin sadece kendinden önce gelen değişken ile açıklanması ve etkinin tek yönlü olması varsayımı da bir başka eleştiri konusudur. Örneğin; piyasanın darlığı sadece talebin düşüklüğüne değil, piyasa işleyiş mekanizmasındaki eksiklikle de ilişkilidir. Ayrıca piyasa darlığı, talebin düşüklüğünden etkilendiği gibi ters yönlü bir etkileşim de söz konusu olabilir. “Yoksulluk Kısır Döngüsü” teorisine yapılan en önemli bir diğer eleştiri ise, başlanılan noktaya geri dönülmesine ilişkindir. Zira az gelişmişlik doğası gereği içsel bir veri olarak kabul edilmekte ve iç dinamikleriyle içinde açıklanmaya çalışılmaktadır. Az gelişmiş ülkelerin bu kısır döngü içerisine nasıl düştükleri, gelişmiş ülkelerin bu döngüden nasıl çıktıkları soruları bu teori ile açıklanamamaktadır (Savaş, Han ve Kaya, 2002:52). 1.1.3.2. SAFHA TEORİSİ (İKTİSADİ GELİŞMENİN AŞAMALARI TEORİSİ) Karl Marx’ın feodalizm, burjuva kapitalizmi, sosyalizm, komünizm şeklinde açıkladığı tarihsel gelişim sürecine karşılık olarak W.W. Rostow’un “İktisadi Gelişmenin Aşamaları” adlı çalışmasında ortaya koyduğu Safha Teorisi, sadece az gelişmiş ülkelerin değil, her ülkenin tarih içerisinde göstereceği gelişim sürecini açıklamaktadır. Az gelişmişliği kapitalist gelişme sürecinin bir parçası olarak kabul eden Rostow’un bu teorisinde, her toplumun tarihsel olarak geçirdiği 5 aşamadan söz edilmektedir. Söz konusu aşamalar günümüzde batı toplumlarının geçirdiği tarihsel süreçlerle örtüşmektedir. Rostow, günümüz az gelişmiş ülkelerinin de aynı gelişim sürecini mutlaka birebir aynı şekilde geçireceği noktasında ısrarcı değildir. Yine de bu teoriyle, genel olarak her toplumun iktisadi kalkınmaları yolunda etkin olabilecek önemli bazı hususların altını çizmektedir. Safha Teorisi’ne göre, iktisadi gelişmenin aşamaları şunlardır (Rostow, 1971:1-52; 145-147): a) Geleneksel Toplum Aşaması b) Kalkışa Hazırlık Aşaması c) Kalkış Aşaması d) Geçiş Aşaması e) Olgunluk Aşaması Geleneksel Toplum Aşaması: Ülkelerin gelişme safhaları içerisinde; ekonomide tarım sektörü egemendir. Bu nedenle de piyasa ekonomisinin tam olarak işlerlik kazandığı söylenemez. Böyle bir iktisadî yapılanma; işbölümünün sınırlı olmasına, piyasa ilişkilerinin gelişmemiş olmasına, büyük toprak sahiplerinin söz sahibi olmasına, kurumsal altyapının zayıf olmasına yol açmaktadır. Bütün bu şartların doğal bir sonucu olarak ekonomide gelir düzeyi düşük kalmaktadır. Sonuç olarak toplumda, düşük bir tasarruf düzeyi ve durgun bir ekonomi söz konusudur (Rostow, 1971:4-6). Kalkışa Hazırlık Aşaması: Bu ikinci aşamada hem bireysel hem de kurumsal bazda sadece iktisadî değil, aynı zamanda toplumsal ve sosyal açıdan değişimler meydana gelmeye başlamaktadır. İktisadi açıdan bakıldığında sermaye birikiminin hızlandığı, teknolojik gelişmelerle beraber üretim yönteminde farklılaşmalar meydana geldiği, fiziki altyapının iyileştiği göze çarparken; iktisadi hayatın dışında, toplumsal ve sosyal hayatta toplumu durgunluktan çıkaracak gelişmeler yaşanmaktadır. Bütün bu değişimler, genellikle Avrupa ülkelerinin dışında kalan ve sömürgelikten gelen, özgür doğmamış pek çok Asya, Orta Doğu ve Afrika ülkesinin yerleşmiş, köklü geleneksel toplum yapılarında gerekli temel değişmelerin ön hazırlığı sayılabilir. Bu değişimler, esasen iktisadi kalkınmanın başlaması için gerekli olan bir takım değişiklikler olarak değerlendirilebilir. Gittikçe güçlenen milliyetçilik akımı beşeri sermaye birikimini arttırarak girişimcilerin yaratılması, nihayetinde de iktisadi, siyasi ve kültürel açılardan ulusal gücü yüceltme amacına hizmet etmektedir. Safha Teorisi’ne göre sözü edilen bu gelişmeler, toplumun iktisadi kalkınmasına temel teşkil edecek bir takım hazırlıklar olarak değerlendirilmektedir (Rostow, 1971:17; 26-29). Söz konusu girişimcileri yaratmada, az gelişmiş ülkelerde özellikle kadın istihdamı açısından mikro finans kuruluşlarının olumlu etkisi olabilir. Bu etki sadece iktisadi açıdan değil, yaratacağı toplumsal etkiler bakımından da kayda değerdir. Zira mikro kredi kullanıcısı kadınların elde ettikleri geliri, aileleri ve özellikle çocuklarının eğitimi için kullandıkları ampirik çalışmalarla tespit edilmiştir. Kalkış Aşaması: En kritik ve belirleyici olan üçüncü aşama olan kalkış aşamasıdır. Bu aşamada düzgün ve sürdürülebilir bir gelişmenin önündeki bütün engeller ortadan kalkmakta; önceki aşamada gerçekleştirilen fiziki altyapı, beşeri ve teknik gelişmeler modern kurumsal yapılanma şeklinde kendini göstermeye başlamaktadır. Dolayısıyla kalkış aşamasında iktisadi büyüme yavaş gelişen ve uzun bir süreç değil üretim yapılanmasının göreli olarak daha kısa bir süre içerisinde radikal değişim gösterdiği bir sanayi devrimi süreci olarak tanımlanabilir (Rostow, 1971: 57-58). Rostow, Kalkış Aşaması’nın yaklaşık 20-30 yıl süreceğini varsayarak, bu aşamanın üç temel koşulu olduğunu öne sürmektedir (Rostow, 1970:169; 1971:39): Üretken yatırım oranının yüzde 10’dan daha yüksek olması, Yüksek büyüme hızı gösteren önemli bir veya birkaç imalat sanayi alt sektörünün varlığı, Gelişmeye süreklilik kazandıracak siyasal, sosyal ve kurumsal yapının süratle kurulması. Rostow, inovasyon olanaklarının bulunduğu sektörler, madencilik ve demiryolu gibi tamamlayıcı sektörler ile gıda ve inşaat gibi emek-yoğun sektörlerin kalkış aşaması için lokomotif sektörler olabileceği görüşünü savunmaktadır (Rostow, 1970: 180; 1971: 52). Olgunluğa Geçiş Aşaması: Bu aşamada artık gelişmiş toplum düzeyine ulaşılmaktadır. Rostow’a göre, yaklaşık 40 yıl süren bu aşamada artık sanayi sektörü ekonomide en büyük paya sahiptir. Özellikle de imalat sanayinde lokomotif rol oynayacak bazı alt sektörlerin sayısının artması, modern teknoloji kullanımı ve kitle üretimi artışının yaygınlaşması önemlidir. Demiryollarının yaygınlaşmasının ardından, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kimya, elektrik, çelik, gemi ve modern makine-teçhizat üretimi yapılmaya başlanmıştır. Dolayısıyla sanayideki bu tür bir gelişme gerek teknoloji gerekse tüketim mallarının, ara mal ve yatırım mallarının kolayca üretilebildiği bir ekonomik yapıya ulaşıldığını göstermektedir (Rostow, 1971:59-61,70-72). Kitle Tüketimi Aşaması: Safha Teorisi’nin son aşamasında artık iktisadi gelişme artık yüksek bir düzeye ulaşmıştır. Kişi başına milli gelir artmış, imalat sanayi içerisinde yatırım mallarının payı yükselmiş, gelir dağılımında adalet büyük ölçüde sağlanmış, sosyal güvenlik sistemi gelişmiş, sanayi üretimi artmış, modern teknoloji yayılmıştır. Toplum, artık bir refah toplumu haline gelmiştir. Bunun bir sonucu olarak da devlet, sosyal refah devleti” fonksiyonunu üstlenmektedir. Bu aşamada, artan milli gelirin içersinde toplumun sosyal refahını artıracak ve sosyal güvenliğini sağlayacak harcamalar daha fazla pay almaktadır (Rostow, 1971:73-74). 1.1.3.3. DENGELİ VE DENGESİZ KALKINMA TEORİLERİ Kalkınma ve sanayileşmenin aynı kavramlar olduğuna dikkat çeken dengeli kalkınma teorileri, ulusal sanayinin gelişip kalkınması için ithalat korumacılığının gerekliliğine işaret etmektedirler. Dolayısıyla genellikle az gelişmiş ülkelerin kalkınabilmeleri için geçerli bir teori olup, bütün iktisadi faaliyet alanlarının birlikte ve eş zamanlı olarak geliştirilmesi anlamına gelmektedir. P. Rosenstein-Rodan, R. Nurkse, H. Chenery gibi iktisatçılar tarafından savunulan bu teorilerde, birbirlerine talep yaratacak şekilde, başta sanayi olmak üzere tüm sektörler arasında yatay ve dikey tamamlayıcılık ilişkisi önem arzeder. Zira her sektör girdi sağlamak ve çıktısına pazar aramak mecburiyetindedir. Söz konusu tamamlayıcılık ilişkisi çerçevesinde, sektörlerin dengeli büyümesi gerekmektedir. Bu karşılıklı bağımlılık ilişkisinden dolayı devlet, planlama yoluyla piyasaya müdahale etmekte ve sanayinin her türlü faaliyetine eş zamanlı yatırım yapmaktadır. Kalkınma sürecinin başlayabilmesi ve ekonominin kendi kendini besleyerek gelişimin sürekliliği için gelirin en kısa sürede belli bir düzeye yükseltilmesi gerekmektedir. Bu nedenle sanayinin tek bir firma veya tröst gibi ele alınıp planlanarak, ekonominin her alanında eş zamanlı ve kapsamlı yatırım yapılması gerekmektedir. “Büyük İtiş Kuramı” olarak adlandırılan ve Rosenstein-Rodan (Rosenstein-Rodan, 1970:245-255; Baldwin, 1966:72) tarafından ortaya koyulan bu teoride, görüldüğü üzere sanayi sektörüne lokomotif gözüyle bakılmaktadır. Sanayileşme ve kalkınma tedrici bir şekilde değil, ancak büyük bir itişle başlatılabilir. Nurkse gibi pek çok iktisatçı da büyük itiş teorisine destek vermektedir. Ancak Nurkse (1970a:257-260) ekonominin tüm sektörlerinde olmasa bile çok sayıda sektöre yatırım yapılmasını önermekte, böylece söz konusu yatırımların birbirini tamamlayıp desteklemesi yoluyla üretim faaliyetlerinin piyasayı canlandıracağını ileri sürmektedir. Dengeli kalkınma teorisyenleri savunucularından bir diğer iktisatçı H. Chenery’dir. Az gelişmiş ekonomilerde kaynak dağılımı ile piyasa arasında ilişkinin zayıf olduğunu, dolayısıyla kaynak-gelir ilişkisinin istenen yönde oluşmadığını vurgulamaktadır. Özellikle üretim faktörü fiyatlarının sosyal maliyeti yansıtmaktan uzak olması nedeniyle girişimcilerin sağladığı özel ve sosyal maliyet arasında fark ortaya çıkmakta ve bu fark ne kadar fazla ise söz konusu ekonomilerde kaynak dağılımı da ideal seviyesinden o derece uzaktır. Bunun için yatırımların planlanması önerilmekte ve yapılmasını önerilmekte, olanlı ve dengeli kalkınma stratejisine önem verilmektedir (Chenery, 1970a:450-452; Chenery, 1970b:700-707; Savaş, Han ve Kaya, 2002:267-268), Dengesiz kalkınma teorisinin öncüsü A. O. Hirschman ve G. Mrydal, P. Bauer, P. B. Yamey gibi dengesiz kalkınmayı savunan diğer iktisatçılara göre, belli şartlar içinde dengesizlik, iktisadi gelişmeye engel teşkil etmekten çok canlandırıcı bir etki yaratmaktadır. Hirschman (1958:62-76, 98-119), dengesiz kalkınmayı iktisadi gelişme için mutlaka elde edilmesi gereken bir mekanizma olarak görür. Hirschman’a göre, denge üzerinde gereğinden fazla ısrarcı olunması halinde, bu durumun durgunluk yaratarak ekonomide darboğaza neden olması olasılığı söz konusudur. Az gelişmiş ülkelerde bir üretim faktörü olan sermaye kıt olduğu için, sermayenin sektörler arasında eşit dağılımı düşük verime yol açmaktadır. Bu durumda, kıt kaynakların iktisadi gelişmeyi sağlayabilecek lokomotif sektörlere yönlendirilmesi ihtiyacı doğmaktadır. Ancak Hirschman’a göre bizi dengeden uzaklaştıran süreçler kalkınma için gereklidir. Çünkü iktisadi gelişme yolunda ilerleme yeni kararların alınmasını beraberinde getirecek, böylece bir sanayinin geliştirilmesiyle başlayan süreç, diğer sanayi kollarında da ilerlemeye yol açacaktır. Her gelişme aşamasında bir sanayi, öteki sektörlerde meydana gelen gelişmelerden kaynaklanan dışsallıklardan yararlanarak, yeni dışsallılar yaratacaktır. Savaş, Han ve Kaya’nın (2002:270-271) çalışmasına göre, dengesiz kalkınma kuramında da sektörler arasındaki karşılıklı bağımlılık; dengeli kalkınma kuramında başlangıçtan itibaren dengeli ve birbiriyle uyumlu bir kaynak dağılımı politikası esas alınmaktadır. Bu durum Hirschman yaklaşımında, eksik veya fazla kapasitelerin uyardığı bir dinamik süreç olarak tanımlanabilir. Hirschman, ekonominin stratejik sektörlerinin belirlenip geliştirilerek diğer sektörler üzerinde etki yaratma sürecinin piyasa mekanizması çerçevesinde gerçekleşmesi gerektiğine işaret etmektedir. Ancak az gelişmiş ülkelerde sektörler arasında ki yapısal bağımlılığın oldukça zayıf olduğu da bir gerçektir. Tarım ve benzeri sektörler ile yabancı sermayenin hakim olduğu montaj sanayi gibi sektörlerde ise bu durum geçerli değildir (Kazgan,2006:281-282). Piyasa mekanizmasının bölgesel eşitsizliği artıracağı yönündeki temel düşünceler G. Mrydal tarafından ifade edilmiştir. Mrydal’a göre devlet tarafından herhangi bir politika ile düzenlenmeyen piyasa mekanizması, üretim, ticaret gibi iktisadi faaliyetlerin belirli bölgelerde birikmesine neden olarak, kalkınma sürecinin ülkenin az gelişmiş bölgeleri aleyhine işlemesine yol açacaktır. Çünkü özel teşebbüs, kârlılığını artırmak amacıyla gelişmiş bölgelerde yatırım yapmayı tercih edecektir. Böylece gerek tasarruf birikimi, gerekse nitelikli işgücü az gelişmiş bölgelerden gelişmiş bölgelere doğru kayacaktır. Sosyal devlet anlayışının hakim olduğu gelişmiş ülkelerde devlet kamu harcamaları vasıtasıyla az gelişmişliği önlemeye, yoksul kesimin refahını artırmaya çalışsa da, yeterli finansmana ve sosyal devlet anlayışına sahip olmayan az gelişmiş ülkelerde bölgesel gelişmişlik farklılıklarını giderek derinleşecektir (Mrydal,1957: 23-46). Bauer ve Yamey ise kalkınmanın ancak piyasa mekanizması aracılığıyla gerçekleşebileceğini savunurlar. Yoksulluk kısır döngüsünü, milli gelirin tüketim-yatırım arasında devlet müdahalesiyle paylaştırılmasını reddederler. Bu iktisatçılara göre kalkınma, en temel yaşamsal ihtiyaçlarını bile karşılayamayan geniş kitlelerin varlığına rağmen bireylerin seçeneklerinin artmasından ibarettir (Bauer & Yamey, 1957:149-169; Kazgan, 2006:280). Dengeli ve dengesiz kalkınma teorilerini savunan iktisatçılardan bazıları devletin piyasaya müdahale etmesinin verimli bir kaynak dağılımını bozacağını ileri sürmektedir. Özel teşebbüsün kârlı görmediği için az gelişmiş bölgelere yatırım yapmaması nedeniyle devletin yoksul kesimin refahına artırmaya yönelik mikro kredi faaliyetlerinin verimli bir kaynak dağılımının yapılmasında katkısı söz konusu olabilir. Dolayısıyla bireyler, temel ihtiyaçlarını karşılayabilmek adına daha çok alternatifi değerlendirebilme imkânına, mikro krediler sayesinde artan refahları sayesinde kavuşabilirler. Sektörler arasındaki bağımlılık ve neticesinde ortaya çıkan dışsallıklar, mikro kredi yoluyla ekonomik durumlarını iyileştirmeye çalışan yoksullara bu anlamda katkı sağlayacaktır. 1.1.3.4. YAPISAL DEĞİŞİM TEORİLERİ Az gelişmişliği, bu ülkelerin iktisadi, sosyal ve kurumsal yapılarındaki yetersizliklere dayandıran yapısalcı kalkınma teorisyenlerinin başında R. Prebisch gelmektedir. Prebisch (1970:484-490) az gelişmişliği, bir başka ifadeyle bir ülkenin kalkınma düzeyini belirleyen unsurun uluslararası ticaret olduğunu vurgular. Ancak D. Ricardo’nun mukayeseli üstünlükler teorisinin işaret ettiği gibi uluslararası ticaretten taraflar eşit oranda kazançlı çıkmamaktadır. Karşılaştırmalı üstünlüklere göre, teknolojik gelişmeler sayesinde artan verimlilik fiyatları düşürme veya gelir artışı yoluyla tüm dünyada refahı artırmaktadır. Bu noktada tarım ürünü veya diğer hammadde kaynaklarının ihracatçısı konumundaki az gelişmiş ülkelerin sanayileşme çabalarına gerek kalmamaktadır. Oysa az gelişmiş ülkelerdeki gerek tarım kesiminde emeğin örgütlenememesi, gerekse diğer hammadde ihracatçısı ülkelerle olan rekabet, teknolojik gelişme sonrasında ortaya çıkan düşük fiyat avantajının gelişmiş ülkelerin lehine olması, dış ticaret hadlerinin az gelişmiş ülkelerin aleyhine dönmesine yol açmaktadır. Dolayısıyla yapısalcılara göre, az gelişmiş ülkelerin içinde bulunduğu bu durum Sanayi Devrimi’yle beraber yaşanan teknolojik gelişmelerin yarattığı etkinin ülkeler arasında eşitsiz dağılmış olmasından kaynaklanmaktadır (Başkaya, 2000:69). Az gelişmiş ülkelerde ihracata yönelik olarak üretim yapan yüksek verimli sektörler ile iç piyasaya yönelik üretim yapan düşük verimliliğe sahip sektörler olmak üzere ikili (dual) bir yapının varlığından söz edilmektedir. Singer ve Prebisch de, ticaret hadlerinin hammadde ihraç eden ülkeler aleyhine gelişmesinin, gelişmiş ve az gelişmiş ülkeler arasındaki refah farkını artıracağını ileri sürmektedir. Bunun için hammadde ihracatına dayalı dışa açık ekonomi politikası yerine, ulusal sanayinin kurulup geliştirilmesine dayanan ithal ikameci sanayileşme stratejisinin benimsenmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Tarımsal gelişmeyle beraber yaşanan sanayileşme süreci, toplumsal yapıyı da değiştirmekte ve böylece iktisadi gelişmenin önünü açmaktadır (Prebisch,1964:339-344; Singer, 1970:384; Singer, 1950:473-484). Clark ise ekonomik faaliyetleri birincil, ikincil ve üçüncül faaliyetler olmak üzere üçe ayırır. Birincil faaliyetler tarım, ormancılık, madencilik sektörlerini; ikincil faaliyetler imalât, inşaat sanayini; üçüncül faaliyetler hizmet sektörünü içermektedir. Ülkelerin gelişmişlik düzeylerini de bu sektörlerin ekonomideki ağırlıklar belirlemektedir. Az gelişmiş ülkeler kaynaklarını daha çok birincil faaliyetlere tahsis ederken, gelişmekte olan ülkeler ikincil faaliyetlere, gelişmiş ülkeler de üçüncül faaliyetlere tahsis etmektedir. Dolayısıyla, Clark iktisadî büyüme süreci devam ettiğinde faaliyet yapısının değişeceğini, bunun bir nedeninin insanların gelir düzeyi yükseldikçe gelirlerinden birincil ürünlere harcanan kısmın azalarak diğer ürünlere yöneleceğini ve böylece ekonomide yapısal değişimin meydana geleceğini iddia etmektedir. Yani; birincil faaliyet ürünlerine yönelecek talebin gelir esnekliği düşük iken, ikincil ve üçüncül faaliyet ürünlerine olan talebin gelir esnekliğinin yüksek olması durumu olan “Engel Kanunu” geçerli olmaktadır. Diğer bir neden ise verimlilik artışı nedeniyle ücretlerin, tarım sektörüne kıyasla imalât ve hizmetler sektörlerinde tarım sektörüne kıyasla daha hızlı artmasıdır. Bu iki neden, tarımdan sanayiye geçişi ve köyden şehre göçü harekete geçirmektedir (Clark, 1957: 253-420; Dolun ve Atik, 2006:5-6). Kuznets, iktisadi büyümenin gerçekleşmeye başlamasıyla beraber başlangıçta milli gelirin eşitsiz bir şekilde dağılacağını, ancak büyüme süreci devam ettikçe söz konusu eşitsizliğin ortadan kalkacağını ileri sürmektedir. Büyümeyle ortaya çıkan yapısal değişimin ekonomik yapıya yansımasının sınırlı kalacağını belirtmekle beraber, Kuznet’e göre söz konusu yapısal değişim tarım kesiminin aleyhine, sanayinin lehine cereyan edecektir.Bunun sonucunda şirketler daha profesyonel şekilde çalışan organizasyonlar haline dönüşecek, iktisadi yapıdaki değişim kendisini sosyal alanda da göstererek ulaşım ve bilişim teknolojilerinin gelişmesine, şehirleşme ve modernleşmenin artmasına ve laik bir toplumun oluşmasına yol açacaktır (Kuznets, 1968:24-30;103-105). A. Lewis’e göre, az gelişmiş bir ülkede iktisadi yapı içinde geleneksel ve modern olmak üzere iki kesim vardır. Geleneksel kesim tarım sektörünü ifade etmektedir. Bu kesimde hızlı nüfus artışı ve geçimlik üretim düzeyi söz konusudur. Modern kesim ise üretimin daha ziyade kâr amacıyla yapıldığı sanayi kesimdir. Kırsal kesimde aşırı nüfusun bulunması, gizli işsizliği ortaya çıkararak emeğin marjinal veriminin sıfır veya sıfıra yakın olmasına yol açmaktadır. Çünkü aşırı hızlı nüfus artışı, tarım sektöründe mevsimlik işlerde istihdam edilmektedir. Dolayısıyla, Lewis “Sınırsız Emek Arzı ile Ekonomik Kalkınma” adlı çalışmasıyla, kırsal kesimden sanayiye aktarılacak işgücünün bir başka deyişle gizli işsizlerin aktarımının üretim kaybına yol açmayacağını, böylece ekonomi genelinde marjinal verimlilikle beraber üretim artışının tasarrufları ve sermaye birikimini artıracağını ileri sürmektedir. Emek arzı sınırsız olduğundan sanayide ücretler yükselmemekte, kârlılık düşmemekte ve artan tasarruflar bu şekilde yatırıma dönüştürülmektedir. Görüldüğü gibi Lewis’in iki sektörlü kalkınma modeli tipik bir dual ekonomi modeli olup, kalkınma sürecini modern kapitalist kesimin karları elinde toplamasına bağlamaktadır. Bir ülkede iktisadi yapı açısından farklı sektörlerin veya bölgelerin bulunması anlamına gelen dualizm, özellikle az gelişmiş ülkelerde bir yanda gelişmiş, modern, zengin diğer taraf da ise gelişmemiş, geleneksel, yoksul olarak ifade edilebilecek kesimlerin varlığı şeklinde kendini göstermektedir (Lewis, 1970a: 400-413,420; Lewis, 1970b:212-220). Kalkınma iktisadı içinde Lewis’in yanı sıra Nurkse (1970b:146-149) ve Boeke (1970:126-128) “Uluslararası Bağımlılık” okulu iktisatçıları da az gelişmiş ülkelerdeki dual yapıya ilişkin olarak çeşitli teoriler ileri sürmüşlerdir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında az gelişmişliğin nedenleri yapısalcı iktisatçı okulunun öne sürdüğü üzere, tasarruf ve girişimci eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Yine yapısalcı iktisatçıların savunduğu üzere, tasarruf ve girişimcilik eksikliğinin giderilmesi hususunda devletin önayak olmasını, mikro kredi uygulamasında da görebiliriz. Bu kredilerin sadece devlet eliyle değil, STK ve vakıflar aracılığıyla veya mikro finans kuruluşları tarafından verilmesi hem devlet hem de piyasa mekanizması çerçevesinde sistemin işlemesine olanak vermektedir. Bilindiği üzere yapısalcı iktisatçıların iktisadi gelişmeyi sağlamak adına ithal ikameci sanayileşme politikasının benimsenmesi gerektiğini savunmaktadırlar. Ancak, bu durumun istihdamı olumlu etkileyeceği görüşünde ortaya sürülen beklenen istihdam artışının sağlanamayacağı düşünüldüğünde, mikro finansman uygulamasının küçük ölçekli girişimciliği teşvik edeceği açıktır. Lewis’in dual (ikili) ekonomi modelinde ise, kalkınmanın ancak tarımdan sanayiye kayan işgücünün geçimlik düşük ücretler karşılığında istihdamı neticesinde sağlanabilmesi, bir başka deyişle söz konusu bireylerin yoksulluğu pahasına bir gelişmeye işaret etmektedir. Özellikle az gelişmiş ülkelerde iktisadi ve toplumsal hayatın önemli bir kesimini, gelir düzeyi düşük tarım kesiminin refah düzeyleri mikro finansman mekanizmasının işletilmesiyle arttırılabilir. Bu açıdan bakıldığında, daha ziyade düşük gelir grubunda yer alan ülkelerde faaliyet gösteren ulusal kalkınma bankalarının kırsal kalkınma açısından hayatî bir rol üstlendiği daha iyi anlaşılmaktadır. Bu nedenle, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde, derinliği ve genişliği olan bir finans sisteminin kırsal iktisadi kalkınma ve mikro kredi uygulamasıyla sıkı bir ilişki içindedir. 