I. Uluslararası Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevî Sempozyumu (03-05 Ekim 2013 Gümüşhane) -Bildiriler Kitabı-, (eds. İhsan Günaydın, Ali Kuzudişli, Adem Çatak; Gümüşhane: Gümüşhane Üniversitesi Yayınları, 2014), 741-755. (ISBN: 978-605-4838-03-5).
The most significant and well-known work of Aḥmad Ḍiyāʾ al-Dīn al-Gumushkhānawī in which he expre... more The most significant and well-known work of Aḥmad Ḍiyāʾ al-Dīn al-Gumushkhānawī in which he expressed his opinions and remarks on Islamic theological groups is Jāmiʿ al-mutūn. Apart from this he has a short Arabic firaq treatise titled al-Natāʾij al-iʿtiqādiyya as reported by his disciple Ḥasan b. ʿUmar al-Ṣunqūrī in his Zubdat al-ʿaqāʾid. Moreover al-Gumushkhānawī gave this treatise to him on the condition that he translates it into [Ottoman] Turkish and then Zubdat al-ʿaqāʾid came out. Al-Natāʾij al-iʿtiqādiyya whose existence we are aware of through this notice, however was neither available for us until now nor mentioned by name in modern studies concerning al-Gumushkhānawī as one of his works. Luckily our research on a manuscript in the Vahid Paşa Manuscript Library in Kütahya, Turkey drew us to the conclusion that the manuscript is none other than al-Gumushkhānawī’s lost treatise, al-Natāʾij al-iʿtiqādiyya. Although the identity of the author of the treatise is not explicitly written in the text, the title of the treatise is mentioned in the same way as al-Ṣunqūrī referred to and the information he gave about and quotations he made from al-Natāʾij al-iʿtiqādiyya in his Zubdat al-ʿaqāʾid are consistent with the text.
This paper firstly questions the authenticity of the treatise by comparing both al-Ṣunqūrī’s translation and the other kalam-firaq treatise of al-Gumushkhanawī, Jāmiʿ al-mutūn, and then examines the classification of theological Islamic groups made by al-Gumushkhanawī with its sources and characteristics and the tradition it belonged. Through this paper a lost treatise of al-Gumushkhanawī will come to light and be available in the use of researchers.
Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevî’nin itikâdî İslam fırkaları ile alakalı görüşlerini açıkladığı en önemli ve bilinen eseri Câmi’u’l-mütûn’dur. Bunun dışında müridi Hasan b. Ömer es-Sunkûrî’nin Zübdetü’l-akâid adlı eserinde bildirdiğine göre, Gümüşhanevî’nin en-Netâyicü’l-i’tikâdiyye isimli küçük hacimli bir Arapça fırak risalesi daha vardır. Nitekim Gümüşhanevî bu eserini Türkçeye tercüme edilmek kaydıyla müridi es-Sunkûrî’ye vermiş ve Zübdetü’l-akâid bu şekilde ortaya çıkmıştır. Varlığından bu vesileyle haberdar olduğumuz en-Netâyicü’l-i’tikâdiyye adlı eserin şu ana dek herhangi bir yazması bilinmiyordu ve bu nedenle Gümüşhanevî üzerine yapılan modern çalışmaların pek çoğunda bu eser zikredilmemekteydi. Ancak Kütahya Vahid Paşa Yazma Eser Kütüphanesi’ndeki yazma eserler arasında bulduğumuz bir yazma üzerinde yaptığımız tetkikler, bizi bu yazmanın Gümüşhanevî’nin kayıp olan fırak eseri en-Netâyicü’l-i’tikâdiyye olduğu kanaatine ulaştırmıştır. Yazmada her ne kadar müellifin ismi geçmemekteyse de içerisinde risalenin ismi tıpkı es-Sunkûrî’nin belirttiği gibi zikredilmekte ve yine es-Sunkûrî’nin eserin içeriğiyle alakalı verdiği bilgiler ve yaptığı nakiller örtüşmektedir.
