Since the emergency of civilization in the Eastern Mediterranean, the Mediterranean played in int... more Since the emergency of civilization in the Eastern Mediterranean, the Mediterranean played in intercontinental communication has been very important in the global expansion of civilization, made up of settled life, agriculture, animal domestication and faith that sprang in the Fertile Crescent. This civilization, motivated by labour, surplus products and trade and constantly demanding for more, was able to spread to the north thanks to the Black Sea. In this article, archaeological assessments will be made to grab clues of the relations between Mediterranean and the Black Sea.
Doğu ve Batı kavramları tarih boyunca karmaşık biçimde kullanılmaya devam etmiştir. Bu yazının ko... more Doğu ve Batı kavramları tarih boyunca karmaşık biçimde kullanılmaya devam etmiştir. Bu yazının konusu değil belki ama şu kadarını söylemem lazım, bugün Batı’nın domine ettiği ve içinde gelişmiş-gelişmemiş bir çok ülkenin ve kültürün barındığı uygarlık bir ve aynı uygarlıktır. Bu uygarlığa Akdeniz Uygarlığı demek daha doğru olacaktır. Yakındoğu’da şekillenmiş, Mezopotamya, Mısır, Yunan ve Roma gibi siyasi oluşumlarla yoğrulmuş, önce Akdeniz’in tüm kıyılarına sonra da neredeyse dünyanın her tarafına yayılmıştır. Dinamiklerini, kültürün kökenlerini Akdeniz’den almaktadır ve aynı zamanda bu referansını göklerden alan bir Din Uygarlığı’dır. Başlangıcından itibaren şiddetle hemhal olduğu için aynı zamanda da bir Şiddet Uygarlığı’dır. Şiddeti, bu uygarlığın nasıl oluştuğunu bilmeden, anlamak mümkün değildir. Şiddetten arındırılmış bir uygarlık amaçlanıyorsa bataklığın ne ve nerede olduğu aşikardır.
Summary
In 546 BC, the Lydian King Croesus launched a military campaign against the Persian King... more Summary
In 546 BC, the Lydian King Croesus launched a military campaign against the Persian King Cyrus, who threatened his country. During the campaign, narrated by Herodotus in detail, passing over the Halys River was only possible thanks to a method devised by Thales, the renowned philosopher of Miletos. The army was transferred to the east of the river by digging an alternative s-shaped riverbed in order to divide the water. The water tunnel, which suits to the depiction of Herodotus, discovered in Sarıhıdır village of Avanos compels one to think about the reality of the incident. Therefore, it will be possible to be able detect, from which part of the Halys River Croesus crossed, only if one knows the route he used. The route, which is not studied enough by modern researchers, is significant to elucidate whether the incident narrated by Herodotus could be possible. In this article, the route that Croesus used, whether Thales participated in this campaign and the relation of Sarıhıdır Tunnel with the event will be discussed.
The foundation precess of the ancient city of Erythrae, located within the present-day village of... more The foundation precess of the ancient city of Erythrae, located within the present-day village of Ildırı belonging to district of Çeşme in the İzmir province, is as yet obscure. the fact that archaeological surveys were not carried out until recently in the Eryhtraean hinterland, where settlement has been witnessed since the Chalcolithic Period, along with the lack of relevant finds have posed a serious obstacle to the discussion....
Tragedya, kahramanını halkın içinden almaz; onun kahramanları, tanrılar, kahramanlar, savaşçılar,... more Tragedya, kahramanını halkın içinden almaz; onun kahramanları, tanrılar, kahramanlar, savaşçılar, saraylılardır. Bir tragedyanın konu edindiği, izleyiciye taşıdığı deneyim, seçkinler sınıfının çöküşüdür. Kader, günahkarlık, suç, kehanet, günah gibi kavramları konu edinir. izleyeninde, korku, endişe, biat, inanç gibi duygular uyandırmak arzusundadır... Tragedyaların günahkar kahramanlarının verdiği korku, koronun sağduyulu sesinde umudu da beraberinde taşır. Bu anlamıyla iktidara hizmet eden Apollonik bir dil oyunu olduğu söylense de asalet taşıyan kahramanın çöküşü Dionysiak halkın yüreğini ferahlatır...
Ethnic identity is constructed as a corıclusion of social and political process- es focused aroun... more Ethnic identity is constructed as a corıclusion of social and political process- es focused around power and same social value s according to the require- ments of the time. it is mainIy based on shifting sitnational and subjective identificatiorıs of self and others, which are rooted in on-going daily practices and histarical experierıces, but are alsa subjected to transformatian and dis- continuity. It is formed in the tension between different groups and alsa unre- lated to biological makeup. Human beings try to identify their living erıviron- ments while constructing their identities. Settlements are not passiye places, on the contrary they lead to human behaviours in daily life. To research the cities as a meeting place of time, human relations and psychological processes have an increasing presence in social scierıces. it is acknowledged that they play a very significant role in deminating the behaviours and perceptions of the population. The settlements and their accumulations of history and culture are factors both in determining the behaviours and the relations among its inhabitants in daily life. According to the social scierıce theory, titled "place iderıtity", the human mind perceives the iderıtities of settlements, places and even their distinguishing characteristics. A human being needs to make sense of place and appropriation of the space in which s/he is living. Because as human s continue to be in contact with the places theyare living, they develop a sense of belonging and begin to construct their iderıtities. The construction of place identity occurs with the help of discrepancies and the creatiorı of contrasts. The most important pieces of archaeological evidence dişplaying the fea- tures of identity are myths. it is possible to find perceptions, meanings and value s of the minds of citizens about themselves and their settlements in myths. In this artide, same myths related to Erythrae will be discussed, as well as s how these myths are central to constructing and changing ethnic and social identities. Key-words: Erythrae, mythology, Minos, Ionia, Colonization, ethnic identiry, place identity, place attachment, appropriation.
