363
MART 2024
Sovyetler Bİrlİğİ’nde Uluslar Polİtİkası
HARUN YILMAZ
Yardımlar Artık
“İstanbul’a Değİl
Anadolu’ya”
Hint Hilafet
Hareketi’nin
Halifeye Mektubu
TOPLUMSAL TARİH | AYLIK TARİH DERGİSİ | TARİH VAKFI TARAFINDAN YAYIMLANIR | ISSN: 2717-7459
Y. DOĞAN ÇETİNKAYA
Ekonomi, Ahlak
ve Osmanlı
Toplumunun
Sıradan
Bireylerinin
Uzun On Yedinci
Yüzyıl Boyunca
Yaptıkları
Seçimler
ONUR USTA
1923 Nüfus
Mübadelesİnde bİr
örnek olay:
Sinasos
(Mustafapaşa)
Rumlarının
Ayrılışı ve Anadolu
Rumlarının Göçü
Üzerine Gözlemler
STAVROS ANESTİDİS
Boğaziçi
Muhafızlarından
Bostancıbaşının
Gözünden
1821 Rum İsyanı
HÜLYA ARSLAN
Hilafetin Kaldırılışını Yüzüncü
Yılında Hatırlamak
DOSYA EDİTÖRÜ: ESRA YAKUT
TOPLUMSAL TARİH MART 2024
2
Erhan Keleşoğlu
Cumhuriyet Basınında
Yüz Yıl Önce Bu Ay
08
Hazırlayan: Emel SeyhaN
Hocam Stephen Mitchell’in
Ardından (26 Mayıs 1948-30 Ocak
2024)
10
TURHAN KAÇAR
Gençler 100. Yılında Lozan’ı
Konuştu
14
FİLİZ YAZICIOĞLU
Hilafetin Kaldırılışının
Yüzüncü Yılı
16
DOSYA EDİTÖRÜ: ESRA YAKUT
100. Yıldönümünde Halifeliğin
Kaldırılması Hakkında Bazı
Açıklamalar
24
SEÇİL KARAL AKGÜN
Kurgudan Reel Polİtİğe
II. Abdülhamid Döneminde
Hilafetin Yeniden İnşası
36
NAMIK SİNAN TURAN
“Atadan-Dededen bil-İstihkak”
Osmanlı Hilafeti
FERİDUN M. EMECEN
42
Umarım tüm okuyucularımızın keyfi
yerindedir. Son günlerde gündemde çokça
tartışılan meselelerden birisi de Hilafet
konusu. Bundan tam yüz sene önce
kaldırılan Hilafet kurumunun tarihini,
Osmanlı tarihindeki yerini ve neden
ilgasına ihtiyaç duyulduğunu anlatan
“Hilafetin kaldırılışını yüzüncü yılında
hatırlamak” adlı özel dosyamızla
karşınızdayız. Esra Yakut’un editörlüğündeki
dosyamızın ilginizi çekeceğini düşünüyoruz.
Dosyanın ilk yazısında Seçil Karal Akgün,
halifeliğin nasıl ve hangi sebeplerle
kaldırıldığını analiz ediyor.
İkinci yazıda Namık Sinan Turan,
II. Abdülhamid döneminde halifeliğin
kurum olarak nasıl yeniden inşa edildiğine
ve değişen resmi söyleme dikkat çekiyor.
Üçüncü yazıda Feridun M. Emecen, Osmanlı
tarihi içerisinde Hilafet kurumunun nasıl
zuhur ettiğini anlatıyor.
Dosyanın sonuncu yazısında ise Nagihan
Doğan, Müslümanların yönetim ve
devlet başkanlığı konusunda oydaşmaya
varamamalarının sonucu olarak Hilafet
makamı üzerine yapılan tartışmaları ve
sebeplerini tahlil ediyor.
Dosya dışı makalelerin ilki de dolaylı olarak
hilafetle ilintili. Y. Doğan Çetinkaya, milli
mücadeleye önemli mali yardımlarda
bulunan Hint Hilafet Hareketi’nin halifeye
mektup yazarak artık yardımların Ankara’ya
yapılacağını bildirmesini mercek altına
alıyor.
Harun Yılmaz, yazısında Sovyet
Hükümetlerinin çelişkilerle dolu uluslar
politikalarının ana hatlarını özetleyip
süregiden Ukrayna’daki savaşın taraflarının
sıkça gönderme yaptığı tarihi konulara da
değiniyor.
Onur Usta, yazısında 2023 yılında biraraya
gelen Ahlaki Ekonomi çalışma grubunun
araştırma konularını tanıtıyor.
Stavros Anestidis, Sinasos (Mustafapaşa)
Rumlarının ayrılışı ve Anadolu Rumlarının
göçü üzerine gözlemlerini kaleme alıyor.
Hülya Arslan, Osmanlı arşivlerine bakarak
Boğaziçi muhafızlarından Bostancıbaşının
gözünden 1821 Rum İsyanı’nı değerlendiriyor.
Dergimiz yarı akademik bir dergi olarak
Yayın Kurulu’muzun uygun bulacağı tüm
yazılara açık. Yazılarınızı erhan.kelesoglu@
tarihvakfi.org.tr adresi üstünden doğrudan
bana yollayabilirsiniz.