1.1.3.5. ULUSLARARASI BAĞIMLILIK TEORİLERİ Birinci ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında bir çok ülke bağımsızlıklarını ilan ederek, Batı Avrupa ülkelerinin sömürgesi olmaktan siyasi anlamda kendilerini kurtarmışlardır. Ancak bir ülkenin gerçekten bağımsız olabilmesi sadece siyasi bağımsızlığını kazanmasıyla değil, beraberinde iktisadi bağımsızlığını da elde etmesiyle mümkündür. Zira pek çok gelişmekte olan ülke, bağımsızlığını kazandıktan sonra da eskiden sömürgesi oldukları ülkelerle olan iktisadi ilişkiler nedeniyle yeni bir sömürgecilik ilişkisine girmişlerdir. Bu noktada P. Baran ve A. G. Frank tarafından ortaya koyulan ve S. Amin, I. Wallerstein, T. Dos Santos, C. Furtado, F. Cardoso gibi iktisatçılar tarafından geliştirilen “Uluslararası Bağımlılık Teorileri” ile kapitalist iktisadi düzenin gelişimi açıklanmaya çalışılmıştır. Baran’a göre azgelişmişlik, önceleri ticari ve mali kapitalizm şeklinde ortaya çıkan daha sonraları gelişmiş Batı ülkelerinin sömürgeleri yoluyla az gelişmiş ülkelerin üretim faktörlerini ele geçiren kapitalist düzenden kaynaklanmaktadır. Neticede Almanya, Avusturya, İngiltere, Fransa, ABD ve Kanada dışında kalan Doğu Avrupa ülkeleri, Balkanlar, Latin Amerika, Asya ve Afrika ülkeleri sefalet, ekonomik durgunluk ve yoksulluk içinde yaşamaktadır (Baran, 1970:75:134-162). Avrupa ülkelerinde büyüyen sermaye birikimine karşın, sömürge konumundaki bu ülkelerde tersine bir süreç yaşanmıştır. Sermaye birikimi durma noktasına gelmiş, Batı sanayisiyle rekabet edemeyen bu ülkelerin sanayisi tahrip olmuş ve iktisadi gelişmeleri de doğal sürecin dışına itilmişlerdir (Başkaya, 2000:79). Frank’a göre kapitalizm, tekelci bir ticaret sistemidir. Az gelişmiş ülkeler 15. yüzyılda başlayan coğrafi keşifler neticesinde Avrupa ülkeleriyle tanışmışlar ve o tarihten itibaren de kapitalist düzeni benimsemişlerdir. Frank az gelişmiş ülkeleri bu tarihlerden itibaren kapitalist olarak adlandırmaktadır. Bu nedenle söz konusu ülkelerde feodal veya yarı-feodal bir yapıdan ya da dual bir iktisadi yapıdan söz etmek mümkün değildir. Bu tekelci sistem, çevre ülkelerden merkez ülkelere doğru, artı değeri transfer etmektedir. Dolayısıyla az gelişmişliği de, gelişmişliği de yaratan kapitalist düzenin gelişme ve yayılma sürecidir. Bu noktada az gelişmişlik ile gelişmenin olmadığı iki durumu da birbirinden ayırmak gerekmektedir. Frank’a göre kapitalizmle tanışma dönemi öncesi dönem gelişmenin olmadığı dönemdir. Az gelişmişlik ise merkez-çevre ilişkisinin bir sonucudur. Çünkü merkez ekonomiler çevre ekonomilerini sömürerek, çevre ekonomilerinin gelişimlerine zarar vermektedir. Yatırım için gerekli fonlardan veya diğer kaynaklardan yoksun kalan çevre ülkeler ise nihayetinde yoksullaşmaktadır (Başkaya, 2000:82-83). Ayrıca Wallerstein (1979:270) ve Frank (1996:47) çalışmalarında, yetersiz ve adaletsiz iktisadi kalkınmadan en fazla etkilenenlerin kadınlar olduğunu, zira dünyada kadınların istihdamı artmakla beraber, kadınların erkeklere göre daha çok yarı zamanlı olarak ve ücretsiz ya da çok düşük ücretler karşılığında çalıştıklarını ileri sürmektedir. Amin’e göre (1996;2000), İkinci Dünya Savaşı sonrasında, ABD ve Sovyetler Birliği’nin tarafları olduğu iki kutuplu dünya düzeninde gelişmekte olan ülkeler üçüncü dünya ülkeleri olarak tanımlanmıştır. Ancak 21.yüzyılda bu genellemeyi yapmanın mümkün olmadığını ifade etmektedir. Zira bu grubun içerisinde sanayileşen ve rekabetçi üçüncü dünya ülkeleri ortaya çıkmış ve geri kalan ve hatta Afrika’nın birçok ülkesini içine alan dördüncü dünya ülkeleri tanılaması yapılmaya başlanmıştır. Bu bağlamda Amin, bağımlılık ve sömürge ilişkisine göre ülkeleri merkez ve çevre ülkeler olarak iki gruba ayırmaktadır. Merkez ülkelerin çevre ülkeleri ezdiği kapitalist sistem de merkez ülkelerde emek-sermaye çatışmasının en alt düzeyde olduğu bir kendine yeterlilik durumu söz konusudur. Ancak, gelişmiş merkez ülkelerin az gelişmiş çevre ülkeler üzerindeki hâkimiyeti yayılmacı kapitalist iktisadi sistemin çarpıklaşmasına yol açmaktadır. Kapitalizmin çevre ülkelerdeki yayılması, bu ülkelerin kendilerine özgü bütünlüklerine zarar vermekte böylece söz konusu ülkelerin iktisadi kalkınmalarının önü kapanmaktadır. Wallerstein’e göre (1979:15) merkez, çevre ve yarı çevre ülkeleri olmak üzere dünya ekonomi sisteminde üç ülke grubu bulunmaktadır. Çevre ülkeler, tarımsal ekonomiye dayalı ve katma değeri düşük ürün ihracatı dolayısıyla sömürüye açık olan az gelişmiş ülkeler olarak tanımlanabilir. Merkez ülkeler, çevre ülkelerdeki üretim faktörlerini ele geçirmiş ülkelerden oluşmaktadır.Yarı çevre ülkeler ise diğer iki grup arasında kalan ne gelişmiş ne de az gelişmiş olarak tanımlanabilecek ülkeler olarak tanımlanmaktadır. Dünya üretimindeki adaletsiz dağılım dünya refahının da adaletsiz dağılımına ve bahsedilen gruplandırmaların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu ülkelerin refah düzeylerinin zamanla birbirine yaklaşacağı, yarı çevre ülkelerinin merkez ülke grubuna dahil olabileceği, bir başka deyişle ülkeler arasındaki eşitsizliğin ortadan kalkması yerine kutuplaşmanın artacağına dikkat çekilmektedir Yukarıda sözü edilen iktisatçıların savundukları kalkınma teorileri Klasik Marksizm’den farklı olmakla beraber, bu teorilerin ortak temel varsayımı şudur: Az gelişmiş ülkelerin gelişmiş kapitalist ülkelere olan bağımlılıkları nedeniyle kalkınma imkânlarının sınırlanması ve dolayısıyla az gelişmişliğin bu ülkelerin içsel dinamiklerinden kaynaklanmadığı, dışsal bir olgu olduğudur. Bir başka ortak nokta ise az gelişmişliğe karşı ne yapılmalıdan daha çok, az gelişmenin “neden” ve “nasıl” ortaya çıktığına dair sorulara cevap aramalarıdır (Başkaya, 2000:96). Ancak uluslararası ekonomik politikaların belirleyicisi ülkelerin gelişmiş (merkez) ülkeler olduğu gerçeği ve uluslararası bağımlılık teorisinin savunduğu az gelişmişliğin dışsallığı varsayımı altında, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin mikro finansman yoluyla gelişme sağlayabileceklerinin söz konusu olamayacağı ortadadır. İster yapısalcı yaklaşımın iddia ettiği gibi içsel, ister uluslararası bağımlılık yaklaşımının iddia ettiği gibi dışsal, nedeni her ne olursa olsun, az gelişmişliğe ve beraberinde ortaya çıkan yoksulluğa karşı somut adımların atılması önemlidir. Az gelişmişlikten en fazla etkilenenlerin kadınlar ve çocuklar olduğu dikkate alındığında, mikro finansman politikasında kredinin kadınlara verilmesi yoluyla beşeri bir gelişmenin hedeflenmesi göz ardı edilemeyecek kadar önemlidir. 1.1.3.6. NEO-LİBERAL YAKLAŞIMLAR Neo-liberal iktisatçılar, gelir dağılımı açısından eşitsizlik sorununun çözümü için kaynakların yeniden tahsisinin piyasa mekanizmasına bağlanması gerekliliğini savunurlar. Devletin herhangi bir müdahalesine gerek kalmaksızın, görünmez el yoluyla piyasa mekanizması emek, sermaye ve diğer üretim faktörlerinin daha etkin kullanımını sağlayarak, kalkınmayı sağlayacak ve bölgesel eşitsizlik sorunlarını da çözecektir. Ancak daha önce de ifade edildiği gibi Mrydal ve Hirschman gibi iktisatçılar müdahalenin olmadığı, piyasaya giriş serbestîsinin bulunduğu bir durumda nitelikli iş gücü ve teknik bilginin az gelişmiş bölgelerden gelişmiş bölgelere yönelmek suretiyle kutuplaşma etkisi yarattığını ileri sürmüşlerdir. Uluslararası bağımlılık teorisyenleri ise az gelişmişliğin nedenini az gelişmiş ülkelerin içselliği ile ilgisi olmadığını bunun nedeninin gelişmiş kapitalist ülkelerde aranması gerektiğine işaret etmişlerdir (Öztürk, 2006:22-23). 1970’li yılarda yaşanan petrol krizleri ve stagflasyon süreci ile beraber dönemin sonlarında baş gösteren dış borç krizi, devletin ekonomiye müdahalesinin minimize edilmesi söylemlerini 1980’li yıllarda beraberinde getirmiştir. Küreselleşme olarak tanımlanan 1980’li yıllar sonrası süreç az gelişmiş ülkelerin iktisadi kalkınmasında ithal ikameci politikaların terk edilerek dış piyasalara açık, ihracata dayalı sanayileşme stratejisinin uygulanması gerekliliğini vurgulayan neo-liberal politikaların damgasını vurduğu bir dönem olmuştur. G. Haberler (1970:492-497) çalışması, serbest dış ticaret ve karşılaştırılmalı üstünlüklerin iktisadi kalkınma üzerindeki olumlu etkisinden bahsederken, H. G. Johnson (1964:431) ise ekonomik gelişmenin salt laissez-faire anlayışı olmaksızın devlet ve özel sektör işbirliğiyle sağlanabileceğini savunmaktadır. 1980 sonrasında, B. Balassa, J. Bhagwati, P. Bauer, D. Lal, I. Little gibi neo-liberal iktisatçılar, aşırı devlet müdahalesinin kaynak dağılımını bozarak ekonomik kalkınmaya engel olduğunu, bu nedenle de piyasayı kendi iç dinamiklerinin işleyişine bırakmak gerektiğini savunurlar. Dolayısıyla gelişmiş ülkelerde arz yönlü makro ekonomik politikalar, rasyonel beklentiler, kamu kurumlarının özelleştirilmesi şeklinde ortaya çıkan bu yaklaşım, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde iktisadi faaliyetlerde devlet planlamacılığının ve düzenlemelerinin, kamu mülkiyetinin kaldırılarak piyasaların liberalize edilmesi olarak ifade bulmuştur. (Balassa, 1980:39; Todaro & Smith, 2003: 128). Neo-liberal politikalar günümüzde WB ve IMF gibi son derece güçlü iki önemli finansal kurum tarafından kontrol edilmektedir. Az gelişmiş ülke görüşlerinin ön plana çıktığı BM Ticaret ve Kalkınma Konferansı (UNCTAD), UNDP ve Uluslararası İşgücü Örgütü (ILO) gibi kuruluşların 1980 öncesi döneme göre, eş zamanlı olarak erozyona uğraması sonucunda serbest piyasa mekanizmasına karşı müdahalecilik tezini savunan kalkınma iktisatçılarının tasfiyesi hız kazanmıştır (Todaro & Smith, 2003: 128). 1980 yılı sonrasında, ithal ikamesi yerine ihracata dayalı iktisat politikalarının öne geçtiği, kaynak tahsisinin devlet eli yerine piyasa mekanizmasının işlemesine bırakıldığı, neo-liberal dönemde iktisadi sorunlar ve gelişmeler daha ziyade finansal piyasalardaki değişimlerle açıklanmaya çalışılmıştır. Daha önce de belirtildiği gibi, bu dönemde ekonominin reel kesimiyle bir başka deyişle üretim ve beraberinde elde edilen gelirin dağılımıyla yakından ilgili olan kalkınma sorununun geri plana düşmesine neden olmuştur. Bu çerçevede 1970’li yıllardan bu yana uygulanmakta olan mikro kredi politikasının, yoksulluğun önlenmesi ve iktisadi ve beşeri gelişmenin sağlanması konuları hiç ilgi çekmemiştir. Zira devletin öncülüğü ve rehberliğinde gerçekleştirilen mikro kredi uygulamaları neo-liberal politikaların özü ile çelişmektedir. Ancak, piyasa mekanizması ile uyum sağlayan mikro finans kuruluşlarının yaygınlaşması be uygulamalardaki başarı, bu çelişkiyi ortadan kaldırmıştır. 1.1.3.7. SÜRDÜRÜLEBİLİR KALKINMA 1950 ve 1960’lı yıllarda kitle üretiminin gelişmesi, yeşil devrim gibi dünya ekonomisindeki değişmeler sonucunda tarım ve madenciliğin yapıldığı üçüncü dünya ülkelerinde gerçekleşmeye başlamıştır. Ancak Wallerstein’in belirttiği gibi bağımsızlıklarını ilan eden çevre ülkelerdeki bu refah artışı ve artan zenginlik, eski sömürgeci merkez ülkelerini zenginliklerini kaybetme endişesine sevk etmiştir (Wallerstein, 1979:266). Ancak, 1973 yılında yaşanan petrol krizi ve sonrasında dünya ekonomisinde yaşanan durgunluk, öte yandan yeşil devrim ile birlikte az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin tarımsal üretim artışını maksimize etme çabaları sonucunda kullanılan çeşitli tarım ilaçları, kimyasal gübre ve aşırı su kullanımı, söz konusu bu ülkelerde toprak verimini yok etmiştir. Zamanında kurtarıcı olarak gösterilen yeşil devrim sadece toprağın verimini yok etmekle kalmamış, geride su kaynaklarının azalması, çevre kirliliği gibi ciddi yan etkiler de bırakmıştır (Meseri,2008:455). Dolayısıyla, az gelişmiş ülkelerin “Yeşil Devrim” ile başarmayı planladığı tarıma dayalı kalkınma, yerini kalkınmanın sürdürülemezliğine bırakmıştır. Az gelişmiş ülke ekonomilerinde tarım sektörünün ağırlığının fazla olması nedeniyle kalkınma teorileri kapsamında bahsedilen nedenlerden dolayı sanayileşmenin gerçekleştirilememiştir. Gelişmiş ülkelerle az gelişmiş ülkeler arasındaki fark, pek çok az gelişmiş ülkede beslenme ve barınma gibi en temel fizyolojik ihtiyaçları dahi karşılayamama noktasına getirecek kadar artmıştır. Esasen Wallerstein’e göre ekolojide kötüleşme, 500 yıldan uzun süredir sermaye birikiminin özel teşebbüs tarafından büyük ölçüde dışsallaştırılması neticesinde yaşanmaktadır. Sınaî atıklar ve kirlilik, etkin kullanılamayan hammadde kaynakları, verimli tarım alanlarının aşırı kullanımıyla verimsizleşmesi, ormansızlaşma, iklim değişiklikleri gibi etkenler nedeniyle ekolojik denge bozulmuştur. Az gelişmiş ülkelerde yeterli beslenememe, temel ihtiyaçları karşılayamama ve nihayetinde kalkınmanın sağlanamaması, az gelişmişlikten kurtulamama ya da diğer bir ifadeyle yoksulluğun sürekli hale gelmesi sorununu ortaya çıkarmıştır (Wallerstein, 1979:283). Günümüzde sanayileşme ve kalkınma artık yoksulluk terimiyle birlikte anılmaktadır. Rodrique’e göre her yıl 10 milyon insan sağlıklı içme suyu eksikliğinden yaşamlarını yitirmekte, susuz tarım yapılamadığı için yeterli gıda elde edilememekte ve nihayetinde insanlık açlık nedeniyle çatışmaya sürüklenmektedir. 1992 yılında Rio de Janerio’da gerçekleştirilen çevre konulu zirveden 10 yıl sonra, bu kez 2002 yılında Johannesbourg’daki zirvede sürdürülebilir kalkınma temasının işlenmesi, kalkınmanın sağlanabilmesi ve sürdürülebilirliği konusunun insan, toplum, iklim ve çevre dengelerinden ayrı tutulamayacağının önemine vurgu yapılmıştır. Zira doğal kaynakların tükenebileceğini ve bunun özellikle az gelişmiş ülkelerde ortaya çıkaracağı yoksullaşmayı göz önüne almaksızın kalkınmadan bahsetmek mümkün değildir (Rodrique, 2007:5). Nihayetinde sürdürülebilir kalkınma; bugünün ihtiyaçlarını, gelecek kuşaklarında kendi ihtiyaçlarını karşılayabilme olanağından ödün vermeksizin karşılayabilmek olarak tanımlanmaktadır. Bu tanımlama ve yapılan açıklamalar doğrultusunda; sürdürülebilir kalkınmanın üç boyutu ortaya çıkmaktadır. Bunlardan birincisi, mevcut büyümenin sürdürülemezliği; ikincisi bugünün ihtiyaçlarının karşılanması (asgari düzeyde de olsa belli bir yaşam standardına sahip olunması); üçüncüsü ise gelecek kuşakların da yaşam ve refahının güvence altına alınmasıdır (Başkaya, 2000:212-213). Bu çerçevede sürdürülebilir kalkınma salt ekonomik büyüme değil, az gelişmiş ülkelerin iktisadi ve beşeri gelişmelerini sağlayabilmelerini de içermektedir. Görüldüğü gibi, iktisadi gelişmenin gerçekleştirilmesi sürecinde, dünya kaynaklarının tahribatı, kaynakların tükenme riskiyle karşı karşıya olması; yoksulluk, az gelişmişlik gibi sorunlarının görmezlikten gelinmesi mümkün değildir. Yapısalcı iktisatçılardan Kuznets’in de ifade ettiği üzere, bireylerin yaşam standartları az gelişmişliğin önemli bir ölçütüdür. Bu noktada, sürdürülebilir kalkınmanın sağlanamaması halinde, bireylerin toplum içerisinde insanca yaşayabilmek adına karşılamak zorunda oldukları beslenme, temiz su kullanabilme gibi en temel ihtiyaçlarını giderememeleri durumu söz konusudur. Bu noktada mikro kredi, az gelişmiş ülkeler de bireylere istihdam sağlayarak en azından temel ihtiyaçlarının karşılamalarına katkıda bulunmaktadır. Dudley Seers, Paul P. Streeten (1984,1995, t.y.), Hicks (t.y.) , Denis Goulet (t.y.), Amartya Sen (1984, 1987, 2004) gibi iktisatçılar tarafından ortaya koyulup geliştirilen “Temel İhtiyaçlar Yaklaşımı”; 1970’li yıllardaki kalkınma ekonomisi anlayışının tersine, kalkınmanın merkezinde insanın bulunduğunu, insani potansiyelin gelişmesinin kalkınmanın temel ölçüsü olduğunu vurgulamıştır. Bu yaklaşım 1945 yılından itibaren kalkınma ekonomisinde meydana gelen gelişmelerin, insani potansiyelin gelişmesine hizmet etmediğine dikkat çekmektedir. Dolayısıyla, yoksulluğun giderilmesi kapsamında gıda, sağlık, eğitim gibi temel hizmetlerin sağlanmasına öncelik veren çalışmalar, temel ihtiyaçlar yaklaşımının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu yaklaşıma göre, insanların iyi bir yaşam sürebilmesi için belli fiziksel, sosyal ve psikolojik olanakların gerekli ve evrensel olduğu tezinden hareketle, kalkınmanın ana hedefinin öncelikli olarak bu ihtiyaçların giderilmesi olduğu vurgulanmaktadır. Burada esas olan, yaratılan gelirin yoksullar lehine paylaşımını sağlamak değildir (Streeten, 1984:17, 18, Sen, 1987:24; Savaş, Han ve Kaya, 2002:33). Aksine, Amartya Sen’in insani kalkınmanın sağlanmasını açıklayan “Kapasiteler Yaklaşımı” çerçevesinde, mutlak yoksulluk içinde bulunan bireylere yatırım yapmak suretiyle bu bireylerin kapasitelerinin artırılması ve ekonomik gelişmenin sağlanması esastır. Bu görüşe göre, yoksulluk standart kabul gören bir gelir azlığından ziyade, temel kapasitelerden yoksunluk olarak tanımlanmaktadır. Bununla beraber gelir yoksulluğu ile kapasite yoksulluğu birbiriyle son derece ilişkilidir. Çünkü, gelir kapasitenin artırılması için önemli bir araçtır. Kişinin sürdürdüğü yaşamı etkileyen yüksek kapasiteler, genellikle o kişinin daha üretken olmasını ve daha fazla gelir elde etmesini sağladığı için kapasite gelişimi ile daha fazla kazanma gücü arasında bir ilişki olduğu düşünülmektedir. Öte yandan başka ilişkilerde gelir yoksulluğunun ortadan kaldırılması için önemli etken olabilmektedir. Örneğin; daha iyi temel eğitim ve sağlık hizmeti, bireyin yaşam kalitesini doğrudan iyileştirmekle kalmaz, bireyin gelir elde etme kapasitesini artırır, gelir yoksulluğundan kurtulmasını ve Amartya Sen’in ifadesiyle özgürleşmesini de sağlar (Sen, 2004:126,131; 1984:315-317). Dolayısıyla Amartya Sen’e göre kalkınma, insanların yararlandığı gerçek özgürlükleri genişletme sürecidir. Özgürlüklere odaklanmak, GSMH’nin büyümesiyle bireysel gelirlerdeki artışla, sanayileşmeyle, teknolojik ilerlemeyle veya toplumsal modernleşmeyle kalkınmayı özdeşleştiren dar kapsamlı kalkınma anlayışına ters düşmektedir. Bu nedenle gerekli olmakla beraber sadece GSMH’nin artması Sen’in kalkınma anlayışını karşılamamakta, eğitim, sağlık gibi toplumsal ve iktisadi düzenlemelerin yanı sıra siyasal haklara sahip olma gibi özgürlüklere de sahip olma gibi unsurları da gerektirmektedir. Kalkınma, özgürlüğü ortadan kaldıran yoksulluk, sistematik toplumsal yoksunluk, yetersiz iktisadi fırsatlar, kamusal hizmetlerdeki ihmal gibi nedenlerin ortadan kaldırılmasını gerektirir. Dünyada yaratılan toplam servette benzeri görülmemiş artışa rağmen, çok sayıda insan temel özgürlüklere sahip değildir. Temel özgürlüklerden yoksunluk bazen açlığı giderme, yeterli besin maddelerine erişme, iyileştirilebilir hastalıklara çare bulma, yeterli giyinme ve barınma olanağı sağlama, temiz su veya sağlığa uygun koşullardan yararlanma karşılığında insanların özgürlüğünü çalan iktisadi yoksullukla doğrudan ilişkilidir (Sen, 2004:17,18; 1987:37,38). Görülmektedir ki; 1970’li yıllardan itibaren geleneksel kalkınma anlayışının yetersizliği üzerine yapılan yorumlar artmış, kalkınma iktisadı literatüründe insan merkezli yaklaşımlar kapsamında yoksulluğu önleme politikaları, gelir dağılımı adaletsizliği ve insanların yaşam kalitesi ile ilgili sorunlar tartışılmaya başlanmıştır. Fiziki mal ve hizmet artışına dayalı maddi refah merkezli kalkınma anlayışı eleştirilmeye ve kalkınmada “merkeze insanı yerleştiren” yaklaşımlar ağırlık kazanmaya başlamıştır. Bu çerçevede, yoksulluğu önleme stratejisi, gelir dağılımı adaletsizliği ve insanların yaşam kalitesi ile ilgili sorunlar ön plana çıkmaya başlamıştır. 1990’lı yıllarda geliştirilen “sürdürülebilir kalkınma” ve “sürdürülebilir insani kalkınma” kavramları doğrultusunda; büyümenin niteliği değişmeye başlamış, kaynak rezervlerinin korunması ve teknolojinin gelişmesiyle de kalkınma daha katılımcı bir boyut kazanmıştır (Yılmazer ve Çivi, 2005:54) 1.2. YOKSULLUK VE YOKSULLUKLA MÜCADELE Dünyada 1980’li yıllarda başlayan ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel değişimler yoksulluk kavramını kalkınma ve gelişme tartışmalarında ön plana çıkarmış ve bütün bu değişimlerin yarattığı sorunları da içeren çok boyutlu bir sorun haline dönüştürmüştür. Yoksulluk, esasen bir az gelişmişlik sorunu olmakla beraber gelişmiş ülkelerde de önemli bir sorun olarak günümüzde karşımıza çıkmaktadır. Ancak gelişmiş ülkelerde hızlı büyümenin yanı sıra refah devlet, düşük gelirli kesimler için devletin maddi yardım desteği, yaygın sağlık ve eğitim hizmetleri ve işsizlik sigortası gibi uygulamalarının, az gelişmiş ülkelere oranla daha ağır basması nedeniyle, bu ülkelerde yoksulluk daha az hissedilmektedir. Az gelişmiş ülkelerde ise kaynak yetersizliği, söz konusu hizmetleri sunmada sorunlara yol açarak, yoksulluğun daha fazla hissedilmesine neden olmaktadır (Korkmaz ve Bayramoğlu, 2007; 98-99). Yoksulluk, gerek tanımı gerekse şekli itibariyle ülkeden ülkeye, hatta aynı ülke içinde bölgeden bölgeye bile değişiklik sergileyebilir. Bu değişiklik, etkisini yoksullukla mücadelede de göstermekte; gelir dağılımındaki dengesizlikler, savaşlar, sosyal ayrımcılık ve dışlanmışlık, güvenli olmayan çevre, sağlıksız şehirleşme, kırsal bölgelerin sorunları, küresel ısınma gibi çeşitli etkenler karşısında farklı mücadele yollarına ihtiyaç duyulmaktadır. Kimi ülkeler açlıkla mücadele ederken, kimi ülkelerde yoksulluk kadınları, çocukları, iş ve öğrenim olanağı bulamayan gençleri olumsuz etkilemektedir. Asya ülkelerinde kırsal yoksulluk Latin Amerika ülkelerinde kentsel yoksulluk olarak kendini göstermektedir. Benzer şekilde kimileri için yoksulluk bireylerin yaşamlarını idame ettirebilmeleri için temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamama noktasında, kimileri için de yaşadığı toplumun ortalama yaşam standartlarını yakalayamama noktasında farklı şekillerde kendisini göstermektedir (Çerçi, 2008: 19; Alcock, 2006:4). 