Uygarlık ve onun itaat talep eden yasaları insan bedeni üzerindeki gerilimin en temel kaynağıdır.... more Uygarlık ve onun itaat talep eden yasaları insan bedeni üzerindeki gerilimin en temel kaynağıdır. Milyonlarca yıl doğa dışındaki hiçbir yasaya tabi olmayan beden üzerine uygarlığın ve onun beraberinde getirdiklerinin uyguladığı baskı, insan üzerindeki stresin asıl sebebidir. Üstelik de insanı daha ileri götürmeyi vadeden uygarlık "ilerledikçe" insan bedeni üzerinde uygulamaya giren fallik, kısıtlayıcı yasal düzenlemeler artmış, stres, bir arada yaşamı güçleştirecek denli patlamalara yol açmaya başlamıştı. Kendisine dayatılan doğa koşullarına karşı çok da adaptif bir bedene sahip olmadığı söylenen insan bedeni üzerinde, uygarlıkla birlikte başlayan ve doğalolmayan kültürel, yasal kastrasyonlar, milyonlarca yıllık beden işle- yişini bozmuştu. Ve kadını şiddetin nesnesi haline getirmişti...
Antikçağ dünyasından geriye görkemli yerleşimler, anıtlar, heykeller, yaşamın izlerini taşıyan e... more Antikçağ dünyasından geriye görkemli yerleşimler, anıtlar, heykeller, yaşamın izlerini taşıyan eserler, anlatılar kaldı. Bu kalıntılara uygarlığın penceresinden bakanlar, mutlu bir topluluğun zevk içindeki ayrıcalıklı yaşam kesitlerini görür. Mermer sütunlarla desteklenen antik kentler, müzeleri dolduran estetik heykeller, anıtsal mezarlar, lahitler, dev surlar iktidarın sahip olduğu güce, çağın estetiğine ve teknolojideki mucizeye dikkat çekerler. Sömürüye dayalı yaşam biçiminin arkeolojik nesneye yüklediği “sınıfsal ihtişam” bakanın zihninde onu yapanların emeklerini görünmez kılar. Örneğin bir mezarda bulunan altın diademler, takılar, pahalı hediyeler, kap kacaklar ölenin zenginliğine işaret eder ama o metalleri çıkarması ve işlemesi için maden ocaklarında kölelerin ölümüne çalıştırılışı, emekleri ve hatta yaşamları, o gün olduğu gibi bugün de örtbas edilir. Ne antikçağın iktidar sahibi yazar, sanatçı ve düşünürleri ne de günümüzün gözleri sınıfla mühürlenmiş modern yazar ve entelektüelleri bu sömürü düzenini görür. Sarayla mabet arasında kümelenen imtiyazlı sınıfların emek sömürüsüne ve tüketime dayalı yaşamları, mülkleri ve güçleri övgüyle konu edilirken o yaşamı bütün nesneleriyle birlikte üreten insanlar, dilde, sanatta, edebiyatta yok edilmiştir. Çünkü “uygarlık” adı verilen bu yeni düzende “birilerinin çalışmadan yaşaması için binlercesinin yaşamadan çalışması” gerekir. Büyük tarih anlatılarında yeri olmayan ötekilerin izini süren bu kitap, müzelerin, anıtların, sanat eserlerinin göz alıcı hikâyelerinin gölgesinde bırakılan emek sömürüsünün kökenlerini sorguluyor. Gerçek şu ki yoksulluk doğal da değildir kader de; yoksulluk bir uygarlık icadıdır.
Bir arkeolojik kazısının güncesiyle genç okurlar ve arkeoloji arasındaki ilişkiyi kurmayı hedefle... more Bir arkeolojik kazısının güncesiyle genç okurlar ve arkeoloji arasındaki ilişkiyi kurmayı hedefleyen bir çalışma.
Gılgamış miti uygarlığın kurucusu Homo sapiens’in öyküsünü anlatır. Tabletler üzerine şiir biçimi... more Gılgamış miti uygarlığın kurucusu Homo sapiens’in öyküsünü anlatır. Tabletler üzerine şiir biçiminde kazınmış bu metin, birkaç bin yıl öncesi iktidarının hakikat rejimleriyle üretilen ve Mezopotamya insanının zihnini işgal eden evren algısının kurucu mitidir. Gılgamış’ın hikâyesi aynı zamanda yaşamanın ve doğru yaşamanın toplumsal kabulüyle toplumların algılarını mühürleyen bir metindir. Bunca zamandır canlılığından hiçbir şey kaybetmeden hayatta kalması, onun bir ilkörnek mit oluşundan kaynaklanır. Çünkü o günden bu yana yaşamı biçimlendiren temel paradigma aynıdır. Ölümsüzlük arayışı uygarlığın ve kurucularının hedefinde, sonsuz yaşama duyulan arzu da baki. Homo sapiens’in “Bilen insanın” arzularının sözcülüğünü her şeyi bilen, gören Gılgamış üstlenir. Onun zaman, sınır ve kimlik ötesi etkisi tüm türün arzusunu dile getirmesinden kaynaklıdır. Gılgamış miti ismiyle dahi uygar insanın en eski öyküsü tanımını hak eder. Her şeyi gören, bilenin bu mitin sonunda bilip gördüğü şey, ölümün kaçınılmazlığı ve doğru yaşamın bu bilginin üzerine kurulması gerekliliğidir.
Bu kitap, yaşamın nesnel gerçekliği olan ölümden kaçış yolunu tekrar ölüme bağlayan bilişsel farkındalığın trajik bir şekilde sonlanışının hikâyesini ele alır.
Müzeler ideolojik kurgu alanlarıdır; iktidarların tarih, kimlik, kültür, inanç gibi öğeleri barın... more Müzeler ideolojik kurgu alanlarıdır; iktidarların tarih, kimlik, kültür, inanç gibi öğeleri barındıran “hafıza mekanları”dır ve doğal olarak propaganda amacını taşırlar. Öte yandan müzelerin bünyesinde sergilenen her bir eser yapıldıkları dönemin tanıklığını da beraberinde getirir.