Önümüzdeki sayıda görüşmek üzere,
04
İÇİNDEKİLER
Merhaba,
Hilafet Sancısı: Otorite ya da
Otoritesizlikle İmtihan Olmak
NAGİHAN DOĞAN
50
Yardımlar Artık “İstanbul’a Değİl Anadolu’ya”
Hint Hilafet Hareketi’nin Halifeye
Mektubu
Y. DOĞAN ÇETİNKAYA
TOPLUMSAL TARİH
Aylık Tarih Dergisi
Sayı: 363, Mart 2024
Sovyetler Birliği’nde Uluslar Politikası
TARİH VAKFI ADINA TÜZEL KİŞİ
TEMSİLCİSİ
HARUN YILMAZ
Nurşen Gürboğa
Zindankapı Değirmen Sokak
No: 10 Eminönü 34134 İstanbul
(0212) 522 02 02
www.tarihvakfi.org.tr
YAYIN KURULU
64
54
Ekonomi, Ahlak ve Osmanlı Toplumunun
Sıradan Bireylerinin Uzun On Yedinci Yüzyıl
Boyunca Yaptıkları Seçimler
68
ONUR USTA
1923 Nüfus Mübadelesİnde bİr örnek olay:
Sinasos (Mustafapaşa) Rumlarının Ayrılışı ve
Anadolu Rumlarının Göçü Üzerine Gözlemler
STAVROS ANESTİDİS
Mehmet Ö. Alkan, Adil Baktıaya,
Buket Kitapçı Bayrı, Murat Belge,
Fatmagül Berktay, Bülent Bilmez,
Aydan Çelik, Doğan Çetinkaya,
Gökhan Çetinsaya, Esra Danacıoğlu,
Ömer Durmaz, Selçuk Dursun,
Fuat Dündar, Selçuk Esenbel,
Fırat Güllü, Nurşen Gürboğa,
Murat Güvenç, Mehmet Hacısalihoğlu,
İpek Hüner, Murat Koraltürk,
Burcu Kurt, Elçin Macar,
Murat Metinsoy, Silvyo Ovadya,
Ayşe Ozil, Barış Alp Özden, Saadet Özen,
Seda Özen Bilgili, Mustafa H. Sayar,
İrvin Cemil Schick, Oya İklil Selçuk,
Canay Şahin, Derya Gürses Tarbuck,
Oğuz Tekin, Taner Timur,
Meltem Toksöz, Mete Tunçay,
Ömer Turan, Ateş Uslu,
İsmail Yaşayanlar, Nuran Yıldırım
Zafer Toprak (1946-2023, daima bizimle)
S. YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ ve
YAYIN YÖNETMENİ
76
Erhan Keleşoğlu
Boğaziçi Muhafızlarından Bostancıbaşının
Gözünden 1821 Rum İsyanı
HÜLYA ARSLAN
EDİTÖR YARDIMCISI
Melike B. Turan
DERGİ VE KAPAK TASARIMI
Gökhan Pahlı
kapak, sayfa tasarım / uygulama
Hilal Rakıcı
E-DERGİ DÖNÜŞTÜRME
Aşkın Yücel Seçkin
İLETİŞİM
(0212) 513 52 35 (Dahili 11)
erhan.kelesoglu@tarihvakfi.org.tr
yayın türü
Yerel Süreli Yayın
ABONELİK
Tarih Vakfı
(0212) 522 02 02 (35)
(0212) 513 54 00 (fax)
YAYINCI SERTİFİKA NUMARASI
BİR YILLIK BASILI DERGİ ABONE BEDELİ
KAPAK:
Son Halife
Abdülmecid
Efendi'yi
Cumhuriyetin
kurucularıyla
birlikte
gösteren afiş.
Halûk Perk
Koleksiyonu
Yurtiçi 1440 TL.
Kıbrıs 1550 TL.
ABD ve Avrupa ülkeleri için
tarihvakfi@tarihvakfi.org.tr ile irtibata
geçiniz.
Tarih Vakfı İş Bankası Pangaltı Şubesi
IBAN TR81 0006 4000 0011 0410 8655 25
© Toplumsal Tarih Yazı İşleri’nden ve
ilgili yazardan izin alınmaksızın alıntı
yapılamaz. İzin çerçevesinde yapılacak
alıntılarda Toplumsal Tarih’in ilgili
sayısını ve yazar ismini belirtmek
zorunludur.
TOPLUMSAL TARİH MART 2024
45602
3
DOSYA
“Atadan-Dededen bil-İstihkak”
Osmanlı Hilafeti
FERİDUN M. EMECEN
BU YAZIDA OSMANLI HİLAFETİNİN NASIL
ZUHUR ETTİĞİ MESELESİ ELE ALINARAK BU
KONUDA AKADEMİK DÜZEYDE NASIL BİR
BİLGİYE ULAŞILABİLECEĞİ, DEVREDİLEN
HİLAFET MESELESİNİN ALTINDA YATAN
SEBEPLER ÜZERİNDE YENİDEN DÜŞÜNMEYE
ÇALIŞILMAKTADIR.
smanlı tarihinin en tartışmalı meselelerinden birini hilafet konusu teşkil eder.
Osmanlı hilafetinin ortaya çıkışı, devri,
hilafet algısı, nasıl anlaşılması gerektiği
hususunda gerek akademik düzeyde gerekse akademi dışında pek çok fikir ileri sürülmüş, hilafetin
gerçek mahiyeti ise bu derin tartışma ortamı içinde
hayli karışık açıklamalarla adeta bulanık bir mevzuya dönüşmüştür. Osmanlı hilafeti konusunda milat
olarak zikredilen hadise ise herkesin bildiği ve genel
bir kabule de dönüşmüş bulunan I. Selim’in (Yavuz)
Memlük idaresine son verişinin ardından İstanbul’a
getirttiği son Abbasî halifesinden hilafet haklarını
düzenlenen bir törenle devraldığı bilgisine dayanır.
Bu durum akademik tecessüsü de bir ölçüde giderek aşıp sarsılmaz ve neredeyse üzerinde tam bir
mutabakatın oluştuğu paradigma haline gelmiştir.