1980’li yıllarda ihmal edilen yoksulluk sorununa karşı, WB’nin bakış açısı 1990 yılında hazırlanan “Dünya Kalkınma Raporu” ile tamamen değişmiştir. Bu Raporla yoksulluk konusuna yeniden ilgi gösterilmeye başlanmış, yapısal uyum politikalarının yoksulluk üzerindeki etkilerinin göz ardı edildiği kabul edilerek, yoksulluk sorunu ile ekonomik gelişme özdeşleştirilmiş ve WB’nin en önde gelen amacının da yoksullukla mücadele olduğu belirtilmiştir. Bu doğrultuda 1990 Dünya Kalkınma Raporu’nda yoksullukla mücadele konusunda getirilen öneriler, 1980 öncesi dönemde geri dönüş olarak nitelendirilebilecek unsurlar içermektedir. Bu raporda, yoksulların en çok sahip oldukları üretim faktörü olan emeğe dayalı ekonomik büyüme, sağlık ve eğitim gibi konular ön plana çıkmıştır. 1.2.1. YOKSULLUĞA İLİŞKİN TEMEL KAVRAMLAR Her ülkenin farklı ekonomik, sosyal ve kültürel yapılara sahip olması, olgulara ve olaylara karşı olan yaklaşımları ve değerlendirmeleri de çeşitlendirmektedir. Benzer şekilde toplumsal farklılıklara, bölgesel faktörlere v.b. bağlı olarak yoksulluğa ilişkin bir çok kavram geliştirilmiştir. Kaldı ki, yoksulluk için hiçbir zaman tek bir tanım yapılması mümkün olamaz. Zira yoksulluk, eğitim ve sağlık başta olmak üzere her yönden yoksunluğu içeren bir olgudur (Deaton, 2006:10). Bu gerekçelerle günümüzde yoksulluğu salt iktisadi bir sorun olarak gören yaklaşımlardan uzaklaşılmıştır. İktisadi değişkenlerin dikkate alındığı yoksulluk tanımlamalarının yanı sıra sosyal, beşeri vb. değişkenlerin esas alındığı yeni yoksulluk tanımları ve kavramları geliştirilmiştir. 1.2.1.1. MUTLAK VE GÖRELİ YOKSULLUK Yoksullukla ilgili temel yaklaşımlardan birisi olan mutlak yoksulluk kavramı ilk kez İngiltere’de J. Rowntree tarafından tanımlanmıştır (Alcock, 2006:66). Mutlak yoksulluk, insanların yaşamak için gerekli asgari ihtiyaçlarını karşılamak için yeterli kaynağa sahip olamama durumu veya mutlak asgari refah düzeyinin altında kalma durumudur. Bir başka tanımlama yaşamda kalabilmek için gerekli mal ve hizmetlere olan ihtiyaçların karşılanamaması durumudur. Daha kolay nicelleştirilebildikleri için en yaygın kullanılan yoksulluk kriterleri, parasal gelir ve tüketim harcamaları olmaktadır. Tüketim harcamalarına ilişkin hesaplamalar, genellikle yeterli miktarda temel gıda maddesinden oluşan gıda sepetinin maliyeti veya bir asgari kalori normunun gerektirdiği tüketim harcamaları esasına göre yapılmaktadır. Buna göre hayatta kalabilmek için gerekli en düşük maliyetli gıda harcamalarının parasal değeri bir yoksulluk çizgisi oluşturmakta ve bu sınırın altında kalanlar yoksul olarak kabul edilmektedir. Özellikle açlık boyutuna varan ağır beslenme sorunlarının yaşandığı ülkelerde mutlak yoksulluk, en temel yoksulluk kriteri olmaktadır (Şenses, 2006:63). Öte yandan, tanımlamada yer alan yaşamı devam ettirmeye yetecek kadar gelirden anlaşılması gerekenin göreli olduğu konusu dikkatlerden kaçmamalıdır (Alcock, 2006:64). Mutlak yoksulluk dar anlamda salt gıda harcamaları, geniş anlamda ise barınma ve giyim gibi gıda dışı harcamaları da kapsayan bir yaklaşımla ele alınabilmektedir. Günümüzde pek çok az gelişmiş ülkede, mutlak yoksulluk sınırı; en az kalori ihtiyacını karşılayacak gıda sepetinin maliyeti yanı sıra gıda dışı harcamaları da dikkate alacak şekilde oluşturulmaktadır. Seers, Streeten, Hicks Goulet ve Sen gibi iktisatçılar tarafından geliştirilen, gıda, sağlık, eğitim ve barınma gibi temel ihtiyaçların karşılanması esasına dayanan Temel İhtiyaçlar Yaklaşımı’nı da bu bağlamda mutlak yoksulluk yaklaşımı olarak değerlendirmek mümkündür (Bkz. Bölüm 1.1.3.7). Mutlak yoksulluk, temel ihtiyaçların karşılanamaması noktasında reel geliri belli bir düzeyin altında yaşayanların sayısı olarak hesaplandığı için, yoksulluğun ölçülmesinde kişi sayısı indeksine de karşılık gelmektedir (Todaro & Smith, 2003: 205, 206). Satın alma gücü paritelerinin farklılığından dolayı mutlak yoksulluk sınırı, gelişme düzeyine göre ülkeler arasında farklılık gösterebilmektedir. Söz konusu sınır az gelişmiş ülkeler için kişi başına günde 1,25 ABD doları, Latin Amerika ülkeleri ve Karayipler için 2,15 ABD doları, Türkiye ve Doğu Avrupa ülkeleri için yaklaşık olarak 4 ABD doları, gelişmiş ülkeler için ise 14,4 ABD doları olarak kabul edilmektedir. Bu rakamlara göre günlük geliri 2400 kilo kalori besin almaya yetmeyenler mutlak yoksul olarak tanımlanmaktadır (WB, Understanding Poverty). Yoksullukta mutlak sınırın ortaya çıkması, göreli yoksulluk yaklaşımını da gündeme getirmiştir. Göreli yoksulluk, toplumun ortalama refah düzeyinin belli bir oranın altında kalması durumuna denir (Korkmaz ve Bayramoğlu, 2007:100). Göreli yoksulluk, gelir dağılımındaki eşitsizlikleri yansıtmaktadır. Lorenz Eğrisi ve Gini Katsayısı gibi birçok göreli yoksulluk göstergesi hem yoksulluğun seviyesine hem de toplumdaki sosyal duruma işaret etmektedir. Örneğin; Gini katsayısının 0,40 değeri sosyal problem sınırı olarak tanımlanmaktadır (Alcock, 2006:17). Yoksul kesim ile diğer kesimlerinin gelirlerinde göreli fark da, göreli yoksulluğun yaygın olarak kullanılan bir diğer ölçüsüdür. Bu gösterge yoksulların ortalama gelirleri ile yüksek gelire sahip kesimlerin ortalama harcamasının kıyaslanmasına olanak tanımaktadır (Aktan ve Vural, 2002:1-32). Ancak, toplumda gelir dağılımı eşitsizliğinin artması yoksulluğun artmasının bir göstergesi olmayabilir (Alcock, 2006:18). Sonuç olarak göreli yoksulluk bir kişinin veya grubun yaşam düzeyini kendisinden daha yüksek gelire sahip bir referans gurubunun geliriyle karşılaştırması sonucunda ortaya çıkan bir olgudur. Buna göre göreli yoksullar, temel ihtiyaçlarını mutlak olarak karşılayabilen, ancak kişisel kaynaklarının yetersizliği nedeniyle toplumun genel refah düzeyinin altında kalan ve topluma sosyal açıdan katılmaları engellenmiş olan bireyleri kapsamaktadır (Deaton, 2006:11). Mutlak yoksulluk kavramına göre bir toplumda hiç kimsenin yoksul kalmaması sağlanabilirken, yoksulluğu bir eşitsizlik olarak alan ve gelir dağılımıyla doğrudan ilişkilendiren göreli yoksulluk kavramına göre ise, toplumlarda her zaman için yoksul olan bir kesime rastlanmaktadır (Şenses, 2006:91-92). Amartya Sen (1984) çalışmasında, Adam Smith’in beyaz gömlek açıklamasına dayanarak, göreli yoksulluk kavramına ortodoks bir eleştiri yapılmaktadır. Adam Smith’in bir işçinin keten gömleğinin olmaması durumunda yaşayacağı utancı “imkansızlık” olarak açıklamakta ve imkansızlık durumunun insanı yoksul yaptığını öne sürmektedir. Buradaki “imkan sahibi olmak” tanımlamasından anlaşılması gereken, sosyal düzenin bir üyesi olarak insanın bir fonksiyonunun olduğudur. Sen’e göre, “imkansızlık, yoksun olmak” mutlaktır ve bu da yoksulluğun nedenidir. Her toplumda bireyin sosyal bir varlık olarak fonksiyonu bulunmaktadır; ancak bireyin bu fonksiyonunu yerine getirebilmesi için ihtiyaç duyduğu varlıklar, toplumdan topluma ve hatta aynı toplum içerisinde bireyden bireye göre de farklılık göstermektedir. 1.2.1.2. OBJEKTİF VE SÜBJEKTİF YOKSULLUK Objektif yoksulluk (refah yaklaşımı), refah ölçütü olarak asgari ihtiyaç düzeyinin normatif ölçülerle belirlenmesidir (Özsoy, 2003). Burada kastedilen normatif ölçütler; tüketim harcamaları, alınması gereken günlük kalori miktarı gibi somut değişkenlerdir. Bu değişkenler için belirlenen sınır değerlerinin altında kalınması durumu objektif yoksulluk olarak tanımlanmaktadır. Örneğin; günde 1,25 ABD dolarının altında bir gelire sahip bireylerin sayısı, günlük 2400 kilokalorinin altında kalanların sayısı şeklindeki değerlendirmeler objektif yoksulluk göstergeleridir. Normatif ölçütler, yoksulluğun nedenlerini ve bireyleri yoksulluktan kurtarma yöntemlerinin değerlendirilmesinde kullanılır (Aktan ve Vural, 2002:1-32). Sübjektif yoksulluk (fayda yaklaşımı) ise, bireylerin kendi tercihlerine göre oluşturdukları ihtiyaç bileşimini esas alarak, öznel gerçekliği soyutlayan yaklaşımlardan uzaklaşmaktadır (Özsoy, 2003). Bir başka deyişle, yoksulluğun tanımlanmasında bireylerin tercihlerine önem verilmektedir. Bireylerin elde ettiği toplam faydanın hesaplanmasında karşılaşılan güçlükler nedeniyle iktisatçılar, geleneksel olarak, objektif yaklaşımı benimsemek eğilimindedirler. Bu yaklaşımda bireyler her zaman kendileri için neyin en iyi olduğunu değerlendirme yeteneğine sahip değildir. Örneğin, yoksulluğun ölçümünde kullanılan hemen hemen tüm yöntemler objektif yaklaşımı benimseyerek asgari besin gereksinimi konusu üzerinde durmakla beraber, esasen her birey tükettiği yiyecek miktarı ve türleri konusunda farklı farklı değerlendirme ve tercihlere sahiptir. Bazıları hayatta kalabilmek için gerekli olan gıda maddelerini tercih ederken, diğer bazıları bu türden yiyecekleri tercih etmeyebilir. Bu nedenle, hane halklarının ve bireylerin değerlendirmelerine göre yoksulluğu tanımlayan sübjektif yaklaşım, yoksulluğun makro düzeyde ölçülmesinde önemli sorun ve karışıklıklara yol açabilmektedir (Aktan ve Vural, 2002:1-32). 1.2.1.3. GELİR YOKSULLUĞU VE İNSANİ YOKSULLUK Gelir yoksulluğu, yaşamı sürdürmek ya da asgari yaşam standardına sahip olmak için birey veya hane halkının ihtiyaç duyduğu temel gereksinimleri karşılayabilecek miktarda gelirin elde edilememesi durumudur. Gelir yoksulluğu hesaplamalarında genellikle asgari bir yaşam düzeyini sağlamak için gerekli olan gelir, yoksulluk sınırı olarak tanımlanmaktadır. Yoksulluk sınırının altında bir gelir veya tüketim seviyesine sahip olan kişi veya hane halkı yoksul olarak adlandırılır. Ülkelerarası karşılaştırmalar yapabilmek için küresel bir yoksulluk sınırı tespit edilmektedir. Ancak bu şekilde belirlenen küresel yoksulluk sınırı, her ülke için söz konusu olan yoksulluğun analizini yapabilmek adına yararlı değildir. Bu amaçla, ülkenin içinde bulunduğu sosyo-ekonomik koşulları yansıtan bir yoksulluk sınırına ihtiyaç vardır. Benzer şekilde, bir ülke içindeki farklı bölgelere yönelik olarak da (kırsal alanlar-kentsel alanlar gibi) farklı yoksulluk sınırları tespit edilebilir (Aktan ve Vural, 2002:1-32). Dolayısıyla, Alcock (2006:80-85) çalışmasında da ifade edildiği üzere, günümüzde yoksulluğun ölçülmesinde çok boyutlu yaklaşım en doğru ve tutarlı olandır. İnsani kalkınma kavramından ilk olarak 1990 yılında UNDP tarafından yayınlanan İnsani Kalkınma Raporunda bahsedilmiştir. İnsani yoksulluk kavramı, insani kalkınma ve insanca yaşam için parasal olanakların yanı sıra, temel gereksinimlerin karşılanabilmesi için iktisadi, sosyal ve kültürel bazı olanaklara sahip olmanın da gerekli olduğu fikrine dayanmaktadır. Bu nedenle asgari gereksinimlerden daha fazla maddi refahın söz konusu insani yoksulluk, bir kısım bireyin insanca yaşam imkanlarına sahip olmaması anlamına gelmektedir. Zira yoksullar yalnızca gelir ve kaynaklardan mahrum kalmazlar; bunun yanı sıra, fırsatlardan da yoksun kalırlar. Bu bireylerin imkanlarının az olması ve sosyal dışlanma nedeniyle, iş bulmaları ve finansal piyasalara erişmeleri zordur. Eğitim düzeyinin yetersiz olması yoksulların iş bulma ve yaşam kalitelerini artıracak bilgiye erişim kabiliyetlerini olumsuz yönde etkilemektedir. Yetersiz beslenme ve sağlık hizmetlerinden faydalanamamaları yoksulların iş imkanlarına kavuşmalarını engellerken, akli ve fiziki sağlıklarını koruma olanaklarını ortadan kaldırmaktadır (Aktan ve Vural, 2002:1-32). Gelir yoksulluğunda, yoksulluk sınırı olarak bir asgari gelir ve tüketim düzeyi söz konusudur. İnsani yoksullukta ise, yaşam süresinin kısalığı, eğitim ve sağlık hizmetlerinden yoksunluk, iş olanaklarından yoksunluk gibi faktörlerde tanımda yer almaktadır (Özsoy, 2003). 1997 yılında UNDP tarafından geliştirilen “İnsani Yoksulluk İndeksi (Human Poverty Index-HPI)” ile insani açıdan ortaya çıkan yoksulluğun ölçülmesi mümkün olmuştur (UNDP,1997). UNDP, bireyin yaşam kalitesinin göstergesi olarak ve dolayısıyla insani yoksulluğun boyutunun ölçülmesinde şu değişkenleri dikkate almaktadır (UNDP Türkiye Temsilciliği,2008: 110): Sağlık personeli yardımıyla yapılan doğumların oranı, Tam aşılanma oranı, Bebek ölüm oranı, 5 yaş altı çocuklarda ölüm oranı, Gebeliği önleyici modern yöntemlerin kullanım oranı, Sağlık sisteminde hekim başına ve yatak başına düşen kişi sayısı Yetişkinlerde okuryazarlık oranı, Okul öncesi eğitimden yararlanan çocuk oranı, İlköğretimde 8. sınıfa erişim oranı, İlköğretimde net okullaşma oranı, Ortaöğretimde net okullaşma oranı, Meslek edindirme amaçlı yaygın eğitim programlarından yararlananların sayısı, kurs sayısı ve kurs başına düşen kişi sayısı, Yasal bildirim süresinden sonra nüfusa kayıt olan çocuk sayısı ve oranı, İntihar oranı ve intihara teşebbüs sayısı, Suça sürüklenmiş çocuk sayısı ve oranı, Kişi ve mala karşı işlenen suçlarda davacı, davalı, dava sayısı ve oranı, İstismara uğramış çocuk sayısı ve oranı, Barınacak yeri olmayan insan sayısı ve oranı, Koruma ve bakım altında bulunan kişi sayısı ve oranı, Koruma ve bakım için sırada bekleyen kişi sayısı ve oranı, Sosyal güvenlik kapsamındaki insan sayısı ve oranı, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıflarından ve 2022 sayılı kanundan yararlananların sayısı ve oranı, Dernek, vakıf, sendika sayısı, üye sayısı ve sendikalaşma oranı, Sağlıklı içme suyuna ulaşamayan hane halkı oranı. 1.2.2. DÜNYADA YOKSULLUK HARİTASININ DEĞERLENDİRİLMESİ İktisadi gelişmişlik, iktisadi büyümeden daha çok kalkınma kavramıyla özdeş tutulması gereken bir kavramdır. Bu nedenle ülkelerin gelişmişlik düzeylerini değerlendirirken, UNDP ve WB tarafından ülkelerin gelir düzeylerine göre oluşturulan indeksler ilave olarak, okur-yazarlık, okullaşma oranları, ortalama yaşam süresi, eğitim, sağlık gibi beşeri göstergelerinin de göz önüne alındığı, insani gelişmişlikle veya insani yoksullukla ilgili indeksler de geliştirilmiştir. Kalkınma kavramının yeni bir boyut kazanarak sürdürülebilir kalkınma olgusunun ön plana çıkmasıyla birlikte ülkelerin gelişmişlik düzeylerinde farklı kriterlere göre ölçülmesinin gereği ortaya çıkmıştır Bu noktadan hareketle, insani kalkınma kavramı geliştirilmiş ve İnsani Kalkınma İndeksi (Human Development Index-HDI) hesaplanmaya başlanmıştır. UNDP (UNDP, 1990:1) raporunda insani kalkınma, ilk kez bireylerin yararlandıkları olanakları genişleten bir süreç olarak tanımlanmıştır. Bu çok çeşitli olanaklardan en hayati olanları uzun ve sağlıklı bir yaşam sürmek, eğitim görmek ve insanca bir yaşam standardı sağlamak için gerekli kaynaklara ulaşmaktır. Diğer olanaklar arasında politik özgürlük, insan haklarının güvence altına alınması ve öz saygı yer almaktadır. Bu doğrultuda UNDP, 1990 tarihinden itibaren İnsani Kalkınma Kavramı ve Ölçülmesi, İnsani Kalkınma ve Finans, Katılım, İnsan Güvenliği, Kadın-Erkek Eşitliği, Yoksulluk, Ekonomik Büyüme, Teknoloji, Demokrasi, Kültürel Özgürlük, Küreselleşme, İnsan Hakları ve İklim Değişikliği gibi birçok alanda yirmiye yakın “Uluslararası İnsani Kalkınma Raporu” yayınlamaktadır. İnsani yoksulluğa ilişkin sorunların çözümü ve politika üretilmesinde yararlanmak amacıyla hazırlanan ulusal insani kalkınma raporlarında UNDP’nin geliştirdiği bu metodoloji kullanılmaktadır. İnsani kalkınmanın, geleneksel ekonomik politikalarla önemli bir çok ortak yönü bulunmaktadır. Her ikisi de ekonomik ilerleme, istihdam ve yaşam koşullarının iyileştirilmesiyle uğraşmaktadır. Ancak geleneksel ekonominin bakış açısı, ekonomi iyi işlerse ve büyürse insanların yaşamlarının da kendiliğinden iyileşeceği varsayımına dayanarak, ekonominin daha iyi işlemesinin yolları üzerine odaklanmaktadır. İnsani kalkınma ise, bu duruma kesin gözüyle bakmamakta ve birçok istisnaya dikkat çekmektedir. İnsani kalkınmada insanlar nihai amaçtır, sonuca götüren araçlar değildir. Buna göre, insanların kapasitelerini güçlendirmek, seçeneklerini arttırmak ve insan haklarını güvence altına almak tüm siyasal, ekonomik, sosyal, ulusal, bölgesel ve küresel politikaların amacı ve göstergesi olmalıdır (UNDP Türkiye Temsilciliği, 2008:17). Daha öncede ifade edildiği üzere, insani kalkınma ekonomik ve sosyal politikaların merkezine insanı yerleştirmektedir. Amacı, tüm ülke nüfusunun insani sorunlarını kamusal ve özel eylemin hedefi ve nihai göstergesi kılmaktır. UNDP insani kalkınmışlığı üç boyutta ele alarak ülkeler için HDI’yı hesaplamaktadır. Hesaplamada kullanılan değişkenler şunlardır: a) Uzun ve sağlıklı yaşam, b) Bilgiye ulaşma ve c) İnsani yaşam standardına sahip olmadır. Uzun ve sağlıklı yaşam göstergesi olarak “doğumda yaşam süresi” kullanılmakta ve yaşam süresi indeksi oluşturulmaktadır. Bilgiye ulaşma konusunda, “yetişkinlerde okur-yazarlık oranı” ile “okullaşma oranı” kullanılarak iki ayrı indeks hesaplanmaktadır. Bu iki indeks ise, eğitim indeksini oluşturmaktadır. Bireyin yaşamını idame ettirebilmesini ifade eden insani yaşam standardının göstergesi ise; ABD doları cinsinden satın alma gücü paritesini (PPP) itibariyle kişi başına düşen GSYİH’dir. Bu gösterge kullanılarak GSYİH indeksi hesaplanır. Nihayetinde ortalama yaşam süresi indeksi, eğitim indeksi ve GSYİH indeksi kullanılarak HDI indeksi hesaplanmaktadır (UNDP, 2008a:45). Bu açıdan bakıldığında insani gelişmişlik, bireylerin en temel ihtiyaçlarını karşılayabilmelerini, sağlıklı bir ortamda doğmalarını ve gelişmelerini, eğitim yoluyla kendilerinin ve yaşadıkları toplumun gelişimine katkıda bulunabilme olanaklarını da içine alan bir hesaplamadır. Bütün bu unsurlar, yaşam kalitesinin ve dolayısıyla yoksulluğun göstergeleridir. Bir başka ifadeyle, yaşam kalitesinin iyi olması durumunda insani kalkınmadan söz edilebilir (Savaş, Han ve Kaya, 2002:335). HDI indeksi 0 ve 1 arasında değerler almaktadır. HDI’e göre, ülkeler düşük, orta ve yüksek insani kalkınma grubu olmak üzere üç gruba ayrılmaktadır HDI değeri; 0,00 – 0,49 arasındaki ülkeler düşük insani kalkınma, 0,50 – 0,79 arasındaki ülkeler orta insani kalkınma, 0,80 – 100 arasındaki ülkeler yüksek insani kalkınma, Grubundaki ülkeler olarak tanımlanırlar (UNDP, 2008:29-32). WB, üye ülkeleri gelir gruplarına göre düşük, orta ve yüksek gelir grubuna dahil ülkeler olmak üzere üç temel kategoriye ayırmaktadır. WB tarafından Atlas Metodu ile hesaplanan 2007 yılı itibariyle kişi başına düşen GSMH rakamlarına göre, ülke sınıflandırmasına bakıldığında; 935 ABD doları ve altı düşük gelir grubu, 936-3705 ABD doları arası düşük-orta gelir grubu, 3706-11.455 ABD doları arası yüksek-orta gelir grubu, 11.456 ABD doları ve üstü ise yüksek gelir grubu olarak belirlenmiştir. Bu değerler, 2008 Temmuz-2009 Temmuz dönemi için geçerlidir. (WB İstatistikleri: WB, 2008, http://web.worlbank.org). Düşük gelir grubunda yer alan 49 ülkenin 33’ü Sahra-altı Afrika ülkeleridir. Diğerleri ise Doğu Asya-Pasifik ve Güney Asya ülkeleridir. Düşük-orta gelir grubundaki 54 ülkenin yarıdan fazlası sırasıyla bazı Doğu Asya-Pasifik, Latin Amerika-Karayipler ve Ortadoğu ülkeleri ile Sahra-altı Afrika ülkelerinden oluşmaktadır. Yüksek-orta gelir grubundaki 41 ülkenin üçte ikisi sırasıyla Latin Amerika ülkeleri ile Avrupa ve Orta Asya ülkelerinden oluşmaktadır. Yüksek gelir grubunda 65 ülke yer almaktadır. Bu ülkelerin 27’si OECD üyesi olan Avrupa ülkeleri, ABD, Kanada, Japonya, Kore, Avustralya ve Yeni Zelanda’dır. Geri kalan ülkeler ise Kuveyt, Katar ve Suudi Arabistan gibi petrol ihraç eden ülkeler ile Malta, Barbados, Bahamalar, Singapur gibi ülkelerdir. Özetle, WB ülkeler sınıflamasına göre en düşük gelir düzeyine sahip ülkelerin büyük çoğunluğunun Sahra-altı Afrika ülkeleri ile diğer bölgelerin az gelişmiş ülkeleri olduğu görülmektedir. Yüksek gelir grubundaki ülkelerin özellikle de bu gruptaki OECD üyesi ülkelerin, gelişmiş ülkelerden oluştuğu dikkat çekmektedir. Ülkelerin sahip oldukları gelir düzeyleri kadar, söz konusu gelirin o ülkede yaşayan bireyler arasında ne ölçüde eşit dağıldığı önemli bir göstergedir. Bu noktada Gini Katsayısı önemli bir gösterge olarak karşımıza çıkmaktadır. Lorenz Eğrisi ile gösterilen ve gelir dağılımındaki eşitsizliği ifade eden Gini Katsayısı, 0 ile 1 arasında değişen değerler almaktadır. Değerlerin 1’e doğru büyümesi gelir dağılımı eşitsizliğinin arttığını gösterir. Gini Katsayısı’nın 1 olması gelir dağılımında tam eşitsizlik halini, 0 olması ise tam eşitsizlik halini ifade etmektedir. UNDP’nin HDI değerlerine göre ülkeleri yüksek, orta ve düşük seviye kalkınma gruplarına ayırmaktadır. Daha çok büyüme göstergesi olarak değerlendirilen ve GSMH’ye dayalı olarak yapılan gelir grupları sıralaması (WB ülke sınıflaması) ile ve beşeri kalkınmayı gösteren HDI kullanılarak yapılan gelişmişlik sınıflandırması (UNDP ülke sınıflaması) birbiriyle karşılaştırıldığında, yüksek gelir grubundaki ülkeler ile yüksek-orta gelir grubundaki bir çok ülkenin yüksek insani kalkınma grubunda yer aldıkları gözlemlenmektedir. Bosna-Hersek, Ekvator, Arnavutluk ve Fas gibi düşük-orta gelir grubundan bazı ülkeleri de yine bu grupta görmekteyiz. Orta insani kalkınma grubunda düşük-orta gelir grubundaki ülkelerin hemen hemen tamamı yer almaktadır. Bunu dışında Türkiye, Lübnan, Jamaika, Güney Afrika gibi orta-yüksek gelir grubundaki az sayıdaki ülke ile beraber Vietnam, Kamboçya, Kenya, Bangladeş, Senegal, Nepal gibi düşük gelir grubu ülkelerinin yarısı yine orta-insani kalkınma grubu içindedir. Etiyopya, Nijerya, Çad, Zambiya gibi düşük gelir grubu ülkelerinin yarısı da düşük insani kalkınma grubunu oluşturmaktadır. Bu noktadan bakıldığında, gelir ve insani kalkınma açısından yapılan ülke sınıflandırmalarının büyük ölçüde birbirleriyle örtüştükleri sonucu çıkarılabilir (UNDP, 2008a:29-32). UNDP tarafından oluşturulan önemli bir başka indeks ise “İnsani Yoksulluk İndeksi” (Human Poverty Index-HPI)’dir. İki farklı HPI hesaplanmaktadır: Bunlar, Gelişmekte olan Ülkeler İnsani Yoksulluk İndeksi (HPI-1), diğeri ise; Seçilmiş Yüksek Gelirli OECD Ülkeleri İnsani Yoksulluk İndeksi (HPI-2)’dir (UNDP, 2008:29-36). HPI-1 indeksi de, HDI gibi “uzun ve sağlıklı yaşam”, “bilgiye ulaşma” ve “insani yaşam standartlarına sahip olma” kriterleri değerlendirilerek oluşturulur. Ancak HPI-1 indeksinin hesaplanması bazı açılardan HDI indeksinden farklılık göstermektedir. Örneğin; uzun ve sağlıklı yaşam göstergesi olarak doğumda 40 yaşına kadar yaşayabilme olasılığı kullanılmaktadır. Bilgiye ulaşma ile ilgili olarak yetişkinlerde okur-yazarlık oranı kullanılmaktadır. Bireyin yaşamını idame ettirebilmesini ifade eden insani yaşam standardının göstergeleri ise temiz su kaynağına ulaşamayan nüfusun oranı ile “yaşına göre kilosunun altında olan çocukların oranı”dır. Bu son iki gösterge, insani yaşam standartlarından mahrumiyeti göstermektedir (UNDP, 2008:45). HPI-2 ise Norveç, Kanada, Avustralya, İrlanda, Hollanda, İsveç, Japonya, Lüksemburg, İsviçre, Fransa, Finlandiya, Danimarka, Avusturya, ABD, İspanya, Belçika, İtalya, İngiltere ve Almanya gibi seçilmiş yüksek gelirli OECD ülkeleri için hesaplanmaktadır. Bu indeks ise “uzun ve sağlıklı yaşam”, “bilgiye ulaşma” ile “yeterli yaşam standartlarına sahip olma” nın yanı sıra “sosyal dışlanma” kriterlerinden oluşturulur. Uzun ve sağlıklı yaşam göstergesi olarak doğumda 60 yaşına kadar yaşayabilme olasılığı kullanılmaktadır. Bilgiye ulaşma ile ilgili olarak yetişkinlerde kendi işini görecek kadar okur-yazar olma oranı kullanılmaktadır. Bireyin yaşamını devam ettirebilmesini ifade eden insani yaşam standardının göstergesi ise yoksulluk sınırının altında yaşayan insanların nüfusa oranıdır. HPI-1’e ilaveten HPI-2’nin hesaplanmasında ayrıca “sosyal dışlanmışlık” da göz önüne alınmakta ve gösterge olarak da uzun dönem işsizlik oranı kullanılmaktadır (UNDP, 2008:45). Tablo 1.1’de 200 ülke için HDI, HPI ve HPI-1, Gini katsayısı, kişi başına düşen GSMH sıralaması ve bu değerlerin birbirleriyle mukayeseleri yer almaktadır. Ancak verilerin, özellikle yoksulluk ve gelişmişlikle ilgili göstergelerin, her ülke için aynı tarihlerde mevcut olmaması nedeniyle, ülkelerin karşılaştırmalarının dikkatlice yapılmasında fayda vardır. HDI, HPI-1 gibi sıralamalar için 2006 yılı verileri kullanılırken, gelir gruplarına göre ülke sınıflandırmasında 2007 yılı verileri kullanılmıştır. Satın alma gücü paritesine göre ABD doları cinsinden kişi başına düşen milli gelir rakamları ise; 2006 yılına ait, kimi ülkeler için söz konusu yıldan önceki en yakın tarihe ait veriler alınmıştır Yine de, yoksulluk ve gelişmişliğe ilişkin verilerin yıldan yıla kolayca ve büyük oranda değişim göstermemesi, ülkelerin karşılaştırmalı analizinin güvenirliğini tehdit etmemektedir. Dünyanın yoksulluk haritasını yansıtan Tablo 1.1’in oluşturulmasında UNDP ve WB verilerinden ve ülkelerin ulusal istatistiklerinden yararlanılmıştır (UNDP, 2008:29-36). Tablo 1.1. Dünyada Yoksulluk Haritası I. Sütun II. Sütun III. Sütun IV. Sütun V. Sütun VI. Sütun VII. sütun VIII. sütun IX. Sütun X. Sütun HDI Sıralaması (2006) Ülkeler HPI-1 Sıralaması (2006) HPI-2 Sıralaması (1) Gelir Gruplarına Göre Ülkeler (2) (2007) (HPI-1'e Dahil Ülkeler Açısından) Gelir Yoksulluğu Sınırının Altında Kalan Nüfus Kişi Başına Düşen GSMH (2006) (PPP,$) Gini Katsayısı (3) (4) Günde 1,25 ABD Doları (2000-2006) Günde 2 ABD Doları (2000-2006) Ulusal Yoksulluk Sınırı (2000-2007) Katsayıya Göre Sıralama Değer Hesaplanan Yıl HIGH HUMAN DEVELOPMENT 1 İzlanda .. .. YGÜ .. .. .. 