Bu bildiri öncelikle sözkonusu yazma nüshayı hem es-Sunkûrî’nin tercümesi hem de Gümüşhanevî’nin diğer kelam-fırak türü eseri Câmiu’l-mütûn ile karşılaştırarak onun Gümüşhanevî’ye aidiyetini sorgulamakta, bunun yanı sıra Gümüşhanevî’nin bu risalesinde yaptığı fırka tasnifini incelemeye alarak hangi gelenekten geldiğini, kaynaklarını ve özelliklerini tespit ederek taşıdığı değeri ortaya çıkarmayı amaçlamaktadır. Bu bildiri vesilesiyle Gümüşhanevî’nin kayıp bir eseri gün yüzüne çıkmış ve ilim dünyasına kavuşturulmuş olacaktır.
Bookmarks Related papers MentionsView impact
Uploads
He has several valuable works in many disciplines of the Islamic thought, especially his al-Durar wa-al-Gurar that is a very important text in the field of Islamic jurisprudence and a handbook of Muslim jurists and judges in the Ottoman Empire.
This symposium aims to discuss Mullā Khusraw from his different aspects with contributions of eminent scholars from different countries.
This symposium, in fact, is a third link of a symposium series the first two of which was held in Bursa again on Molla Fanari on 4-6 December 2009, and on Khojazāda on 22-24 October 2010.
The online program book can be downloaded via the link below.
http://ilahiyat.uludag.edu.tr/images/stories/faaliyetler/Molla_Husrev.pdf
For two years, Faculty of Theology (Ilahiyat)-Uludağ University and Bursa Metropolitan Municipality have been organizing several symposiums to discover the Ottoman tradition of philosophy, thought and culture. The last two symposiums were held with the contribution of researches from several countries on Mulla Fanari (4-6 December 2010, Bursa) and Khojazada, scholars who were originally born or educated in the Bursa of the Ottoman State. The proceedings of Mulla Fanari Symposium was published last year.
He has several valuable works in many disciplines of the Islamic thought, especially his al-Durar wa-al-Gurar that is a very important text in the field of Islamic jurisprudence and a handbook of Muslim jurists and judges in the Ottoman Empire.
This symposium aims to discuss Mullā Khusraw from his different aspects with contributions of eminent scholars from different countries.
This symposium, in fact, is a third link of a symposium series the first two of which was held in Bursa again on Molla Fanari on 4-6 December 2009, and on Khojazāda on 22-24 October 2010.
The online program book can be downloaded via the link below.
http://ilahiyat.uludag.edu.tr/images/stories/faaliyetler/Molla_Husrev.pdf
For two years, Faculty of Theology (Ilahiyat)-Uludağ University and Bursa Metropolitan Municipality have been organizing several symposiums to discover the Ottoman tradition of philosophy, thought and culture. The last two symposiums were held with the contribution of researches from several countries on Mulla Fanari (4-6 December 2010, Bursa) and Khojazada, scholars who were originally born or educated in the Bursa of the Ottoman State. The proceedings of Mulla Fanari Symposium was published last year.
H. A. R. Gibb was one of the leading orientalist
scholars of his day. He published books, articles,
encyclopedia entries, and book reviews on such diverse
subjects as early Islamic history, modern Arabic
literature, political thought in medieval Islam, and
modern trends in Islamic society. He played a major role in important developments in the field after World
War II.
"Kâtip Çelebi (1609–1657)
was a prominent Ottoman intellectual of the seventeenth
century, the author of important works
on history, geography, and bibliography. He was
also known as Ḥājjī Khalīfah (Hacı Kalfa) to the
rulers and officials because of his posts in the
Ottoman
bureaucracy....""