Bununla beraber hilafet konusunun döneme ait Osmanlı kaynakları temelli araştırılması, aksine genel
kabullerin sarsılmaz gibi duran duvarlarını kolayca
yıkacak bir hususiyet taşır. Bu manada kaynaklardaki “maddî bilgilerin” peşine düşen ve hilafeti söz
konusu kaynaklardaki lafızlara dayalı şekilde göstermeye çalışanlarda ise meselenin tarihî süreci ve dönemin zihin dünyasında nasıl bir algı olduğu, hangi
maksatların daha çok öne çıktığı konularında yaklaşım problemleri fark edilir. Burada ana hatlarıyla
Osmanlı hilafetinin nasıl zuhur ettiği meselesini ele
alarak bu konuda akademik düzeyde nasıl bir bilgiye
ulaşılabileceği, devredilen hilafet meselesinin altında yatan sebepler üzerinde yeniden düşünmeye çalışacağız.1
Konunun başlangıcına temas etmeden önce dikkatimizi küçük bir Osmanlı iç aydınlanmasının yaşandığını farz ettiğimiz 18. yüzyılın ilk yarısına çe-
TOPLUMSAL TARİH MART 2024
O
36
virdiğimizde ilginç şekilde herkesçe kabul görmüş
ve yerleşmiş bir mahiyet taşıdığı düşünülen hilafet
konusunun bir fetvayla yeniden gündeme getirildiğini görürüz. Burada birbirine bitişik iki memlekette
iki ayrı “imam”ın yani sultan/halifenin varlığının caiz
olmadığı, böyle bir durumda diğerinin katlinin gerekli olduğu bildiriliyor, istisna olarak her bir memleket
arasında irtibatı bölen bir engel olması, birinin diğerini bu yüzden himayeye kadir olmaması hali öne
sürülüyordu. Fetvanın verildiği zaman dilimi siyasi
anlamda Afganlıların Şii Safevileri yenerek İran coğrafyasına hâkim oluşu (1722) ve kendisi gibi Sünni
olan Osmanlılar ile sınırdaş durumuna gelişi dönemine rastlıyordu.2 Osmanlı uleması artık yerleşmiş
kabul ettikleri Osmanlı halifesinin bütün Sünni dünyada tek olduğu nazariyesi içinde şimdi beliren durumu kendi meşruiyetlerini sarsacak büyük bir tehlike
gibi görmüşlerdi. Ortaya çıkan mesele daha sonra da
Nadir Şah’ın hakimiyetiyle (1736) tırmanma eğilimi
göstermiş, entelektüel düzeyde Osmanlı hilafetinin
mahiyeti konusunda yeni bir tartışma başlatılmış,
sonuç itibarıyla da Osmanlı hilafetinin aslında Abbasi hilafetinin devamı olduğu, halifelerin Kureyş’ten
olma düsturuna karşı, Osmanlı ailesinin de Kureyşi
kökenlere dayandığı yolunda şecereler düzenlenerek
bağlantılar kurulmuş, bunun dışında hilafetin son
Abbasi halifesi tarafından I. Selim’e zaten devredilmiş olduğu da yeni bir argüman olarak bu bahislere
eklenmişti.3 Böylece son iki asır boyunca kuvvetle
öne çıkarılan hilafet anlayışı, giderek müstemleke
durumuna düşen İslam memleketlerinde tek müstakil Müslüman devlet olarak kalan Osmanlıların
cihanşümul karakterli hilafetinin benimsenmesinin
yolunu açmış görünüyordu.
II. Abdülhamid döneminin yıkılış sancıları, siyasî
krizleri içinde Osmanlı sultanının Müslümanların
tek halifesi olma hali, siyasî manada çok çarpıcı bir
önemi haizdi ve her daim resmiyette kalın çizgilerle
altı çizilen bir iddia olma vasfıyla genel bir kabule
dönüşen özellik dahi kazanacaktı. Belki Osmanlı tarihi boyunca ilk defa bütün Müslüman dünyasında
Osmanlı halifesi gerek siyasî gerekse dinî bir lider
olarak tanınmış durumdaydı. Bunu kendi hakimiyetleri açısından tehlikeli gören 19. yüzyılın Batılı
koloni devletleri, hilafeti tartışmaya açarak gerçekte
Osmanlı hilafetinin sanıldığı gibi olmadığını, kendi
siyasi beklentileri ışığında vurgulamaya daha fazla
DOSYA
Yavuz Sultan
Selim’i avlanırken
gösteren minyatür,
dikkat etmeye başlayacaklardı.4 Hatta hilafet konusunda bir dizi araştırma özellikle 20. yüzyılın şafağında birdenbire ortaya çıkacak, tartışmaları farklı bir
yöne doğru çekecekti.
Peki o zaman bu hilafet meselesi gerçekte nasıl
bir siyasî/dinî çıkarıma dayanıyordu? Öncelikle belirlenmesi gereken husus, İslam devletlerinin bir “halife devleti” olup olmadığıdır. Müslümanların kutsal
kitabında böyle bir İslam devleti modelinin bulunmadığı bilinmektedir. Devletleşme ve idarî sistemin
niteliği, giderek genişleyen İslam toplumunun ihtiyaçları içinde şekillenmiş, yerel adetlerle kaynaşarak
tecessüm etmiştir. Hz. Peygamberden sonra “ümmetin güvenilir büyükleri olarak ona atfen bizatihi halifesi gibi” görülen idareciler söz konusudur. Bu devre
“Hülefa-yı Raşidîn” yahut Dört Halife Devri adı verilir.
Seçici bir kurul tarafından (ashab-ı hall ü akd) iktidara getirilen halifeler döneminin ardından Emeviler
zamanında hanedan temelli bir sisteme doğru geçiş
vuku bulmuştur.5 İşte bundan sonra İslam devlet ve
idaresiyle ilgili “modellemeler”, meşruiyet arayışlarıyla da bütünleşen bu tarz bir devlet/hanedan/hilafetin sistemleştirilmesiyle ortaya çıkmış görünür.
Burada açık biçimde şöyle bir tezat doğmuştur: Dört
Halife devrinin seçime dayalı yapısıyla bilahıre zuhur eden hanedana dayalı tevarüs sistemi nasıl bağdaştırılabilecekti?