Müze kelimesi eski Yunan mitolojisinde, Zeus’un kızları olan esin perilerini ifade etmek için kullanılan Mousa isminden gelir. Ancak burada asıl dikkat çekilmesi gereken husus, dokuz kardeş olan bu kızları doğuran anneleri olmalıdır çünkü anne Mnemosyne “hatırlayış” anlamını taşımaktadır. Zeus’un aşk yaşadığı ve aldığı hazla aşkını dokuz geceye çıkardığı Mnemosyne, her gece için bir kız dünyaya getirmişti. Her biri bir sanatın temsilcisi “esin perileri” olan bu kızlara verilen genel isim, günümüzde insanlığın anı depoları, fotoğraf albümleri olan müzelerin ismine dönüşmüştür. Müze kavramına bu gözle bakarsak, Zeus (iktidar) ve Mnemosyne’nin (hatırlayış) ilişkisi bize, iktidar ve hafıza arasındaki göbek bağını gösterir. İktidarın, hükmettiği insanlara sunmakla yükümlü olduğu kimlik, bu müzeler veya benzer yapılar sayesinde mümkün olabilmektedir. Toplumsal bilincin ve tarih duygusunun oluşumunda rol alan anıların, izlerin, deneyimlerin depolandığı müzeler, ören yerleri veya abideler sayesinde hatıralardan silinmediğini, güncellendiğini ve hatta yeniden üretildiğini görebiliyoruz. Müzeler, geçmişin bilgisini, anılarını sürekli hatırlatacak, bilişsel haritaları, kimlikleri... oluşturacak yapılardır. İnsanların “köklendirilmesinde”, “aidiyetlerinin güçlendirilmesinde”, “yurttaşlık” ve “tarih bilinci” gibi kimliksel inşalarda birincil roller müzelere ve benzer kurumlara düşer. Bu ikircikli bağ nedeniyle bir yandan hafıza/geçmiş kendini geleceğe taşıma uğraşındayken bir yandan da iktidar onu isteğince ve yeniden yeniden inşa etme gayretindedir...
Bu kitapta, müzelerdeki eserlerin, heykellerin geçmişten neler taşıdıklarını, hangi mitik hikayelerle modern insanın algısına hangi kültürel kodları yerleştirdiklerini gözler önüne sermeye çalıştım. Elbette söylenecek çok şey var ama format gereği antikçağın Ege ve Akdeniz’ini bu küçük kitaba yerleştirmeye çalıştım. İyi okumalar.
Since the emergency of civilization in the Eastern Mediterranean, the Mediterranean played in int... more Since the emergency of civilization in the Eastern Mediterranean, the Mediterranean played in intercontinental communication has been very important in the global expansion of civilization, made up of settled life, agriculture, animal domestication and faith that sprang in the Fertile Crescent. This civilization, motivated by labour, surplus products and trade and constantly demanding for more, was able to spread to the north thanks to the Black Sea. In this article, archaeological assessments will be made to grab clues of the relations between Mediterranean and the Black Sea.
Doğu ve Batı kavramları tarih boyunca karmaşık biçimde kullanılmaya devam etmiştir. Bu yazının ko... more Doğu ve Batı kavramları tarih boyunca karmaşık biçimde kullanılmaya devam etmiştir. Bu yazının konusu değil belki ama şu kadarını söylemem lazım, bugün Batı’nın domine ettiği ve içinde gelişmiş-gelişmemiş bir çok ülkenin ve kültürün barındığı uygarlık bir ve aynı uygarlıktır. Bu uygarlığa Akdeniz Uygarlığı demek daha doğru olacaktır. Yakındoğu’da şekillenmiş, Mezopotamya, Mısır, Yunan ve Roma gibi siyasi oluşumlarla yoğrulmuş, önce Akdeniz’in tüm kıyılarına sonra da neredeyse dünyanın her tarafına yayılmıştır. Dinamiklerini, kültürün kökenlerini Akdeniz’den almaktadır ve aynı zamanda bu referansını göklerden alan bir Din Uygarlığı’dır. Başlangıcından itibaren şiddetle hemhal olduğu için aynı zamanda da bir Şiddet Uygarlığı’dır. Şiddeti, bu uygarlığın nasıl oluştuğunu bilmeden, anlamak mümkün değildir. Şiddetten arındırılmış bir uygarlık amaçlanıyorsa bataklığın ne ve nerede olduğu aşikardır.
Summary
In 546 BC, the Lydian King Croesus launched a military campaign against the Persian King... more Summary
In 546 BC, the Lydian King Croesus launched a military campaign against the Persian King Cyrus, who threatened his country. During the campaign, narrated by Herodotus in detail, passing over the Halys River was only possible thanks to a method devised by Thales, the renowned philosopher of Miletos. The army was transferred to the east of the river by digging an alternative s-shaped riverbed in order to divide the water. The water tunnel, which suits to the depiction of Herodotus, discovered in Sarıhıdır village of Avanos compels one to think about the reality of the incident. Therefore, it will be possible to be able detect, from which part of the Halys River Croesus crossed, only if one knows the route he used. The route, which is not studied enough by modern researchers, is significant to elucidate whether the incident narrated by Herodotus could be possible. In this article, the route that Croesus used, whether Thales participated in this campaign and the relation of Sarıhıdır Tunnel with the event will be discussed.
The foundation precess of the ancient city of Erythrae, located within the present-day village of... more The foundation precess of the ancient city of Erythrae, located within the present-day village of Ildırı belonging to district of Çeşme in the İzmir province, is as yet obscure. the fact that archaeological surveys were not carried out until recently in the Eryhtraean hinterland, where settlement has been witnessed since the Chalcolithic Period, along with the lack of relevant finds have posed a serious obstacle to the discussion....
