Guatemala’da Yıkılası Bir Heykel
Esra Akgemci
22 Haziran 2020 Pazartesi
#heykel, #latin amerika
Uzaklarda bir noktaya kilitlenmiş muzaffer bakışları, başkalarının göremediği bir hedefi
vurmaya niyetli olduğunu sezdiren dimdik, mağrur duruşu ve tek eliyle kavradığı İncil’i ile
dünyayı aydınlatmaya hazır bir beyaz adam heykeli daha… Bu haliyle yeterince etkili bir
efendi imajı uyandırmadığından olsa gerek, yardıma muhtaç bir yerli figürü eklenerek
tamamlanmış karizması. Sanki kendi inancı yokmuş gibi İncil’e sarılmış, sanki kendisini
koruyamazmış ve hep bir kurtarıcı beklemiş gibi diz çökmüş bir yerli ile…
Guatemala’nın başkenti Guatemala City’de, şehir merkezindeki Santo Domingo
Kilisesi’nin bahçesinde tüm heybetiyle dikilen bu heykel, 1510’da İspanyol sömürgeciliği
altındaki topraklara atanan ilk papaz olan Bartolomé de las Casas’a ait. On yıl önce,
yağmurlu bir kasım gününde karşılaştım onunla. 2010’da, “yerlilerin ruhani lideri” olarak
anılan Las Casas üzerine araştırma yapmak için altı aylığına Meksika’ya gitmiştim.
Oradaki danışmanım Ricardo Méndez-Silva, Las Casas’ın mirasını tartışmak için
1990’dan bu yana düzenlenen bir uluslararası konferans dizisinin (Jornadas Lascasianas
Internacionales) o yıl Guatemala’da olacağını ve mutlaka gitmem gerektiğini söylemişti. O
zamanlar Las Casas’la ilgili çelişkili düşüncelerim vardı; söz konusu olan, ömrünü yerli
haklarının korunmasına adamış bir rahipti, ancak aynı rahip, yerliler yerine plantasyonlarda
Afrikalıların çalıştırılması için köle ticaretini desteklemişti. Yine de danışmanım Ricardo
gibi birçok Latin Amerikalı akademisyen, Las Casas’ın sadece gençken, kısa bir süreliğine
bunu savunduğunu ve ömrü boyunca bu hatasından dolayı pişmanlık duyduğunu söylüyor,
onu hatalarıyla değil, yerli mücadelesine kazandırdıklarıyla anmamız gerektiğini
düşünüyordu. Guatemala’daki konferans, tam da Las Casas adına dilenmiş bir özür
gibiydi: “Latin Amerika’nın kültürlerine Afrikalıların katkıları”[1] başlığını taşıyor ve ülkenin
doğusunda, Belize sınırındaki küçük bir kasabada, sadece Afrika kökenli Garífuna halkının
yaşadığı, âdeta küçük bir Afrika olan Livingston’da düzenleniyordu. Guatemala yolculuğu,
gerçekten de Las Casas üzerine düşüncelerimin netleşmesini sağladı. Ancak Ricardo’nun
öngördüğü gibi değil! Daha başkentteki ilk günümde sürpriz bir şekilde karşıma çıkan
heykel, gün gibi aşikâr olsa da göremediğim gerçeğin kucağına düşürmüştü beni:
Kolomb’un ardından bu topraklara akın etmiş her İspanyol gibi Las Casas da bir
sömürgeciydi ve aradan geçen beş yüz yılın ardından hâlâ dimdik ayakta duruyordu.
Yerlilerin ruhu var mı?
Her şey bir vaazla başladı: “Bu adanın çöllerinde, ben İsa Mesih’in sesiyim. Ve sizler
ölümcül bir günah içindesiniz!”
İspanyol rahip Antonio de Montesinos, 21 Aralık 1511’de, Hispaniola’da (bugün Dominik
Cumhuriyeti ve Haiti’nin yer aldığı ada) sömürgeci millettaşlarına böyle seslenmiş ve
yerlilere ettikleri eziyetten dolayı onları kutsamayı reddetmişti. Dinleyenler arasında
kendisi gibi Dominiken tarikatına mensup, genç bir rahip daha vardı. Las Casas, o vaazdan
sonra, yerlilerin gördüğü zulüm karşında daha fazla sessiz kalamayacağını anlamıştı.
Sonraki yıllar boyunca İspanya’ya gidip gelerek yerlilerin korunması için kraliyetin desteğini
kazanmaya çalışan Las Casas, 1514’te encomienda (İspanyolların yerlileri zorla
çalıştırmasını sağlayan kölecilik sistemi) payından vazgeçerek kendini yerlilerin haklarını
savunmaya adadı. 1542’de, 28 yıllık çabası sonuç verdi ve İspanya Kralı Şarlken’e
sunduğu raporla, köleliğe son verilmesini ve encomiendanın sınırlandırılmasını öngören
Yeni
Yasalar’ın (Leyes
Nuevas) çıkarılmasını
sağladı.