Bu mesele anlaşıldığı kadarıyla tevarüsle intikal
eden “tek bir imam” yani yönetici/halifeye başta devlet ileri gelenleri ve ulema olmak üzere herkesçe “biat
edilme” halinin gerekli meşruiyeti sağlayacağı düşüncesiyle çözülmüş görülür. Ama bu hususta tam
bir mutabakata varılamadığı da açıktır: Şii yaklaşım
tevarüse dayalı bir imamet teorisini öngörürken,
diğer taraftan hanedan temelli Emevi-Abbasi dönemiyle şekillenen anlayışlar farklı yerlerde ortaya
çıkan Müslüman devletler için başka yönelimleri belirlemiş,6 sembolik bir halifenin kabulünde bir ölçüde
mutabakat oluşmuştur. Tabii ki bu sonuncusunun
kendilerini kabul ettirmeye çalışanlar yahut meşruiyet peşinde koşanlar için önemi vardı, Asyatik gelenekte ise eski İran/Sasanî hükümdarlık anlayışı ile
Türk ve Moğol dünyasının “kut” algısı dahilinde bir
hakimiyet telakkisi gelişmiş görünüyordu.
Netice itibarıyla Osmanlı beyliği daha ilk kuruluşundan itibaren aileye dayalı tevarüsünün ilahi bir
kaynaktan geldiğini (kut) Cengizî devlet anlayışının
da bir yansıması olarak, iddia etmeyi sürdürdü. Bir
taraftan da devletleşme sürecinde komşularına karşı
meşruiyetini perçinlemeye de çalışarak başlangıçta
Memlük sultanlığının himayesindeki durumu hayli
tartışmalı Abbasî halifelerinden tasdik makamında “menşur” almayı ihmal etmedi. Bununla beraber
kendi ilahi mesuliyetlerini ifade etmek üzere hilafet/
TOPLUMSAL TARİH MART 2024
Hünername
37
DOSYA
Suriye’nin doğusunda,
Palmira ile Deyrizor
arasındaki El-Hayr el-Garbi
Kasrı’nda bulunan,
M.S. 8. yüzyıldan kalma,
Emeviler dönemine ait bir
duvar resmi. Kasr, Hişam
bin Abdülmelik döneminde
TOPLUMSAL TARİH MART 2024
inşa edilmiştir
38
halife atıflarına yer vermekten geri durmadı. Benzeri hususlar Anadolu beylikler dünyasında ortaya
çıkan erken tarihli siyasetname metinlerinde açık
şekilde akis buldu. Padişaha niçin ihtiyaç olduğu ve
onun hangi ilahi görevleri bulunduğu konusundaki
bu literatür, esasen eski Türk ve İran/Sasanî devlet
yapısından ve hakimiyet anlayışından esinlenmişti.7
Bu siyasetnamelerde ne Emevi ve ne de Abbasî hilafetinden söz ediliyordu.8 Yıldırım Bayezid döneminin
sonlarından itibaren giderek artan ve siyasetname
türü bilgileri de ihtiva eden Osmanlı sahasında kaleme alınmış bulunan eserlerde padişahlık meselesinin
yine bu temelde anlatımı sırasında onların halifeliğine açık vurgular yapıldığı dikkati çeker.
Osmanlıların beylikler döneminde en önemli kaynaklarından birini teşkil eden Şeyhoğlu Mustafa’nın
1401’te kaleme aldığı bilinen Kenzü’l-Küberâ’sı bu
anlamda ilk ciddî bilgileri vermektedir. Yazar, birçok yerde ilgili âyetlere atıflar yapmış ve mazlumların sığınağı olarak gördüğü padişahı “zıllullah” yani
Allah’ın gölgesi olarak tanımlamıştır. Ona göre padişaha hilâfet Allah tarafından bağışlanmıştır.9 Öte
yandan, içinde bir Osmanlı tarihi barındıran ve bu
manada bugüne ulaşan ilk Osmanlı kaynağı olarak
telakki edilen Germiyanlı Ahmedî’nin yine aynı dönemlerde manzum, mesnevî türünde kaleme aldığı
İskendername’sinde, hilâfetin ancak Allah’tan alındığına dolaylı vurgu yapılır.10 II. Murad’a sunulan
Enîsü’l-Celis isimli eserin sahibi Kasım b. Seydi elHafız Ankaraî de “padişahların Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” olduğuna temas eder. Onun nazarında II.
Murad, İslam padişahı ve “merci’-i İmam”dır.11 Aynı
döneme ait Bistamî’nin Arapça eserinden yapılan bir
tercümede, hilafetin tarifi: “bir kimsenin bir başkasının yerine geçip onun hükmünü icra etmek” tarzında
tanımlanmıştır.12 Bu örnekler erken dönemde hilafetin Osmanlı sultanlarının Allah’tan aldıkları hükümdarlık yetkisinin bir ifadesi olarak sıkça kullanıldığına işaret etmektedir. I. Murad döneminden itibaren
artan resmî mektuplardaki unvanlar hilafet vurgusunu açık şekilde gösterirken gerek onun gerekse
Yıldırım Bayezid’in Kahire’deki Abbasi halifesinden
meşru hükümdarlık tasdiki beklemesi bir tezat gibi
gözükebilir. Ancak bunun kendilerini Allah’ın takdiriyle hüküm sahibi olmuş kabul etme haline herhangi bir halel getirmediğini de düşünmüş olmalıdırlar.
Zira Yıldırım Bayezid halifeden sultan unvanını alırken kendisini bir kitabede “... es-sultânü’l-a’zam zıllullahi fi’l-âlem...” diye tanıtmıştı.13
Bu vurguların Çelebi Mehmed ve II. Murad dönemlerinde daha da kuvvetli şekilde yapıldığına dair
örnekler çoğalmaktadır. Özellikle Doğu’dan gelen
bazı yazarlar bu dünyaya ait yüksek hilafet algısıyla
Osmanlı hükümdarlarını tanımlıyorlardı. Herevî adlı
bir âlimin Keşşâf Şerhi’nde Çelebi Mehmed: “ufukları saran hilafet döşeğini hak ederek sahip olan” diye
DOSYA
dığına dair dönemle çağdaş Selimname literatüründe
hiçbir kayıt yer almaz. Üstelik Kahire’den İstanbul’a
getirtilen halifeden hilafet haklarını devraldığına
dair yine dönemin hiçbir kroniğinde, kaynağında,
belgesinde en küçük bir atıf dahi bulunmaz. Yukarıda da belirtildiği gibi zaten buna ihtiyaç da yoktu.
