Mehmet Vural
Prof. Dr. Mehmet VURAL
Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi
İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi
Felsefe Bölümü (A Blok 258)
Esenboğa/ANKARA
Mehmet Vural is a lecturer at Ankara Yıldırım Beyazıt University, Department of Philosophy. His research interests are medieval Islamic philosophy, philosophy of religion, and the history and philosophy of science.
Publications:
1. İslam Felsefesi Sözlüğü [Dictionary of Islamic Philosophy], Ankara: Elis, 4th Edition, 2020.
2. Vural, Mehmet (ed.), İslam Felsefesinin Sorunları [Problems of Islamic Philosophy], Ankara: Elis, 2nd Edition, 2021.
3. Siyaset Felsefesi Açısından Muhafazakârlık [Conservatism in Terms of Political Philosophy], Ankara: Elis, 5th Edition, 2020.
4. Gazzâlî Felsefesinde Bilgi ve Yöntem [Knowledge and Method in the Philosophy of Ghazali], Ankara: Ankara Okulu, 3rd Edition, 2023.
5. Vural, Mehmet (ed.), İslam Felsefesinin Özgünlüğü [The Originality of Islamic Philosophy], Ankara: Elis, 2009.
6. Hilmi Ziya Ülken’in Varlık Felsefesi [Hilmi Ziya Ülken's Philosophy of Existence], Ankara: Beyaz Kule, 2009.
7. Ian Richard Netton, Fârâbî ve Okulu [Al-Farabi and his School], trans. Mehmet Vural, Ankara: Elis, 2019.
8. İslam Felsefesi Tarihi: İslam Düşüncesinin Tarihsel Seyri [History of Islamic Philosophy: The Historical Course of Islamic Thought], Ankara: Elis, 4th Edition, 2019.
9. Tanzimat’tan Günümüze Türkiye’de Felsefe [Philosophy in Turkey from the Tanzimat to the Present], Ankara: Elis, 3rd Edition, 2019.
10. Hilmi Ziya Ülken, İstanbul: DİB, 2019.
11. İslam Bilim Tarihi ve Felsefesi [History of Islamic Science and Philosophy], Ankara: Elis, 2021.
12. Vural, Mehmet (ed.), Türkiye'de İslam Felsefesi [Islamic Philosophy in Turkey], Ankara: Elis, 2022.
Supervisors: Prof. Dr. Mehmet Bayraktar - İstanbul Yeditepe Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü
Phone: +90 312 906 14 58
Address: ANKARA YILDIRIM BEYAZIT UNIVERSITY
FACULTY OF HUMANITIES AND SOCIAL SCIENCES
DEPARTMENT OF PHILOSOPHY (A 258)
ESENBOGA/ANKARA, TURKEY
Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi
İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi
Felsefe Bölümü (A Blok 258)
Esenboğa/ANKARA
Mehmet Vural is a lecturer at Ankara Yıldırım Beyazıt University, Department of Philosophy. His research interests are medieval Islamic philosophy, philosophy of religion, and the history and philosophy of science.
Publications:
1. İslam Felsefesi Sözlüğü [Dictionary of Islamic Philosophy], Ankara: Elis, 4th Edition, 2020.
2. Vural, Mehmet (ed.), İslam Felsefesinin Sorunları [Problems of Islamic Philosophy], Ankara: Elis, 2nd Edition, 2021.
3. Siyaset Felsefesi Açısından Muhafazakârlık [Conservatism in Terms of Political Philosophy], Ankara: Elis, 5th Edition, 2020.
4. Gazzâlî Felsefesinde Bilgi ve Yöntem [Knowledge and Method in the Philosophy of Ghazali], Ankara: Ankara Okulu, 3rd Edition, 2023.
5. Vural, Mehmet (ed.), İslam Felsefesinin Özgünlüğü [The Originality of Islamic Philosophy], Ankara: Elis, 2009.
6. Hilmi Ziya Ülken’in Varlık Felsefesi [Hilmi Ziya Ülken's Philosophy of Existence], Ankara: Beyaz Kule, 2009.
7. Ian Richard Netton, Fârâbî ve Okulu [Al-Farabi and his School], trans. Mehmet Vural, Ankara: Elis, 2019.
8. İslam Felsefesi Tarihi: İslam Düşüncesinin Tarihsel Seyri [History of Islamic Philosophy: The Historical Course of Islamic Thought], Ankara: Elis, 4th Edition, 2019.
9. Tanzimat’tan Günümüze Türkiye’de Felsefe [Philosophy in Turkey from the Tanzimat to the Present], Ankara: Elis, 3rd Edition, 2019.