Türkçeye Yerlilerin
Gözyaşları: Yerlilerin Yok Edilişinin Kısa Tarihi (İmge, 2009) olarak çevrilen
rapor, İspanyolların yaptığı kıyımı tüm dehşetiyle ortaya koyuyordu. Las Casas’ın
tahminlerine göre, İspanyollar gelmeden önce Hispaniola’da üç milyona yakın yerli vardı
ancak İspanyolların adadaki 50. yılında geriye sadece 300 yerli kalmıştı.
Yerlileri ilk kez gördüğünde, Las Casas henüz sekiz yaşındaydı. Kristof Kolomb’un 31 Mart
1493’te Karayip adalarından getirdiği yedi Taino yerlisiyle birlikte Sevilla’ya ulaşmasının
ardından,[2] yerliler, rengârenk kuş motifli kıyafetler içerisinde, şaşaalı bir geçit töreniyle
Sevillalılara teşhir edilmişti. Belki de, doğduğu kentin sokaklarında tanık olduğu bu
manzara yüzünden, Las Casas yerlilerle hiçbir zaman eşitlikçi bir ilişki kurmayı
başaramadı. Yerlilerle İspanyolların aynı haklara sahip olması gerektiğini savunurken bile,
onlara hep yukarıdan, bir kurtarıcı gözüyle baktı. Yerlileri “keşfedilen” nesnelere
dönüştüren sömürgeci zihniyet, Las Casas’ın yerli haklarını savunmak için geliştirdiği
kuramlara da yerleşmişti. Amerika’nın işgalini meşrulaştırmanın tek yolu, yerlilerin barbar
olduğunu ve barbarca eylemleri yüzünden mülkiyet haklarını (dominium) kaybettiklerini
göstermekti.[3] Las Casas, buna sonuna kadar karşı çıktı, ancak İspanyolların “Yeni
Dünya”da kurduğu egemenliği de hiçbir zaman sorgulamadı. Yani İspanyollarla yerliler
aynı haklara sahip olmalıydı ama kraliyet egemenliği altında! İspanyolların “keşfettikleri”
topraklarda krallık haklarının geçerli olabilmesi için, kralla yerli halk ve efendileri arasında,
krala bağlılığı gösteren bir sosyal sözleşme olmalıydı.[4]
Las Casas’a göre, Amerika’daki İspanyol varlığının tek haklı nedeni olabilirdi: Hıristiyanlığı
barışçıl yollarla yaymak. İspanyolların yerlilere karşı tek sorumluluğu, onların ruhlarını
kurtarmaktı. Las Casas, yerlilerin de bir ruhu olduğunu haykırıyor, fakat hemen ardından
o ruhun “kurtarılması” gerektiğinden söz ediyordu. Oysa çok iyi biliyordu ki, ruhlarını ebedi
huzura kavuşturmak istediği yerliler, cennette Hıristiyanlarla karşılaşmaktansa,
cehenneme gitmeyi tercih ederlerdi. Bunu kendisine işkenceden dolayı ölmek üzere iken
vaftiz etmeye çalıştığı bir yerli söylemişti.[5]
1537’de, Las Casas’ın düşüncelerinden etkilenen Papa III. Paul, yerlilerin de bir ruhu
olduğunu kabul etti. Bu, yerlilerin Hıristiyanlığa kabul edilmeye layık bulundukları anlamına
geliyordu. Böylece kıtanın sömürgeleştirilmesinin meşru dayanaklarından biri olan
gösterilen “Hıristiyanlığı yayma misyonu” güçlendirilmiş oldu. Ne de olsa Tanrı dünyayı
yaratmış, “onun başladığı işi tamamlayarak dünyayı keşfetmek, Hristiyanlaştırmak ve
uygarlaştırmak da İspanyollara düşmüştü”.[6] İspanyol tarihinin temel mitlerinden birini
oluşturan bu “misyonerlik” ruhunun dönemin tüm düşünürleri tarafından içselleştirildiğini
söyleyebiliriz. Örneğin, Papa merkezli dünya görüşünü eleştiren ve siyasal egemenliğin
meşruluk derecesinin hiçbir biçimde dinsel olamayacağını savunan Francisco de
Vitoria’nın[7] kuramlarında da uygarlaştırma misyonu öne çıkıyordu. Uluslararası hukukun
“babalarından” biri olarak görülen Vitoria’ya göre, “Yeni Dünya barbarlarının İspanyol
hâkimiyetine geçmesinin haklı nedenleri” Papa’nın egemenliğine dayandırılamazdı,
“barbarlara karşı haklı savaş” durumu İspanyolların iletişim, seyahat ve ticaret haklarının