Diğer taraftan halifenin ve ailesinin İstanbul’a sevk
edilmesindeki amacın onun Kahire’de kalmasının
ortaya çıkaracağı mahzurlara müstenit olduğu ileri sürülebilirse de halifenin babası bir önceki halife
Yakub’un Mısır’da bırakılmış olması, bunu makul bir
yere oturtmaz. Bu vaziyet aslında dönemin Memlük tarihçisi İbn Iyas’ta (ö. 1524?) yer alan “halife-
İsfahan’daki Çehel Sütun Kasrı’nda Çaldıran Savaşı’nı tasvir
eden duvar resmi
lik Mısır’dan İstanbul’a geçti” şayiasının bir ölçüde
gerçek zeminini destekler. Büyük ihtimalle Sultan
Selim, tıpkı Memlük idaresinde olduğu gibi halifeyi İstanbul’da tutarak Osmanlı payitahtına yeni bir
dinî/siyasî anlam kazandırmak istiyordu. Kısa süre
sonra vefat ettiğinden ne düşündüğünü ve nasıl bir
uygulama içinde olacağını gösterecek zamanı olmayacaktı. Tekrar vurgulamak lazım gelirse Sultan Selim her ne kadar kaynak külliyatında sıklıkla halife,
hilâfet makamının sahibi gibi sayılmışsa da bu, yukarıda birçok örneklerini gösterdiğimiz veçhile öteden beri “atadan deden gelen bil-istihkak” edinilmiş
unvan kullanımının bir devamıydı. Onun Osmanlı
sultanlarına kazandırdığı daha önce kullanılmayan
unvan şimdi Mukaddes yerlere hâkim olmanın getirdiği görevi ifade eden “Hâdimü’l-Haremeyn”di. Bu unvanın hilâfetle birlikte Osmanlılara has olmak üzere
yeni bir ana temele oturtulması o dönemde değil,
daha sonra gerçekleşecekti.
Osmanlı tahtına herhangi bir maniayla karşılaşmaksızın cülus eden Sultan Süleyman döneminin
(1520-1566) başlarında yeni bir idarî ve yapısal değişimin başlatıldığı anlaşılmaktadır. Sultan Süleyman’ın
kısa sürede kazandığı büyük askerî başarılar, aynı za-
TOPLUMSAL TARİH MART 2024
tanımlamıştı.14 Bu durum hakkıyla hilafeti alma (bi’listihkak) haline yapılan önemli bir atıftı. Şirvanî
Mahmud, II. Murad adına yazdığı eserin girişinde Osmanlı hanedanını bütün İslam geleneğinin hülasası
ve zübdesi sayıyordu. Nasıl ki Hz. Muhammed bütün
peygamberlerin sonuncusuydu, Âl-i Osman da bütün
İslam sultanlarının son temsilcisiydi, toparlayıcısıydı;
II. Murad da İslam memleketlerinin hamisi âdil, âlim
bir padişahtı, “halifetullahi fi’l-âlem”, başka bir deyişle yeryüzünün halifesiydi.15 Fatih Sultan Mehmed’in
İstanbul’u fethi sonrası yaşanan büyük Osmanlı “emperyal” dönüşümü, saltanat/hilâfet meseleleriyle ilgili olarak vaktiyle oluşan zemin üzerinden giden seyri
daha da güçlendirdi. II. Mehmed’in hayatının sonlarına doğru hazırlanan Teşkilât Kanunnâmesi’nde
“meliki seriri’l-hilâfeti bi’l-istihkak”, “halîfetullahi fi’lâlem” tanımlamaları açık şekilde kullanıldı.16 Yani
artık hakkıyla hilafeti kazanmış sultan tanımı iyice
yerleşmiş durumdaydı. Bu anlayış II. Bayezid döneminde daha da vurgulanarak sürdürüldü.
Bütün bu örneklerden hareketle Osmanlıların
daha üçüncü padişahtan itibaren kimi zaman aşikâr
kimi zaman zımnî olarak hilâfet unvanını -bazen
Abbasî halifelerinin unvanlarıyla eşdeğer şekildekullandıkları söylenebilir. Hilafetin tevarüsle hak
edilmiş bir unvan olmasına yapılan atıflar, Osmanlı
veraset sisteminde bir varis belirlenmeme prensibiyle uyumluluk gösteriyordu. Babası ve kardeşleriyle
mücadele ederek tahtı ele geçiren, bu açıdan da çağdaşı bazı entelektüellerce tenkide uğrayan17 I. Selim
de ataları gibi kendisini hilafetin yüksek anlamlarıyla tanımlamaktaydı. Çaldıran Savaşı dolayısıyla Hoca
İsfehanî’nin (Fazlullah Ruzbihan-ı Hunci) yazdığı tazarrunamede ona “Ey hilâfet serîrinin şâhı”, “Mehdi-i
âhir zaman sensin”, “Bil ki sen kudret-i ilâhîsin” diye
seslenilir. Cülûsunun ardından kardeşlerini bertaraf
etme işine giriştiği sırada Gazzalî adlı şair onu, “Şâh-ı
şark u garb sultan-ı selâtin-i zaman, şems-i gerdûn-ı
hüdâ zıll-ı Hudâ-yı Müste’an, Hâmi-i dîn mâhi-i âsâr-ı
resm-i mülhidân” diye anar. Eserini Sultan Süleyman döneminde yazmış olan bir Selimnâme müellifi
ve aynı zamanda önemli bir şair olan Keşfî, Selim’in
tahta geçişini anlatırken Kur’an’daki ilgili âyete atıf
yapar ve “kavânin-i hilâfeti” talim ettiğinden söz
eder. Şam ve ardından Kahire’ye girildiğinde her iki
şehirde de adına hutbe okunduğu anlatılır: “Hutbe-i
hilâfet nâm-ı sa’âdet-meabına kırâet olunup ve
sikke-i saltanat...” denerek buna işaret edilir. Sultan
Selim’in seferlerinin ruznamesini kaleme alan Haydar Çelebi yine hemen hemen aynı ibareleri kullanır.
