[go: up one dir, main page]

Academia.eduAcademia.edu

Kendinde Şey ve İdeoloji

2008, Kolektif Angst

Gerçeklik; gerek modern gerekse de modern öncesi dönemde her daim kafa karıştıran, içinde gizem barındıran bir konu olmayı başarmıştır. Bu gizeme dair felsefi bir "çözüm" geliştirme anlayışı, sürekli olarak birbiriyle tamamen zıtlaşan fikirler ve de bu zıt kutuplar arasında tampon bölge işlevi gören geçişli fikirlerle dolu ontolojik bir felsefi alan yaratmıştır. Bu felsefi alanı kapsayan düşüncelerin en önemli sorunu aslında sonlu ve tek seçenekli bir ontolojik açıklama getirmeye çalışmalarıdır.

Kendinde Şey ve İdeoloji Deniz Yürür – Kolektif Angst https://kolektifangst.com/kendinde-sey-ve-ideoloji/ Gerçeklik; gerek modern gerekse de modern öncesi dönemde her daim kafa karıştıran, içinde gizem barındıran bir konu olmayı başarmıştır. Bu gizeme dair felsefi bir “çözüm” geliştirme anlayışı, sürekli olarak birbiriyle tamamen zıtlaşan fikirler ve de bu zıt kutuplar arasında tampon bölge işlevi gören geçişli fikirlerle dolu ontolojik bir felsefi alan yaratmıştır. Bu felsefi alanı kapsayan düşüncelerin en önemli sorunu aslında sonlu ve tek seçenekli bir ontolojik açıklama getirmeye çalışmalarıdır. Oysa “gerçekliğin ne olduğuna dair tartışma”nın kendisi gerçeklik kurgusunu üreten bir araç olarak işlev görmektedir. Gerçekliğin kendisinin ne olduğunun kavgası ve bu kavganın sonsuz devingenliği ve karmaşıklığı gerçekliğe dair net bir çözümlemeyi zaten gözler önüne sermektedir. Bu bağlamda ideolojinin kendisi “gerçeklik” diye tanımlanan “şey”i üretir. “Şey”in kendi benliği ideolojiye, ideolojinin kendisi de ”şey”e etki eder. Bu anlamda gerçeklik ideoloji tarafından yakalanmaya çalışıldıkça ondan kaçarak ideolojiyi yeniden oluşturur. Gerçekliğin “kaçma”sının sebebi ise tek bir ideoloji yerine sürekli olarak aynı gerçekliği tanımlamaya çalışan ve bu yüzden de çatışan pek çok ideolojinin bulunmasıdır. Bu çerçevede gerçekliği konu olarak ele alan bir çalışmanın bütünlüğünün önündeki en büyük engel, araştırma nesnesinin hem ideolojik, hem de tarihsel ve sınıfsal parçalanmışlığı gibi gözüküyor. Araştırma nesnesinin bu parçalı halinin, gerçekliği “kendinde şey[1]”lerin etrafında dolanıp duran ve o “şey”i kendi bakış açısı ve çıkarlarının şekillendirdiği bir gerçeklik olarak tanımlayan, daha net bir ifadeyle kendi için “gerçekleştiren”; bunu yaparken de başka “tasarım”larla çıkar çatışması içerisine giren, bu çatışma içerisinde diğer tasarımlar tarafından da belirlenen ve dolayısıyla betimlediği kadar da betimlenen bir araç olarak ideolojinin parçalı bütünselliğiyle uyum içerisinde olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla mevcut parçalılığın, parçalı bir tarihsel sürecin parçalı okumasının bir ürünü olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda, araştırma nesnemiz ile araştırma araçlarımız arasındaki yapısal uyum iyice göze batıyor. Zaten “kendinde şey” ile “kendinde şey”i belli bir bakış açısıyla tanımlayan bir araç olarak ideoloji arasındaki ilişkiyi tanımladıktan sonra “nesnellik”, “objektiflik”, “tarafsızlık” gibi kavramsallaştırmalardan vazgeçmek durumundayız. Bu noktada “nesnellik”, “objektiflik”, “tarafsızlık” kavram familyasının aslında ideolojik hegemonya sağlamış olan fikrin kendisini normalleştirme, sıradanlaştırma, olağanlaştırma araçları