engellenmesi gibi durumlarda ortaya çıkabilirdi.[8] Seküler bir hukuk anlayışı
geliştirmesine rağmen Hıristiyanlığın yayılmasının engellenmesi de Vitoria’ya göre bir
diğer haklı savaş nedeniydi.[9]
Las Casas’ın dönemin çoğu düşünüründen farkı, yerlilerin hiçbir şekilde “barbar”
kategorisine sokulamayacağını savunmasıydı. Uluslararası hukuk tarihinde çok önemli bir
yeri olan Valladolid Tartışmaları’nda (1550-1551), Las Casas, yerlilerin barbar olduğunu
ve barbarlara karşı savaşın da haklı olduğunu öne süren hukukçu Juan Gines de
Sepúlveda’ya meydan okudu: Barbarlık, ancak katliam yapan İspanyollara yaraşırdı. Ne
var ki Las Casas, barbarlık algısını değiştirmeye çalışırken yerliler hakkında “iyi vahşi”
(buen salvaje) mitinin yayılmasına katkıda bulundu. Yerlileri “ahlaki açıdan mükemmel,
saf, sevgi ve barış duygularıyla donanmış varlıklar” olarak tanımlayan Las Casas,
böylelikle onları işkencelerden ve kölelikten kurtarabileceğine inanıyordu. Ancak bu mit,
yerlilerin eğitilmesi gereken ilkel insanlar olarak görülmelerine ve aşağılanmalarına yol
açmaktan başka bir işe yaramadı.
Peki ya Afrikalılar?
Las Casas’ın yerlileri korumaya çalışırken yol açtığı esas sorun ise, plantasyonlarda
çalıştırılmak üzere Afrika’dan köle getirilmesi fikrini desteklemiş olmasıydı. Yerlilerin inci
avcılığı gibi ağır işler altında ezildiğini gören Las Casas, Afrikalıların daha dayanıklı
olduklarını söylemiş ve İspanya’nın Yeni Dünya’daki işgücü ihtiyacını köle ticaretiyle
karşılamasını önermişti.[10] Afrika’dan köle ticaretinin 1501-1502 gibi çok erken bir tarihte
başladığı, Las Casas Hisponiala’ya geldiğinde Afrikalıların halihazırda madenlerde
çalıştırılmakta olduğu ve Las Casas’ın aslında köleciliği desteklemediği, sadece yerlilerin
çalışma koşullarını iyileştirmeye çalıştığı, onu savunanların en sık başvurduğu argümanlar
arasındadır.[11] Oysa belki de sorun, bugün dünyanın tüm sokaklarında öfkeyle
haykırıldığı gibi, Las Casas’ın “siyah hayatları önemsememesinde” aranmalıdır.
Yerli halkların maddi manevi bütün değerlerinin sömürülmesinin, 16. yüzyıldan bu yana
nasıl süregeldiğini gösteren También La Lluvia (Yağmuru Bile) filminde, Las Casas’ın
genellikle görmezlikten gelinen bu yüzünü tartışan önemli bir sahne yer alır. İspanyol
yönetmen Icíar Bollaín’in 2010’da çektiği filmde, suyun özelleştirilmesine karşı yerli
hareketinin öncülüğünde gelişen kitlesel protestolar sırasında Bolivya’da bulunan bir film
ekibinin hikâyesi anlatılır. Çektikleri film, İspanyol sömürgeciliğinin ilk döneminde
geçmektedir ve elbette “yerlilerin ruhani lideri” Las Casas da tüm endamıyla filmde boy
göstermektedir. Film ekibinin toplandığı bir içki masasında, Kolomb’u canlandıran oyuncu
şu kritik soruyu sorar:
“Las Casas, buranın yerlileri yerine Afrika’dan köle istemişti. Bunu neden filme
koymuyoruz?”
Filmin yönetmeni de dahil olmak üzere ekibin çoğu Las Casas’a destek verir, çünkü o son
nefesine kadar piskoposları, tüccarları ve kraliyet mensuplarını kınamış, köle ticaretine
verdiği destekten dolayı da daima utanç duymuştur. Önemli olan, yerli meselesinde
zamanının çok ötesinde düşünebilen bir “radikal” olmasıdır. Dolayısıyla bütün hayatını tek
bir hataya indirgemek haksızlık olacaktır. Soruyu yönelten oyuncu ise ısrarcıdır, o “tek
hata”nın insanın peşini asla bırakmayacağını ironik bir dille ifade eder: “Futbolda olduğu
gibi, tarih her zaman kaybedenlere karşı zalim olmuştur.”