Bu ifadeler akla Mısır’ı elde etmekle klasik anlamda
hilâfeti Selim’in üstlenmiş bulunduğu fikrini getirebilir. Fakat tarihî süreçteki unvanın kullanım hâli
düşünüldüğünde bunun aslında tabiî bir ifade tarzı
olduğu ve büyük anlamlar yüklemeye müsait olmadığı anlaşılır.18
Sultan Selim Mısır seferi sonucu Memlük sultanlığına son verip Kahire’de ikameti sırasında daha Haleb’teyken ele geçirdiği son Abbasi halifesini yanında
tutmuştu. Bu sıralarda ondan halife unvanını devral-
39
DOSYA
manda cihanşümul bir siyasetin göstergeleri olacaktı. Muhtemelen bunun etkisiyle “hilafet” anlayışının
yeniden cihanşümul karakterli olarak tespit edilmesi
gerekiyordu. Durumun âciliyeti, bir ölçüde Osmanlı
idaresine alternatif bir sistem öngören Safevilerin
faaliyetlerinden kaynaklanıyordu. Şah İsmail’in
sufi kimliği ve kendisini Tanrıyla özdeşleştirme hali,
Sünnî dünyanın temsilcisi olma iddiasının dinî çerçevede vurgulanması gerekliliğini ortaya çıkarmıştı.
Dönemin önemli âlimlerinden şeyhülislam ve tarihçi
İbn Kemal (ö. 1534) öncelikle klasik hilafet nazariyesinin bir devamı şeklinde Hz. Peygamber’den sonra
Dört Halife devrinin yaşandığını, bunların hem ida-
Kanuni Sultan Süleyman’ı, Eyüp Sultan Türbesi’nde dua ederken
TOPLUMSAL TARİH MART 2024
gösteren bir minyatür
40
reci hem de dinî anlamda mürşit olduklarını ifade
edip muhtemelen Emevilerin ortaya çıkışını kastederek Dört Halife Devrinden sonra emirlerin/sultanların zuhur ettiğini, bunların da âdil bir idareyi
sağlamakta halifelere layık bir iş yaptıklarını, onların yolunda ilerlediklerini, her devirde ortaya çıkan
müceddide benzer şekilde bir “sultan-ı adîmü’l-misl
ve azîmü’ş-şânın” bu cihânda “nöbet-dârî” olduğunu
belirtme ihtiyacı hissetmişti. Ardından da bu tip hükümdarlık anlayışına Osmanlı padişahlarını örnek
göstermişti. Ona göre bu mukaddes görev son 250
yıldır Âl-i Osman’a intikal etmişti. Çünkü bu âileden
gelen sultanlar hilafet divanının sahibiydi, İslam’ın
ana direğiydi, etraftaki bütün meliklerden, emirlerden önde geliyordu ve bu vasıflarıyla da temayüz etmişlerdi. Yaptıkları savaşlarla elde ettikleri en helal
mal sayılan ganimetleri “yiyorlardı”, dolayısıyla diğer
“serdarlar”dan bu nitelikleriyle ayrışmışlardı.19 Ona
göre Sultan Süleyman da yine kendi gücüyle, hakkıyla ve liyakatiyle hilafet hilatini giymiş bir “yeryüzü
sultanı” idi.20
Bu anlayışın bir yansıması olarak 1524’te son
Abbasi halifesinin İstanbul’dan ayrılmasından az
önce Veziriazam İbrahim Paşa’nın düğünü sırasında ulema toplanarak Kur’an’daki “yâ Dâvûdu innâ
ce‘alnâke halîfeten fi’l-arzi” âyetinin tefsiri üzerinde
durmuş, bu hususta derin bir tartışma başlatılmıştı.
Yukarıda belirttiğimiz İbn Kemal’in anlatımı, ki onun
şeyhülislam olarak bu mecliste yer aldığı bilinmektedir, muhtemelen bu toplantıdaki tartışmanın seyrini yansıtıyordu. Tartışmanın yürüdüğü zeminde
“hilâfetin istihkakla Âl-i Osman’a geçtiği” tezi önemli
bir yer işgal etmiş olmalıdır. İbn Kemal’in ifadelerinin mecliste vuku bulan söz konusu tartışmaların
hangi noktalarda ilerlediğini göstermesi açısından
mühim bir “karine” sağladığına şüphe bulunmaz.
Toplantıda bulunduğu tahmin edilen son Abbasî halifesinin az sonra ülkesine gitmesi için kendisine izin
verilmesi, Abbasi hilafetinin sembolik mahiyetinin
tam anlamıyla sonlandığını düşündürür. Yani Memlük dönemindeki sembolik Abbasi hilafeti kavramı
şimdi tamamen sessizce kaderine terkedilmiş durumdadır. Halifenin vefatı Kahire’de vuku bulduktan sonra geride kalan iki oğlundan biri Osmanlı hizmetinde bulundu ve bazı kaynaklara göre de Rumeli
kesiminde kadılık yaptı, onların vefatıyla da Abbasi
hilafetinin temsilcileri tarihin sessiz sayfaları arasında silinip gitti.21
Sultan Süleyman, bir yandan hilafet ile ilgili âyeti
topladığı geniş bir ilmî mecliste tartıştırırken diğer
taraftan bastırttığı sikkelerde ve resmî belgelerde
kendisini tam anlamıyla klasik hilafetin sahibi olarak vurgulayacak, bir anlamda cihanşümul karakterli yeni bir “Osmanlı hilafetini” ikame edecekti. Sultan
Süleyman bilhassa “hilâfet” ve “hâdimü’l-haremeyn”
sıfatlarını daha yaygın hâle getirme ve görünür kılma yolunda uzun saltanatı sebebiyle yeterince zaman bulacaktır. Üstelik bunu “Osmanlılara” has teorik anlamda çerçevesini çizerek temellendirecektir.