Meşhur İslâm âlimi ve Hanefîlik mezhebinin kurucu imamı Ebu Hanife’ye (öl. 150/767) nispet edilen bazı akaid risaleleri bulunmaktadır. Bunların başında oğlu Hammâd b. Ebî Hanîfe kanalıyla rivayet edilen el-Fıkhu’l-ekber gelmektedir. Bu eser gerek nüfus gerekse de nüfuz bakımından Hanefîliğin hâkim mezhep olduğu Osmanlı Dönemi’nde ulemanın kendisine hususi ilgi gösterdiği kaynakların başında gelmiştir. Eser üzerine pek çok Osmanlı âlimi şerh, tercüme veya manzûme türü çalışmalar gerçekleştirmiştir. Bunlar içerisinde biri vardır ki Osmanlı’da en yaygın şekilde okunmuş ve tanınmıştır. Bu da Manisalı âlim Ebu’l-Müntehâ Ahmed b. Mehmed el-Mağnisâvî’nin (ö. 1000/1592?) Arapça kaleme aldığı bir şerh çalışması olan Şerhu’l-Fıkhi’l-ekber’idir. Günümüzde Türkiye’deki yazma eser kütüphanelerinde yüz elliye yakın el yazma nüshasının bulunması kendisine ne denli teveccüh gösterildiğine işaret etmektedir. Diğer Fıkh-ı Ekber şerhleri ile mukayese edildiğinde oldukça kısa ve sade bir şekilde yazıldığı ve eğitim amaçlı kullanmaya elverişli olduğu görülen şerh, yine Osmanlı döneminde ayrıca Türkçe’ye çevrilmiş, üzerine şerhler kaleme alınmış ve kaynaklarda referanslarda bulunulmuştur. Yine günümüz Türkçe’sinde yapılmış tercümeleri ve çeşitli baskıları da mevcuttur. Şerhi bu denli meşhur olmakla birlikte Ebu’l-Müntehâ hakkındaki bilgilerimiz oldukça sınırlıdır. Genel anlamda hayat hikayesi, ilmî kariyeri, Fıkh-ı Ekber Şerhi’ni ne zaman yazdığı ve ölüm tarihi gibi hususlarda belirsizlikler veya ihtilaflar bulunmaktadır. İşte bu çalışma, Manisalı bir Osmanlı âlimi Ebu’l-Müntehâ el-Mağnisâvî hakkındaki bilgileri netleştirmeye çalışacak, şerhinin özelliklerini ve niçin Osmanlı’da bu denli yoğun teveccühe mazhar olduğunu açıklamaya gayret edecektir.
“İslam Literatüründe İtikadî Fırka Tasnifleri” başlıklı doktora tezimiz esnasında bu fırak geleneğine ve ürünlerine dair gerçekleştirdiğimiz derinlemesine araştırmalar neticesinde ulaştığımız birtakım yeni tespitleri, geçmişte yapılan bazı tespit ve yorumlara getirdiğimiz düzeltme önerileri ve eleştirileri, bunun yanı sıra yeni iddia ve mülahazaları da bu çalışma vesilesiyle bilim dünyası ile paylaşmayı arzu etmekteyiz. Bu bağlamda geleneğin Ebû Hanîfe ile irtibatlandırılabilme imkanı; geleneğin elimize ulaşan en erken örneği olan Ebû Mutî Mekhûl en-Nesefî’nin er-Redd’inin geleneğin aynı zamanda ilk örneği olup olmadığı; Nesefî’nin mezhebi kimliği ve bu kimliğin tasnife etkileri; geleneğin fırka tasnifindeki ana fırkaların kimlikleri; geleneğin içerisinde birbirinden farklılaşan alt geleneklerin mevcudiyeti; geleneğin bilinen örneklerinden biri olan Irakî’nin kimliğine ve eserine dair yeni bulgular; geleneğin tespit ettiğimiz yeni örnekleri gibi meseleler ortaya konulup araştırmacıların ilgi ve değerlendirmesine sunulmuştur.
Abstract
The practice of classifying and making lists of Islamic political-theological sects (firaq) that emerged in Islamic community has been an interest of Muslim scholars from the early period. In this context, it is maintained that there have been several firaq traditions following distinctive methods in listing the sects and treating them, and special sources and materials that they refer to and utilize. One of these firaq traditions is one identifed as “Eastern Hanafite” or “Hanafite-Maturidite” that was brought out by particularly Hanafite scholars in Khurasan and Transaxonia and then moved to the Western Muslim World through immigrations. The samples of the tradition have been given by the scholars who defined themselves as Hanafite and/or Maturidite. Some modern academic researches has been done on the whole tradition and/or various books and treatises that are productions of the tradition and some suggestions, claims, and remarks has been proposed. The present study aims to make a contribution to this subject area.
Through this paper, i would like to present my new findings, suggestions of correcting some previous results and interpretations, as well as new claims and remarks to the attention and evaluation of researchers studying on the subject. In this frame, i will deal with the possibility of the connection between the tradition and Abu Hanifa; whether the first extant sample of the tradition, Abu Muti Makhul al-Nasafi’s al-Radd is actually the first original sample; al-Nasafi’s sectarian identity in theology and its influence on his classification; a suggestion of sub-traditions of this firaq tradition; new findings about another known sample of the tradition, Uthman al-Iraqi and his heresiographical work; and other samples of the tradition
12./18. yüzyıl Osmanlı düşünce tarihinde Birgivî’ye nispet edilen Kelîme-i Tevhîd lugazı üzerine pek çok âlimin şerhler kaleme aldığı bir dönemdir. Müellifimiz de bu kervana katılan isimlerden biridir. Onun şerhinin en önemli özelliği lugazdaki ifadeleri açıklamaktan ziyade onu anlamaya katkı sağlayacak açıklayıcı bir mukaddime hazırlamasıdır. Bu mukaddime okuyucunun söz konusu lugazda ne denmek istediğini anlamasını kavrama noktasında değerli bir yardım sunmaktadır.