35, 814, 131 0,25 2005 .. 13 2 Norveç .. 2 YGÜ .. .. .. 51, 862 121 0,28 2005 .. 1 3 Kanada .. 8 YGÜ .. .. .. 36, 687 100 0,32 2005 .. 9 4 Avusturalya .. 13 YGÜ .. .. .. 33, 035 109 0,30 2006 .. 16 5 İrlanda .. 18 YGÜ .. .. .. 40, 823 102 0,32 2005 .. 4 6 Hollanda .. 3 YGÜ .. .. .. 36, 099 106 0,30 2005 .. 7 7 İsveç .. 1 YGÜ .. .. .. 34, 056 134 0,23 2005 .. 11 8 Japonya .. 12 YGÜ .. .. .. 31, 951 71 0,38 2002 .. 16 9 Lüksemburg .. 9 YGÜ .. .. .. 77, 089 127 0,26 2005 .. -8 10 İsviçre .. 7 YGÜ .. .. .. 37, 396 91 0,33 2000 .. 1 11 Fransa .. 11 YGÜ .. .. .. 31, 980 119 0,28 2005 .. 12 12 Finlandiya .. 4 YGÜ .. .. .. 32, 903 128 0,26 2005 .. 9 13 Danimarka .. 5 YGÜ .. .. .. 35, 125 133 0,24 2005 .. 3 14 Avusturya .. 10 YGÜ .. .. .. 35, 523 129 0,26 2005 .. 1 15 ABD .. 17 YGÜ .. .. .. 43, 968 42 0,45 2007 .. -7 16 İspanya .. 15 YGÜ .. .. .. 29, 208 101 0,32 2005 .. 11 17 Belçika .. 14 YGÜ .. .. .. 33, 243 123 0,28 2005 .. 2 18 Yunanistan .. .. YGÜ .. .. .. 31, 290 95 0,33 2005 .. 8 19 İtalya .. 19 YGÜ .. .. .. 28, 828 96 0,33 2005 .. 9 20 Yeni Zelanda .. .. YGÜ .. .. .. 25, 260 81 0,36 1997 .. 11 21 İngiltere .. 16 YGÜ .. .. .. 32, 654 90 0,34 2005 .. 1 22 Hong Kong, Çin .. .. YGÜ .. .. .. 39, 146 15 0,53 2007 .. -12 23 Almanya .. 6 YGÜ .. .. .. 31, 766 120 0,28 2005 .. 2 24 İsrail .. .. YGÜ .. .. .. 24, 405 68 0,38 2005 .. 9 25 Kore Cumhuriyeti .. .. YGÜ .. .. .. 22,985 85 0,35 2006 .. 9 26 Slovenya .. .. YGÜ <2 <2 .. 25, 021 132 0,24 2005 .. 6 27 Brunei Darussalam .. .. YGÜ .. .. .. 49, 898 .. .. .. .. -23 28 Singapur 13 .. YGÜ .. .. .. 47, 426 17 0,52 2005 .. -22 29 Kuveyt .. .. YGÜ .. .. .. 46, 638 .. .. .. .. -22 30 Kıbrıs .. .. YGÜ .. .. .. 25, 837 116 0,29 2005 .. 0 31 Birleşik Arap Emirlikleri 33 .. YGÜ .. .. .. 49, 116 .. .. .. .. -26 32 Bahreyn 37 .. YGÜ .. .. .. 34, 526 .. .. .. .. -15 33 Portekiz .. .. YGÜ .. .. .. 20, 845 69 0,38 2007 .. 7 34 Katar 29 .. YGÜ .. .. .. 72, 969 .. .. .. .. -32 35 Çek Cumhuriyeti 1 .. YGÜ <2 <2 .. 22, 004 126 0,26 2005 0 1 36 Malta .. .. YGÜ .. .. .. 21, 715 122 0,28 2005 .. 1 37 Barbados 4 .. YGÜ .. .. .. 17, 497 .. .. .. .. 9 Tablo 1.1. Dünyada Yoksulluk Haritası (Devam) I. Sütun II. Sütun III. Sütun IV. Sütun V. Sütun VI. Sütun VII. sütun VIII. sütun IX. Sütun X. Sütun 38 Macaristan 3 .. YGÜ <2 <2 17, 3 18.154 118 0,28 2005 2 5 39 Polonya .. .. YOGÜ <2 <2 14, 8 14, 675 83 0,36 2005 .. 11 40 Şili 8 .. YOGÜ <2 5, 3 17, 0 12, 997 12 0,54 2003 5 16 41 Slovakya .. .. YGÜ <2 <2 16, 8 17, 837 130 0,26 2005 .. 3 42 Estonya .. .. YGÜ <2 <2 8, 9 19, 155 89 0,34 2005 .. 0 43 Litvanya .. .. YOGÜ <2 <2 .. 15, 739 82 0,36 2005 .. 4 44 Letonya .. .. YOGÜ <2 <2 5, 9 15, 389 73 0,37 2003 .. 4 45 Hırvatistan 2 .. YOGÜ <2 <2 11, 1 14, 309 117 0,29 2001 1 6 46 Arjantin 11 .. YOGÜ 4,5 11. 3 .. 11, 985 29 0,48 2006 -18 14 47 Uruguay 7 .. YOGÜ <2 4. 5 .. 10, 203 41 0,45 2006 4 19 48 Küba 17 .. YOGÜ .. .. .. 6, 876 .. .. .. .. 40 49 Bahamalar .. .. YGÜ .. .. .. 20, 253 .. .. .. .. -8 50 Kosta Rika 10 .. YOGÜ 2, 5 8, 7 23, 9 9, 889 28 0,49 2003 -13 19 51 Meksika 25 .. YOGÜ <2 4, 8 17, 6 12, 176 21 0,50 2005 19 8 52 Libya 60 .. YOGÜ .. .. .. 13, 362 .. .. .. .. 2 53 Umman 64 .. YGÜ .. .. .. 20, 999 .. .. .. .. -14 54 Seyşel Adaları .. .. YOGÜ .. .. .. 15, 105 .. .. .. .. -5 55 Suudi Arabistan 55 .. YGÜ .. .. .. 22, 053 .. .. .. .. -20 56 Bulgaristan .. .. YOGÜ <2 <2 12, 8 10, 295 103 0,31 2005 .. 9 57 Trinidad and Tobago 27 .. YGÜ 4, 2 13, 5 21, 0 21, 669 .. .. .. -5 -19 58 Panama 28 .. YOGÜ 9, 2 18 37, 3 10, 135 10 0,56 2003 -13 9 59 Antigua and Barbuda .. .. YGÜ .. .. .. 17, 642 .. .. .. .. -14 60 Saint Kitts and Nevis .. .. YOGÜ .. .. .. 13, 975 .. .. .. .. -7 61 Venezuella 30 .. YOGÜ 18, 4 31, 7 52, 0 11, 115 30 0,48 2003 -25 1 62 Romanya 20 .. YOGÜ <2 3, 4 28, 9 10, 433 104 0,31 2005 14 2 63 Malezya 23 .. YOGÜ <2 7, 8 15, 5 12, 636 36 0,46 2002 17 -5 64 Karadağ 12 .. YOGÜ .. .. .. 9, 250 113 0,30 2003 .. 11 65 Sırbistan 6 .. YOGÜ .. .. .. 9, 468 112 0,30 2003 .. 9 66 Saint Lucia 24 .. YOGÜ 20, 9 40, 6 .. 9, 549 .. .. .. -34 7 67 Belarus 16 .. YOGÜ <2 <2 17, 4 9, 737 115 0,29 2002 11 5 68 Eski Yugoslavya Cumhuriyeti 9 .. DOGÜ <2 3, 2 21, 7 7, 921 65 0,39 2003 6 10 69 Arnavutluk 15 .. DOGÜ <2 7, 8 18, 5 5, 884 124 0,26 2005 10 27 70 Brezilya 42 .. YOGÜ 7, 8 18, 3 21, 5 8, 949 9 0,56 2005 0 7 71 Kazakistan 34 .. YOGÜ 3, 1 17, 2 15, 4 9, 832 110 0,30 2005 1 -1 72 Ekvador 32 .. DOGÜ 9, 8 20, 4 45, 2 7, 145 37 0,46 2006 -12 12 73 Rusya Federasyonu 31 .. YOGÜ <2 <2 19, 6 13, 205 55 0,41 2007 23 -18 74 Morityus 45 .. YOGÜ .. .. 10, 6 10, 571 63 0,39 2006 .. -11 75 Bosna-Hersek 5 .. DOGÜ <2 <2 19, 5 6, 801 125 0,26 2001 3 14 MEDIUM HUMAN DEVELOPMENT 76 Türkiye 40 .. YOGÜ 2, 7 9, 0 27, 0 11, 535 48 0,41 2007 6 -15 77 Dominika .. .. YOGÜ .. .. .. 7, 715 .. .. .. .. 2 78 Lübnan 38 .. YOGÜ .. .. .. 9, 757 .. .. .. .. -7 79 Peru 49 .. DOGÜ 8, 2 19, 4 53, 1 7, 088 18 0,52 2003 4 6 80 Kolombiya 36 .. DOGÜ 15, 4 26, 3 64, 0 6, 381 13 0,53 2005 -15 12 81 Tayland 41 .. DOGÜ <2 11, 5 13, 6 7, 613 52 0,42 2002 30 -1 Tablo 1.1. Dünyada Yoksulluk Haritası (Devam) I. Sütun II. Sütun III. Sütun IV. Sütun V. Sütun VI. Sütun VII. sütun VIII. sütun IX. Sütun X. Sütun 82 Ukrayna 19 .. DOGÜ <2 <2 19, 5 6, 224 105 0,31 2006 13 11 83 Ermenistan 14 .. DOGÜ 10, 6 43, 4 50, 9 4, 879 74 0,37 2006 -28 17 84 İran 51 .. DOGÜ <2 8, 0 .. 10, 031 46 0,44 2006 39 -16 85 Tonga .. .. DOGÜ .. .. .. 3, 677 .. .. .. .. 32 86 Grenada .. .. YOGÜ .. .. .. 7, 217 .. .. .. .. -3 87 Jamaika 47 .. YOGÜ <2 5, 8 18, 7 6, 409 40 0,45 2004 35 4 88 Belize 70 .. YOGÜ .. .. .. 6, 679 .. .. .. .. 2 89 Suriname 46 .. YOGÜ 15, 5 27, 2 .. 7, 268 .. .. .. -9 -7 90 Ürdün 22 .. DOGÜ <2 3, 5 14, 2 4, 654 67 0,38 2003 16 15 91 Dominik Cumhuriyeti 44 .. DOGÜ 5, 0 15, 1 42, 2 6, 093 19 0,51 2004 5 4 92 Saint Vincent and the Grenadines .. .. DOGÜ .. .. .. 7, 057     .. .. -6 93 Gürcistan 18 .. DOGÜ 13, 4 30, 4 54, 5 4, 009 57 0,40 2003 -27 19 94 Çin 35 .. DOGÜ 15, 9 36, 3 2, 8 4, 682 34 0,47 2007 -19 10 95 Tunus 66 .. DOGÜ 2, 6 12, 8 7, 6 6, 958 60 0,40 2005 27 -8 96 Samoa .. .. DOGÜ .. .. .. 3, 828 .. .. .. .. 20 97 Azerbaycan 50 .. DOGÜ <2 <2 49, 6 6, 172 78 0,36 2001 38 -3 98 Paraguay 48 .. DOGÜ 9, 3 18, 4 20, 5 4, 034 8 0,58 2003 1 12 99 Maldivler 68 .. DOGÜ .. .. .. 5, 008 .. .. .. .. -1 100 Cezayir 71 .. DOGÜ 6, 8 23, 6 22, 6 7, 426 84 0,35 1995 23 -19 101 El Salvador 61 .. DOGÜ 14, 3 25, 3 37, 2 5, 477 16 0,52 2002 4 -4 102 Filipinler 54 .. DOGÜ 22, 6 45, 0 25, 1 3, 153 38 0,45 2006 -19 20 103 Fiji 78 .. YOGÜ .. .. .. 4, 548 .. .. .. .. 3 104 Sri Lanka 67 .. DOGÜ 14, 0 39, 7 22, 7 3, 896 27 0,50 2003 10 11 105 Suriye 57 .. DOGÜ .. .. .. 4, 225 .. .. .. .. 4 106 Filistin 26 .. DOGÜ .. .. .. .. .. .. .. .. 27 107 Gabon 74 .. YOGÜ 4, 8 19, 6 .. 14, 208 .. .. .. 28 -55 108 Türkmenistan .. .. DOGÜ 24, 8 49, 6 .. 4, 826 56 0,40 1998 .. -7 109 Endonezya 69 .. DOGÜ 21, 4 53, 8 16, 0 3, 455 80 0,36 2005 -3 12 110 Guyana 52 .. DOGÜ 7, 7 16, 8 .. 2, 782 49 0,43 1999 10 15 111 Bolivya 56 .. DOGÜ 19, 6 30, 3 64, 6 3, 989 6 0,59 2006 -6 2 112 Moğolistan 58 .. DOGÜ 22, 4 49, 0 36, 1 2, 887 97 0,32 2002 -15 11 113 Moldova 21 .. DOGÜ 8, 1 28, 9 48, 5 2, 396 94 0,33 2003 -17 15 114 Vietnam 53 .. DGÜ 21, 5 48, 4 28, 9 2, 363 75 0,37 2004 -14 15 115 Ekvator Ginesi 95 .. YGÜ .. .. .. 27, 161 70 0,38 2006 .. -86 116 Mısır 73 .. DOGÜ <2 18, 4 16, 7 4, 953 88 0,34 2001 54 -17 117 Honduras 62 .. DOGÜ 22, 2 34, 8 50, 7 3, 553 14 0,53 2003 -12 1 118 Cape Verde 63 .. DOGÜ 20, 6 40, 2 .. 2, 833 .. .. .. -4 6 119 Özbekistan 43 .. DGÜ 46, 3 76, 7 27, 2 2, 189 77 0,36 2003 -46 13 120 Nikaragua 65 .. DOGÜ 15, 8 31, 8 45, 8 2, 441 50 0,43 2001 4 7 121 Guatemala 75 .. DOGÜ 11, 7 24, 3 56, 2 4, 311 11 0,55 2007 18 -13 122 Kırgızistan 39 .. DGÜ 21, 8 51, 9 43, 1 1, 183 111 0,30 2003 -29 19 123 Vanuatu 83 .. DOGÜ .. .. .. 3, 481 110 0,30 2005 .. -3 124 Tacikistan 72 .. DGÜ 21, 5 50, 8 44, 4 1, 609 98 0,32 2003 -3 20 125 Güney Afrika 81 .. YOGÜ 26, 2 42, 9 .. 9, 087 2 0,65 2005 -5 -49 126 Botsvana 90 .. YOGÜ 31, 2 49, 4 .. 12, 744 4 0,63 1993 0 -69 Tablo 1.1. Dünyada Yoksulluk Haritası (Devam) I. Sütun II. Sütun III. Sütun IV. Sütun V. Sütun VI. Sütun VII. sütun VIII. sütun IX. Sütun X. Sütun 127 Fas 93 .. DOGÜ 2, 5 14 .. 3, 915 59 0,40 2005 48 -13 128 Sao Tome and Principe 59 .. DGÜ .. .. .. 1, 534 .. .. .. .. 19 129 Namibya 84 .. DOGÜ 49, 1 62, 2 .. 4, 819 1 0,70 2003 -21 -27 130 Kongo 82 .. DOGÜ 54, 1 74, 4 42, 3 3, 550 .. .. .. -28 -11 131 Bhutan 97 .. DOGÜ 26, 2 49, 5 .. 4, 010 .. .. .. 8 -20 132 Hindistan 89 .. DOGÜ 41, 6 75, 6 28, 6 2, 489 76 0,36 2004 -11 -6 133 Lao 89 .. DGÜ 44, 0 76, 8 33, 0 1, 980 86 0,34 2002 -11 2 134 Solomon Adaları 79 .. DGÜ .. .. .. 1, 586 .. .. .. .. 12 135 Myanmar 76 .. DGÜ .. .. .. 881 .. .. .. .. 29 136 Kambçya 88 .. DGÜ 40, 2 68, 2 35, 0 1, 619 53 0,41 2004 -9 7 137 Komor Adaları 77 .. DGÜ 46, 1 65, 0 .. 1, 152 .. .. .. -20 18 138 Yemen 108 .. DGÜ 17, 5 46, 6 41, 8 2, 262 93 0,33 1998 35 -7 139 Pakistan 100 .. DGÜ 22, 6 60, 3 32, 6 2, 361 108 0,36 2002 15 -9 140 Moritanya 106 .. DGÜ 21, 2 44, 1 46, 3 1, 890 66 0,39 2000 26 -2 141 Swaziland 104 .. DOGÜ 62, 9 81, 0 69, 2 4, 705 24 0,50 2001 -17 -38 142 Gana 86 .. DGÜ 30 53, 6 28, 5 1, 247 62 0,39 2005 -3 11 143 Madagaskar 107 .. DGÜ 67, 8 89, 6 71, 3 878 31 0,47 2001 -19 22 144 Kenya 91 .. DGÜ 19, 7 39, 9 52, 0 1, 436 45 0,44 1997 17 6 145 Nepal 99 .. DGÜ 55, 1 77, 6 30, 9 999 33 0,47 2004 -16 17 146 Sudan 101 .. DOGÜ .. .. .. 1, 887 .. .. .. .. -7 147 Bangladeş 110 .. DGÜ 49, 6 81, 3 49, 8 1, 155 92 0,33 2000 1 7 148 Haiti 96 .. DGÜ 54, 9 72, 1 .. 1, 109 7 0,59 2001 -18 11 149 Papua Yeni Gine 116 .. DGÜ 35, 8 57, 4 37, 5 1, 950 20 0,50 1996 19 -12 150 Kamerun 92 .. DOGÜ 32, 8 57, 7 40, 2 2, 043 43 0,44 2001 1 -16 151 Cibuti 85 .. DOGÜ 18, 8 41, 2 .. 1, 965 .. .. .. 13 -15 152 Tanzanya 98 .. DOGÜ 88, 5 96, 6 35, 7 1, 126 87 0,34 2000 -33 5 153 Senegal 123 .. DGÜ 33, 5 60, 3 33, 4 1, 592 54 0,41 2001 27 -8 LOW HUMAN DEVELOPMENT 154 Nijerya 11 .. DGÜ 64, 4 83, 9 34, 1 1, 852 47 0,43 2003 -13 -14 155 Lesotho 103 .. DOGÜ 43, 4 62, 2 68, 0 1, 440 3 0,63 1995 2 -6 156 Uganda 94 .. DGÜ 51, 5 75, 6 37, 7 888 39 0,45 2002 -14 7 157 Angola 119 .. DOGÜ 54, 3 70, 2 .. 4, 434 .. .. .. 3 -50 158 Doğu Timor 122 .. DOGÜ 52, 9 77, 5 39, 7 668 72 0,38 2002 9 14 159 Togo 112 .. DGÜ 38, 7 69, 3 32, 3 792 .. .. .. 14 8 160 Gambiya 121 .. DGÜ 34, 3 56, 7 61, 3 1, 152 25 0,50 1998 24 -4 161 Benin 125 .. DGÜ 47, 3 75, 3 39, 0 1, 259 79 0,36 2003 18 -9 162 Malawi 102 .. DGÜ 73, 9 90, 4 65, 3 703 64 0,39 2004 -25 7 163 Zambiya 124 .. DGÜ 64, 3 81, 5 68, 0 1, 273 22 0,50 2004 0 -12 164 Eritre 105 .. DGÜ .. .. 53, 0 519 .. .. .. .. 11 165 Ruanda 113 .. DGÜ 76, 6 90, 3 60, 3 819 35 0,46 2000 -17 1 166 Cote d’Ivoire 120 .. DGÜ 23, 3 46, 8 .. 1, 632 44 0,44 2002 30 -24 167 Gine 128 .. DGÜ 70, 1 87, 2 40, 0 1, 118 .. .. .. 0 -9 168 Mali 134 .. DGÜ 51, 4 77, 1 63, 8 1, 058 58 0,40 2001 23 -7 169 Etyopya 130 .. DGÜ 39, 0 77, 5 44, 2 700 114 0,30 2000 30 1 170 Çad 133 .. DGÜ 61, 9 83, 3 43, 4 1, 470 .. .. .. 12 -22 Tablo 1.1. Dünyada Yoksulluk Haritası (Devam) I. Sütun II. Sütun III. Sütun IV. Sütun V. Sütun VI. Sütun VII. sütun VIII. sütun IX. Sütun X. Sütun 171 Guinea-Bissau 109 .. DGÜ 48, 8 77, 9 65, 7 467 .. .. .. 2 5 172 Burundi 114 .. DGÜ 81, 3 93, 4 68, 0 333 51 0,42 1998 -17 6 173 Burkina Faso 131 .. DGÜ 56, 5 81, 2 46, 4 1, 084 61 0,39 2007 12 -13 174 Nijer 132 .. DGÜ 65, 9 85, 6 63, 0 612 23 0,50 1996 6 0 175 Mozambik 127 .. DGÜ 74, 7 90, 0 54, 1 739 32 0,47 2002 -3 -7 176 Liberya 118 .. DGÜ 83, 7 94, 8 .. 335 .. .. .. -15 1 177 Kongo 115 .. DGÜ 59, 2 79, 5 71, 3 281 .. .. .. -4 2 178 Orta Afrika Cumhuriyeti 126 .. DGÜ 62,4 81,9 .. 679 5 0,61 1993 4 -7 179 Sierra Leone 129 .. DGÜ 53, 4 76, 1 70, 2 630 .. .. .. 15 -6 OTHER UN MEMBER STATES .. Afganistan 135 .. DGÜ .. .. 42 .. .. .. .. .. .. .. Andorra .. .. YGÜ .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. Irak 80 .. DOGÜ .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. Kiribati .. .. DOGÜ .. .. .. 1, 430 .. .. .. .. .. .. Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti .. .. DGÜ .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. Liechtenstein .. .. YGÜ .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. Marshall Adaları .. .. DOGÜ .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. Mikronezya .. .. DOGÜ .. .. .. 2, 934 .. .. .. .. .. .. Monako .. .. YGÜ .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. Nauru .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. Palau .. .. YOGÜ .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. San Marino .. .. YGÜ .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. Somali .. .. DGÜ .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. Tuvalu 117 .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. Zimbabve   .. DGÜ .. .. 34, 9 .. 26 0,50 2006 .. .. Kaynak: http://ddp-ext.worldbank.org/ext/DDPQQ/showReport.do?method=showReport (Erişim Tarihi: 16.12. 2008). http://hdrstats.undp.org/indicators/27.html (Erişim Tarihi: 16.12.2008). http://web.worldbank.org/WBSITE/EXTERNAL/DATASTATISTICS/0,,contentMDK:20420458~menuPK:64133156~pagePK:64133150~piPK:64133175~theSitePK:239419,00.html (Erişim Tarihi: 16.12.2008). http://web.worldbank.org/WBSITE/EXTERNAL/DATASTATISTICS/0,,contentMDK:20421402~pagePK:64133150~piPK:64133175~theSitePK:239419,00.html (Erişim Tarihi: 16.12.2008). TÜİK (2006). Haber Bülteni: 2005 Gelir Dağılımı Sonuçları. S. 207. http://www.tuik.gov.tr/Pre HaberBultenleri.do?id=408 (Erişim Tarihi: 19.01.2009). UNDP (2008). Human Development Indices. http://hdr.undp.org/en/media/HDI_2008_EN_Tables. pdf (Erişim Tarihi: 06.01.2009). UNDP (2007). Human Development Report: 2007/2008, Fighting Climate Change: Human Solidarity in a Divided World. New York. http://hdr.undp.org/en/media/HDR_20072008_EN_Com plete.pdf (Erişim Tarihi: 06.01.2009). WB (2008a). World Development Indicators Database. http://siteresources.worldbank.org/DATA STATISTICS/Resources/CLASS.XLS (Erişim Tarihi: 16.12.2008). (1) : HPI-2 verisinin alındığı kaynakta, bu veri için belli bir tarih gösterilmemiştir. Ancak hesaplanmasında kullanılan göstergelere ait değerler 1994-2006 dönemine aittir. Detaylı bilgi için bkz. UNDP (2007). Human Development Report: 2007/2008, Fighting Climate Change: Human Solidarity in a Divided World. New York. http://hdr.undp.org/en/media/HDR_20072008_EN_Com plete.pdf (Erişim Tarihi: 06.01.2009). (2) : YGÜ: Yüksek Gelirli Ülkeler / YGOÜ: Yüksek-Orta Gelirli Ülkeler / DGÜ: Düşük Gelirli Ülkeler / DOGÜ: Düşük-Orta Gelirli Ülkeler (3) : IX. Sütun Hesaplaması = (Ülkenin HPI-1 Sıralaması) - (Ülkenin Gelir Yoksulluğu Sıralaması) (4) : X. Sütun Hesaplaması = (Ülkenin Kişi Başına Düşen GSMH Sıralaması) - (Ülkenin HDI Sıralaması) UNDP günde 1,25 ABD dolar ve 2 ABD doları gelirle yaşayan nüfusu gelir yoksulu olarak göstermektedir. Tablo 1.1’de, günde 1,25 ABD doları ve 2 ABD doları ve altı bir gelirle geçinen nüfusun ülkenin toplam nüfusu içindeki oranı yer almaktadır. Buna ilaveten, her ülkenin kendi ulusal yoksulluk sınırı verileri 2000-2007 dönemine ait verilerdir. Bir ülkenin HPI-1 sıralamasının o ülkenin gelir yoksulluğu sıralamasından farkının alınmasıyla hesaplanan pozitif değer ülke performansının gelir yoksulluğunun HPI-1 ile kıyaslandığında daha iyi bir durumda olduğuna işaret etmektedir. Söz konusu sıralama farkının negatif değerde olması tam tersi bir sonuca işaret etmektedir. Bir ülkenin kişi başına düşen GSMH sıralaması ile o ülkenin HDI sıralaması arasındaki farkın negatif olması, o ülkenin insani kalkınma düzeyinin ekonomik büyümesine göre daha kötü bir durumda olduğunu göstermektedir. Bu farkın büyümesi ülkenin parasal değişkenleri ile insani kalkınmışlığa ilişkin değişkenlerinin arasındaki uçurumun artmakta olduğu şeklinde yorumlanabilir (UNDP, 2008:33-36). Yani, bir ülkenin GSMH’nin hızla artması, insani kalkınmasının aynı hızla artmasını sağlamayabilir. Tablo 1.1’de yer alan verilerden yararlanılarak 200 ülkenin büyüme, kalkınma ve yoksulluk seviyelerine ilişkin genel değerlendirmeler aşağıda yapılmaktadır: HDI sınıflamasına göre yüksek insani kalkınma grubunda yer alan 75 ülkenin içinde ilk 38 ülkenin tamamı yüksek gelirli ülkelerden oluşmaktadır. Daha alt sıralarda yer alan ülkelere örnek olarak da petrol ihraç eden ülkeler verilebilir. Bu ülkeler yüksek bir gelir düzeyine sahip oldukları halde yüksek kalkınma grubunun ikinci alt yarısında sıralanan ülkelerdir. Yüksek-orta gelir grubundaki 38 ülkenin ise yüzde 64’ü yüksek gelirli ülke grubuna dahil olup, genellikle bu grubun ikinci alt yarısında yer almaktadırlar. Ancak bu ülkelerde gelir dağılımının adaletli bir şekle dağıldığı çok iddia edilemez. Örneğin; Brezilya’da Gini Katsayısı’nın değeri 0,56 iken, Şili’de 0,54’dur. Yüksek gelirli ülkelerden oluşan ilk 38 ülkenin Gini katsayısı ortalaması 0,32 iken, düşük ve düşük-orta gelirli ülkelerden oluşan yüksek insani kalkınmışlık grubunun ikinci alt yarısında sıralanan ülkelerin Gini katsayısı ortalaması 0,39’a yükselmektedir. Seçilmiş yüksek gelirli OECD ülkeleri için hesaplanan olan insani yoksulluk indeksi HPI-2’de yer alan ülkeler hem gelir hem de insani kalkınma açısından yüksek gruplarda yer almaktadırlar. Bu indekse göre en yüksek insani kalkınmışlık seviyesine sahip ülke İsveç’tir. Bu ülkelerde kişi başına düşen milli gelir yaklaşık olarak 30.000-77.000 ABD doları arasında değişmektedir. Yüksek gelir ile yüksek-orta gelir grubunda olan fakat OECD üyesi olmayan ülkeler değerlendirildiğinde, öncelikle bu ülkelerin yüksek insani kalkınmış ülkeler grubundaki 75 ülkenin yaklaşık üçte ikisini oluşturduğunu görmekteyiz. İsveç, Norveç, Almanya, İngiltere, ABD, Belçika gibi OECD ülkeleri dışında kalan 34 ülkede, insani yoksulluk HPI-1 kapsamında ölçülmektedir. Bu açıdan incelendiğinde Çek Cumhuriyeti insani yoksulluk sıralamasında ilk sırada yer almakta, bir başka ifadeyle Çek Cumhuriyeti insani yoksulluğun bu ülke grubu içerisinde en az olduğu ülke olarak değerlendirilmektedir. Çek Cumhuriyetini sıralamada Hırvatistan, Macaristan gibi Orta Avrupa ve Balkan ülkeleri takip etmektedir. Yüksek insani kalkınma grubunda dikkat çeken bir husus, Bosna-Hersek, eski Yugoslavya Cumhuriyeti, Arnavutluk ve Ekvator olmak üzere düşük-orta gelirli dört ülkenin bu grupta bulunmasıdır. Bu dört ülkeden özellikle Bosna-Hersek insani yoksulluk HPI-1 sıralamasında 5. sırada yer almasıyla da dikkat çekmektedir. Bu ülkenin 0,26 olan Gini katsayısı gelir dağılımı eşitsizliğinin göreli olarak az olduğunu işaret etmektedir. Bosna–Hersek’te gelir yoksulluğu, insani yoksulluktan fazla olmamakla beraber daha iyi durumdadır. Günde 1,25 ABD doları ve günde 2 ABD dolarından az bir gelirle yaşamlarını sürdürenlerin oranı bu ülkede yüzde 2’den daha azdır. Ulusal yoksulluk sınırının altındaki nüfusun toplam nüfus içindeki oranı yüzde 19,5’tur. Sonuç olarak, yüksek insani kalkınma grubundaki ülkelerin kişi başına düşen GSMH sıralamaları ile