Bu manada dönemin önemli devlet adamlarından
olup veziriazamlık da yapmış bulunan Lütfi Paşa’nın
(ö. 1563) hilafetle ilgili kaleme aldığı risalede Sultan
Süleyman’ın özünde imtizaç eden halife/sultan imajını pekiştirecek bir katkıyla Osmanlı hilafeti açık
şekilde tanımlanmıştır. Lütfi Paşa risalesinde Sultan
Süleyman’ı tıpkı kadim halifeler gibi zamanın imamı
olarak anmıştı. Ona göre Sultan Süleyman gerçek
anlamda halifeydi, çünkü Müslümanların yaşadığı
bütün coğrafya neredeyse onun hükmü altına girmişti. Bu coğrafya Anadolu merkezli olarak bütün
Arap topraklarını, Hicaz ve Umman’a varıncaya kadar Yemen bölgesini, hatta Mağrib’i içine alıyordu.
Almanya’nın en uç sınırlarına ulaşıncaya dek Macaristan gibi Müslümanların yaşadığı bölgelerin çoğunu kapsıyordu. Bütün bu coğrafyadaki meseleler,
anlaşmazlıklar Sultan Süleyman’ın “gölgesi altında”
ziletleriyle ilgili bir kitabı tercüme ederken metne
kendince eksik gördüğü bazı kritik katkılarda bulunmuştu. Tercüme ettiği metnin aslında olmamasına
rağmen Osmanlı sultanlarının hilafeti konusunda
devir meselesini buraya ekleyerek muhtemelen o
dönemde alevlenmiş tartışmalara bir farklı veçhe
kazandırdı. Bu bilginin kaynağına dair ise herhangi
bir atıfta bulunmamıştır. Buna rağmen daha sonraki
konuyla alakalı literatürde bu bilgi yaygın hale getirilip bir de Ayasofya’da yapılan tören hikâyesi buna eklendi. Nitekim eserini 1756 yılı sonunda kaleme alan
ve hakkında pek malumat bulunmayan ama eseri
(Tarih-i Nevpeyda) çok rağbet gören Şehrizâde, herhangi bir kaynağa atıf yapmaksızın Sultan Selim’in
Mısır’ı almasının ardından mevcut Abbasi halifesi
el-Mütevekkil’in “teberrüken” ona kılıç kuşandırdığını, ardından da “hüsn-i ihtiyarıyla” feragat edip
hilafeti ona verdiğini yazarak Şaban-ı Şifaî’nin aynı
yoldaki bilgisini kendisince daha da temellendirdi.
Zira “kılıç kuşatma” lafzı Şaban-ı Şifaî’de yoktu, ama
Şehrizâde’nin tezi için alışılmış Osmanlı cülus törenleri düşünüldüğünde, önemli bir anlam ifade ediyordu. Şehrizâde ayrıca Şaban-ı Şifaî’nin de belirttiği
üzere, o vakitten beri Osmanlı padişahlarının Abbasi
hilafetinin “nüvvâbı” olduğu fikrine katılıyordu. Böyle bir bilginin önceki Osmanlı kaynaklarında yer almadığı bilindiğine göre konuya ilk defa temas ettiği
anlaşılan Şaban-ı Şifaî bu kanaate nasıl ulaşmıştı?
Bu suali yeni kaynaklar ortaya çıkana dek cevaplamak güç olmakla birlikte zamanla devir konusunun entelektüeller arasında rağbet gördüğü ve
Şehrizâde’nin eserine de girerek iyice revaç bulduğu ileri sürülebilir. Nitekim daha sonra D’Ohsson (ö.
1807) Tableau général de l’Empire Othoman (I-III, Paris 1787-1829) adlı eserinde giderek yaygın hale gelen
ve artık yazılı kaynaklarda da geçmeye başlayan söz
konusu bilgiyi süsleyerek Ayasofya’da tertip edilen
resmi bir tören ile devrin gerçekleşmiş bulunduğunu
belirtmiş; ondan sonra da bu konu üzerinde Osmanlı
münevverleri arasında sorgulanmaksızın genel bir
mutabakat oluşmuştur.24
DOSYA
halledilip çözüme kavuşturuluyordu. Bu bakımdan
Sultan Selim oğlu Sultan Süleyman zamanının tek
hâkimi, tâbi olunacak büyük halifesiydi ve dini ihya
eden asrın müceddidi/yenileyicisi konumundaydı.