Bu çalışmada İzmitli bir müderris İbrahim b. Ali el-İznikmîdî hakkında ulaştığımız bilgiler ile bunlardan hareketle oluşturduğumuz tahminler ortaya konacak; daha sonra da risaleye geçilecektir. Risale ile ilgili bölümde risalenin konusu, muhteva özellikleri, taşıdığı özgün noktalar ile tespit edebildiğimiz nüshaları ele alınacak; nihayetinde de risalenin neşri ve Türkçe tercümesi yer alacaktır.
İbâdiyye mezhebi, Sıffîn Savaşı sonunda savaşan iki ordu arasındaki problemin iki taraftan belirlenen birer kişinin hakemliğinde çözülmesi (tahkim) şeklindeki kararı Kur’ân’a aykırı bularak Hz. Ali’nin ordusunu terkeden ve sonraki kaynaklar tarafından Hâricîler olarak isimlendirilen grubun içerisinden sonraki süreçte çıkmış bir mezheptir. Basra’da teşekkül eden ve mezhebin savunucularından Abdullah b. İbâd’a nispetle İbâdiyye olarak anılan mezhebin müntesipleri mezheplerinin kurucusu olarak tâbiûnun ileri gelenlerinden Câbir b. Zeyd’i kabul eder. Câbir sonrasında mezhebin lideri kabul edilen Ebû Ubeyde döneminde Emevîlerle ilişkilerin bozulması neticesinde Basra’dan göç etmek zorunda kalan mezhep tâbileri ayrıca Ebû Ubeyde tarafından oluşturulan ve hameletü’l-ilim şeklinde adlandırılan davet teşkilatıyla Yemen, Uman ve Kuzey Afrika gibi merkezden uzak bölgelerde yaşama imkânı bulmuştur. Mezhep diğer Hâricî fırkalara nazaran ılımlı görüşler benimsemesi ve dış dünyadan kendisini izole etmesi sebebiyle günümüze değin yaşamayı başarmıştır. Hem itikatta hem de amelde müstakil bir mezhep olan İbâdiyye sonraki dönemlerde Sünnî fıkhına gerek metot gerekse de görüşler bakımından yakınlaşmıştır. Zekât meselesi bunun bir örneğini teşkil etmektedir. Zekâta dair meselelerde Sünnî mezheplerin görüşleriyle benzeşen görüşlere sahip olan İbâdîler yalnızca sığırın nisabı ve zekâtın dağıtımı meselesinde kendilerine özgü bir duruş sergilemişlerdir.
Zekâta dair meselelerin İbâdiyye’deki ele alınışını ele alan bu çalışmada öncelikle çoğu zaman Hâricîler üzerinden oluşturulan menfi algı ve muhaliflerce kaydedilen yanlış bilgiler sebebiyle gerçek kimliğinden farklı bir imaj ile tanınan İbâdiyye’ye dair genel bir çerçeve çizilecek, akabinde İbâdiyye fıkhı temel karakterleri itibariyle ortaya konulacak ve son olarak da zekât konusundaki görüşleri özet bir şekilde verildikten sonra farklılaştıkları iki mesele üzerinde durulacaktır.
Bu çalışma, hayat çizgisi Sinop’tan başlayıp Bursa’ya uzanan, Osmanlı’nın kuruluş dönemini tamamlayıp yükselişe geçtiği bir devirde en başta gelen ilim kurumlarından birinde hocalık yapmış bir Osmanlı âlimi İlyas b. İbrahim es-Sinobî’nin, kaynakların verdiği sınırlı bilgiler ve araştırmalarımız sonucunda ulaştığımız bulgular çerçevesinde, hayatı, kariyeri, eserleri, tesirleri ve ilmî konumu üzerinde durmakta ve Sinop ile Bursa’yı buluşturan bu Osmanlı âlimini Sinop ilinin bir değeri olarak tanıtmayı amaçlamaktadır.