HDI sıralamalarında büyük farklılıklar göze çarpmamaktadır. Her iki sıralamada iyi konumda bulunan ülkelerin, gelir dağılımı da bu sonuçlarla uyumludur. HDI sınıflamasına göre orta insani kalkınma grubunda yer alan 78 ülkenin yüzde 58’i düşük-orta, yüzde 27’si de düşük gelir grubundaki ülkeler olup, düşük gelirli ülkeler genellikle orta-insani kalkınma grubu sıralamasının en alt sıralarında yer almaktadır. Türkiye, Dominik, Lübnan gibi yüksek-orta gelirli ülkeler ise, genellikle listenin üst sıralarında yer bulmaktadırlar. Orta-insani kalkınma grubu üyeleri coğrafi açıdan değerlendirildiğinde, Sahra-altı Afrika, Güney Asya ve Latin Amerika ülkelerinin bu grubun alt sıralarında yoğun olarak yer aldığı görülmektedir. HDI genel sıralamasında 76. ülke olan Türkiye, orta insani kalkınma grubu ülkeler içerisinde en üst sıradadır. Ülkemiz için hesaplanan Gini Katsayısı ülke genelinde 2003 yılı itibariyle 0,436, 2005 yılı için 0,38 ve 2007 yılı için ise 0,41 seviyesindedir. Maalesef, ülkemizde gelir dağılımı eşitsizliğinde görülen iyileşmenin 2007 yılı itibariyle devam etmediğini görmekteyiz (TÜİK, 2005:1; TÜİK (2009:2). Orta insani kalkınma grubundaki yüksek gelirli tek ülke, kişi başına düşen GSMH’sı 27.161 ABD doları ile Ekvator Ginesi’dir. Zira HPI-1’de de 134 ülke arasında 95. sırada bulunan bu ülkede, kişi başına düşen milli gelir sıralaması ile HDI sıralaması arasındaki fark eksi 86’dır. İki sıralama arasındaki farkın bu kadar yüksek bir rakam olması, zaten yüksek gelirli bir ülke olduğu halde, insani kalkınma ve yoksulluğun azaltılması anlamında sıralamalarında aynı başarıyı gösteremediğini doğrulamaktadır. Ayrıca gelir dağılım göstergesi olan Gini Katsayısı’nın 0,38 gibi yüksek bir değerde olması gelirin eşit şekilde dağılmadığına ve dolayısıyla yüksek orandaki yoksulluğun sebebine işaret etmektedir. Düşük-orta gelirli 56 ülkenin yüzde 84’ü, düşük gelirli 48 ülkenin ise yüzde 44’ü orta insani kalkınma grubu ülkelerine dahildir. Bu gruptaki ülkelerin çoğunluğunun Gini katsayıları 1’e olup, 0,70’e kadar yükselen Gini katsayıları göze çarpmaktadır. Tamamı düşük ve düşük-orta gelirli ülkelerden oluşan orta insani kalkınmış ülkeler grubunun Gini katsayısı ortalaması 0,44’tür. Yine çoğunlukla Sahra-altı Afrika ülkelerinin oluşturduğu, Doğu Avrupa, Kuzey Afrika ve Doğu Asya ülkeleri insani yoksulluk indeksi olan HPI-1 sıralamasındaki ülkelerin yüzde 57’sini oluşturmaktadır. HPI-1 sıralamasında üst sıralarda yer alan orta insani kalkınma grubundaki ülkelerin Gini katsayıları ise gelir dağılımında eşitsizliğin yüksek seviyesini göstermektedir. Orta insani ülkeler grubunun daha ziyade sonlarında yer alan Sahra-altı Afrika ülkeleridir. Kişi başına düşen GSMH, ortalama 1000-2000 ABD doları civarında olmakla beraber, bu ülkeler arasında 1000 ABD doların altında ülkelere de rastlamak mümkündür. Gini katsayısına göre yapılan sıralamada da tüm ülkeler arasında, ilk sırayı 0,70 Gini Katsayısı ile Nambiya almaktadır. Bir başka deyişle Nambiya, gelir dağılımının en adaletsiz olduğu ülkelerin başında gelmektedir. Bu ülkede nüfusun yüzde 49,1’i günde 1,25 ABD doların altında bir gelirle yaşamını idame ettirmeye çalışırken, günde 2 ABD dolarının altında gelirle yaşamaya çalışanların oranı da ülke nüfusunun yüzde 62,2’sidir. Bu nedenle HPI-1 sıralaması ile gelir yoksulluğu sıralaması arasındaki eksi 21 puanlık fark, Nambiya’da gelir yoksulluğunun daha fazla olduğunu göstermektedir. Güney Afrika Cumhuriyeti ise yüksek-orta gelirli bir ülke olduğu halde insani yoksullukta son sıralarda kalmakta, Gini katsayısı da 0,65 gibi yüksek bir değerle, gelir dağılımındaki adaletsizliği gözler önüne sermektedir. Kişi başına düşen GSMH, 9000 ABD doları olan Güney Afrika Cumhuriyetinde, günde 2 ABD doları gelire sahip olanların ülke nüfusu içindeki oranı yüzde 42,9’dur. Hem kişi başına düşen GSMH hem de HDI sıralamasındaki konumu düşük olup, eksi 49 puanlık sıralamalar farkı insani kalkınmanın bu ülkedeki yetersiz seviyesine işaret etmektedir. HDI sınıflamasına göre düşük insani kalkınma grubunda yer alan 26 ülkenin, Lesoto, Angola ve Doğu Timor dışında kalan tamamı düşük gelir grubundaki ülkelerdir. Bu ülkelerin ortak bir özelliği de Sahra-altı Afrika ülkeleri olmalarıdır. Düşük gelir grubundaki 48 ülkenin yüzde 48’i, beklenebileceği üzere düşük insani kalkınma grubunda yer almaktadır. Düşük insani kalkınma grubuna ait ülkelerin Gini katsayısı ortalaması 0,45 gibi yüksek bir değer olup, bu grupta en yüksek Gini katsayısı 0,63 ile Lesoto’ya aittir. Gini katsayısı benzer şekilde Zambiya’da 0,50, Mozambik’te 0,47 gibi yüksek değerdedir. 135 ülke arasında yapılan HPI-1 sıralamasında ise düşük insani kalkınma grubundaki ülkeler yine en son sıraları almaktadır. Bu grupta göreli olarak en iyi durumda olan ülke Uganda 94. sırada yer alırken, 134. sırada Mali bulunmaktadır. Kişi başına düşen GSMH bu grup ülkeleri için ortalama 1000 ABD doları civarındadır. Bu grupta yer alan ülkelerin kişi başına düşen GSMH sıralaması ile HDI sıralaması arasındaki fark, genellikle eksi 6, eksi 7 gibi düşük negatif değerlerdedir. Bu durum, söz konusu ülkelerin hem gelir yoksulluğu hem de insani kalkınma açısından hiç de iyi durumda olmadıklarını ortaya koymaktadır. HPI-1 sıralaması ile gelir yoksulluğu sıralaması arasında genelde görülen yüksek pozitif farklılıklar ise, söz konusu bu ülkelerde insani yoksulluğun gelir yoksulluğundan daha fazla olduğuna işaret etmektedir. Kaldı ki, bu durum günde 1,25 ABD doları ve 2 ABD doları ile geçinen nüfusun toplam nüfus içinde ne kadar yüksek oranda olduğuna bakıldığında da anlaşılmaktadır. Günde 1,25 ABD doları ile geçinen nüfusun toplam nüfus içindeki oranı Nijerya’da yüzde 64,4, Zambiya’da yüzde 64,3, Ruanda’da yüzde 76,6, Liberya’da yüzde 83,7, Burundi’de yüzde 81,3’tür. Günde 2 ABD doları ve altında bir gelirle geçinen nüfusun oranı ise söz konusu bu ülkelerde sırasıyla yüzde 83,9, yüzde 81,5, yüzde 90,3, yüzde 94,8 ve yüzde 93,4 seviyelerindedir. Genel bir değerlendirme yapıldığında; a) yoksulluğun en fazla orta insani kalkınma grubu ülkelerinde özellikle bu grubun ikinci alt sıralarında yer alan ülkelerde, b) düşük insani kalkınma ülke grubunda, c) coğrafi açıdan bakılacak olursa Sahra-altı Afrika, Güney Asya ve Latin Amerika ülkelerinde yoğunlaştığını görmekteyiz. Düşük insani kalınmış ülkeler grubunda Türkiye gibi yüksek-orta gelirli ülke sayısı az olmakla beraber, bu durum söz konusu bu ülkelerin yoksulluk sorunları olmadığını göstermez. Zira bu ülkelerde kişi başına düşen GSMH göreli olarak yüksek olmasına karşın, gelir dağılımında adaletsizlik yüksektir. O halde, Türkiye’nin de aralarında yer aldığı yüksek-orta gelirli ülkelerin yoksulluk sorununun gelir dağılımındaki adaletsizlikten kaynaklandığı sonucuna varılmaktadır. Diğer bir deyişle, ülkelerde parasal değişkenlerle ilgili indeksler ile insani kalkınma ve yoksullukla ilgili indeksler karşılaştırıldığında, parasal değişkenlerde daha olumlu bir ülke konumu söz konusuyken, yoksulluk ve insani kalkınmada bu ülkelerin daha kötü bir performans sergiledikleri ifade edilebilir. Aşağıda Tablo 1.2’de aralarında Türkiye’nin de bir çok ülkeye ait kalkınmaya ilişkin bazı temel göstergeler verilmiştir. _____________________________________________________________ Tablo 1.2: Kalkınmaya İlişkin Temel Göstergeler  Ülkeler 5 Yaş Altı Çocuk Ölüm Sıralaması (2007) Doğumda Yaşam Beklentisi (Yıl) Yetişkinlerde Okur-Yazarlık Oranı (%) (2000-2007) (Net) İlkokula Devamlılık Oranı (%) (2000-2007) (Net) İlkokulda Okullaşma Oranı (%) (2000-2007) Kullanılabilir İçme suyuna Ulaşma Oranı (%) 2006 Yıllık Nüfus Artış Oranı (2000-2007) Şehir Nüfusunda Artış Oranı (%) (Ort.) 1970 2007 Erkek Kadın 1970 1990 Sierre Leone 1 35 42 38 69 - - 53 2.1 0.7 4.4 Afganistan 2 35 44 28 61 74 46 22 4.5 2.5 6.4 Çad 3 45 51 26 36 71 50 48 3.3 5.5 5 Nijerya 8 42 47 72 63 68 59 47 2.6 5.3 5 Mozambik 14 39 42 44 60 79 83 42 2.7 8.3 6.2 Kenya 26 52 53 74 76 75 76 57 2.8 6.5 3.9 Etiyopya 27 43 53 36 45 74 69 42 2.9 4.6 4.7 Gan 30 49 60 65 72 73 71 80 2.4 3.9 4.5 Zimbabve 43 55 43 91 88 87 88 81 1.4 6.1 3 Hindistan 49 49 64 66 83 90 97 89 1.8 3.5 2.8 Bangladeş 58 44 64 54 81 87 91 80 2 7.2 3.8 Türkiye 104 56 72 89 91 93 89 97 1.6 4.5 2.6 İngiltere 160 72 79 - 98 98 99 100 0.4 0.8 0.5 Norveç 173 74 80 - 98 98 98 100 0.6 0.9 1.1 Almanya 173 71 79 - 98 98 98 100 0.2 0.1 0.4 Avusturya 173 70 80 - 97 97 98 100 0.5 0.2 0.5 İsveç 189 74 81 - 95 95 95 100 0.4 0.4 0.5 Lüksemburg 189 70 79 - 97 96 98 100 1.2 1 1.4 İzlanda 189 74 82 - 98 98 97 100 1 1.4 1.2 Kaynak: UNICEF (2008). The State of the World’s Children 2009. New York, s. 118-141. http://www.unicef.org/sowc09/docs/SOWC09-FullReport-EN.pdf (Erişim Tarihi: 15.05.2009). _____________________________________________________________ 1.2.3. YOKSULLUKLA MÜCADELENİN NEDENLERİ Kalkınma sorunu sadece kişi başına düşen milli gelir, işgücü veriminin arttırılması, sermaye birikimi gibi ekonomik faktörlerle açıklanamayacak kadar karmaşıktır. Sosyal ve siyasal yapıda, eğitim ve kültürde gerekli değişiklikler yapılmadan bir ülkenin kalkınmasının başarılması pek mümkün değildir. Dolayısıyla, kalkınma her toplumda iktisadi olmayan unsurlarla örülü bir yapı sergilemektedir. Bu örgüde dini, estetik, kültürel, sosyal değerler, zihniyet ve değer anlayışı vardır. Bu nedenle esasen kalkınma bireyle ve bireyin eğitimi, örgütlenmesi ve disiplini ile başlamaktadır. Bu nedenden ötürü de, toplumun geleneksel değerleri ve ülke insanının zihniyeti kalkınmada belirleyicidir. Geleneksel değerleri, bir toplumun geçmişinden gelen ve kültürünü oluşturan, toplum bireylerinin içine işlemiş, toplumu bütünleştiren, o topluma kimliğini veren örf, adet, gelenek ve inançlar bileşeni olarak tanımlamak mümkündür. Benzer şekilde her din, mensuplarında kendine has bir zihniyet oluşturmaktadır. Bu zihniyet aile, iş ve meslek, iktisat ve siyaset gibi sosyal olgulara karşı tutumda da belirleyici olmaktadır (Solak,2008:286,287). İşte bu noktada burada bahsi edilen ve edilmeyen pek çok değişkeni ölçecek indeksler henüz mevcut olmadığından, yoksulluğu ortaya çıkaran veya etkileyen her bir faktörün etki derecesini ölçmek de bugün itibariyle mümkün olmamaktadır. Yoksulluğun başlıca nedenlerini şu şekilde sıralamak mümkündür (Korkmaz ve Bayramoğlu, 2007;100): Ekonomik kriz, Enflasyon, İşsizlik, Piyasada tekelleşmelerin olması, Adaletsiz vergi sistemi, Yüksek faiz ve rant ekonomisi, Terör ve savaşlar, Doğal afetler, Çalışamayacak durumda olan özürlü ve yaşlı sayısının fazla olması, Bireyler arasındaki yetenek farklılıkları, Çevre kirliliği gibi nedenlerle salgın hastalıkların baş göstermesidir. Yoksulluğun bahsini ettiğimiz bu nedenlerini iki ana başlık altında incelemek mümkündür: Birincisi; yoksulluğu kişilerin yetenekleri, sorumluluk duyguları ve tasarruf kabiliyetleri, gösterdikleri çaba gibi kişisel özelliklerine bağlayan ve Nurkse’ün “Yoksulluğun Kısır Döngüsü Teorisi”nde ifade edildiği üzere, yoksulluğun hem kurbanı hem de nedeni olarak gören yaklaşım. İkincisi ise; genellikle yapısalcı kalkınma teorisyenlerinin dile getirdiği özellikle de iktisat politikaları başta olmak üzere, düşük ücret, yetersiz eğitim ve istihdam olanakları, ayrımcılık gibi yoksulların kontrolü dışındaki sosyo-ekonomik yapıyla ilgili etmenlere bağlayan yaklaşımlar. Doğal olarak ağırlık kazanan yaklaşım çerçevesinde yoksullukla mücadele politikaları da değişim gösterecektir. Yoksulluğun nedeni olarak sayılabilecek unsurlar dönemden döneme, ülkeden ülkeye, hatta ülke içinde bile değişiklik gösterebileceği için belirlenen yoksulluk mücadele yönteminin sonsuza dek sürdürülmesi düşünülemez (Şenses, 2006:146). Son on yıldır, yoksulluğun nedenine ilişkin olarak yapısal yaklaşım değil, bireyin yaşamının sorumluluğunu üstlenmesi temeline dayanan yaklaşım daha fazla benimsenmektedir (Alcock, 2006:35). Yoksulluğa neden olma potansiyeline sahip başlıca değişkenler kısaca aşağıda ele alınmaktadır: Büyüme ve gelir dağılımı: Eşitsizliklerin, özellikle de serbest piyasa kurallarının ve kurumlarının tam olarak yerleşmediği, başarısız piyasa ve ekonomik politikalar, büyümeyi ve yoksulluk üzerindeki olumsuz etkileri arttırmaktadır. Örneğin; sermaye piyasasının yeterince gelişemediği az gelişmiş ülkelerde, küçük girişimcilerin teminat gösteremedikleri için bankalardan krediye erişmeleri de kısıtlı kalmaktadır (Şenses, 2006:149). Demografik unsurlar: Az gelişmiş ülkelerde hızlı nüfus artışı, yoksulluğun temel nedenlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Sahra-altı Afrika başta olmak üzere az gelişmiş ülkelerde çocukların tarım sektörü başta olmak üzere marjinal işlerde çalışarak ailelerinin geçimini sağlamaları, bu ülkelerdeki hızlı nüfus artışının nedenini açıklamaktadır. Zira yoksulluğun yaygın olduğu bu ülkelerde bebek ölüm oranlarının yüksek olmasına karşın, çocukların aileleri için sosyal güvence kaynağı oluşturmaları nedeniyle doğum oranları oldukça yüksek seviyelerdedir (Şenses, 2006:154,155). Nüfus baskısı, özellikle kentlere göçü artırarak kentlerde de yoksulluğun artmasına, çevresel koşulların bozulmasına yol açmaktadır. Teknolojinin ve sermayenin sınırlı olduğu bu ülkelerde hızlı nüfus artışının kaynaklar üzerindeki baskısı söz konusudur. Artan gıda talebinin karşılanabilmesi için, mevcut toprakların aşırı kullanılmaları zamanla bu toprakların kalitesini düşürerek verimsizleştirmektedir. Bu nedenle bir yandan çevre tahrip olurken, diğer yandan yoksulluk artmaktadır. Bunlara ilaveten, özellikle 1990’lı yıllardan itibaren yaşanan ekonomik krizlerin, kırsaldan kentlere göçün çekiciliğini azaltması bakımından kentsel yoksulluğu yavaşlatıcı bir unsur olarak değerlendirilebilir (Şenses, 2006:155,156,162). Emek piyasası: Gelişmiş ülkelerde 1960’lı yıllardan itibaren başlayan özellikle dayanıksız tüketim malı sanayilerindeki gerileme, bu ülkelerin istihdam yapısını da değiştirmiştir. İstihdamın bileşenleri, imalat sanayi gibi yüksek ortalama ücret ödeyen kesimlerden, hizmet sektörü gibi göreli olarak düşük ücret ödeyen sektörlere doğru bir kayma göstermiştir. Giderek büyüyen ve dünya ekonomisindeki rolü artmakta çok uluslu şirketlerin istihdam politikaları nitelikli ve yüksek ücretli çekirdek işgücünü yaratmıştır. Öte yandan, iş güvenliği olmayan, rutin işler yapan, düşük ücretli ve yarı zamanlı ya da geçici işçi konumundaki bir kesim de ortaya çıkmıştır. Burada vurgulanması gereken bir husus da, yoksulluğun sadece işsiz kalmaktan dolayı ortaya çıkan bir olgu olmadığıdır. Bireylerin istihdam edildikleri halde, düşük ücret geliri nedeniyle yaşanan yoksulluk, az gelişmiş ülkelerde en çok karşılaşılan durumdur (Şenses, 2006:165,169). Daha önce de belirtildiği üzere, yoksulluğun kaynağına bağlı olarak yoksullukla mücadelede çeşitli yöntemler benimsenebilir. Genel anlamıyla, yoksullukla mücadelede dolaylı ve doğrudan olmak üzere iki ana yaklaşım söz konusudur: Dolaylı Yaklaşım Bu yaklaşım kaynakların büyümeyi hızlandırmak için kullanılması ve büyüme yoluyla yoksulların gelir ve yaşam standartlarında iyileştirme sağlamayı benimsemektedir. Ayrıca ekonomik büyümenin yoksulluk üzerindeki etkileri üzerine odaklanarak, büyüme sürecinde gelir dağılımda yaşanan değişiklikleri de kapsamaktadır. Ekonomik büyümenin sağlanması yoluyla yoksulluğun önlenmesinde, yoksullukla ekonomik büyüme arasındaki ilişki uzun ve kısa dönem olarak değerlendirilmektedir. Uzun dönemde ilk olarak büyümenin yoksullukla sıkı bağı olan eğitim, sağlık temel hizmetleri sunma kapasitesini artırması ve istihdam olanaklarını artıracağı beklentisi vardır. Daha da önemlisi ekonomik büyümenin gelir dağılımı üzerindeki olumlu etkisinin olacağı beklentisidir. Kısa dönemde de, büyüme hızı özellikle ücret ve istihdam gibi emek piyasalarında gençler ve niteliksiz işçiler vb. kesimler üzerinde olumlu etki yaratmaktadır. Ancak burada önemli olan husus, büyümeden kaynaklanan kazanımların, bölüşümü ve yoksullara ulaşma derecesidir. Bunun için ekonomik büyüme hızı kadar, bunun değişik sektörler, bölgeler, kadınlar çocuklar gibi toplumun kesimleri üzerindeki etkisi ön plana çıkmaktadır. Zira gelir dağılımındaki eşitsizlikleri artıran bir büyüme süreci, büyümenin yoksulluğu azaltma konusunda sağladığı yararları da azaltacaktır. Bunun için büyüme sürecinde gelir dağılımını düzenleyici politikaların uygulanması, bir ön koşul olarak gerekmektedir. Bu nedenle gerek-yeter koşul açısından bakılacak olursa, büyüme yoksulluğu azaltmak için gerekli olmakla beraber yeterli bir yaklaşım değildir (Şenses, 2006:222-226). Doğrudan Yaklaşım Doğrudan yaklaşım beslenme, sağlık, eğitim, konut gibi temel ihtiyaçlar en başta olmak üzere yoksulların yaşam standartlarını ilgilendiren konulara yönelik olarak devletin uygulamaya koyduğu somut program ve politikaları vasıtasıyla, yoksul kesimlere sağladığı transfer harcamalarını kapsamaktadır Fleurbaey ve Sengupta, yoksul insanların harcama imkanları sınırlı olduğu için, özgürlükleri de azalmakta, sosyal dışlanmışlıkla karşı karşıya kalmaktadır görüşüne sahiptirler. Bu bakımdan bu kesime piyasa mekanizması içinde sağlanamayan imkanların, gelişmekte olan ülkelerde sosyal sermayenin de geliştirilebilmesi adına bağış ve transfer ödemeleri ile gelir sağlanması gerekmektedir (Fleurbaey 2007:142; Sengupta, 2007:324). Gelişmiş ülke deneyimleri, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, yaygınlaşan refah devleti kapsamında, yoksullukla mücadele açısından, sosyal güvenlik ve yardım programlarının önemli bir rol oynadığını göstermektedir. Sosyal güvenlik harcamaları ve transfer ödemelerinin yoksulluğun azaltılmasına olan etkisini, bu politikalar sonucunda yoksulluktan kurtulanların sayısının bu kapsamda yapılan transferler öncesindeki yoksul nüfusa oranıyla bulunabilir. Bu açıdan en önemli örnek İskandinav ülkeleridir. Bu ülkelerde devletin yaptığı transferler, destek programları ile diğer ülkelere oranla hemen hemen bütünüyle yoksulluğu bertaraf ettikleri söylenebilir. ABD’de ise devletin yoksul kesimlere yaptığı nakdi transferlerle, 1980’li yıllarda toplam nüfusun yüzde 7-8’lik kısmı, yaşlı nüfusun da 1/3’ünden fazlası yoksulluktan çıkmıştır. Ancak yoksulların tüketim imkanlarını arttırmak suretiyle cari dönemdeki konumları iyileştirilebilmekle beraber, onların fiziksel ve beşeri sermayeye erişimleri arttırılmış olmamaktadır. Bu bağlamda bir yandan kamu harcamaları açısından, sağlık ve eğitim harcamalarına devlet bütçesinden ayrılan payın da arttırılması gerekmekte, diğer yandan artan bu imkanlara yoksulların erişmesini de sağlamak gerekmektedir (Şenses, 2006:233-235). Sadece kamu harcamaları değil, özellikle gıda, istihdam ve kredi sağlama gibi faaliyetler aracılığıyla yoksullukla mücadele programları da, yoksullukla mücadelede birer doğrudan yaklaşım göstergeleridir. Örneğin Şili, Bangladeş gibi ülkelerde, Körfez Savaşı sırasında Irak’ta kadın ve çocuklara yönelik gıda dağıtımları birer örnek olarak gösterilebilir. İstihdamın arttırılmasına yönelik programlar çerçevesinde Hindistan, Pakistan, Sri Lanka, Bangladeş gibi Güney Asya ülkelerinde yol, sulama, ağaçlandırma gibi alanlarda ayni ve nakdi bazda düşük ücret sağlayan emek yoğun kamu istihdam projeleri uygulanmıştır. Ancak yoksullukla mücadele kapsamında gerçekleştirilen bu tür uygulamaların içerisinde en dikkat çekeni Bangladeş’te 1976 yılında Muhammed Yunus tarafından kurulan ve kısa sürede büyük gelişme kaydederek dünyanın pek çok yerinde de hayata geçirilen Grameen Bankası olmuştur. Banka, yoksul kadınlara verdiği küçük tutarlı kredilerle tarım ve tarım dışı üretim faaliyetlerini özendirmektedir. Böylece yoksulların hayırseverlik unsuru olmaktan çıkarılarak üretim sürecine katılmaları sağlanmıştır (Bkz. Bölüm 3.2.1.1). Tablo 1.3’de OECD ülkelerindeki sosyal koruma harcamaların ilişkin veriler yer almaktadır. _____________________________________________________________ Tablo 1.3: OECD Ülkeleri Sosyal Koruma Harcamaları (%, GSYH) 2003 OECD ortalaması 20,7 Yunanistan 21,3 Portekiz 23,5 İspanya 20,3 Türkiye 11,6 Çek Cumhuriyeti 21,1 Slovakya 17,3 İsveç 31,3 ABD 16,2 Kore 5,7 Meksika 6,8 Kaynak: (Buğra, 2008:226). _____________________________________________________________ Yukarıdaki Tablo 1.3’e göre, kamunun sosyal harcamalarının GSYH içindeki payı OECD ülkelerinde 2003 yılı için ortalama yüzde 20,7, Türkiye için bu oran yüzde 11,6’dır. Türkiye’nin yaşlılık ve sağlık alanlarında yaptığı harcamalar, OECD ortalamasının altında kalmaktadır. Yaşlılık için OECD ortalaması yüzde 6,9 iken, Türkiye’de bu oran yüzde 5,5’tir. Sağlıkta ise OECD ortalama yüzde 5,9, Türkiye’de ise yüzde 4,8’dir. Aile, konut, özürlülükle ilgili harcamalar, işsizlik sigortası ödemeleri ve yoksul kesimi hedefleyen kamu sosyal yardımlarının toplam payı OECD ülkelerinde yüzde 7,9 iken, Türkiye’de sadece yüzde 1,3 oranındadır (Buğra, 2008:227). Türkiye’de sosyal güvenlik reformu, 1990’lı yıllarda kamu harcamalarının azaltılması gereği bağlamında gündeme gelmiştir. Bu politikanın nedeni olarak iç borç faiz yükü nedeniyle kamu açıklarının sürdürülemez olması ileri sürülmektedir. Ancak Kasım 2000-Şubat 2001’de yaşanan ekonomik krizle beraber yoksulluk ciddi bir sorun olarak iyice hissedilmeye başlanmıştır. Bu çerçevede yoksullukla mücadele ile ilgili olarak parasız ders kitapları dağıtımı, bir WB projesi olarak Şartlı Nakil Transferleri yoluyla okul yaşındaki çocukların okula gönderilmesi ve bunun için ailelerine düzenli nakdi yardım yapılması, küçük yaştaki çocukların sağlık kontrolünden geçirilmesi ve aşılattırılmaları, gibi sosyal koruma önlemleri hayata geçirilmeye başlanmıştır. 2007 yılında bu uygulamadan yararlananların toplam nüfus içindeki oranı Türkiye genelinde yüzde 3, Doğu ve Güneydoğu Bölgeleri’nde yüzde 14’ün üzerindedir. Ayrıca Sosyal Güvenlik ve Genel Sağlık Sigortası uygulamalarında yeniden düzenlemeler gidilmiştir. Bu çerçevede herkesin aynı kurumlarda aynı koşullarda sağlık hizmeti alması amaçlanmıştır. 