Onun imam ve halife unvanını kullanamayacağını
her kim söylerse bunu sadece aklî değil aynı zamanda şer’î ve naklî delillerle açıklaması gerekirdi.22
Sultan Süleyman’ın istihkakla kendisine ulaşan
hilafetinin şer’i açıdan çerçevesinin sağlamlaştırıldığı yeni bir devir başlamış oluyordu. Onunla ilgili resmi yazışma ve kitabelerdeki unvanlara bakıldığında
çok bariz şekilde eskiyi de hatırlatan zeminde yürüyen hilafet vurgularını görmek mümkündür. Abbasi
hilafetinden mülhem Osmanlılara has yeni mesuliyetleri içine alan ve cihanşümullük de ihtiva eden
kuvvetli bir unvan içi dolu bir şekilde teşekkül etmiş
durumdaydı. O kadar ki hilafet-i Rabbani ve hilafet-i
Rahmani diye ayrılan iki teorik hilafet yaklaşımının
bütünleştirileceği bir an dahi yakalanacaktı. Bilhassa III. Murad’ın tasavvufî derecelerde aldığı mesafelerle bu bütünleşmeyi kendi şahsında temsil etmeyi
düşündüğü söylenebilir.23
Sonuç itibarıyla Osmanlı tarihinin en yaygın
paradigması haline gelen “hilafetin Sultan Selim’e
törenle devri” diye bir bilginin dönemin Osmanlı
tarihlerinde ve belgelerinde bulunmadığı, Osmanlı
hilafetinin kendine has çizgide ilerleyerek zamanla
cihanşümul bir karaktere doğru evirildiği kuvvetle
vurgulanabilir. Hilafet haklarının devri meselesinin
zuhuru ise sonraki siyasî mecra içinde devlet sisteminin “İslamileştirilmesi” hususunda ulemadan gelen
tepkilerle oluşan tartışma ortamında ileri sürülen
temelsiz bir bilginin 18. yüzyıldan itibaren yaygınlaşmasının eseridir. Bu sonuncu hususu da kısaca özetleyerek yazımıza hitam verelim:
Osmanlı sultanlarının faziletlerinin konu edildiği
bu yüzyılın metinlerinde siyasi atmosferin etkisiyle
sarsılan saltanata yeniden revaç kazandırma amaçlı fikriyatın hâkim olduğu görülür. Bu tartışmaların
Viyana bozgun yıllarıyla eşleşmesi tesadüfi olmamalıdır. Nitekim dönemin entelektüellerinden hekim
Şaban-ı Şifaî (ö.1705) 17. yüzyılın başlarında Arapça
olarak yazılmış bulunan Osmanlı sultanlarının fa-
FERİDUN M. EMECEN - İstanbul 29 Mayıs Ünİversİtesİ
1
2
3
4
5
6
Osmanlı hilafeti konusunda daha önce muhtelif
makaleler kaleme alarak bu konu hakkındaki
görüşlerimi derinlemesine tahlillerle ortaya
koymuş ve konunun problematiğine yönelik
unsurlar üzerinde durmuştum. Buradaki yazı, söz
konusu çalışmalarımın bir muhassalası mahiyeti
taşımaktadır: Genel olarak bk. F.M. Emecen, “Klasik
Dönem Osmanlı Hilafetine Yeni bir Bakış”, Osmanlı
Klasik Çağında Hilafet ve Saltanat, Kapı Yayınları:
İstanbul 2020 içinde, s. 13-88.
O. Yazıcı, “Safevilerin Yıkılışından Sonra İran’da İlk
Osmanlı-Afgan İlişkileri”, Türk-İran Araştırmaları
Dergisi, sy. 1 (Ocak 2022), s. 1-20.
Koca Ragıb Paşa, Tahkik ve Tevfik: Osmanlı-İran
Münasebetlerinde Mezhep Tartışmaları, haz.
A.Z. İzgöer, İstanbul 2003.
T.Ş. Buzpınar, Hilafet ve Saltanat: II. Abdülhamid
Döneminde Halifelik ve Araplar, İstanbul 2016.
M. Küçükaşçı, “Emeviler ve Hilafet”, Geçmişten
Günümüze Hilafet, ed. M. Küçükaşçı-A. SatanA. Macit, İstanbul 2019, 55-114.
Emevilerin yıkılışından sonra ortaya çıkan halifeler
7
8
9
10
11
12
13
14
15
meselesi (Abbasi, Fatımî hilafeti vs) hakkında genel
olarak bk. C. Avcı “Hilafet”, DİA, XVII, 545-546.
Genel olarak bk. H. İnalcık, “Osmanlılar’da Saltanat
Veraseti Usulü ve Türk Hakimiyet Telakkisiyle
İlgisi”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi
Dergisi, XIV/ 1 (Ankara, 1959), s. 69-94.
W. Barthold, İslam’da İktidarın Serüveni: Halife ve
Sultan, trc. İ. Kamalov, İstanbul 2006, tür.yer.
Şeyhoğlu Mustafa, Kenzü’l-Küberâ ve Mehekkü’lÜmerâ, haz. K. Yavuz, İstanbul 2013, s. 205-244.
Ahmedî, İskendername, haz. R. Dankoff, Ankara
2020, II, 269.
Enîsü’l-Celîs, haz. A. Bilgin, İstanbul 2009, s. 59, 112.
Terceme-i Kitab-ı Fevaihü’l- Miskiyye, haz.
Ö. Yağmur, Y. Lisans Tezi, İstanbul 2007, s. 98.
F.Th. Dijkema, The Ottoman Historical Monumental
Inscriptions in Edirne, Leiden 1977, s. 13-14.
T. Boyalık, “Haydar el-Herevî’nin I. Mehmed’e İthaf
Ettiği el-Keşşâf Şerhi’nin Tesbiti ve Eserin Literatür,
Biyografi ve Tarih Alanına Sunduğu Veriler”,
Osmanlı Araştırmaları, sy. 54 (2019), s. 20-21.
Şirvanlı Mehmed b. Mahmud, Tuhfe-i Muradî fî
16
17
18
19
20
21
22
23
24
ilmi’l-Cevâhir, haz. O. Balcı, Y. Lisans Tezi, Ankara
1995, s. 17-19.
Kanunname-i Âl-i Osman, haz. A. Özcan, İstanbul
2003, s. 3, 4.
Erken tarihli 1543-44’te kaleme alınan bir manzum
tarihte açık ibarelere rastlanır: Mevlana İsa ve
Câmi’ü’l-Meknûnât Adlı Eseri, haz. Ç. Erdoğan,
Ankara Üniv. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Y. Lisans
Tezi, Ankara 2019, s. 247-261.
Bu örnekler ve belgelere dayalı unvanlar için bk.
F.M. Emecen, Osmanlı Klasik Çağında Hilafet ve
Saltanat, s. 39-46.
İbn Kemal, Tevârih-i Âl-i Osman, X. Defter, nşr.
Ş. Severcan, Ankara 1996, s. 6-7.
İbn Kemal, X. Defter, s. 26-27, 37.
F.M. Emecen, Hilafet ve Saltanat, s. 81, not 172.
C.A. Köksal, Fıkıh ve Siyaset: Osmanlılarda Siyaset-i
Şer’iyye, İstanbul 2016, s. 155-156.
Bunun için bk. F.M. Emecen, İmparatorluk Çağının
Osmanlı Sultanları-II, İstanbul 2016, s. 81-85.
Ayrıntılar için bk. F.M. Emecen, Hilafet ve Saltanat,
s. 67-87.
TOPLUMSAL TARİH MART 2024
DİPNOTLAR
41