ANAHTAR KELİMELER: Sinobî, Bursa, Osmanlı, Fıkh-ı Ekber Şerhi, Zeyniler
Anahtar Kelimeler: Ebû Hanîfe, Doğu Hanefî Fırak Geleneği, Birgivî, Tuhfetü’l-müsterşidîn, 73 fırka hadisi, Mürcie
This paper firstly questions the authenticity of the treatise by comparing both al-Ṣunqūrī’s translation and the other kalam-firaq treatise of al-Gumushkhanawī, Jāmiʿ al-mutūn, and then examines the classification of theological Islamic groups made by al-Gumushkhanawī with its sources and characteristics and the tradition it belonged. Through this paper a lost treatise of al-Gumushkhanawī will come to light and be available in the use of researchers.
Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevî’nin itikâdî İslam fırkaları ile alakalı görüşlerini açıkladığı en önemli ve bilinen eseri Câmi’u’l-mütûn’dur. Bunun dışında müridi Hasan b. Ömer es-Sunkûrî’nin Zübdetü’l-akâid adlı eserinde bildirdiğine göre, Gümüşhanevî’nin en-Netâyicü’l-i’tikâdiyye isimli küçük hacimli bir Arapça fırak risalesi daha vardır. Nitekim Gümüşhanevî bu eserini Türkçeye tercüme edilmek kaydıyla müridi es-Sunkûrî’ye vermiş ve Zübdetü’l-akâid bu şekilde ortaya çıkmıştır. Varlığından bu vesileyle haberdar olduğumuz en-Netâyicü’l-i’tikâdiyye adlı eserin şu ana dek herhangi bir yazması bilinmiyordu ve bu nedenle Gümüşhanevî üzerine yapılan modern çalışmaların pek çoğunda bu eser zikredilmemekteydi. Ancak Kütahya Vahid Paşa Yazma Eser Kütüphanesi’ndeki yazma eserler arasında bulduğumuz bir yazma üzerinde yaptığımız tetkikler, bizi bu yazmanın Gümüşhanevî’nin kayıp olan fırak eseri en-Netâyicü’l-i’tikâdiyye olduğu kanaatine ulaştırmıştır. Yazmada her ne kadar müellifin ismi geçmemekteyse de içerisinde risalenin ismi tıpkı es-Sunkûrî’nin belirttiği gibi zikredilmekte ve yine es-Sunkûrî’nin eserin içeriğiyle alakalı verdiği bilgiler ve yaptığı nakiller örtüşmektedir.
Bu bildiri öncelikle sözkonusu yazma nüshayı hem es-Sunkûrî’nin tercümesi hem de Gümüşhanevî’nin diğer kelam-fırak türü eseri Câmiu’l-mütûn ile karşılaştırarak onun Gümüşhanevî’ye aidiyetini sorgulamakta, bunun yanı sıra Gümüşhanevî’nin bu risalesinde yaptığı fırka tasnifini incelemeye alarak hangi gelenekten geldiğini, kaynaklarını ve özelliklerini tespit ederek taşıdığı değeri ortaya çıkarmayı amaçlamaktadır. Bu bildiri vesilesiyle Gümüşhanevî’nin kayıp bir eseri gün yüzüne çıkmış ve ilim dünyasına kavuşturulmuş olacaktır.
By doing so, it is hoped to uncover the sources used by al-Amidi in his classification, and to show, with concrete examples, that it was one of the most preferred and repeated classifications by later Ash‘arite scholars. This line of argument will allow us to talk about, what can be called, an Amidi line within the classifications of theological groups.
Çalışma Molla Fenârî hakkında araştırma yapanlar için onun eserleri hakkında sağlıklı bilgiler sunmak ve temel bir referans kaynağı olmak amacındadır.
This paper deals with the attribution problem about the works attributed to Molla Fanārī in various works which includes information about him, and questions whether or not each of them belongs to him. In doing so, firstly, it talks about the characteristics of Molla Fanārī’s books which is definitely known to have belonged to him, some problems encountered in this research, and some clues to solve them.
Also the paper attempts to compose a bibliography on Molla Fanārī. This bibliography as the main part of the paper consists of three main parts:
1. The works we surely know or have only small doubts under three sub-divisions: (a) printed works – (b) unprinted works (manuscripts) – (c) works which we know through references in various books, but are not extant to us.