içerisinde değerlendirilmesi gerektiğini hatırlatmak durumundayız. Kendisinin nesnel ve objektif olduğunu savlayan -”bilimsel” veya değil- bir söylemin karşısına kırbacınızı alıp çıktığınızda ince nesnellik kaplamasının ardında kanla bezeli bir ideoloji bulmanız işten bile değildir. Bir ideolojinin kendisini normalleştirdiği noktada farklı düşünce evrenlerinin ve bakış açılarının “ideolojik” bakış açıları olarak damgalanması ve dolayısıyla “ana akım”ın aktığı yere göre marjinal olarak nitelendirilmeye başlanması kaçınılmazdır. İdeoloji, betimleyerek ürettiği “kendinde şey”i kendisi için de bir “normal”liğe dönüştürdüğü noktada Descartes’in cogito’sunu gerçekleştirmiş ve sadece kendisine referans veren bir gerçeklik yaratmış olur. İdeolojinin cogito’sunu ürettiği bu durumda öznenin, bütünsellik sürecinin tarihselliğini göz ardı etmesi eşyanın tabiatı gereğidir. Öyle ki ancak öznenin bu körlüğü sayesinde, yani ideolojinin üretim, yayılım ve bütünselliğini gerçekleştirim sürecinin görülmemesi, göz ardı edilmesi sayesinde ideoloji kendini içe kapamayı becerir. “Kendinde şey”i kendi çıkarları gereğince, kendi sınıf bakış açısından tanımlayan özne; ideolojik aracını bütün toplum nezdinde amaçsallaştırdığı, kendi sınıfsal çıkarlarını, bütün diğer sınıflara “toplumsal çıkarlar” olarak kabul ettirmeyi başardığı noktada kendi tarihselliğini bitirmiş ve kendisini tarihüstü bir pozisyonda konumlandırmış demektir. Bu tarihüstü pozisyon[2] ideolojik hegemonyanın sağlanmış olduğu bir durumda ortaya çıkar ve gerek egemen sınıf, gerekse de diğer sınıflar için mevcut durumu normalleştirir. Bu tepe noktasında başka bir dünyanın olabileceği, gerçekleştirilebileceği düşüncesi oldukça uzak ve hatta imkansız bir fikre dönüşür. İmkansızlığın işlevsizlikle birlikte kodlandığı noktada salık verilen şey, egemen “nesnellik”in gereklerini yerine getirmektir. İmkansızlık kodlaması sayesinde büyük çoğunluğun şikayet ettiği, fakat yine de başka türlü bir hayat kurmak için çaba sarf etmediği sistemler yaratmak mümkün hale gelmektedir. “Kendinde şey”in egemen sınıf tarafınca “nesne”leştirildiği ve kodlanma sürecinin buharlaştırıldığı böyle bir düzlemde, gerçekliği yeniden tanımlama arayışı içerisine girmek, başka türlü bir dünyanın yaratılabileceğini savlayanlar için büyük önem taşımaktadır. Öyle ki bu uğraşın başarıya ulaşması için, mevcut normalin kendi zehrini akıttığı bütün kılcal damarlarda “kendinde şey”in yeniden tanımlanması ve bunun için de gerçekliğin başlı başına bir savaş alanı haline getirilmesi gerekmektedir. “Gerçeklik” diye sunulan kapalı kutu aslında “kendinde şey” yorumlarından sadece biri olarak düşünülmeli ve son kertede bir zorunluluk değil, bir tercih olarak değerlendirilmelidir. Bunu yapmak içinse egemen ideolojinin kendini gerçek kıldığı noktalara, özellikle de cogito’sunu üretip içe katlandığı düzleme saldırmak bir zorunluluk halini almaktadır. Dolayısıyla her şeyin o anki tepe noktasında olmadığı, Hegelci anlamıyla tinin kendini daha bütünlememiş olduğu zamana geri dönmek ve içe katlanış anlarının izini sürmek gerekmektedir. Bu iz sürme edimi ister istemez tarihe başvurma zorunluluğunu doğurmaktadır. Öyle ki tarihsel zemin çatışmayı görünür kıldığından dolayı “normal”in karşıtı olma potansiyelini her daim içinde barındırır. Bütünsellik yanılsamasının oluşturulma sürecini yeniden