18 yaş altı çocukların sağlık hizmetinden yararlanması, ebeveynlerinin ödedikleri veya ödeyemedikleri primlerden bağımsız olarak koşulsuz devlet garantisi altına alınmıştır (Buğra, 2008:234,235). UNDP (UNDP, 2001:110-112), 2001 yılında yayınlanan İnsani Kalkınma Raporu’nda yoksullukla mücadelenin sadece devlet eliyle değil, uluslararası kuruluşlar ve sivil toplum örgütlerinin sosyal sorumluluk ilkesi çerçevesinde işbirliğine gitmeleri ile mümkün olabileceğini vurgulamıştır. 1980’li yıllarda başlayan serbestleşme hareketleri karşısında devletin etkinliği azalmaya başlamıştır. Ortaya çıkan boşluk ise, sivil toplum örgütleri ile kapatılmaya çalışılmıştır. Sivil toplum örgütleri, özellikle 1990’lı yılların başlarından itibaren faaliyetlerini hızla arttırmaya başlamıştır. Çünkü regülasyonun yer almadığı küreselleşme sürecinin gelişmekte olan ülkelerde sosyal ve çevresel bazda yaratabileceği negatif etkileri fark etmişlerdir. WB tarafından hazırlanan 2000/2001 Dünya Kalkınma Raporu’nda yoksul insanların; Belli bir gelire sahip olamama veya yiyecek, barınma, giyecek, belli bir sağlık ve eğitim hizmetine ulaşamama, Toplumda ve kamu kuruluşlarında kendini ifade edememe hissi, Krizler karşısında savunmasız kalma ve bununla baş edememe, üzerine vurgu yaptıkları yer almaktadır. Bu bakımdan; Yeteneklerini ve potansiyellerini geliştirme ve sağlıklı olmak gibi İnsani Varlıklar, Toprağa sahip olma gibi Doğal Kaynağa Dayalı Varlıklar, Altyapı hizmetlerine ulaşma gibi Fiziksel Varlıklar, Tasarruf edebilme ve kredi alabilme imkanına ulaşma gibi Finansal Varlıklar, Karşılıklı yükümlülükler ve ilişkiler şeklinde Sosyal Varlıklar gibi yoksulluğu her yönüyle anlamak, yoksullukla mücadeleye yardımcı olacaktır (WB, 2000:34). Bu varlıklara sahip olma, sadece piyasalar yoluyla değil, küresel-ulusal ve yerel etkilere de bağlıdır. Bir başka deyişle devletin ve toplumsal kuruluşların, yani STK’ların da performansına bağlıdır. Söz konusu varlıkların sadece ekonomik değil siyasal ve sosyal güçlere dayalı unsurlar da olduğunun altını çizmek gerekmektedir. 1950’li yıllarda Almanya’da olduğu gibi küçük kooperatifler veya tarım bankaları vasıtasıyla yoksul çiftçilere yönelik mikro krediler verilmiş fakat bu uygulamalar başarılı olamamıştır. Bangladeş’te Grameen Bank uygulamasının başarılı olmasının en önemli nedeni yukarıda tanımladığımız gibi insanı ve doğayı merkeze koyan, fiziksel, finansal ve sosyal varlık anlamında yoksulluğa yaklaşan bir anlayışının olmasıdır. (Amin & Paracha, 2008:24). BM tarafından 6-8 Eylül 2000 tarihleri arasında gerçekleştirilen ve toplam 189 üye ülkenin katılımıyla gerçekleştirilen Milenyum Kalkınma Zirvesi’nde; insan onuru, eşitlik ve adalet ilkelerini tüm dünyada yüceltmek için ortak bir sorumluluğun olduğu kabul edilmiştir. Bu bağlamda yoksullukla mücadele, BM Milenyum Kalkınma Hedefleri (MDGs) arasında ilk sırayı almıştır. 2015 yılına kadar BM MDGs ile şiddetli yoksulluğun ve açlığın yok edilmesi, dünyanın her yerinde bütün çocukların temel eğitimi almalarının sağlanması, kadın-erkek eşitliğinin sağlanması ve kadınların konumunun güçlendirilmesi, çocuk ölümlerinin azaltılması, anne sağlığının iyileştirilmesi, HIV, sıtma gibi hastalıklarla mücadele edilmesi, çevresel sürdürülebilirliğin sağlanması, kalkınma için küresel ortaklığın geliştirilmesi gibi amaçlar benimsenmiş ve bu amaçlara ulaşma doğrultusunda ülkeler itibariyle hedefler belirlenmiştir. EK 1’de bu amaçlar ve hedefler ile hedef göstergelerin neler olduğu gösterilmektedir. Türkiye’nin MDGs hedeflerine ilişkin performansı ayrıca Bölüm 4.1’de ele alınmıştır. Ocak 2008’de BM MDGs’nin 1, 5, 6 ve 7 no.lu amaçlarında bazı değişiklik ve ilaveler yapılmış olup, bunlar aşağıda verilmiştir: Kadınlar ve gençler için tam zamanlı, kazanç sağlayıcı ve insani çalışma koşulları olan istihdam olanakları yaratmak (Amaç 1: Hedef 2), 2015 yılına kadar üreme sağlığı ile ilgili hizmetlere ulaşmayı sağlamak (Amaç 5:Hedef 2), 2010 yılına kadar bütün dünyada HIV tedavisi görmesi gereken insanların gerekli tedavi imkânlarına ulaşmalarını sağlamak (Amaç 6:Hedef 2), 2010 yılına kadar, biyo çeşitliliğin kaybolmasını azaltmak ve bu kayıp oranını mümkün olan en alt seviyeye düşürmektir (Amaç 7:Hedef 2). YOKSULLUKLA MÜCADELEDE KADININ ROLÜ Dünyada yoksul nüfusun çoğunluğunu kadınlar meydana getirmektedir. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde, kadınların ve çocukların şiddetli bir mahrumiyetle karşı karşıya olduklarını ifade etmek çok da yanlış değildir. Sağlık hizmetleri, temiz su, yetersiz beslenme ve çeşitli hizmetlerden çok daha az yararlanabilmektedirler. Ayrıca daha düşük ücretlerle, gayri resmi şekilde istihdam edilmekte, sosyal güvenlik ve eğitim hizmetlerinden de uzak kalmaktadırlar. Kırsal kesimde daha fazla karşılaşılmakla beraber gerek şehirde gerekse kırsal kesimde kadınların, yoksulluğa erkeklerden daha yakın oldukları görülmektedir.(Todaro & Smith, 2003; 230, 231). Hiçbir sosyal ve ekonomik güvencesi olmayan ekonomik faaliyetlerin çoğunluğunu gerçekleştiren kadınların emek gücünü üç kategoride ele alabiliriz (Ergüder, t.y.:3): Karşılıksız Ev Emeği: Emek gücünün yeniden üretimindeki yeri ve geçinme stratejilerinde potansiyel emekçi. Tarım Emekçisi: Geçimlik tarım emeği, ücretsiz aile işçiliği. Geleneksel ilişkilere dayalı (pre-kapitalist) üretim tarzında yer almış, fazlalık haline gelmiş yoksul ve marjinalleştirilmiş emek gücü. Tarımsal üretimde istihdam edilen kadınların oranı yüzde 20 ile 70 arasında değişmektedir. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde kadınların tarımsal üretime katılımı yüksek seviyelerdedir. Özellikle ihracat odaklı sulu tarım yöntemi göçmen işçi ve kadın işçi talebini yaratmaktadır. Dünyanın her yerinde kadınların çalışma koşulları erkeklere kıyasla daha zor olmakta, sağlıklarının bozulması, eğitim haklarının sınırlanması, düşük ücret ve güvensiz istihdam koşulları ile karşı karşıya kalmaktadırlar (IAASTD, 2008; 21, 22). Yoksulluk profilinin hane halkı açısından özelliğine bakıldığında, gerek gelişmiş gerekse gelişmekte olan ülkelerde, reisleri kadın olan hane halklarının yoksulluğun yoğun olduğu bir hane halkı türü olduğu görülmektedir. İngiltere, Avustralya ve ABD gibi gelişmiş ülkelerde gelir dağılımının en alt katmanında yer alanların büyük bir çoğunluğunu çocuklu ve tek başına yaşayan kadınların oluşturduğu görülmektedir (Şenses, 2006:139). Buna karşılık anne ve babanın çalıştığı hane halklarında ise; yoksulluğun daha az bulunduğu görülmektedir. Toplumsal cinsiyet bazındaki ayrımcılığın da bir sonucu olarak gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde, kadınların, yoksul insan sayısı içinde önemli bir yer tuttuğu ve paylarının giderek arttığı görülmektedir. Az gelişmiş ülkelerde yoksul kadınların oranı 1970-1990 döneminde yüzde 50 artışla toplam yoksulların yüzde 60’ını oluşturmuştur. Dikkat çekici önemli bir nokta, kadınların payının artmasına paralel olarak çocukların da toplam yoksulluk içindeki oranının artmakta olduğudur. Özellikle de kentsel yoksulluk içinde kadın ve çocukların payı kırsala göre daha yüksektir. Örneğin; Hindistan’da bu iki grubun beraberce, toplam kentsel yoksulluk içindeki payı yüzde 73’tür. Zambiya’da ise reisleri kadın olan hane halklarının dörtte üçünün yoksul olduğu belirlenmiştir. Benzer durumun Latin Amerika ülkelerinde de geçerli olduğu görülmektedir (Şenses, 2006:141). Özellikle tarımsal toplumlarda yoksul bireylerin toprak sahibi-tarım işçisi şeklindeki ilişkilerin yaygınlığından kaynaklı olarak gelir elde etme ve toprak gibi çeşitli varlıklara sahibi olma imkanlarından yoksun kaldıkları görülmektedir. Bağımlılık, sosyal güvencenin olmaması, düşük istihdam ve ücret gibi nedenlerden ötürü varlık ve tasarruf sahibi olamama, özellikle kadınların toplumda ve aile içerisinde etkin olmalarına ve güçlenmelerine engel oluşturmaktadır (WB, 2000:16). Hatta, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülke kadınlarının içinde bulundukları durum “yoksulluğun feminize olması (feminisation of poverty)” olarak tanımlanmaktadır (Alcock, 1006:134, 143-149). Kadının yoksulluğunun erkeklere kıyasla daha şiddetli ve yaygın olması yoksulluğun politik bir fenomen olduğunu ve hatta cinsiyetinin bile olduğunu düşündürmektedir. Bu nedenle, kadınların toplum ve aile içerisindeki konumunu güçlendirecek ve dolayısıyla feminize olmuş yoksulluğu azaltacak önlem ve girişimlere ivediyle ihtiyaç vardır. Kadınların eğitime, bilgiye, finansal kaynaklara erişimlerinin sağlanması tüm bu sorunların üstesinden gelebilmek için şarttır. Bu bakımdan yoksullukla mücadelede en etkili yollardan biri, kadınların ücretli istihdamının arttırılması ve kendi işlerini kurmalarının teşvik edilmesi gerekmektedir. Yoksulluğun kadınlar arasında çok daha fazla gözlendiği dikkate alındığında, kadınların işlettiği tüm küçük ölçekli işletmelerin ve krediyle finanse edilen projelerin desteklenmesinin önemi ortaya çıkmaktadır. Bu yaklaşım ekonomik kalkınma politikasının ayrılmaz bir unsurudur. Yoksulluğu azaltma politikaları, özellikle kadınların işlettiği veya kadınlar tarafından satın alınan işletmelere kredi verme yoluyla kadınları hedeflemelidir. Küçük ölçekli kadın girişimleri için, kredi ve borçlanma kurallarının geliştirildiği düzenlemeler bu açıdan önemlidir (Aktan, 2002; 1-5). Kadın istihdamını arttırmada mikro finansman uygulaması önemli bir yer tutmaktadır. Erkeklerden çok kadınları hedef alan mikro kredi uygulaması, kadınlara hane halkı tüketim harcamalarını karşılayabilmeleri, çocukların daha iyi eğitim alabilmeleri ve beslenmelerini sağlama gelir düzeylerini arttırabilmeleri ve istihdam olanakları sağlama gibi şekillerde yoksullukla baş edebilme imkanı vermektedir. Böylece mikro kredi ile yoksul insanların bir yandan gelirleri arttırılırken diğer yandan da beşeri ve sosyal göstergeleri iyileştirmektedir (Amin & Paracha, 2008:25,26). 1.3. 21. YÜZYILDA YOKSULLUĞU ŞİDDETLENDİREN ETMENLER İkinci Dünya Savaşı sonrasında gelişen kalkınma ekonomisi kapsamında gün geçtikçe üzerinde daha çok durulan ve en temel sorunlardan biri olarak görülen yoksulluğa ilişkin bakış açısı değişmiştir. Yoksulluk özellikle 1970’lerin sonlarına doğru ve bilhassa 1980’li yıllardan itibaren giderek daha farklı bir boyutta fakat daha geniş bir perspektifle ele alınmaya başlanmıştır. Yoksulluk günümüzde sadece yaşamı idame ettirecek gelire sahip olmamadan öte bir tanım içermektedir. Daha önceki bölümlerde de vurgulandığı üzere, yoksulluğun bertaraf edildiğini iddia edebilmek için sadece yaşamı idame ettirebilmenin ötesinde insani ve sosyal gelişmişliği sağlamış olmak gerekmektedir. Buna ilaveten; 21. yüzyıl itibariyle yoksulluğa neden olabilecek unsurlara maalesef yenileri de eklenmiştir. Bu bakımdan 1980’li yılların başları ayrı bir önem arz etmektedir. Bu tarihten itibaren artan küreselleşme eğilimleri, çevre sorunları, iklimsel değişiklikler ve bununla beraber gıda fiyatlarında artan değişkenlik gibi başlıca unsurlar 21.yüzyılda yoksulluğa neden olan ve hatta şiddetlendiren etmenler olarak karşımıza çıkmaktadır. 1.3.1. KÜRESELLEŞME 1960’lı yıllarda sanayileşme ile yoksulluğun ortadan kaldırılabileceği yönündeki görüşler, 1970’li yıllarda yerini sermaye yoğun yatırımlarla bu sorunun çözülebileceği düşüncesine bırakmıştır. 1980’li yıllarda küreselleşme sürecinin gündeme gelmesiyle serbest piyasa mekanizması işlerlik kazanmaya başlamış ve bu yolla yoksulluğun azaltılması planlanmıştır. Ancak, bu durumun ileriki yıllarda sorunun daha da derinleşmesine neden olacağı öngörülememiştir. 1990’lı yıllarda ise, dünyada yoksulluğun azaltılmasının salt amaç olarak görülmesi gerektiği sağduyusuyla sorunun insani boyutta ele alınması gerektiğine kanaat getirilmiştir (Aktel, 2003:118). Küreselleşmeyle birlikte, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde iç göç hızlanırken, benzer bir eğilimin ülkeler arasında da gerçekleştiğini görmekteyiz. Küresel çapta yaşanan yeniden yapılanma süreci sonrasında, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde tarımla uğraşan kırsal kesim bu süreçten en fazla etkilenen grup olmuş, bu kesim ülkelerini terk ederek başka ülkelere göç etmek zorunda kalmıştır. 1980’li yıllar sonrasında ivme kazanan küreselleşme, piyasa ekonomisine geçiş ve uluslar arası ticaretin artması ile çokuluslu şirketlerin küresel ekonomideki önemi de artmıştır. Oluşan bu süreç kar güdüsüyle hareket eden çok uluslu şirketlerin doğayı koruma bilinçlerinin gittikçe kaybolmasına ve doğal çevrenin tahribatına neden olmalarına zemin hazırlamıştır. Bunun doğal sonucu olarak ortaya çıkan negatif dışsallık etkisiyle hane halklarının sosyal maliyetleri artmış, bireylerin faydaları azalmış ve sosyal refah kaybı gerçekleşmiştir. Nüfus artışının yanı sıra göçle beraber ortaya çıkan kentleşme olgusu da önemli bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. 1950-2000 yılları arasındaki 50 yıllık dönemde, dünyadaki kentli nüfusu 4 kat artarak dünya nüfusu içerisindeki oranı yaklaşık yüzde 50’yi bulmuştur. Gelişmiş ülkelerde kentsel nüfus iki kat artarken, gelişmekte olan ülkelerde kentsel nüfus 6 kat artmıştır (Aktel, 2003:115). Rakamların ortaya koyduğu üzere, kentleşme ve kentli yoksulluk gelişmekte olan ülkelerin başlıca sorunudur (Aktel, 2003:115-118). İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan IMF ve WB, 1980’lı yıllarla birlikte küreselleşme sürecinin temel kuruluşları olmuştur. IMF uluslararası likidite hareketliliğini düzenler ve kontrol ederken, WB ise İkinci Dünya Savaşı sonrasında tahrip olan Avrupa’nın yeniden imarını gerçekleştirmek görevini üstlenmiştir. Avrupa’nın yeniden imar edilmesi ve ekonomisinin toparlanmaya başlamasıyla beraber, 1970’li yıllardan itibaren WB’nin ilgisi az gelişmiş ülkelere çevrilmiştir. IMF ve WB’nin az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere yönelik bu ilgilerinin merkezinde bu ülkelerdeki eski politikalarının yerine, dışa dönük ve serbest piyasa ağırlıklı neo-liberal politikalara geçilmesi bulunmaktaydı. 1982 yılında, başta Latin Amerika olmak üzere dünyada pek çok gelişmekte olan ülkenin karşı karşıya kaldığı dış borç krizi nedeniyle IMF ve WB’nin bu ülkelerle yaptıkları yapısal uyum ve istikrar politikaları anlaşmaları, neo-liberal politikaların bu ülkelerde uygulama alanı bulmasına zemin hazırlamıştır. Bu dönemde, dış borç krizine düşmemiş olan ülkelerde de serbest pazar ekonomisinin GATT çerçevesinde benimsetilmiş olması sebebiyle, gelişmiş ve az gelişmiş ülkelerin dünya ekonomisiyle, bir başka deyişle küresel kapitalizm ile bütünleşmesi zaten sağlanmıştır. Bu süreç aynı doğrultuda uygulanan özelleştirme, finansal liberalleşme, esnek döviz kuru, kamu yatırımlarının azaltılması gibi politikalarla birleşerek, temel iktisat politikası araçlarının söz konusu ülkelerde ulus devletin elinden çıkarak devlet öncülüğünde iktisadi kalkınma modelinin sona ermesinde etkili olmuştur (Şenses, 2006: 50,51). J. Stiglitz’e göre küreselleşme yoksulluğu azaltmayı beceremediği gibi istikrarı sağlamada da başarısız olmuştur. Asya ve Latin Amerika’da yaşanan mali krizler, tüm dünya ekonomilerinde istikrarı tehdit etmiştir. Zengin ülkelerle yoksul ülkeler arasında büyüyen uçurum, Üçüncü Dünya Ülkelerinde gittikçe artan sayıda insanı, büyük bir yoksulluğa iterek günde 1 ABD dolarından daha az parayla geçinmek zorunda bırakmıştır. Birçok Afrika ülkesi, sömürge olmaktan kurtulduktan sonra da ekonomik gelişmelerini sağlayamamıştır. Aksine kıtada sefalet artmış, gelir ve yaşam standartları düşmüştür. Ortalama yaşam süresinin 30 yaş olduğu Afrika ülkelerinde, 1960’lı yıllardan bu yana kaydedilen gelişme adeta tersine dönmeye başlamıştır. 21.yüzyılda bu geri yönlü gidişin en önemli iki nedeninden biri AIDS, diğeri de yoksulluktur (Stiglitz, 2002:27,28). Stiglitz yoksulluğun önlenememesi bir yana giderek derinleşmesinde küreselleşme olgusuna dikkat çekerken, bu olgudan ziyade küreselleşmeyi yöneten WB, IMF ve WTO gibi üç temel kuruluşu, temel mantıklarındaki hatadan dolayı sorumlu tutmaktadır. Yine bazı iktisatçılara göre, 1980’li yıllardan bu yana IMF ve WB’ye dış borç yenileme isteğinde bulunan gelişmekte olan ülkelere bu kurumlar tarafından dayatılan makro ekonomik programların, yüz milyonlarca insanın yoksullaşmasına, ulusal paraların istikrarsızlaşmasına ve nihayetinde gelişmekte olan ülke ekonomilerinin çöküşüne neden olduğu iddia edilmektedir. Diğer bir deyişle, IMF ve WB yoksulluğun küreselleşmesine yol açmıştır (Stiglitz, 2002:32). 1990’lı yıllardaki ekonomik koşullar, WB’nin gelişmekte olan ülkelerle olan ilişkilerindeki en önemli gündem maddesinin yoksulluğun azaltılması olmasına neden olmuştur. WB’nin bu yıllardan itibaren bu ülkelere sağladığı finansal ve teknik destek yardımlarının ana hedefini yoksulluğun azaltılması oluşturmuştur. WB’nin 1990’lı yıllar sonrasında izlediği kalkınma stratejisinde insana yatırım yapma ön plana çıkmış, eğitimli ve sağlıklı bir nüfusa sahip olmaksızın sürdürülebilir bir büyümenin başarılamayacağı görüşü yaygın olarak kabul görmüştür. Ancak, WB’nin izlediği bu politikaların yoksulluğu ne ölçüde azalttığı konusunda birbirinden oldukça farklı görüşler vardır. WB’nin gelişmekte olan ülkelere sağladığı yardım ve borçların gerçekte yoksullukla mücadeleden çok borç krizlerini aşıp makro ekonomik istikrarı temin etmeye yönelik olduğudur. WB’nin söz konusu bu ülkelere borç verme sürecinde, yoksulluk ve çevre gibi konuları yeterince gündeme getirmediği eleştirisi, WB’nin temel misyonunun yoksulluğun yok edilmesi olduğu düşünülecek olursa, bu görüş haklı görülebilir.1990’lı yıllarda 24 geçiş ekonomisi, Batılı iktisatçıların önerileri doğrultusunda 143 yapısal denge amaçlı borçlanma gerçekleştirmiş ancak bu ülkelerin üretimlerinde büyük kayıplar ortaya çıkarak, yoksulluğun daha da artmasına sebep olmuştur. Öyle ki; bu ülkelerde günlük 2 ABD dolarından daha aşağı gelire sahip olanların yüzdesinin toplam nüfus içerisindeki oranı 1,7 seviyesinden yüzde 20,8 seviyesine yükselmiştir. WTO’nun 2001 Doha Görüşmeleri imalat, tarım ve hizmetleri kapsamakta, gelişmekte olan ülkeler için ticaret kurallarının ve özel düzenlemelerin sıkılaştırılmasını istemekte ve Uruguay Görüşmelerinin uygulanması ile ilgili problemleri işaret etmektedir. Her ne kadar Doha Görüşmelerinin kapsamı bu kadar geniş olsa da ana gündem maddesini imalat veya hizmet sektörü değil tarım sektörü oluşturmuştur. Hatta öyle ki; ticaret serbestisinin yoksulluk üzerindeki etkilerinin en üst seviyede tartışılması nedeniyle “Kalkınma Görüşmeleri” olarak adlandırılmıştır. Bu anlamıyla da gelişmekte olan ülkelerdeki yoksullar üzerindeki etkisi son derece önemlidir; çünkü yoksullar daha çok kırsal bölgelerde yaşamakta, göreceli olarak daha fazla tarımsal ürün tüketmekte ve gelirlerinin önemli bir bölümünü gıda maddesi satın almaya ayırmaktadır. Ancak, Doha reformlarının yoksul kesime yarar mı yoksa daha fazla zarar mı getirdiği halen günümüzde de tartışılmaktadır. Diğer bir deyişle, küreselleşmenin doğal bir uzantısı olarak ticaretin arttırılması yoluyla gelen ekonomik büyüme, yoksul ülkelerdeki nüfusun yaşam standartlarını yükseltir mi veya yoksulu daha yoksul zengini daha zengin yaparak, toplumda daha fazla gelir dağılımı eşitsizliğine neden olur mu sorusuna henüz net bir cevap verilememektedir. WTO, hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerden kota ve tarifelerin kaldırılması, ihracattaki vergilerin kaldırılması, yerel tarım kesimine verilen desteklerin kaldırılmasını ve gerekirse mali reformlara gidilmesi yoluyla ticaretin serbestleştirilmesini talep etmektedir. Ticaretin serbestleştirilmesinde hangi yöntem tercih edilirse edilsin, bu reformların hem hane halklarının gelirleri hem de tüketici fiyatları üzerindeki zıt etkisi ülke ekonomilerinde eş zamanlı olarak ortaya çıkacaktır. Özellikle gıda fiyatlarındaki artış nedeniyle tüketici fiyatlarının, nominal gelirden daha fazla artmasının söz konusu olduğu ülkelerde, Doha reformlarının bu ülke ekonomileri ve dolayısıyla sosyal yaşamları üzerinde olumsuz etkisi olacağı sonucu ortaya çıkmıştır (Anabi v.d., 2005:429-464). Bir başka çalışmada Doha çok taraflı ticaret görüşmelerinin, gelir ve yoksulluk üzerindeki küresel etkisi WB’nin LINKAGE modelinden yararlanılarak incelenmiştir. Bu çalışmada, ticaret serbestisinin en fazla olduğu senaryoya göre; vasıfsız işçi ücretlerindeki artışın nominal gelirdeki artıştan daha fazla olmasına karşın, daha fazla ticaret serbestisi gerçekleştirmeyen gelişmekte olan ülkeler üzerindeki olumlu etkisinin oldukça az olduğu tahmin edilmiştir. Gelişmekte olan ülkelerdeki 622 milyon aşırı yoksul (yoksulun en yoksulu kesim) nüfusun 2015’e kadar yüzde 5 oranında, günde 2 ABD doları ile yaşayan nüfusun sadece yüzde 3,6 oranında azalacağı, reel gelirdeki artış oranının ise yüzde 0,8 ile sınırlı kalacağı hesaplanmıştır. 