2. The works whose belonging to Fanārī is spurious or suspicious.
3. The works mistakenly attributed to Fanārī
To reach a conclusion about the status of each work attributed to Molla Fanārī, i compared different sources and more importantly examined on the manuscripts existed in the Turkish manuscript libraries, especially those ones in Istanbul. Also i stated the reasons or arguments regarding to the spurious, or mistakenly attributed works.
Finally i added short information about some documents i.e. permissions (ijāzatnāma), letters, foundation (waqf) records connected to or signed by Fanārī, and a list of modern works (dissertations, books, articles etc.) done on Molla Fanārī particularly in Turkey.
This paper aims to give accurate data on the works of Molla Fanārī, and to be a reference source for scholars who will study on this prominent Ottoman scholar.
Takfīr, the act of accusing an individual or group that self-identifies as muʾmins/believers of in fact being kāfirs/unbelievers because of their beliefs and/or acts, is not simply a practice of nam-ing. Rather, it has serious theological, legal, and social consequences. Thus branding someone as an unbeliever entails that that person will be subject to the special laws governing unbelievers, including prohibitions against marrying or remaining married to a Muslim, inheriting from a Muslim, being buried in a Muslim graveyard when he/she dies, and so on. Therefore, the practice of takfīr should not be undertaken lightly. It should be kept in mind that the act of naming someone as kāfir in takfīr is a label given by the other, and is not a self-appellation. Faith and unbelief are, however, inner states, and cannot be known by other individuals. To declare that someone is an unbeliever is to claim to know his/her inner beliefs, sincere thoughts, and feelings. However, how could that be possible for a human being? If it is not possible, why issue the accusation of unbelief? Because takfīr is a useful weapon, which allows someone to get rid of his/her op-ponents instead of having to encounter them intellectually. Declaring that someone is an unbeliever trivializes what that person says or suggests regarding religious issues.
“İslam Literatüründe İtikadî Fırka Tasnifleri” başlıklı doktora tezimiz esnasında bu fırak geleneğine ve ürünlerine dair gerçekleştirdiğimiz derinlemesine araştırmalar neticesinde ulaştığımız birtakım yeni tespitleri, geçmişte yapılan bazı tespit ve yorumlara getirdiğimiz düzeltme önerileri ve eleştirileri, bunun yanı sıra yeni iddia ve mülahazaları da bu tebliğ vesilesiyle bilim dünyası ile paylaşmayı arzu etmekteyiz. Bu bağlamda geleneğin Ebû Hanîfe ile irtibatlandırılabilme imkanı, geleneğin elimize ulaşan en erken örneği olan Ebû Mutî Mekhûl en-Nesefî’nin er-Redd’inin geleneğin aynı zamanda ilk örneği olup olmadığı, Nesefî’nin mezhebi kimliği ve bu kimliğin tasnife etkileri, geleneğin fırka tasnifindeki ana fırkaların kimlikleri, geleneğin içerisinde birbirinden farklılaşan alt geleneklerin mevcudiyeti, geleneğin bilinen örneklerinden biri olan Irakî’nin kimliğine ve eserine dair yeni bulgular, geleneğin tespit ettiğimiz yeni örnekleri gibi meseleler ortaya konulup araştırmacıların ilgi ve müzakeresine açılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Fırak Geleneği, Mezhep, Doğu Hanefi, Maturidiler, Fırka, Mekhûl en-Nesefî, el-Irakî
Bu bildiri, hayat çizgisi Sinop’tan başlayıp Bursa’ya uzanan, Osmanlı’nın kuruluş dönemini tamamlayıp yükselişe geçtiği bir devirde en başta gelen bilim kurumlarından birinde hocalık yapmış bir Osmanlı âlimi İlyas b. İbrahim es-Sinobî’nin ilmî kariyerini, eserlerini ve hakkında bilinenleri ele almakta ve Osmanlı ilim hayatında meşhur olmasını sağlayan Fıkh-ı Ekber Şerhi’nin özellikleri, önemi ve etkisi üzerinde durmakta ve Sinop ile Bursa’yı buluşturan bu Osmanlı âlimini Sinop ilinin bir değeri olarak tanıtmayı amaçlamaktadır.