Tragedya, kahramanını halkın içinden almaz; onun kahramanları, tanrılar, kahramanlar, savaşçılar,... more Tragedya, kahramanını halkın içinden almaz; onun kahramanları, tanrılar, kahramanlar, savaşçılar, saraylılardır. Bir tragedyanın konu edindiği, izleyiciye taşıdığı deneyim, seçkinler sınıfının çöküşüdür. Kader, günahkarlık, suç, kehanet, günah gibi kavramları konu edinir. izleyeninde, korku, endişe, biat, inanç gibi duygular uyandırmak arzusundadır... Tragedyaların günahkar kahramanlarının verdiği korku, koronun sağduyulu sesinde umudu da beraberinde taşır. Bu anlamıyla iktidara hizmet eden Apollonik bir dil oyunu olduğu söylense de asalet taşıyan kahramanın çöküşü Dionysiak halkın yüreğini ferahlatır...
Ethnic identity is constructed as a corıclusion of social and political process- es focused aroun... more Ethnic identity is constructed as a corıclusion of social and political process- es focused around power and same social value s according to the require- ments of the time. it is mainIy based on shifting sitnational and subjective identificatiorıs of self and others, which are rooted in on-going daily practices and histarical experierıces, but are alsa subjected to transformatian and dis- continuity. It is formed in the tension between different groups and alsa unre- lated to biological makeup. Human beings try to identify their living erıviron- ments while constructing their identities. Settlements are not passiye places, on the contrary they lead to human behaviours in daily life. To research the cities as a meeting place of time, human relations and psychological processes have an increasing presence in social scierıces. it is acknowledged that they play a very significant role in deminating the behaviours and perceptions of the population. The settlements and their accumulations of history and culture are factors both in determining the behaviours and the relations among its inhabitants in daily life. According to the social scierıce theory, titled "place iderıtity", the human mind perceives the iderıtities of settlements, places and even their distinguishing characteristics. A human being needs to make sense of place and appropriation of the space in which s/he is living. Because as human s continue to be in contact with the places theyare living, they develop a sense of belonging and begin to construct their iderıtities. The construction of place identity occurs with the help of discrepancies and the creatiorı of contrasts. The most important pieces of archaeological evidence dişplaying the fea- tures of identity are myths. it is possible to find perceptions, meanings and value s of the minds of citizens about themselves and their settlements in myths. In this artide, same myths related to Erythrae will be discussed, as well as s how these myths are central to constructing and changing ethnic and social identities. Key-words: Erythrae, mythology, Minos, Ionia, Colonization, ethnic identiry, place identity, place attachment, appropriation.
Uygarlık ve onun itaat talep eden yasaları insan bedeni üzerindeki gerilimin en temel kaynağıdır.... more Uygarlık ve onun itaat talep eden yasaları insan bedeni üzerindeki gerilimin en temel kaynağıdır. Milyonlarca yıl doğa dışındaki hiçbir yasaya tabi olmayan beden üzerine uygarlığın ve onun beraberinde getirdiklerinin uyguladığı baskı, insan üzerindeki stresin asıl sebebidir. Üstelik de insanı daha ileri götürmeyi vadeden uygarlık "ilerledikçe" insan bedeni üzerinde uygulamaya giren fallik, kısıtlayıcı yasal düzenlemeler artmış, stres, bir arada yaşamı güçleştirecek denli patlamalara yol açmaya başlamıştı. Kendisine dayatılan doğa koşullarına karşı çok da adaptif bir bedene sahip olmadığı söylenen insan bedeni üzerinde, uygarlıkla birlikte başlayan ve doğalolmayan kültürel, yasal kastrasyonlar, milyonlarca yıllık beden işle- yişini bozmuştu. Ve kadını şiddetin nesnesi haline getirmişti...
Antikçağ dünyasından geriye görkemli yerleşimler, anıtlar, heykeller, yaşamın izlerini taşıyan e... more Antikçağ dünyasından geriye görkemli yerleşimler, anıtlar, heykeller, yaşamın izlerini taşıyan eserler, anlatılar kaldı. Bu kalıntılara uygarlığın penceresinden bakanlar, mutlu bir topluluğun zevk içindeki ayrıcalıklı yaşam kesitlerini görür. Mermer sütunlarla desteklenen antik kentler, müzeleri dolduran estetik heykeller, anıtsal mezarlar, lahitler, dev surlar iktidarın sahip olduğu güce, çağın estetiğine ve teknolojideki mucizeye dikkat çekerler. Sömürüye dayalı yaşam biçiminin arkeolojik nesneye yüklediği “sınıfsal ihtişam” bakanın zihninde onu yapanların emeklerini görünmez kılar. Örneğin bir mezarda bulunan altın diademler, takılar, pahalı hediyeler, kap kacaklar ölenin zenginliğine işaret eder ama o metalleri çıkarması ve işlemesi için maden ocaklarında kölelerin ölümüne çalıştırılışı, emekleri ve hatta yaşamları, o gün olduğu gibi bugün de örtbas edilir. Ne antikçağın iktidar sahibi yazar, sanatçı ve düşünürleri ne de günümüzün gözleri sınıfla mühürlenmiş modern yazar ve entelektüelleri bu sömürü düzenini görür. Sarayla mabet arasında kümelenen imtiyazlı sınıfların emek sömürüsüne ve tüketime dayalı yaşamları, mülkleri ve güçleri övgüyle konu edilirken o yaşamı bütün nesneleriyle birlikte üreten insanlar, dilde, sanatta, edebiyatta yok edilmiştir. Çünkü “uygarlık” adı verilen bu yeni düzende “birilerinin çalışmadan yaşaması için binlercesinin yaşamadan çalışması” gerekir. Büyük tarih anlatılarında yeri olmayan ötekilerin izini süren bu kitap, müzelerin, anıtların, sanat eserlerinin göz alıcı hikâyelerinin gölgesinde bırakılan emek sömürüsünün kökenlerini sorguluyor. Gerçek şu ki yoksulluk doğal da değildir kader de; yoksulluk bir uygarlık icadıdır.