2002 yılında gerçekleştirilen “Global Economic Prospects” çalışması ise yoksulun en yoksulu olan nüfusun yüzde 17,6, günde 2 ABD doların altında bir gelirle geçinen nüfusu ise yüzde 51,4 oranında azalacağını tahmin etmektedir. Bu çalışmanın, tarım ürünlerinde herhangi bir destek veya muafiyetin söz konusu olmadığı senaryosuna göre; zengin ülkelerin tam ticaret serbestliği varsayımındaki tüm olası kazanımların yüzde 40 ile 45, gelişmekte olan ülkelerin kazanımlardaki payının ise sadece yüzde 20 ile sınırlı kalacağı tahmin edilmiştir (Anderson, 2006:513-520). WB, ticaretin tamamen serbestleştirilmesi için gereken tüm liberalleşmenin yapılması sonucunda, 2015 yılına kadar gelişmekte olan ülkelerdeki 300 milyon kişinin yoksulluktan kurtulacağı yönündeki WB tahmini gerçekleşmemektedir (Oil&Gas Journal, 2001:19). Bir diğer çalışma ticaret reformlarının gelişmekte olan 15 ülke üzerindeki etkisi, en son “Global Trade Analysis Project” verisi ve hane halkı anketi kullanılarak tahmin edilmeye çalışılmıştır. Bangladeş, Brezilya, Şili, Kolombiya, Endonezya, Malavi, Meksika, Mozambik, Peru, Filipinler, Tayland, Uganda, Venezüella, Vietnam ve Zambiya’yı kapsayan bu ampirik çalışmanın sonuçlarına göre, ticaret serbestisinin bu ülkelerin bazılarında yoksulluğu azaltıcı etkisi varken, bazılarında ise arttırıcı etkisi vardır. Yoksulluk üzerindeki global olumsuz etkinin nedeni olarak Doha’nın ihracat ve yerel sektörlere verilen finansal desteğin kaldırılması talebi gösterilmektedir (Ivanic, 2006:403, 413-425). WTO’nun geçmişine baktığımızda, sadece pazar girişlerine ve bunların müzakerelerine odaklanmış bir örgüt görmekteyiz. Ancak, yakın geçmiş itibariyle WTO’nun ilgi alanını genişlettiğini, kalkınmayı hızlandırmak ve yoksulluğu azaltmanın da WTO’nun hedeflerinden biri haline geldiğini gözlemlemekteyiz. Maalesef, günümüz itibariyle WTO global ticaretin arttırılması ile kalkınmayı hızlandırmak hedeflerini henüz bağdaştıramamıştır. Yine de, WTO’nun ticaret ve kalkınma hedeflerinin Kaldor-Hicks verimliliği kavramına dayandırılarak başarılmasının da mümkün olduğu yönünde görüşler bulunmaktadır (Lewis, 2007:165,180). 1980’li yıllarda IMF ve WB tarafından az gelişmiş ülkelerde uygulanan yapısal uyum ve istikrar politikalarının yoksulluğu şiddetlendirdiğini öne süren görüşlerin sayısı oldukça fazladır. Ancak bu programların yoksulluk üzerindeki etkilerinin belirlenmesinde ve bu bakımdan da çeşitli ülkelerin birbirleriyle mukayese edilmelerinde yaşanan bazı güçlüklerinde bulunduğu bir gerçektir. Bu güçlüklerden bazıları şöyle sıralanabilir: Yapısal uyum programlarının yoksulluk ve gelir dağılımı üzerindeki etkilerini ortaya koyabilecek veri eksikliği, yapısal uyum programlarının öncesi ve sonrasına ilişkin değerlendirmelerin yapılmasındaki zorluk, yoksulluğa neden olabilecek kuraklık, savaş, göç gibi faktör etkilerinin tek tek ayrıştırılmasının zorluğudur (Şenses, 2006:184-188; Jamali, 2007: 41). Bununla beraber küreselleşme sürecinde; üretim yapısı ve emek piyasasının, kamu harcamaları ve gelir dağılımı üzerinde olumsuz etki yaratarak yoksulluğu arttırdığı ifade edilebilir. Hizmet sektörünün göreli olarak sanayi sektörüne göre daha hızlı gelişmesi ve sanayisizleşme süreci, ekonomide dual (ikili) bir yapı oluşturmaktadır. Bir tarafta yeni teknoloji, vasıflı işçi ve yüksek verimliliğe sahip bir sanayi sektörü varken, diğer tarafta ise; düşük ücret ve verimlik özelliği olan bir hizmet sektörü söz konusudur. Bu ikili yapı, doğal olarak düşük ücretli kesimde- göreli olarak da olsa- yoksulluğa neden olmaktadır. İkinci olarak neo liberal politikalarla üretilen kısa dönemde istikrar, orta ve uzun dönemde yapısal uyum programları aracılığıyla üretim yapısı, ihracata konu olan malların üretimine kaymış, özelleştirmelerle kamu kesiminin ekonomi içindeki payı azaltılmıştır. Bu amaçlar doğrultusunda, uygulandıkları ülkelerde sağlık, eğitim, konut gibi sosyal sektörlere ve altyapı hizmetlerine yapılan kamu cari ve yatırım harcamaları ile tarım ve çeşitli sanayi kollarında uygulanan sübvansiyonların kısılması söz konusu olmuş ve bu da yoksulluk üzerinde olumsuz etkiler yaratmıştır. Bütün bu gelişmelere paralel olarak Kolombiya, Kosta Rika, Uruguay gibi birçok az gelişmiş ülkede, gelir dağılımı bozulmuş, hem mutlak hem de göreli yoksulluk artmıştır. 1980’li yıllardan itibaren kırsal kesimde kronikleşen yoksullara hane reisinin kadın olduğu aileler, sokak çocukları, emekliler, yaşlılar ve genç işsizler gibi farklı ve yeni yoksul gruplar eklenmiştir (Şenses, 2006:143, 190-198). Diğer taraftan Deacon’a göre küreselleşme; Spekülatif fon ticaretine dayanan kısa vadeli yabancı yatırım mobilitesini, Uzun vadeli doğrudan yabancı yatırımı, Ticaret önündeki engelleri daha da azaltmayı amaçlayan politikalar eşliğinde dünya ticaretini, Çok uluslu şirketlerle özdeşleşmiş kürsel üretimin ve ticaretin payını, Üretim ve hizmet teknolojisindeki değişimler nedeniyle ekonomilerin bağımlılığını, İnsanların ticaret ve iş amaçlı hareketini, Televizyon ve internetin dahil olduğu yeni iletişim biçimlerine erişimi gibi pek çok süreci hızlandırmıştır. Sözü edilen bu süreçler, ekonomik faaliyetlerin daha da küreselleşmesini, ortak bir politik ve kültürel paydayı paylaşan bir sivil toplumun ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu süreç içerisinde; Hem ülke içinde hem de ülkeler arasında eşitsizliğin ve yoksulluğun, Halkın işsizlik ve suç gibi sosyal risklere karşı savunmasızlığının, Bireylerin küreselleşmenin nimetlerinden dışlanma olasılığının artması gibi pek çok istenmeyen küresel sosyal sonucu içinde barındırmaktadır. Bu nedenle de küreselleşmenin toplumsal sonuçları neticesinde sosyal koruma önlemlerine daha fazla ihtiyaç ortaya çıkmıştır. Eşitsizlik, sosyal anlamda daha fazla yeniden paylaşımı gerektirir. Savunmasızlık ise; sosyal hakların, bunlardan yararlanabilmenin ve sosyal koruma sistemlerinin güçlendirilmesini gerektirir. Sosyal dışlanma da güçlenme stratejilerini bir zaruret haline getirir (Deacon, 2006:101-103). Gelir dağılımındaki eşitsizliğin yaşam beklentisi, beslenme, bebek ölümü ile eğitim ve temel sağlık hizmetlerindeki eşitsizlikten daha az olmadığını ve hatta küreselleşmeyle birlikte dünyada gelir dağılımındaki eşitsizliği daha da arttırdığı öne sürülmektedir. 2000 yılı itibariyle 1 milyar 200 milyon bireyin günde 1 ABD dolarından, 2 milyar 800 milyon insanın da günde 2 ABD dolarından daha az gelirle geçinmesine karşılık en zengin 200 kişinin servetleri toplamı 1 trilyon 135 milyar ABD doları olduğu tespitinde bulunulmaktadır. Öte yandan 2000 yılında 582 milyon insanın gelirleri toplamının sadece 146 milyon ABD dolarıdır. Gelişmiş ülke grubunda yer alan süper güç ABD’de gelir dağılımının en üst onda birlik kısmında yer alan nüfusu, dünya nüfusunun en yoksul yüzde 43’ünün gelirleri toplamından daha büyük bir gelire sahiptir. Bu rakamlar, gelir dağılımı eşitsizliğindeki ciddi bozulmayı açıkça ortaya koymaktadır (Vita, 2007,103). Dolar (2001:7-13) çalışmasında, küreselleşmeyle beraber serbest ticaretin ekonomik büyümeyi arttıracağını ve yoksulluğu azaltıcı etkide bulunacağı görüşünü ileri sürmektedir. Zira gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında, gelişmekte olan ülkelerin aleyhine olan kaynak, sermaye ve teknoloji farklılıkları bu şekilde ortadan kalkacaktır. Örneğin; küreselleşme başarısını gösteren Arjantin, Brezilya, Çin, Macaristan, Hindistan, Malezya, Meksika, Filipinler ve Tayland gibi ülkelerde ekonomik büyüme 1960’larda yüzde 1,4, 1970’lerde yüzde 2,9 iken, bu oran 1980’lerde yüzde 3,5 ve 1990’larda yüzde 5’e yükselmiştir. Küreselleşemeyen ülkelerde ise 1960’larda yüzde 2,4, 1970’lerde yüzde 3,3 olan ekonomik büyüme 1980’lerde yüzde 0,8 ve 1990’larda yüzde 1,4 seviyesindedir. Bu çalışmaya göre; piyasa ekonomisine entegre olmaya çalışan ülkelerin ticaret serbestisi sayesinde farklılıklarının ortadan kalkacağı, uluslararası ticaretin tüm taraflar için ülke refahını arttırıcı etkisi olduğunu ve nihayetinde küresel yoksulluğun azalacağı öngörülmektedir. Ancak Dolar’ın bu görüşlerine destek vermek pek mümkün görülmemektedir. Gelişmiş ülkelerde dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 22’si yaşarken, bu nüfus dünya servetinin yaklaşık yüzde 85’ini elinde bulundurmaktadır. Yeryüzündeki doğal kaynakların yüzde 88’i, enerjinin yüzde 70’i de yine gelişmiş ülkeler tarafından tüketilmekte ve en çok çevre kirliliğine sebep olan da yine bu ülkelerdir. Bu ülkeler dışında kalan ve çoğunlukla Afrika, Asya ve Latin Amerika’da yer alan az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 79’u yaşamaktadır. Bu ülkeler ise dünya servetinin ve gelirinin sadece yüzde 15’lik kısmına sahip bulunmakta, yeryüzündeki doğal kaynakların yüzde 12’sini, enerjinin de yüzde 33’ünü kullanmaktadırlar. Bu bakımdan günümüzde küresel bir yoksulluktan ve gelir adaletsizliğinden söz edilmekte olup, Dolar’ın görüşlerini desteklemek mümkün görünmemektedir. Hızlı ekonomik büyüme ve kişi başına gelir, daha önce de belirtildiği gibi günümüzde yoksulluğu azaltmak için yeterli değildir. Beşeri ve sosyal gelişmişlik de önemlidir. Bu bakımdan artan gelir, o ülkede yaşayan bireyler arasında eşit bir şekilde dağılmıyorsa, yoksulluğun azaldığından bahsetmek mümkün olmayacaktır. Kaldı ki, bahsi geçen ülkelerden, örneğin, Singapur ve Brezilya’da gelir dağılımı eşitsizliğini gösteren Gini katsayısı 0,50, Arjantin, Çin ve Tayland’da 0,40’tır. Günde 1,25 ABD dolarının altında gelirle geçinmeye çalışanların oranı Hindistan’da yüzde 41, Çin’de yüzde 15, günde 2 ABD doları ile geçinenlerin oranı ise Hindistan’da yüzde 75, Çin’de ise yüzde 36’ya yükselmektedir. Deaton’un da belirttiği gibi önemli olan gelir ve tüketim harcamalarının o ülke halkına ne şekilde dağıldığıdır. Buna en iyi örnek olarak, Çin ve Hindistan verilebilir. 1990’larda hızlı ekonomik büyüme sergileyen Çin ve Hindistan’da yoksulluğun azalacağı öngörülmüştür. Ancak söz konusu bu dönemde gelir dağılımında önemli oranda bir kötüleşme ortaya çıkmıştır (Deaton, 2006:9). Bardhan’a göre; küreselleşme yoksullar için birçok zorluğun nedeni olabilir. Ancak, ulusal politikaların ve ekonomi kurumlarının sunamadığı fırsatları küreselleşmenin bu ülkelerin hizmetine sunduğu da bir gerçektir. Bardhan, geleneksel uluslararası ticaret teorisi varsayımına dayanarak, yoksul ülkelerin mukayeseli olarak üstün oldukları üretim faktörünü kullanarak uluslararası ticaretten yarar sağlayabileceğini iddia etmektedir. Bu durum Çin, Endonezya ve Bangladeş gibi daha yoksul olan ülkelerden emek yoğun sektör malı ithal eden Brezilya, Meksika ve Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler açısından sorun teşkil etmektedir (Bardhan, 2006,100-102). Özetle ifade etmek gerekirse; küreselleşme ve WTO’nun ilk yıllarında bu iki unsurun gelişmekte olan ülkelerin yoksulları üzerindeki olumlu etkisine ilişkin yapılan tahminler günümüz itibariyle değerlendirildiğinde abartılı olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Buna ilaveten, ticaretin küreselleşmesi için getirilen serbestilerin gelişmekte olan ülkelerden daha çok gelişmiş ülkelere daha fazla kazanım sağladığı yönündeki görüşlere destek ise artmaktadır. 1.3.2. KÜRESEL İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ Çevresel konulara ilişkin ilk değerlendirme 1972 yılında birçok ülkenin katılımıyla Stockholm’de “BM İnsan Çevresi Konferansı”nda gerçekleştirilmiştir. Konferans gelişmekte olan ülke insanlarının eğitim, sağlık ve barınma gibi en temel ihtiyaçlarının karşılanması açısından, yaşanan çevrenin korunması ve iyileştirilmesi, hükümetlerin bu konuda duyarlı olmaları gereği, ekonomik gelişmenin sağlanması, insan sermayesinin kapasitesinin geliştirilmesine önem verilmesi konuları üzerine odaklanmıştır. İnsan-çevre ilişkilerinin, insan faaliyetlerinin çevre üzerindeki olumsuz etkilerinin, ülkelerin iktisadi gelişme sorunlarının, uluslararası barış ve güvenliğin korunmasının, uluslararası dostluk ilişkilerin sürdürülmesinin, ekonomik, toplumsal ve kültürel alanda işbirliğinin önemi vurgulanarak, insanların onurlu ve sağlıklı bir yaşam sürdürebilmeleri için gereken elverişli bir çevrenin temel bir hak olduğu belirtilmiş, gelecek nesiller için çevreyi koruma ve iyileştirme konusunda bugünün insanının sorumlu olduğuna işaret edilmiştir (Jamali, 2007: 50). 1987 yılında “Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu” tarafından Ortak Geleceğimiz isimli bir rapor yayınlanmıştır. Söz konusu Rapor, 2000 yılı ve sonrasında sürdürülebilir bir kalkınmayı sağlayabilecek uzun vadeli çevre stratejileri önermeyi amaçlamaktadır. Çevre bütün insanlığın kullandığı bir yer, kalkınma ise o yerde yaşam koşullarımızı daha da iyileştirmek için yaptığımız faaliyetler olarak ele alınabilir. Oysa kalkınma yolunda, sanayileşmenin çevreye verdiği zararlar, bir yandan çevreyi yok ederken bir yandan da giderek ağırlaşan çevresel sorunlar karşısında kalkınma sürdürülebilir olmaktan uzaklaştırarak, gelecek kuşakların iyi koşullara sahip bir çevrede yaşama fırsatını ellerinden almaktadır. Bu nedenle küresel bir işbirliği içinde insanları, kaynakları, çevre ve kalkınma etkileşimlerini dikkate alan ortak ve birbirini destekleyen amaçların belirlenmesi gerekmektedir (WCED, 1989:13-16). Bu gerekçelerle, 1992 yılında Rio de Janerio’da yapılan “BM Çevre ve Kalkınma Konferansı” insan yaşamına ve onuruna yakışır bir çevrenin ve kalkınmanın entegre ve eş zamanlı olarak mevcudiyeti çalışmalarına öncelik verilerek, insan öğesini sürdürülebilir kalkınmanın merkezine konuşlandırmıştır (UNEP,1992:5). Rio Konferansı’ndan bu yana, insan ihtiyaçlarının onurlu bir şekilde karşılanabilmesi için küresel toplum bilincinin sağlanması, yoksulluk ve çevresel tahribatla sürdürülemez hale gelen kalkınmanın yeniden sürdürülebilir bir yapıya kavuşturulabilmesi ve bu amaçla yaşadığımız çevrenin korunması ön plana çıkmıştır. 2002 yılında Johannesburg’ta düzenlenen “Dünya Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi”nde de çevrenin korunması ana gündem maddesi olarak değerlendirmeye alınmıştır (UN, 2002:1). UNDP-UNEP (2009) çalışması da, yoksulluk-çevre ilintili konularının ülkelerin kalkınma programlarına dahil edilmesi ve bu programların uygulanmasında teknik yardım ve rehberlik etmesi anlamında son derece önemlidir. Ülkelerin çalışmalarını bu yönde devam ettirmeleri halinde mevcut çevre ve doğal kaynaklarının etkin ve verimli yönetilmesiyle, yoksulluğun azaltılması, sürdürülebilir kalkınmanın başarılabilmesi ve BM MDGs’ye ulaşılması mümkündür. Bütün bu ulusal ve uluslararası çabalara rağmen, çevreye verilen zararlar geri dönüşü imkânsız sayılabilecek iklimsel değişikliklere yol açmaktadır. Küresel ısınma ve bizzat insanın çevresine verdiği zararlar, sıcaklık artışı, deniz seviyesinde yükselme, yağış seviyesinde değişkenlik ve kuraklık şeklinde iklimsel değişmelere neden olmaktadır. Sıcaklıktaki ve yağışlardaki değişiklikler, tarıma ve ekosisteme zarar vermektedir. Buna bağlı olarak da ekvator ve tropik bölgelerde gıda ürünleri azalabilmekte, flora ve fauna yok olarak mevcut ekosistemlerin yapısı değişmektedir. Dolayısıyla iklim değişikliğinin, iklim kuşaklarının yer değiştirmesi, şiddetli hava olayları ile sellerin ve taşkınların daha sık yaşanması ve etkilerinin kuvvetlenmesi, kuraklık, erozyon, çölleşme, salgın hastalıklar, tarım zararlıları gibi, insan yaşamını ve sağlığını ekonomik sektörleri ve ekolojik sistemleri doğrudan ya da dolaylı olarak etkileyebilecek önemli sonuçları söz konusudur. Tarım sektörünün gelişmekte olan ülke ekonomilerindeki payı dikkate alındığında, iklim değişikliğinin öncelikle ve en çok bu ülkeler açısından hayati önem taşıdığı sonucuna varılmaktadır (Jamali, 2007: 30, 31). Öyleyse; 21.yüzyılda yoksulluğu şiddetlendiren en önemli faktörlerden biri nedeni ne olursa olsun küresel ısınmayla ortaya çıkan kurallık ve açlıktır. Çünkü iklimsel değişim dolaylı olarak kendisini hissettirerek yoksulların yaşamını tehdit etme kabiliyetine sahip bir unsurdur (Bkz. Şekil 1.3) _____________________________________________________________ Adaptasyon Adaptasyon Azaltma Şekil 1.1: İklim Değişikliğinin Bütünsel Değerlendirilmesi Kaynak: Şahinkuşu, Akkaya ve Yılal (2008:18) _____________________________________________________________ BM, gerekli önlemlerin zamanında alınmaması halinde, 2100 yılına kadar dünyanın üçte birinin çöle dönüşeceği, kuraklık neticesinde 2080 yılına kadar 200 ile 600 milyon arasında insanın açlık, 1 ile 3 milyar arasında insanında susuzluk tehdidi ile karşı karşıya olduğunu açıklamaktadır. Öte yandan, Himalaya’da her yıl 10-15 metre eriyen kar tabakaları yüzünden, Orta Asya, Kuzey Çin, Güney Asya’nın kuzeyinde kalan bazı bölgelerin ciddi zarar görebileceği ve Asya’daki yedi büyük nehrin debisinin artacağı tahmin edilmektedir. And Dağları bölgesinde, tropikal buzulların erimesi su güvencesini tehdit ederken, Ortadoğu Bölgesinde halihazırda kullanılmakta olan çeşitli yeraltı su kaynaklarında hacim kayıpları olduğu rapor edilmektedir (UNDP, 2007:8). UNDP (2007:8) çalışmasında belirtildiği üzere; sıcaklığın 3-4 santigrat derece artmasıyla beraber deniz seviyesinde yükselme, 330 milyon insanı sel tehdidi altında sürekli yer değiştirmek zorunda bırakmaktadır. Bangladeş’te 70 milyonu aşkın insan, Mısır’da 6 milyon, Vietnam’da 22 milyon iklim göçmenidir. Karayipler ve Pasifik’teki küçük ada devletleri, coğrafi olarak haritadan silinme tehlikesi altındadır. Isınan deniz suyu, şiddetli tropikal fırtınalara neden olmaktadır. Bugüne kadar fırtınalardan 344 milyonu aşkın dünya insanı zarar görmüştür. Gecekondu veya nehir kenarlarında yaşayan 1 milyar insan ciddi anlamda su baskını riski ile karşı karşıyadır. UNDP’ye göre, 2000-2004 yılları arasında kuraklık ve sellerden yaklaşık 262 milyon insan etkilenmiştir. Bu nüfusun yüzde 98’i ise gelişmekte olan ülkelerde yaşamaktadır. Küresel iklimdeki değişimin insanın çevresini tahrip etmesinden kaynaklanan başlıca nedeni atmosfere yapılan karbondioksit gazı salınımıdır. Bu gerçeğe rağmen, 2030 yılında karbondioksit salınımının 2005 yılındaki düzeyinden yüzde 50 daha fazla olacağı tahmin edilmektedir. Herhangi bir önlem alınmaması durumunda küresel ısınma ve bu ısınmanın sebebiyet verdiği kuraklık ve açlığın inanılmaz boyutlara ulaşacağı açıktır (Çerçi, 2008:20). UNDP’nin “2007-2008 İnsani Gelişme Raporu”na göre, dünyanın en fazla kuraklık çeken ülkeleri olan Etiyopya’da 5 yaş altı çocukların yaklaşık yüzde 36’sı ve Kenya’da ise yaklaşık yüzde 50’si yetersiz beslenme sorunu yaşamaktadır. Nijer’de 2 yaş ve altı çocukların kuraklığın neden olduğu yetersiz beslenme nedeniyle yaklaşık yüzde 72’sinin gelişimi bu küçük yaşlarda durmuştur (UNDP, 2007:9). Tüm bu rakamların vahameti bile, iklim değişikliklerinin insani kalınmaya olan olumsuz etkisini tam olarak anlamak adına yeterli değildir Gelişmiş ülkeler sıcak hava dalgası, aşırı sıcak yaz mevsimi ve aşırı soğuk kış koşulları gibi gelecekte daha belirgin şekilde yaşanacak iklim şoklarına uygun kamu sağlığı sistemlerini şimdiden oluşturmaya başlamıştır. Ancak, gelişmekte olan ülkelerde bu risklere karşı önlem almaya yönelik mali kapasitenin sınırlı olması nedeniyle, söz konusu risklerden en çok gelişmekte olan ülkeler etkilenecektir. İklimin değişmesiyle doğal afetler ve susuzluk sorununun artmasıyla sıtma ve diğer bulaşıcı hastalıkların hızla yayılması doğaldır. Yılda yaklaşık 1 milyon kişinin sıtmaya yakalandığı, ileri yıllarda 220 ile 400 milyon kişinin de bu rakama eklenebileceği tahmin edilmektedir (UNDP, 2007:24). Bütün bunların doğal bir uzantısı olarak, özellikle az gelişmiş ülkelerde zenginlerle yoksulların arasındaki ekonomik ve sosyal fark artacak, zaten sınırlı olan maddi kaynaklar çevre felaketi için kullanılacak, eğitim ve sağlık bütçelerinden kısıtlamaya gidilecek, açlığın yol açacağı iç göçler yeni etnik kavgalara zemin hazırlayacaktır. Sonuç olarak, değişken iklimsel şartlar, uzun dönemde insani gelişme fırsatlarını yok etmekte, verimliliği ve beşeri kapasiteyi baltalamakta ve nihayetinde eşitsizliği arttırmaktadır (UNDP,2007:8). 1.3.3. TARIMSAL ÜRETİM VE GIDA GÜVENCESİ 1974 yılında düzenlenen Dünya Gıda Zirvesi’nde gıda güvenliğinin tanımı şöyle yapılmıştır: Gıda tüketiminin düzenli olarak yaygınlaşması ve gıda üretim ve fiyatlarındaki oynaklığın ortadan kaldırılması için temel gıda maddelerinin tüm dünya için tedarikinin her zaman mümkün olmasıdır. Bu tanım 2001 yılında yeniden gözden geçirilmiştir. Tüm insanların aktif ve sağlıklı bir yaşam sürdürebilmeleri için gıda tercihleri ve ihtiyaçlarını karşılayacak yeterli, güvenli ve besleyici gıdalara her zaman ulaşabilecekleri fiziksel, sosyal ve ekonomik şartlara sahip olmaları şeklinde gıda güvenliği yeniden tanımlanmıştır. İklim değişikliğinin tarımda kullanılabilir su, sıcaklık, sağanak yağış gibi nedenlerle, tarımsal üretim ve gıda güvenliğini tehdit etmesi gibi bir boyutu da vardır. Dünyanın en yoksul bölgesi olan Sahra-altı Afrika’da yağışların azalıp kuraklığın aşırı artmasıyla beraber mısır, fasulye, börülce, darı gibi kuru tarım yapılan ürünlerin geçimlik düzeyde dahi üretilemez hale gelmesi söz konusu olup, bu bölgede 2000-2020 döneminde sulu tarımda yüzde 50 azalma olacağı tahmin edilmektedir (UNDP, 2007:91). Bu bölgede kurak alanların 60-90 milyon hektar daha genişleyebileceği, 2003 fiyatları baz alınarak hesaplandığında, bu durumun 2060 yılına kadar 26 milyar ABD doları zarara yol açacağı öngörüsü yapılmaktadır. Latin Amerika ve Güney Asya gibi birçok gelişmekte olan ülkenin yer aldığı coğrafyalarda da durum çok farklı değildir. Bu bölgelerde bir yandan tarımsal üretim düşerken diğer yandan da kırsal kalkınma çabaları engellenebilecektir. Özellikle Asya ve Afrika mega deltalarındaki yoksul çiftçilerin yaşamlarının tehditi altında olduğu bir gerçektir. Dünya genelinde, yetersiz beslenen insan sayısının 2080 yılına kadar 600 milyon daha artması beklenmektedir (BATES et al, 2008:3, 59). _____________________________________________________________ Şekil 1.2: İklim Değişikliğinin Bölgeler İtibariyle Tarım Üzerindeki Etkisi Kaynak: (UNDP,2007:91) _____________________________________________________________ Şekil 1.2’de önümüzdeki yetmiş yıl için küresel iklim değişikliğinin potansiyel tarım üretimi üzerine olan etkisi görülmektedir. İklim değişiklikleri nedeniyle potansiyel tarım üretiminde küresel anlamda göreceli olarak küçük bir azalma tahmininin bizi yanıltmaması gerekir. Çünkü küresel boyutta çok önemli bir sorun görülmemekle beraber, ülke gruplarına indirgendiğinde çok daha farklı bir durum karşımıza çıkmaktadır. Örneğin; Sahra-altı Afrika ve Latin Amerika’da büyük tarımsal üretim kaybı beklenmektedir. Gelişmekte olan ülkelerde potansiyel tarımsal üretim, tahmini olarak yüzde 9 daralmaya işaret ederken, gelişmiş ülkelerde ise yüzde 8 oranında bir artış beklentisi dikkat çekicidir (UNDP, 2007:91). 