The issue of the religious status of the Prophet’s parents and those who protected him such as ʿAbd al-Muṭṭalib and Abū Ṭālib has become an interest of Muslims. Given that His parents and grandfather died before Islam, and his uncle died as unbeliever according to most of reports, Muslim scholars have suggested different ideas on whether they died as believer, or as unbeliever, or that silence is the best way. Adopting as a basic principle the doctrine of al-Nūr al-Muḥammadī that is the first thing created by God and transferred in the generations from Adam to the Prophet, Sufis and Ismāʿīl Ḥaqqī al-Bursawī as a Sufi assert that the Prophet’s parents are believers/muʾmin. Bursawī’s view on Abū Ṭālib, however, is different. Accepting ʿAbd al-Muṭṭalib as muwaḥḥid since he left polytheism he followed in the earlier times of his life, Bursawī emphasizes that Abū Ṭālib died as unbeliever. Regarding his view, some Sufi groups particularly Bayramī Malāmīs and Shams branch of Mawlawiyya severely criticized and declared even not to visit his grave.
This presentation first briefly mentions the different ideas and their basic arguments about the religious status of the Prophet’s parents and Abū Ṭālib throughout the history of Islam, and then tries to explore the views of Bursawī on this issue through his books such as Silsila-nama-i Jalwatī, Farāḥ al-Rūḥ/Sharh al-Muḥammadiyya and Rūḥ al-bayān and also the criticisms directed against him. It aims to inquire the background of these criticisms by noting that they are not simply about Bursawī’s ideas on the issue, but rather related to the character of the relationship Bursawī and the groups who criticized him, Bayramī Malāmīs and Shams branch of Mawlawiyya.
Özet
Hz. Peygamber’in anne ve babasının, kendisine kol kanat geren dedesi Abdülmuttalib ve Ebû Tâlib’in dinî ve uhrevî durumları Müslümanlar tarafından merak konusu olagelmiştir. Zira Hz. Peygamber’in ebeveyni ve dedesi İslam gelmeden önce vefat etmiş, amcası Ebû Tâlib ise çoğu rivayete göre iman etmeden ölmüştü. Konu hakkında âlimler farklı kanaatler serdetmiş, kimisi ebeveyn-i resulün mümin olduğunu, kimisi kâfir olarak öldüğünü, kimisi de haklarında konuşulmaması gerektiğini söylemiştir. Allah’ın ilk yarattığı şeyin Hz. Peygamber’in nuru olduğu ve bu nurun Hz. Adem’den Hz. Peygamber’e değin nesilden nesile aktarılageldiği şeklinde “nur-i muhammedî” prensibini en temel öğretilerinden biri olarak gören mutasavvıflara ve dolayısıyla İsmail Hakkı Bursevî’ye göre ebeveyn-i Resul mümindir. Fakat Bursevî’nin Ebû Tâlib konusundaki kanaatini farklıdır. Abdülmuttalib’in başlangıçta şirk inancındayken daha sonra bunu terk edip muvahhid olduğunu kabul eden Bursevî, Ebû Tâlib’in küfür üzere öldüğünü kesin bir dille ifade eder. Bu görüşü sebebiyle özellikle Bayramî Melâmîleri ve Mevlevîlerin Şems kolu onu şiddetle eleştirir ve kabrinin dahi ziyaret edilmemesi gerektiğini söyler.
İşte bu bildiri, öncelikle ebeveyn-i Resul ve Ebû Tâlib konusundaki İslam düşünce tarihinde ortaya çıkan farklı görüşleri ve bunların temel tezlerini öz bir şekilde sunduktan sonra özellikle Bursevî’nin bu konudaki görüşlerini bahis konusu ettiği Silsilenâme-i Celvetî, Ferahu’r-rûh/Şerhu’l-Muhammediyye, Rûhu’l-Beyân gibi eserlerinden derlemeye ve bu hususta ona yöneltilen eleştirileri tespit etmeye çalışacaktır. Bu eleştirilerin Bursevî’nin sadece ilgili konudaki görüşleri sebebiyle olmayıp Bursevî ile bu eleştiriyi yönelten gruplar olan Bayramî Melâmîleri ve Mevlevîlerin Şems kolu arasındaki ilişkilerin mahiyeti ile alakalı durumlara dikkatleri çekerek Bursevî’ye yöneltilen bir tenkidin arka planını sorgulamaya gayret edecektir.