Bir arkeolojik kazısının güncesiyle genç okurlar ve arkeoloji arasındaki ilişkiyi kurmayı hedefle... more Bir arkeolojik kazısının güncesiyle genç okurlar ve arkeoloji arasındaki ilişkiyi kurmayı hedefleyen bir çalışma.
Gılgamış miti uygarlığın kurucusu Homo sapiens’in öyküsünü anlatır. Tabletler üzerine şiir biçimi... more Gılgamış miti uygarlığın kurucusu Homo sapiens’in öyküsünü anlatır. Tabletler üzerine şiir biçiminde kazınmış bu metin, birkaç bin yıl öncesi iktidarının hakikat rejimleriyle üretilen ve Mezopotamya insanının zihnini işgal eden evren algısının kurucu mitidir. Gılgamış’ın hikâyesi aynı zamanda yaşamanın ve doğru yaşamanın toplumsal kabulüyle toplumların algılarını mühürleyen bir metindir. Bunca zamandır canlılığından hiçbir şey kaybetmeden hayatta kalması, onun bir ilkörnek mit oluşundan kaynaklanır. Çünkü o günden bu yana yaşamı biçimlendiren temel paradigma aynıdır. Ölümsüzlük arayışı uygarlığın ve kurucularının hedefinde, sonsuz yaşama duyulan arzu da baki. Homo sapiens’in “Bilen insanın” arzularının sözcülüğünü her şeyi bilen, gören Gılgamış üstlenir. Onun zaman, sınır ve kimlik ötesi etkisi tüm türün arzusunu dile getirmesinden kaynaklıdır. Gılgamış miti ismiyle dahi uygar insanın en eski öyküsü tanımını hak eder. Her şeyi gören, bilenin bu mitin sonunda bilip gördüğü şey, ölümün kaçınılmazlığı ve doğru yaşamın bu bilginin üzerine kurulması gerekliliğidir.
Bu kitap, yaşamın nesnel gerçekliği olan ölümden kaçış yolunu tekrar ölüme bağlayan bilişsel farkındalığın trajik bir şekilde sonlanışının hikâyesini ele alır.
Müzeler ideolojik kurgu alanlarıdır; iktidarların tarih, kimlik, kültür, inanç gibi öğeleri barın... more Müzeler ideolojik kurgu alanlarıdır; iktidarların tarih, kimlik, kültür, inanç gibi öğeleri barındıran “hafıza mekanları”dır ve doğal olarak propaganda amacını taşırlar. Öte yandan müzelerin bünyesinde sergilenen her bir eser yapıldıkları dönemin tanıklığını da beraberinde getirir.
Müze kelimesi eski Yunan mitolojisinde, Zeus’un kızları olan esin perilerini ifade etmek için kullanılan Mousa isminden gelir. Ancak burada asıl dikkat çekilmesi gereken husus, dokuz kardeş olan bu kızları doğuran anneleri olmalıdır çünkü anne Mnemosyne “hatırlayış” anlamını taşımaktadır. Zeus’un aşk yaşadığı ve aldığı hazla aşkını dokuz geceye çıkardığı Mnemosyne, her gece için bir kız dünyaya getirmişti. Her biri bir sanatın temsilcisi “esin perileri” olan bu kızlara verilen genel isim, günümüzde insanlığın anı depoları, fotoğraf albümleri olan müzelerin ismine dönüşmüştür. Müze kavramına bu gözle bakarsak, Zeus (iktidar) ve Mnemosyne’nin (hatırlayış) ilişkisi bize, iktidar ve hafıza arasındaki göbek bağını gösterir. İktidarın, hükmettiği insanlara sunmakla yükümlü olduğu kimlik, bu müzeler veya benzer yapılar sayesinde mümkün olabilmektedir. Toplumsal bilincin ve tarih duygusunun oluşumunda rol alan anıların, izlerin, deneyimlerin depolandığı müzeler, ören yerleri veya abideler sayesinde hatıralardan silinmediğini, güncellendiğini ve hatta yeniden üretildiğini görebiliyoruz. Müzeler, geçmişin bilgisini, anılarını sürekli hatırlatacak, bilişsel haritaları, kimlikleri... oluşturacak yapılardır. İnsanların “köklendirilmesinde”, “aidiyetlerinin güçlendirilmesinde”, “yurttaşlık” ve “tarih bilinci” gibi kimliksel inşalarda birincil roller müzelere ve benzer kurumlara düşer. Bu ikircikli bağ nedeniyle bir yandan hafıza/geçmiş kendini geleceğe taşıma uğraşındayken bir yandan da iktidar onu isteğince ve yeniden yeniden inşa etme gayretindedir...
Bu kitapta, müzelerdeki eserlerin, heykellerin geçmişten neler taşıdıklarını, hangi mitik hikayelerle modern insanın algısına hangi kültürel kodları yerleştirdiklerini gözler önüne sermeye çalıştım. Elbette söylenecek çok şey var ama format gereği antikçağın Ege ve Akdeniz’ini bu küçük kitaba yerleştirmeye çalıştım. İyi okumalar.
“Bir kişinin çalışmadan yiyebilmesi için çok sayıda insanın yemeden çalışması gerekir.”
Zaven Bib... more “Bir kişinin çalışmadan yiyebilmesi için çok sayıda insanın yemeden çalışması gerekir.” Zaven Biberyan
İlerlemeci bilim uzun yıllar insanın tarihsel yolculuğunun karnını doyurmakta güçlük çeken, akılsız hayvandan modern, akıllı, tok bir varlığa doğru olduğu öyküsünü anlattı. Avcı-toplayıcı ataları tüm gün karınlarını doyurma peşindeki yarı-aç ilkeller olarak betimleyen bu bilimsel söylem, elde edilen arkeolojik veriler ışığında nihayet terk edilmeye başlandı. Yiyecek bulmak için özel bir zamana dahi gereksinim duymayan, günlük hareketliliği içerisinde karşısına çıkan yiyeceklerle karnını doyuran avcı-toplayıcı insana kıyasla modern insanın yaşamı, yemek üzerine kuruludur. Bu “yemek” uygarlaşma süreci boyunca öylesine bir dönüşüm geçirir ki insanı doğadan ve birlikte evrimleştiği diğer tüm canlılardan ayırır. Evcilleşip kentcilleşmiş insanın midesi bedeninden taşar. Yemek artık sınıfsal bir ayraçtır ve bu yolda iştah da uygarlaşmıştır.