2080 yılına kadar Afrika kıtasında tarıma elverişli alanların yüzde 18, Latin Amerika’da yüzde 14, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da ise yüzde 10 daralabileceği UNDP’nin tahminidir. 21.yüzyıl itibariyle uygulanan modern tarım yöntemleri, gıda maddelerinin üretiminde önemli ölçüde artış getirmektedir. Ancak ortaya çıkan fayda, dengesiz şekilde dağılmakta ve aşırı yüksek fiyat artışları ortaya çıkabilmektedir. Bu durumda ortaya çıkan maliyet daha çok küçük ölçekli tarım üreticileri ve çalışanları, kırsal kesimde yaşayan halk ve çevre tarafından yüklenilmektedir. Tarımda makineleşme ile toprağın aşırı işlenmesi, verimsiz alanların dahi üretime açılması, ormanların yok olması, yeşil alanların çölleşmesi ile neticede kuraklaşma bizzat insan eliyle gerçekleştirilmekte; açlık ve yoksulluk, insanları yiyecek ve iş bulmak amacıyla şehirlere göçe yöneltmektedir (Jamali, 2007: 32-33). Aşırı yoğun tarım yapılan bir toprak, 20-30 yılda tamamen yok olabilmektedir. Bu açıdan bakıldığında, dünyanın tarım arazilerinin yüzde 10’a yakın bir kısmının şimdiden tarımsal özelliğini kaybettiği iddia edilmektedir (Davidson, 2004: 40). 2080 yılına kadar dünyanın potansiyel tarım alanlarının yüzde 5’inde kuraklık gibi iklimsel nedenlerle yok olacağı varsayılırsa, insanlık ve özellikle yoksullar adına kaygı verici durumun boyutu daha iyi anlaşılacaktır. WB çevrelerinde sanayi sektöründeki büyümenin kırsal yoksulluğu etkilemediği, hatta olumsuz etki yaptığı, buna karşın tarımsal büyümenin sadece kırsal değil kentsel yoksulluğu da azaltmada etkili olduğu savunulmaktadır (Şenses, 2006:52). WB’nin 2008 yılı Dünya Kalkınma Raporu’na göre gelişmekte olan ülkelerde uluslararası yoksulluk sınırı olan 1,08 ABD dolarının altında gelir sahibi yoksulların yüzde 75’i kırsal kesimde yaşamaktadır. Anlaşıldığı üzere, tarımsal alanlardaki daralma, doğrudan gelişmekte olan ülkelerin nüfusunun beşte üçünü olumsuz olarak etkisi altına alırken, dünya nüfusunun da dörtte birinin yaşamını tehdit edecek bir unsurdur (http://siteresources.worldbank.org/INT WDR2008/Resources/2795087-1192111580172/WDROver2008-ENG.pdf, Erişim Tarihi:24.08.2009). WB’ye göre, küresel boyutta kırsal kesim yoksulluğunun geçtiğimiz on yıl süresince azalma eğilimindedir. 1993 yılında, gelişmekte olan ülkelerde günde 1,08 ABD doları ile geçinen nüfusun oranı yüzde 37 iken bu oran 2002 yılında yüzde 30’a kadar gerilemiştir. Çin hariç söz konusu bu oranın yüzde 37’den yüzde 32’ye düştüğü görülmektedir. 2,15 ABD doları ile daha yüksek gelirle yaşayan yoksulların oranı ise yüzde 78’den yüzde 70’e yani 2 milyar 200 milyondan, 2 milyar 100 milyona gerilemiştir. Ancak son yıllarda gerçekleşen WTO süreci, çok uluslu anlaşmalar gibi küresel gelişmeler ve özellikle global krizler nedeniyle, küresel boyutta yoksulluğun azalmasında gözlemlenen olumlu gidişatın bölgesel bazda geçerli olmadığı kanaatine varılmıştır. 1993 yılından itibaren şiddetlenerek artış trendine giren bölgesel kırsal kesim yoksulluğunun 2002 yılında Sahra-altı Afrika’da yüzde 51, Güney Asya’da yüzde 40 seviyelerine ulaştığı anlaşılmaktadır. Bununla beraber, Vietnam, Moldova, Bangladeş, Uganda, Gana gibi bir çok ülkede ise yeni teknoloji kullanımı, toprak dağıtımı, belli ürünlere yönelik olarak yapılan düzenlemeler ve reformlar sonrasında tarım sektöründe yakalanan hızlı büyümenin oranlarının kırsal kesimde yoksulluğu azalttığı da bir gerçektir. Latin Amerika ülkelerinden Bolivya, Brezilya gibi ülkelerde ise; tarımsal büyümeye rağmen kırsal yoksulluğun azalmadığı, El Salvador ve Nepal gibi ülkelerde ise tarım dışı gelirlerin artması nedeniyle kırsal kesimde yoksulluğun azaldığı ifade edilmektedir (WB, 2007:45). Sonuç olarak, 21.yüzyıl itibariyle gelinen nokta, kırsal kesim yoksulluğunun bölgesel ve hatta ülkesel bir boyut kazandığıdır. Dünya ekonomileri 2007 yılında hissedilmeye başlayan iki önemli küresel krize tanıklık etmişlerdir. Bunlardan biri Global Finans Krizi diğeri ise Global Gıda Fiyatları Krizi’dir. Gıda fiyatlarında yaşanan kriz, daha acil ve yaşamı tehdit eder nitelikte olmasına rağmen Global Finans Krizi ile kıyaslandığında daha az dikkat çekmiştir. ____________________________________________________________ Şekil 1.3: Küresel Şokların Hanehalkına Etkileri Kaynak: UNICEF (2009c: 3). _____________________________________________________________ Şekil 1.3’de görüldüğü üzere; küresel şoklar mal ve hizmet ticareti, özel yatırımlar, yabancı yatırımlar ve diğer yollarla dünya ekonomisini makro düzeyde olumsuz etkilemek gücüne sahiptir. Bu durum, sosyal yatırımların azalması neticesinde sosyal hizmet almanın zorlaşması, sosyal erişimin güçleşmesi, yüksek gıda fiyatları ve işsizlik nedeniyle hane halklarının gelirlerinde önemli azalışlara ve dolayısıyla hane halklarının yoksulluk ve yoksunluklarının artmasına sebebiyet vermektedir. Bu da gelecek nesilleri tehdit eden en önemli unsurdur. Şöyle ki; küresel ekonomideki yavaşlamayı takiben, 2007-2008 döneminde yiyecek ve enerji fiyatlarındaki artış, yoksulları oldukça olumsuz etkilemiştir. Bu süreç sonrasında yoksullar daha düşük satın alma gücü, sosyal hizmetlere daha az erişim ve yüksek işsizlik oranı riski ile karşı karşıya kalmışlardır. _____________________________________________________________ Şekil 1.4: Yükselen Gıda ve Petrol Fiyatlarının Düşük Gelirli Ülkelerin Cari Hesaplarına Etkisi Not: Yoksulluğun azaltılması ve büyüme potansiyeli olan ülkeler düşük gelirli ülkeler olarak tanımlanmıştır. Kaynak: UNICEF (2009a:4). _____________________________________________________________ Dünyanın birçok ülkesi hem gıda hem de enerji ithalatçısı konumundadır. Bu nedenle bu ülkelerin 2008 itibariyle ithalat faturalarında önemli ölçüde artışlar kaydedilmiştir. Yoksulların harcamalarının önemli bir bölümünü gıda harcamalarının oluşturması nedeniyle, gıda ve petrol fiyatlarındaki artış yoksulların satın alma güçlerini olumsuz etkileyerek bu ülkelerde enflasyonist bir baskı yaratmıştır. Buna karşılık da birçok hükümet tüketim mallarına verdikleri destekleri veya gıda/petrol ithalat tarifelerini azaltma yolunu tercih etmişlerdir. Bazı ülkeler ise; küresel ekonomideki yavaşlama sonucu finansal kaynaklarının erimesi nedeniyle istem dışı olarak bu yolu tercih etmek çaresizliği içinde kalmışlardır. Gıda maddelerindeki fiyat artışlarının çok fazla ve birbiriyle ilişkili nedenleri vardır. Örneğin Çin ve Hindistan ekonomilerindeki büyümeden kaynaklanan küresel talep artışı, WTO taleplerinin yol açtığı haksızlıklar, yetersiz buğday üretimi, ürün piyasalarındaki spekülasyon, tarım alanlarında biyo yakıt kullanımına yönelik üretimin artması, tarım sektörüne yatırımların ihmal edilmesi, çiftçinin tarımsal girdilere ulaşma imkanının azalması bunların başlıcalarıdır (Shikoh & Niazi, 2008). Yine de her ikisinin birlikte veya birbirinden bağımsız, dolaylı veya doğrudan gıda fiyatları üzerinde etkisi olduğu inkar edilemez. Global Finans ve Gıda Fiyatları Krizlerinin temel gıda fiyatları üzerindeki tahmini etkileri Tablo 1.4’de görülmektedir. 2002-2004 fiyatları temel alınarak hesaplanan Gıda Fiyatları Endeksine göre; 2007 yılında gıda fiyatları yıllık bazda yüzde 52,1, 2008 yılında da yüzde 90,9 oranında artmıştır. 2008 yılının ilk yarısında fiyat artışı ortalama yüzde 100’ün üzerinde bir seyir izlemiştir. Dikkat çekici bir fiyat sıçraması da süt ürünlerinde görülmektedir. Bu kategoride, 2007 ve 2008 yıllarında süt ürünleri fiyatı, 2006 seviyelerinin iki katına yükselmiştir. Hububat ürünleri ise 2008 yılında en fazla fiyatı artan gıda maddesi kategorilerinden biridir. Hasat dönemi etkisi nedeniyle, 2007 yılında sadece yüzde 66,6 oranında fiyat artışı kaydeden hububat ürünlerinin 2008 yılı fiyatları 2006 seviyesini ikiye katlamıştır. Öyle ki, Nisan 2008’de yüzde 174,3 oranında bir fiyat artışı ile rekor gerçekleştirmiştir. 2009 yılı itibariyle halen etkileri sürmekte olan Global Finans Krizi’nin gıda maddeleri ve petrol fiyatları üzerine yaptığı baskı en fazla yoksul nüfus üzerinde kendisini hissettirmiştir (WTO, 2008:37). Dünya nüfusunun yaklaşık 2 milyar 700 milyonu, gelirlerinin yüzde 80’ini gıda harcamasına ayırmaktadır. Rakamların ciddiyeti göz önüne alındığında başta buğday olmak üzere tahıl ürünlerinin fiyatlarındaki hızlı yükselmenin özellikle yoksullar için bir ölüm-kalım meselesi olduğu söylenebilir. Örneğin; Mısır, Endonezya, Bangladeş, Sudan ve Pakistan gibi daha pek çok ülkede gıda fiyatlarındaki yükselişler ciddi biçimde hissedilmiştir. Örneğin Pakistan’da gıda maddeleri fiyatlarında yaşanan enflasyon nedeniyle 2007’den itibaren yoksul sayısının 60 milyondan 77 milyona yükseldiği ifade edilmektedir. Ülke nüfusunun en yoksul yüzde 20’lik kesimi, gelirlerinin yaklaşık yüzde 50-58’ini sadece temel gıda maddesi olan tahıl ürünlerine harcamaktadır. En yoksul ülkeler arasında yer alan Etiyopya ve Zambiya’da bu oran yüzde 10 iken Bangladeş için yüzde 20 civarındadır (Shikoh & Niazi, 2008). _____________________________________________________________ Tablo 1.4: Temel Gıda Fiyatları Endeksi (2002-2004=100) Yıllar Gıda Fiyatları Endeksi Et Fiyatları Endeksi Süt Ürünleri Endeksi Hububat Fiyat Endeksi Bitkisel Yağ Fiyat Endeksi Şeker Fiyatları Endeksi 2001 92,3 93,7 107,1 86,2 67,6 122,6 2002 90,2 90,3 82,2 94,6 87,0 97,8 2003 98,3 98,7 95,1 98,1 100,8 100,6 2004 111,5 111,0 122,6 107,4 112,2 101,7 2005 114,7 112,7 135,4 103,4 103,6 140,3 2006 122,4 106,7 128,0 121,5 112,0 209,6 2007 154,1 112,1 212,4 166,8 169,1 143,0 2008 190,9 128,3 219,6 237,9 225,4 181,6 2009(*) 157,7 120,1 157,5 165,3 151,7 321,9 (*) Ekim 2009 itibariyle. Kaynak: http://www.fao.org/fileadmin/templates/worldfood/Reports_and_docs/Food_price _indices_data.xls (Erişim Tarihi: 22.10.2009). __________________________________________________________________ Gıda fiyatlarındaki artış toplumun her kesimine olumsuz yansımakla birlikte, bu artıştan olumlu etkilenen kesimler mevcuttur. Örneğin, çok uluslu gıda şirketleri fiyat sıçramaları nedeniyle beklenmedik şirket kârları açıklamışlardır. Bunlardan Bunge 2008 yılının ikinci çeyreğinde bir önceki yılın aynı dönemine göre kârını dört kat artırırken, Nestle global satışlarını 2008 yılının ilk yarısına göre yüzde 9, Tesco karını bir önceki yıla göre yüzde 10, uluslararası bir tohum şirketi olan Monsanto ise 2008 yılının ilk çeyreğinde kârını yüzde 26 oranında artırmıştır (Oxfam, 2008). Global Gıda Fiyatları Krizi’ne karşı sosyal sorumluluk örneği gösteren kurum ve kuruluşlar ulusal yatırım ve mali yatırım taahhütlerinde bulunmuşlardır. ABD 5 milyar, AB 1 milyar 600 bin, Fransa 1 milyar 500 bin ve WB 1 milyar 200 bin ABD doları olmak üzere toplamda 13 milyar 500 bin ABD dolar tutarında taahhüt söz konusudur. Bu sorumluluk; gıda yardımı yapma, gıda maddeleri ticaretinde aracılık, sosyal korumaya yönelik faaliyetler ve tarımsal ürün üretiminin artırılmasına yöneliktir. Bu çabalar önemli olmakla beraber, yapılacak finansal yardım taahhütlerinin zamanında gerçekleştirilmesi de ihtiyaç sahipleri için hayati önem derecesindedir. Bu konuda Çin ve Hindistan örnek ülkeler olarak gösterilebilir. 2008 yılında Global Krizlerin yayılmasıyla birlikte bu ülkeler sosyal güvenlik ve tarımsal yatırımlarını yüzde 24-27 oranında artırmışlardır (IFPRI, 2008; 11). Aşağıdaki Tablo 1.5’de ülkeler itibariyle bazı gıda maddelerindeki fiyat artışları verilmektedir. Görüleceği üzere; pirinç, mısır, darı gibi temel gıda maddelerinin fiyatlarında Ocak 2007-Nisan 2008 döneminde önemli artışlar olmuştur. Fildişi Sahili’nde gıda maddeleri fiyat artış oranı yüzde 100’ü geçerken, Kamboçya, Etiyopya, Nijerya gibi ülkelerde bu oran yüzde 100 seviyelerindedir. En az fiyat artışı yüzde 30 ile Burkina Faso’da, en fazla fiyat artışı ise yüzde 300 ile Somali’de gerçekleşmiştir. Genel bir değerlendirme yapacak olursak, az gelişmiş yoksul ülkelerin bazılarında örneğin Somali’de gıda fiyatları artışı dünya ortalamalarının çok çok üzerindedir. Diğer yoksul ülkelerde de gıda maddeleri fiyat artışı dünya ortalaması seviyelerinde gerçekleşmiştir ki; kişi başına geliri 1000 ABD dolarının altında olan bu ülke insanları için kaldırılamayacak bir maliyet yükü anlamına gelmektedir. _____________________________________________________________ Tablo 1.5: Ülkeler İtibariyle Gıda Maddeleri Fiyat Artışları (%) Ülke Gıda Maddesi Fiyat Artış Oranı Bangladeş Pirinç 66 Burkina Faso Pirinç 30 Kamboçya Pirinç 100 Fildişi Sahili Pirinç 100 ve üzeri Mısır Mısır, Pirinç 70 ve üzeri Etiyopya Mısır 100 Haiti Temel Gıda Maddeleri 50 ile 100 arası Mozambik Mısır 43 Nijerya Darı 100 Pakistan Buğday unu 100 Filipinler Pirinç 50 Senegal Buğday 100 Somali Buğday 300 Sudan Buğday 90 Sri Lanka Pirinç 100 Uganda Mısır 65 Not: Fiyat artışları Ocak 2007-Nisan 2008 dönemi itibariyledir. Kaynak: (Shikoh & Niazi, 2008). _____________________________________________________________ ____________________________________________________________ Tablo 1.6: Ülke Grupları İtibariyle Temel Gıda Maddeleri İthalatı (Milyon $) Gelişmiş Ülkeler Gelişmekte Olan Ülkeler En Az Gelişmiş Ülkeler Afrika Sahra-altı Afrika 2007 2008 2007 2008 2007 2008 2007 2008 2007 2008 Hububat 183.047 217.613 103.666 147.776 6346 9154 16.688 21.748 7275 9816 Bitkisel Yağ 59.820 93.367 57.539 90.299 4378 6444 7140 10.448 3725 5735 Süt Ürünleri 60.213 61.706 25.012 25.947 1339 1450 4841 5013 2339 2457 Et 71.758 85.488 20.342 24.093 708 831 1851 2108 871 1042 Şeker 11.960 15.884 10.547 13.712 1316 1710 2276 2974 1312 1714 Toplam 572.479 676.286 254.707 343.121 17.767 23667 39.298 49.409 19.393 24.920 Not: Tahmini değerlerdir. Kaynak: FAO, Food Outlook: Global Market Analysis, http://www.fao.org/docrep/011/ai474e/ai474e15.htm (Erişim Tarihi: 10.03.2009). ____________________________________________________________ Gıda ithalatçısı ülkelerin başında AB ülkeleri gelirken bunu, ABD ve Japonya takip etmektedir. Bu ilk üç ülke grubunun toplam dünya gıda ithalatındaki payı 2007 itibariyle yaklaşık yüzde 7,5’dur. Yine aynı yıl itibariyle, gıda ithalatçısı ilk on beş ülkenin toplamdaki payı yüzde 78,5’a yükselmektedir (WTO, 2008:56). 2007-2008 dönemine ilişkin olarak, gıda fiyatları artışından kaynaklanan maliyet etkisini ise şöyle değerlendirebiliriz: Tablo 1.6’da görüldüğü üzere; gelişmekte olan ülkelerin gıda maddeleri ithalatının maliyetini üstlendikleri görülmektedir. 2007 ve 2008 yılları karşılaştırıldığında, gelişmiş ülkelerin gıda maddeleri ithalatı maliyeti yüzde 18 seviyesinde artmışken, gelişmekte olan ülkelerin maliyet artışı ise neredeyse bu oranın iki katıdır. 2008 itibariyle, ülke grupları itibariyle, gıda ithalat maliyeti bir önceki yıla göre yüzde 23 oranında artış göstermiştir. Yoksul ülkeler ise (en az gelişmiş ülkeler ile düşük gelirli gıdada açık veren ülkeler 2008 yılında yüzde 30’lar seviyesinde ek gıda maliyeti yükü ile karşı karşıya kalmışlardır. FAO, 2009 yılı için fiyat ve navlun maliyetinde düşme beklenmesine rağmen, global finans piyasalarında yaşanan kriz nedeniyle, özellikle en az gelişmiş yoksul ülkelerin gıda ithalatlarını finanse etmede zorlanacakları tahminini yapmaktadır (FAO, t.y.). Dolayısıyla, yoksul ülkelerin gıda maddesi ihtiyaçları önümüzdeki yıllarda daha da maliyetli bir yapıya dönüşecektir. Sonuç olarak kaynağı ne olursa olsun, uluslararası piyasalarda gıda ürünleri ithalat maliyetlerinin artmasından en çok etkilenen ülke grupları sırasıyla, gelişmekte olan ülkeler, en az gelişmiş ülkeler ile gıda maddelerini ithal eden ve bu nedenle bütçe açığı veren düşük gelirli ülkelerdir (Bkz. Tablo 1.6). Global gıda fiyatlarındaki bahsini ettiğimiz bu keskin yükselişle beraber dünyada açlıkla karşı karşıya bulunan insan sayısı 119 milyon daha artarak 967 milyona ulaşmıştır. Gıda fiyatlarının artması; insanların daha az ve daha düşük kaliteli gıda maddeleri tüketmesi, çocukların eğitimden uzaklaşırken kırsal kesimin de köyden şehirlere göç etmesi ve gecekondulaşmanın artması anlamına gelmektedir. Aile içerisinde de oldukça olumsuz olan bu durumdan en çok etkilenenlerin kadınlar olduğu söylenebilir. Daha önce de değinildiği gibi kadınların kendi mülkiyetlerinde yeterli araziye sahip olmamaları bir yana, finansman kaynaklarına ve diğer hizmetlere ulaşma imkanları da erkeklere oranla daha sınırlıdır. Buna rağmen, aileyi daha çok beslemek ve korumak sorumluluğu kadınların üzerindedir (Oxfam, 2008). Gıda fiyatlarındaki artış ve/veya tarımsal üretimde daralma nedeniyle toplumun yoksul kesimleri gıda güvenliğine sahip değildirler ve bu anlamıyla toplumun en zorda kalan kesimleridir. Mikro kredi kullanan yoksul kesimler üzerinde yapılan araştırmalar, bu kesimlerin gıda tüketimlerinin azaldığını, gıda dışı harcamalarda kesintiye gittiklerini, daha az kârla veya hiç kâr beklentisi olmadan çalışmaya başladıklarını, yiyecek alabilmek için yapmış oldukları birikimlerini kullanmaya ve yetersiz beslenmeye başladıklarını, hatta ellerindeki bazı varlıklarını yiyecek alabilmek için satmak zorunda kaldıklarını göstermektedir (Duflos & Gahwiler, 2008:4; Daley-Harris, 2009:30). Global Gıda Fiyatları Krizi’ne çözüm için, yoksulluğu ve açlığı önleme ve geleceğe yönelik dirençli bir yapının oluşturulması için birbirini tamamlayıcı politikaların beraberce uygulanması gerekmektedir. International Food Policy Research Institute (IFPRI) tarafından 2008 yılında yayınlanan Rapor’da bu politikaların nelerden oluşması gerektiği açıklanmaktadır: Politika önerileri aşağıda açıklanmaktadır: Yoksulluğu Önleyici Tarımsal Büyümeyi Sağlamak Burada kastedilen, Ar-Ge, tarımsal altyapı, kurumsal yapı, bilgi izleme ve paylaşmadır. Özellikle tarımsal Ar-Ge harcamaları önemlidir. IFPRI’ya göre 1990’lı yılların ortalarından itibaren durgunluk içinde olan tarımsal Ar-Ge yatırımlarına ağırlık verilerek, 2008- 2013 döneminde 5 milyar ABD doları tutarındaki kamusal destekli fonların 10 milyar ABD dolarına çıkarılması halinde tarımsal üretim önemli miktarda artacaktır. Tarımsal Ar-Ge yatırımlarında Sahra-altı Afrika, Güney Asya gibi dünyanın yoksul bölgeleri hedeflendiği takdirde, yılda yüzde 1,1 oranında artan tarımsal üretim sayesinde, 2020 yılına kadar yaklaşık 282 milyon insanın yoksulluktan kurtulacağı hesaplanmaktadır. Tarımsal Ar-Ge yatırımlarının artması uluslararası gıda fiyatlarını da olumlu etkileyecektir (Bkz. Tablo 1.7). ______________________________________________________________ Tablo 1.7: Bölgeler İtibariyle Tarımsal Ar-Ge ve Yoksulluk Bölgeler Ar-Ge İçin Ayrılan Ödenek (milyon $) Yoksul Sayısında Değişim (milyon) Tarımsal Üretimde Büyüme (%) 2008 2013 2008-2020 2008-2020 Sahra Altı Afrika 608 2913 -143.8 2,75 Güney Asya 908 3111 -124.6 2,40 Güneydoğu ve Doğu Asya 1956 2323 -13.4 0,69 Batı Asya ve Kuzey Afrika 546 614 -0.2 0,23 Latin Amerika 957 990 -0.2 0,07 Total 4975 9951 -282.1 1,11 Kaynak: (IFPRI,2008:13) ______________________________________________________________ Bütün bunlara ilaveten, kırsal kesimde yoksulluğun önlenmesi ve hayat standardının arttırılmasında küçük ölçekli üreticilerin mali kaynaklara erişimi son derece önemlidir. Bu nedenle, mikro krediler başta olmak üzere, finansal sistemin sunabileceği her türlü ürün ve hizmetlerin kırsal kesime ulaştırılmasının, kırsal kesim yoksulluğunun azaltılmasında stratejik önemi vardır (IAASTD, 2008; 7). Piyasanın Volatilitesini Azaltmak Kurumsal düzenlemeler sadece finansal piyasalar için değil, tarımsal ürün piyasaları için de krizleri ve geleceğe yönelik olarak ortaya çıkabilecek spekülasyonları önlemek açısından gereklidir. Piyasalarda oynaklığın azalması, aşırı fiyat balonlarının oluşmasına karşı önemlidir. Bunun için de küresel düzeyde kolektif çalışmaların yapılması gerekmektedir. İlk olarak Dünya Gıda Programı gibi fiziki olarak somut bir kurumsal yapı ile acil müdahale yetisinde olan bir kurum oluşturması son derece yararlı olacaktır. İkincisi ise gıda fiyat şişkinliklerinden korunmaya yönelik, G-8 ve G-5 ülkelerinin de dahil olduğu büyük bir tahıl üreticisi ülkelerden oluşan resmi olmayan bir fonun oluşturulmasıdır. Söz konusu organizasyon, fiyatlardaki yukarı yönlü bir şişkinliği tespit etme küresel bilgi toplama ve futures piyasalarda aracılık yapabilme kabiliyetinde olan ileri düzeyde ve sürekliliğe sahip bir teknik komisyonu da içermektedir. Bütün bu çalışmalar yoksulluğun önlenmesini, piyasanın etkinliğinin artmasını ve uzun dönemde tarımda yoğun yatırımların yapılmasını sağlayacaktır. Sosyal Koruma ve Çocukların Beslenmesi ile İlgili Faaliyetleri Genişletmek Piyasalarda fiyat istikrarını sağlamak kadar gıda güvenliğini sağlamak da önemli bir sorundur. Kısa dönem riskleri azaltmak ve böylece uzun dönemde olumsuz sonuçların ortaya çıkmasını önlemek için korumacı politikalara da yer vermek gerekmektedir. Özellikle Afrika’da sosyal koruma programları olmazsa olmaz bir durum almıştır. Bu koruma programlar; şartlı nakit transferleri, aylık bağlama sistemleri ve istihdam programları gibi müdahaleleri içermektedir. Özellikle çocukların sağlığı ve beslenmesi ile ilgili müdahalelerin küresel kapsamda gerçekleştirilmesi hedeflenmelidir. Sürdürülebilirlik ilkesi çerçevesinde tarımda verimliliği artırmak, yoksulluğu azaltmak için çok fonksiyonlu bir tarım sisteminin geliştirilmesi gerekmektedir. Ancak böyle bir sistemin oluşturulabilmesi noktasında karşı karşıya olunan ana sorunlar şunlardır: (IAASTD, 2008; 5,6) Kırsal kesimde geçim düzeyinin iyileştirilmesi ve tarımın çarpan etkisinin sağlanması, Kültürel boyutları da olan bir tarım çeşitliliğini ve sistemini oluşturabilmek, İçilebilir su temini, biyo çeşitliliğin sürdürülebilirliğinin korunması, doğal kaynakların korunması, çevre ve insan üzerine tarımsal faaliyetlerin olumsuz etkilerinin minimize edilmesi, Gıda, biyoyakıt ve lif üretiminde çeşitliliğin artırılması ve sürdürülebilir verimlilik sağlanırken, çevresel ve kültürel hizmetlerin geliştirilmesi, Kamu ve özel kesim işbirliğinin sağlanması ve gerekli kurumsal düzenlemelerin yapılması, Küresel, ulusal ve yerel pazarların entegrasyonu gibi konulardır. PAGE \* MERGEFORMAT 10