görünür kılmak, mevcut durumda bütün düşünsel topografyayı kaplayan ideolojiye karşı mücadelenin ilk adımlarından birisidir. Bu anlamda tarihin de “kendinde şey”i tanımlama araçlarından biri olduğu ve sürekli olarak yeniden üretildiği, dolayısıyla geçmişin de ideolojinin sınırları içerisinde şekillendirildiği söylenebilir. Bu haliyle tarihi kesin bir gerçeklik, bir nesnellik durumu olarak almadığımızın altını çizmekte fayda var. İdeolojik topografyanın sınırları içerisinde bir düzlem olarak tarih de tıpkı gerçekliği tanımlamamızı ve anlamlandırmamızı sağlayan diğer kavramsal araçlar gibi söylemin bir parçası olarak değerlendirilmeli ve algılanan gerçeklik üzerine söylenen ve sürekli olarak modifiye edilen bir aygıt olarak düşünülmelidir. Dolayısıyla söylem içerisinde şekillenmek durumunda olan bir söylem olarak tarihin çok da güvenilir bir liman olmadığı savlanabilir. Bu durum egemen ideolojinin cogito’sunun “kendinde şey”i gerçekten betimlediği ve belirlediği, yani kendinde şey üzerinde tam bir kontrol sağladığı bir durumda geçerlilik sağlayabilir belki; fakat ideolojinin kendinde şey üzerindeki mutlak kontrolünün bir ilüzyondan ibaret olduğunu savladığımız noktada, nasıl ki alternatif bir kurgu mümkünse, alternatif bir tarihin de mümkün olabileceğini kabul etmek durumundayız. Dolayısıyla egemenin tarihinin izini sürerken hem tarihin sürekli olarak yenidenyazımında ortaya çıkan içsel çelişkileri gözler önüne sermek, dolayısıyla içkin[3] bir eleştiri yapmak, hem de bu eleştiriyi desteklemek için başka çıkar odaklarının ideolojilerinden beslenmek gerekmektedir. Cogito’nun bütün toplum üzerinde hegemonya sağlayamadığı, en azından “bunun o zaman da böyle olduğu”nun “şimdilik” -daha doğrusu “o an”lık- kabul ettirilemediği bir dönemin söylemsel açılımıyla yüzleşmek, savaşın diğer taraflarını da görünür kılmakta ve ne kadar güvenilir olduğu tartışılır olsa da; tarihin, sadece söylemsel-zamansal bir izlek olarak algılansa bile, en azından taraf tutma veya -daha da net bir ifadeyle- tutabilecek başka bir taraf bulabilme potansiyelini açığa çıkartmaktadır. Söylemin ve gerçekliğin parçalı algılanışının, ideolojinin kendisini normalleştirdiği, kendi içine kıvrıldığı ve bütünlediği cogito söylemiyle çelişki içerisinde olduğu savlanabilir. Parçalılık söylemiyle, bütünsellik kavramsallaştırmasının imlediği totaliterliğin tezat oluşturduğu kabul edilebilir. Günümüz toplumunun ve egemen liberal ideolojinin totaliter olduğunu en azından kavramı doğru kullanmak ve bulandırmamak adına söyleyebilmemiz mümkün değil. İdeolojinin kendine dönerek gerçekliği bütünlediği savını ortaya koyarken aslında ideolojinin içeriğine yönelik değil, yapısına yönelik bir açıklama yapıyoruz. Bu durumda egemen ideoloji hem sadece kendisine referans vererek çıkış noktalarını perdeliyor ve kendisini mutlak gerçeklik haline getiriyor, hem de parçalılık söylemini kendi söyleminin içeriği olarak şekillendiriyor. Dolayısıyla ideolojinin bütünleşik yapısı parçalı içeriğini bir zar[4] gibi sarmalıyor. Demokrasi söylemi bu noktada ele alınabilir. Demokrasi bir yandan her türlü fikrin kendisini “özgürce” ifade etmesi için uygun bir ortam sağlarken, diğer yandan da bu özgürlük ortamının sınırları oldukça net bir şekilde çekiliyor ve tabii ki bu sınırların dışına taşanlara müsamaha gösterilmiyor. Toplumsal parçalılık