Atalarımız ne yiyordu? Besinlerini ilk kez ne zaman pişirdiler? Et yemek ile ataerkil şiddet arasında bir ilişki var mı? GDO tarımla birlikte mi başladı? İçinde bulunduğumuz uygarlık bir buğday ve ekmek uygarlığı mı? Yaşam ne zamandan bu yana ekmek kavgasına dönüştü? Antikçağın sofralarında neler vardı? Ne yiyorsan o musun yoksa neysen onu mu yiyorsun? Zenginin şöleninden, fakirin ekmeğine kadar sınıfsal sofra savaşları…
İsmail Gezgin’in milyonlarca yıllık insan-besin ilişkisi üzerine düşündüğü bu çalışmada, atalarımızın ne yediğinden başlayarak buğday uygarlığına, ilk ehli tohumlardan hayvan yemeye, antikçağın ataerkil şölenlerinden lezzet tüccarlarına, yemeğin iktidarla doğrudan bağına, farklı çağlardan geçerek ve türlü türlü sofralara konuk olarak tanıklık ediyoruz.
Mitoslar, anlamsız, boş zamanlarda anlatılmak için uydurulmuş fantastik masallar değildir. Mitosl... more Mitoslar, anlamsız, boş zamanlarda anlatılmak için uydurulmuş fantastik masallar değildir. Mitoslar, insanlığın bugüne gelişinin öyküsünü verebilecek kültürel zenginlikler içeren, hatta hayatımızı şekillendiren, sınırlamalar getiren, kültür dediğimiz şeyin DNA'sıdır...
İnsanın uğraşı, kendinin inşasıdır, tamamlanma ve bütünlenme gailesi. İnsan, konuştukça konuşlanı... more İnsanın uğraşı, kendinin inşasıdır, tamamlanma ve bütünlenme gailesi. İnsan, konuştukça konuşlanır, konar, yerleştikçe yerlileşir, kölenir. Dille kaybettiğinin yerine, yine dille yenisini ikame etmeye çalışır. Ulaşmayı amaçladığı hep geride bıraktığıdır. Binlerce yıllık bu kimlik inşası, insanın hayvan bedenine giydiği mana dünyasını oluşturarak onu rasyonel örgütlü bir toplumsal varlığa dönüştürür. Homo narrans doğadan yonttuğu harflerden kurduğu metinlerle ve ölümlülüğünün üzerine giydiği ölümsüz simgesellikle, minik parçalardan oluşan büyük öyküler yaratıcısıdır. Mitler, doğanın bir parçası olarak çevresiyle etkileşiminin insandaki dilsel yansımalarıdır, onun doğa üzerinde kurmaya çalıştığı hakimiyetin öyküleridir. Bu anlamıyla mitler, insanın kendilik inşasında kullandığı, kendisi tarafından imal edilen yapı taşlarıdır. İnsan nedir? sorusuna verilecek yanıtların toplamıdır. İnsan kendi anlatısıdır, onun bedeni, dünyası, yaşamı ve kültürü hem ürettiği hem de içinde rol aldığı mitler, masallar ve diğer söylencelerde varlık bulur.
“İçinde yaşadığımız, baştan sona dille ve dilde inşa edilmiş bir Homo sapiens sapiens dünyasıdır. Senaryosunu kendi yazdığı bir yaşamı ölmek istemeden yaşayıp ölen ölüm hayvanı insan, hem yaşamına hem de katlanamadığı ölüme anlam yükleme çabasıyla dilin ipine sarılarak kendini anlatıların kör kuyularına bırakmıştır. Belki de bu yüzden Homo sapiens sapiens bir Homo narrans’tır; anlam ve öykü hayvanıdır.”
İonia'nın merkezinde yer alan Çeşme ve Alaçatı yerleşimlerinin Perhsitorik dönemlerden günümüze ... more İonia'nın merkezinde yer alan Çeşme ve Alaçatı yerleşimlerinin Perhsitorik dönemlerden günümüze arkeolojik, tarihsel ve kültürel geçmişlerini ele alan bir çalışmadır.
Son yıllarda, tüm dünyada ve biraz gecikmeli de olsa ülkemizde genel olarak sosyal bilimlerin içi... more Son yıllarda, tüm dünyada ve biraz gecikmeli de olsa ülkemizde genel olarak sosyal bilimlerin içine düştüğü çıkmazdan kurtulma çabaları gündemdedir. Özellikle Avrupa'da Gülbenkian Komisyonu (1996) ile birlikte ve ülkemizde de Toplum ve Bilim ile Defter dergilerinin öncülüğünde gerçekleştirilen "Sosyal Bilimleri Yeniden Düşünmek sempozyumu (1998), önemli çözüm arayışları olarak dikkat çekmektedir. Pozitivist bilim anlayışının getirdiği sınırların ve pozitivist bilim adamlarının kurduğu "bilimsel" hegemonyalardan sosyal bilimleri kurtarabilmek için gösterilen çabalar önemli tartışmalara yol açmıştır. Bu tartışmalar sonucunda en çok birleşilen nokta ise sosyal bilimlerde disiplinlerarası çalışmaların zorunluluk haline geldiğidir. Bu çerçevede, hiçbir sosyal bilim disiplininin insani olguları tek başına açıklayamayacağı/anlayamayacağından hareketle diğer disiplinler ile ilişkiye girilmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Ancak bu sayede insani ola- na farklı bir perspektiften bakmak mümkün olacaktır.