Beş yüz yıl önce Las Casas’ı “hataya düşüren” ırkçı zihniyet, ne yazık ki bugün hâlâ bütün
canlılığıyla yakıp yıkmaya, sömürmeye ve can almaya devam ediyor. 16. yüzyılın
başlarından 19. yüzyılın ortalarına kadar Afrika’dan Amerika’ya tahminen 12 ila 15 milyon
arası insan zorla, bin bir eziyetle getirildi ve insanlık dışı koşullar altında canice
köleleştirildi. Afrikalılar, sömürgecilik döneminden bu yana Latin Amerika’daki etnik
hiyerarşinin daima en altında yer aldılar. Köle ticaretinin en önemli merkezlerinden biri olan
Brezilya, bugün Afrika dışında en büyük Afrikalı nüfusa sahip olan ülke konumunda.
Sınıfsal ve etnik ayrımcılığa dayalı toplumsal eşitsizliklerin kesiştiği ülke, siyahlara yönelik
ırkçılığın en yoğun ve şiddetli yaşandığı yerlerin de başında geliyor. Büyük kentlerdeki
gecekondu mahallerinde (favela) yaşayan ve hem uyuşturucu çetelerinin hem de polisin
yol açtığı şiddete en çok maruz kalanlar siyahlardan oluşuyor.
ABD’nin Minnesota eyaletinde, George Floyd’un beyaz bir polis tarafından boğulmasının
ardından dünya çapında yayılan protesto dalgası, sömürgecilik ve kölecilikle hesaplaşma
için önemli adımların atılmasını sağladı. Kolomb gibi tarihî figürlerin heykellerinin yıkılması,
dünyanın her yerinde ilgi uyandırıyor. Ancak heykelleri yerinden eden bu hesaplaşma,
Latin Amerika’da çok daha önce başlamış, son olarak geçen sene Şili’deki protestolarda
kendini göstermişti. Ekim 2019’da başlayan protestolar sırasında ülkenin kuzeyindeki
Arica şehrinde yer alan 109 yıllık Kolomb heykeli paramparça edilmişti.[12] Bugün, George
Floyd’un öldürülmesinin ardından dünya genelinde yankı uyandıran protestolar, geç
kalmış bir hesaplaşma sürecini tetiklemiş görünüyor. Bu süreçten Las Casas heykellerinin
de nasibini alabilmesi için daha katedilmesi gereken çok yol var. Sömürgecilere ve ırkçılara
göstermiş olduğumuz müsamahanın yerini utanç ve öfke almadıkça geçmişle yüzleşmek
ve başka bir gelecek kurmak mümkün olmayacaktır.
[1] Orijinal adı: “Los aportes africanos a las culturas de nuestra América”. Konferansın
başlığında, sömürgeci bir çağrışımı olan “Latin Amerika” yerine José Martí’nin şiirinden
esinlenen “Bizim Amerikamız” ibaresi yer alıyor.
[2] Christopher Colombus, The Diario of Christopher Columbus's First Voyage to America,
1492-1493, University of Oklahoma Press, 1991, s. 102.
[3] Anthony Pagden, “Dispossessing the Barbarian: The Language of Spanish Thomism
and the Debate Over the Property Rights of the American Indians”, The Languages of
Political Theory in Early-Modern Europe, Anthony Pagden (der.) içinde, s. 81.
[4] Cemal Bâli Akal, Modern Düşüncenin Doğuşu: İspanyol Altın Çağı, Dost Yayınevi,
Ankara, 2005, s. 134-135.
[5] Bartolome de las Casas, Yerlilerin Gözyaşları: Yerlilerin Yok Edilişinin Kısa Tarihi, çev.
Oktay Etiman, İmge Yayınları, Ankara, 2009, s. 51.
[6] Gül Işık, İspanya: Bir Başka Avrupa, Metis Yayınları, İstanbul, 2005, s. 94-95.
[7] Mehmet Ali Ağaoğulları (der.), Sokrates’ten Jakobenlere Batı’da Siyasal Düşünceler,
İletişim, İstanbul, 2011, s. 422.
[8] Anthony Pagden ve Jeremy Lawrence (der.), Francisco de Vitoria: Political Writings,
Cambridge University Press, Cambridge, 1991, s. 278-290.
[9] Pagden ve Lawrence, a.g.e, s. 284-286.
[10] Thomas E. Skidmore ve Peter H. Smith, Modern Latin America, New York, 2005, s.
330.
[11] José Ortega, “Las Casas, un reformador
hispanoamericanos, 512, 1993, s. 34-35.
social
‘por
abajo’”, Cuadernos
[12] “Municipalidad de Arica resguardará restos de Monumento a Colón destruido”, 2
Kasım 2019, https://www.muniarica.cl/9394/municipalidad-de-arica-resguardara-restosde-monumento-a-colon-destruido