ve rekabet üzerine kurulmuş mevcut toplumsal sistemin her türlü düşünceyi kendi sınırları içerisine hapsetme eğilimi içerisinde olduğu da gözetildiğinde, aslında farklı söylemlerin sınırı aşıp, sistemin kalbini değiştirmeye yeltenmediği ölçüde nasıl olup da yaşayabildiği anlaşılabilir. Her türlü farklı görüş ve söylemin demokrasi zarınca kaplandığı, zarın içerisinde tek kutsalın zarın kendisi olarak formüle edildiği bu tip bir yapının, ideolojinin bütünleşik yapısı ve parçalı içeriği arasındaki ilişkiyi net bir şekilde nitelediği söylenebilir. Zarın içerdiklerinin parçalılığının zarın niteliğinin bütünsel bir şekilde kavranışını zorlaştırdığı da göz önünde bulundurulduğunda, aslında parçalılık durumunun kendi içine katlanan ideoloji için normalleşme yanılsaması yaratmak açısından bir avantaj olduğu düşünülebilir. Bu noktada kendi içine katlanan ve “normal”i tanımlayan ideolojinin aslında hangi sınıfın işine yaradığını her alanda afişe etmek önemli bir görev haline gelmektedir. Bu sınıfın özne olarak hareketlerinin görünür kılınması, ideolojinin bütün alanları kapladığı bir zamanda parçalılığı yeniden üretmek anlamına gelecektir. Ancak bu sayede gerçekliği yeniden kendinde şey üzerinde bir mücadele, daha net bir ifadeyle bir savaş alanına döndürmek mümkün hale gelecektir. Bunun için içe katlanan bir söylem olarak demokrasinin liberal söylem tarafından kullanıldığını açıkça beyan etmek gerekmektedir. Liberal söylemin izini sürdüğümüzde ise kapitalizme ulaşmamız ve oradan da egemen sınıf olarak burjuvaziye geçiş yapmamız kaçınılmazdır. Burjuvazinin tarih ve gerçeklik üzerindeki hakimiyetini kırmak ister istemez demokrasi söyleminin sınırlarını açığa çıkarmaktan geçmektedir. Demokrasi zarını yırtıp öznenin hareketlerini görünür kıldığımızda kendinde şeyi kendi çıkarlarına göre tanımlamış ve diğer sınıfları da bu görüşe büyük ölçüde angaje etmiş bir burjuvaziyle karşılaşmamız işten bile değildir. Ancak özneyi görünür kılmak suretiyle öznesizlik söyleminden kurtulmamız, yeniden özneleşmemiz ve de tarihi yeniden işler hale getirmemiz mümkün hale gelecektir. Bu türden bir tercihin kendinde şeyi açıklamak namına çok da faydalı olmadığı söylenebilir. Eğer kendinde şeyi stabil bir ”şey” olarak görebilmemiz mümkün olsaydı bu itiraz haklı olacaktı. Oysa işin sırrı tam da kendinde şeyin yani gerçekliğin, onu tanımlayanların ve üretenlerin tanımladığı ve ürettiğinden farklı bir şey olmamasıdır. Dolayısıyla kendinde şey onu kimin için ve ne şekilde kurduğumuza bağlıdır. Hal böyleyken karar vermemiz gerekiyor: Burjuvazinin gerçekliğini mi tercih edeceğiz, yoksa kendimizinkini mi oluşturacağız? Bu soruya verdiğimiz cevap gelecekteki saflarımızı belirleyecektir… [1] Kant’ın kullandığı anlamda bir “kendinde şey”den bahsediyoruz. (Ding an sich) [2] Bu tarihüstü pozisyonun dünya çapında en son yaşandığı zaman olarak gönül rahatlığıyla 11 Eylül 2001’de uçakların İkiz Kuleler’e çarpışından bir salise-maalesef daha küçük bir zaman birimi bilmiyoruz- önceyi örnek verebiliriz. Tarihin “durduğu”nun savlandığı böyle bir dönemde, zamanın birdenbire yeniden işlemeye başladığına hepimiz gözlerimizle şahit olduk. [3] Burada Adorno’nun Marx’ın eleştiri anlayışı üzerinden aparttığı bir kavram olarak “içkin eleştiri”den bahsediyoruz. [4] Burada zar yerine, zarf(envelope) kavramı da kullanılabilirdi.