Uploads
In 546 BC, the Lydian King Croesus launched a military campaign against the Persian King Cyrus, who threatened his country. During the campaign, narrated by Herodotus in detail, passing over the Halys River was only possible thanks to a method devised by Thales, the renowned philosopher of Miletos. The army was transferred to the east of the river by digging an alternative s-shaped riverbed in order to divide the water. The water tunnel, which suits to the depiction of Herodotus, discovered in Sarıhıdır village of Avanos compels one to think about the reality of the incident. Therefore, it will be possible to be able detect, from which part of the Halys River Croesus crossed, only if one knows the route he used. The route, which is not studied enough by modern researchers, is significant to elucidate whether the incident narrated by Herodotus could be possible. In this article, the route that Croesus used, whether Thales participated in this campaign and the relation of Sarıhıdır Tunnel with the event will be discussed.
The most important pieces of archaeological evidence dişplaying the fea- tures of identity are myths. it is possible to find perceptions, meanings and value s of the minds of citizens about themselves and their settlements in myths. In this artide, same myths related to Erythrae will be discussed, as well as s how these myths are central to constructing and changing ethnic and social identities.
Key-words: Erythrae, mythology, Minos, Ionia, Colonization, ethnic identiry, place identity, place attachment, appropriation.
Homo sapiens’in “Bilen insanın” arzularının sözcülüğünü her şeyi bilen, gören Gılgamış üstlenir. Onun zaman, sınır ve kimlik ötesi etkisi tüm türün arzusunu dile getirmesinden kaynaklıdır. Gılgamış miti ismiyle dahi uygar insanın en eski öyküsü tanımını hak eder. Her şeyi gören, bilenin bu mitin sonunda bilip gördüğü şey, ölümün kaçınılmazlığı ve doğru yaşamın bu bilginin üzerine kurulması gerekliliğidir.
Bu kitap, yaşamın nesnel gerçekliği olan ölümden kaçış yolunu tekrar ölüme bağlayan bilişsel farkındalığın trajik bir şekilde sonlanışının hikâyesini ele alır.
Müze kelimesi eski Yunan mitolojisinde, Zeus’un kızları olan esin perilerini ifade etmek için kullanılan Mousa isminden gelir. Ancak burada asıl dikkat çekilmesi gereken husus, dokuz kardeş olan bu kızları doğuran anneleri olmalıdır çünkü anne Mnemosyne “hatırlayış” anlamını taşımaktadır. Zeus’un aşk yaşadığı ve aldığı hazla aşkını dokuz geceye çıkardığı Mnemosyne, her gece için bir kız dünyaya getirmişti. Her biri bir sanatın temsilcisi “esin perileri” olan bu kızlara verilen genel isim, günümüzde insanlığın anı depoları, fotoğraf albümleri olan müzelerin ismine dönüşmüştür. Müze kavramına bu gözle bakarsak, Zeus (iktidar) ve Mnemosyne’nin (hatırlayış) ilişkisi bize, iktidar ve hafıza arasındaki göbek bağını gösterir. İktidarın, hükmettiği insanlara sunmakla yükümlü olduğu kimlik, bu müzeler veya benzer yapılar sayesinde mümkün olabilmektedir. Toplumsal bilincin ve tarih duygusunun oluşumunda rol alan anıların, izlerin, deneyimlerin depolandığı müzeler, ören yerleri veya abideler sayesinde hatıralardan silinmediğini, güncellendiğini ve hatta yeniden üretildiğini görebiliyoruz. Müzeler, geçmişin bilgisini, anılarını sürekli hatırlatacak, bilişsel haritaları, kimlikleri... oluşturacak yapılardır. İnsanların “köklendirilmesinde”, “aidiyetlerinin güçlendirilmesinde”, “yurttaşlık” ve “tarih bilinci” gibi kimliksel inşalarda birincil roller müzelere ve benzer kurumlara düşer. Bu ikircikli bağ nedeniyle bir yandan hafıza/geçmiş kendini geleceğe taşıma uğraşındayken bir yandan da iktidar onu isteğince ve yeniden yeniden inşa etme gayretindedir...
Bu kitapta, müzelerdeki eserlerin, heykellerin geçmişten neler taşıdıklarını, hangi mitik hikayelerle modern insanın algısına hangi kültürel kodları yerleştirdiklerini gözler önüne sermeye çalıştım. Elbette söylenecek çok şey var ama format gereği antikçağın Ege ve Akdeniz’ini bu küçük kitaba yerleştirmeye çalıştım.
İyi okumalar.
In 546 BC, the Lydian King Croesus launched a military campaign against the Persian King Cyrus, who threatened his country. During the campaign, narrated by Herodotus in detail, passing over the Halys River was only possible thanks to a method devised by Thales, the renowned philosopher of Miletos. The army was transferred to the east of the river by digging an alternative s-shaped riverbed in order to divide the water. The water tunnel, which suits to the depiction of Herodotus, discovered in Sarıhıdır village of Avanos compels one to think about the reality of the incident. Therefore, it will be possible to be able detect, from which part of the Halys River Croesus crossed, only if one knows the route he used. The route, which is not studied enough by modern researchers, is significant to elucidate whether the incident narrated by Herodotus could be possible. In this article, the route that Croesus used, whether Thales participated in this campaign and the relation of Sarıhıdır Tunnel with the event will be discussed.
The most important pieces of archaeological evidence dişplaying the fea- tures of identity are myths. it is possible to find perceptions, meanings and value s of the minds of citizens about themselves and their settlements in myths. In this artide, same myths related to Erythrae will be discussed, as well as s how these myths are central to constructing and changing ethnic and social identities.
Key-words: Erythrae, mythology, Minos, Ionia, Colonization, ethnic identiry, place identity, place attachment, appropriation.
Homo sapiens’in “Bilen insanın” arzularının sözcülüğünü her şeyi bilen, gören Gılgamış üstlenir. Onun zaman, sınır ve kimlik ötesi etkisi tüm türün arzusunu dile getirmesinden kaynaklıdır. Gılgamış miti ismiyle dahi uygar insanın en eski öyküsü tanımını hak eder. Her şeyi gören, bilenin bu mitin sonunda bilip gördüğü şey, ölümün kaçınılmazlığı ve doğru yaşamın bu bilginin üzerine kurulması gerekliliğidir.
Bu kitap, yaşamın nesnel gerçekliği olan ölümden kaçış yolunu tekrar ölüme bağlayan bilişsel farkındalığın trajik bir şekilde sonlanışının hikâyesini ele alır.
Müze kelimesi eski Yunan mitolojisinde, Zeus’un kızları olan esin perilerini ifade etmek için kullanılan Mousa isminden gelir. Ancak burada asıl dikkat çekilmesi gereken husus, dokuz kardeş olan bu kızları doğuran anneleri olmalıdır çünkü anne Mnemosyne “hatırlayış” anlamını taşımaktadır. Zeus’un aşk yaşadığı ve aldığı hazla aşkını dokuz geceye çıkardığı Mnemosyne, her gece için bir kız dünyaya getirmişti. Her biri bir sanatın temsilcisi “esin perileri” olan bu kızlara verilen genel isim, günümüzde insanlığın anı depoları, fotoğraf albümleri olan müzelerin ismine dönüşmüştür. Müze kavramına bu gözle bakarsak, Zeus (iktidar) ve Mnemosyne’nin (hatırlayış) ilişkisi bize, iktidar ve hafıza arasındaki göbek bağını gösterir. İktidarın, hükmettiği insanlara sunmakla yükümlü olduğu kimlik, bu müzeler veya benzer yapılar sayesinde mümkün olabilmektedir. Toplumsal bilincin ve tarih duygusunun oluşumunda rol alan anıların, izlerin, deneyimlerin depolandığı müzeler, ören yerleri veya abideler sayesinde hatıralardan silinmediğini, güncellendiğini ve hatta yeniden üretildiğini görebiliyoruz. Müzeler, geçmişin bilgisini, anılarını sürekli hatırlatacak, bilişsel haritaları, kimlikleri... oluşturacak yapılardır. İnsanların “köklendirilmesinde”, “aidiyetlerinin güçlendirilmesinde”, “yurttaşlık” ve “tarih bilinci” gibi kimliksel inşalarda birincil roller müzelere ve benzer kurumlara düşer. Bu ikircikli bağ nedeniyle bir yandan hafıza/geçmiş kendini geleceğe taşıma uğraşındayken bir yandan da iktidar onu isteğince ve yeniden yeniden inşa etme gayretindedir...
Bu kitapta, müzelerdeki eserlerin, heykellerin geçmişten neler taşıdıklarını, hangi mitik hikayelerle modern insanın algısına hangi kültürel kodları yerleştirdiklerini gözler önüne sermeye çalıştım. Elbette söylenecek çok şey var ama format gereği antikçağın Ege ve Akdeniz’ini bu küçük kitaba yerleştirmeye çalıştım.
İyi okumalar.
Zaven Biberyan
İlerlemeci bilim uzun yıllar insanın tarihsel yolculuğunun karnını doyurmakta güçlük çeken, akılsız hayvandan modern, akıllı, tok bir varlığa doğru olduğu öyküsünü anlattı. Avcı-toplayıcı ataları tüm gün karınlarını doyurma peşindeki yarı-aç ilkeller olarak betimleyen bu bilimsel söylem, elde edilen arkeolojik veriler ışığında nihayet terk edilmeye başlandı. Yiyecek bulmak için özel bir zamana dahi gereksinim duymayan, günlük hareketliliği içerisinde karşısına çıkan yiyeceklerle karnını doyuran avcı-toplayıcı insana kıyasla modern insanın yaşamı, yemek üzerine kuruludur. Bu “yemek” uygarlaşma süreci boyunca öylesine bir dönüşüm geçirir ki insanı doğadan ve birlikte evrimleştiği diğer tüm canlılardan ayırır. Evcilleşip kentcilleşmiş insanın midesi bedeninden taşar. Yemek artık sınıfsal bir ayraçtır ve bu yolda iştah da uygarlaşmıştır.
Atalarımız ne yiyordu? Besinlerini ilk kez ne zaman pişirdiler? Et yemek ile ataerkil şiddet arasında bir ilişki var mı? GDO tarımla birlikte mi başladı? İçinde bulunduğumuz uygarlık bir buğday ve ekmek uygarlığı mı? Yaşam ne zamandan bu yana ekmek kavgasına dönüştü? Antikçağın sofralarında neler vardı? Ne yiyorsan o musun yoksa neysen onu mu yiyorsun? Zenginin şöleninden, fakirin ekmeğine kadar sınıfsal sofra savaşları…
İsmail Gezgin’in milyonlarca yıllık insan-besin ilişkisi üzerine düşündüğü bu çalışmada, atalarımızın ne yediğinden başlayarak buğday uygarlığına, ilk ehli tohumlardan hayvan yemeye, antikçağın ataerkil şölenlerinden lezzet tüccarlarına, yemeğin iktidarla doğrudan bağına, farklı çağlardan geçerek ve türlü türlü sofralara konuk olarak tanıklık ediyoruz.
“İçinde yaşadığımız, baştan sona dille ve dilde inşa edilmiş bir Homo sapiens sapiens dünyasıdır. Senaryosunu kendi yazdığı bir yaşamı ölmek istemeden yaşayıp ölen ölüm hayvanı insan, hem yaşamına hem de katlanamadığı ölüme anlam yükleme çabasıyla dilin ipine sarılarak kendini anlatıların kör kuyularına bırakmıştır. Belki de bu yüzden Homo sapiens sapiens bir Homo narrans’tır; anlam ve öykü hayvanıdır.”