10. Hilmi Ziya Ülken, İstanbul: DİB, 2019.
11. İslam Bilim Tarihi ve Felsefesi [History of Islamic Science and Philosophy], Ankara: Elis, 2021.
12. Vural, Mehmet (ed.), Türkiye'de İslam Felsefesi [Islamic Philosophy in Turkey], Ankara: Elis, 2022.
Supervisors: Prof. Dr. Mehmet Bayraktar - İstanbul Yeditepe Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü
Phone: +90 312 906 14 58
Address: ANKARA YILDIRIM BEYAZIT UNIVERSITY
FACULTY OF HUMANITIES AND SOCIAL SCIENCES
DEPARTMENT OF PHILOSOPHY (A 258)
ESENBOGA/ANKARA, TURKEY
less
InterestsView All (44)
Uploads
Books
Hocalık hayatının kırk yılını geçirdiği Ankara İlahiyat’ta silinmez izler bırakan, çalışkanlığı, mütevazılığı, üretkenliği, samimiyeti ile arkadaşları ve öğrencilerinin gönlünde taht kuran, birçok öğrencinin hayranı olduğu Bayrakdar Hoca, fakültede halen kuşaktan kuşağa anlatılan birçok hatıra ve güzel olayın başkahramanıdır. Elinde çayı, ağzında piposuyla derse giren, muhteşem ders işleyişi ile felsefeyi sevdiren, birçok yabancı dili bilen hoca, çok tanınan bir isim olmasına rağmen mütevazı yaşamayı tercih etmiştir. Odasına gelen kim olursa olsun kapıda karşılayan, yine misafirini koridora kadar uğurlayan, güler yüzlü, yardımsever, başkalarının acıları sıkıntılarını kendisine dert edinen, çözebileceği konularda onlara yardım eden, yol yordam gösteren bir hocamız olmuştur.
Bilim üreten ve icat yapan (homo faber) bir varlık olan insan, doğadaki en zayıf ve güçsüz varlıklardan biri olmasına rağmen, bilim ve teknikle yaşamını bugüne kadar sürdürebilmiş, her geçen gün yeni buluşlarla ihtiyaçlarını daha rahat karşılamayı, güvenliğini, konforunu artırmayı ve geleceğini güvence altına almayı büyük oranda başarmıştır.
Bilimleri ilk defa sınıflayan ve bu yüzden “Muallim-i Evvel” (Birinci Öğretmen) unvanı verilen Aristoteles, bilim ve felsefe yapma çabasını öğrenme içgüdüsü, merak ve hayret duygusu ile açıklamaktadır. Entelektüel bir etkinlik olarak bilme tutkusu, pratik faydalarının yanı sıra bir bakıma insanın evrendeki varoluşunu gerçekleştirme ve aklındaki sorulara cevap bulma çabasıdır. Aristoteles’ten itibaren bilim yapmanın nedeni olarak görülen uyumlu evren önünde hayret ve şaşkınlık anlayışının aksine Stoacılar, bilimi ve felsefeyi insanın aklın rehberliğinde doğayla uyum içinde yaşaması olarak görmüşlerdir. Bu yönleriyle bilim, insanlığı birleştiren evrensel bir uğraş olagelmiştir.
Bilimin din, mitoloji, sanat, edebiyat gibi diğer alanlardan belki de en büyük farkı, tartışılmaz ve mutlak olmayıp sürekli kendini yanlışlayarak ilerleyebilmesidir. Geçmişte mutlak doğru gibi görülen Batlamyus’un teorileri, Aristoteles’in kozmoloji anlayışı, hatta Newton’un mekanik evren tasarımı bugün geçerliliğini çoktan yitirmiş, tarihsel bir bilgi olarak kalmıştır. Bugün de doğru kabul edilen birçok bilimsel görüşün yarın yanlışlanacağı, hatta bir zamanlar böyle düşünülüp açıklama getirilmiş diye ironik bakılacağı da bir gerçektir.
Bu görüşün aksi de mümkün olabilmektedir. Şöyle ki bir zamanlar irrasyonel, hatta bilimsel bulunmayan teoriler ya da önermeler, zamanla geçerli ve sınanabilir kuramlar hâline gelebilmektedir. Örneğin insanlık tarihi kadar eski olan atom düşüncesi (Leukippos, Demokritos vd.), Güneş merkezli evren (heliocentric) anlayışı (Sisamlı Aristarkhos, İbnü’ş-Şâtır, Bitrûcî vd.), evrim kuramı (Anaksimandros, Nazzâm, Câhız, İhvân-ı Safâ vd.), gökteki nesnelerin şeffaf küreler olmadığını düşüncesi (İbnü’l-Heysem, Harakî vd.) ya da görmenin nasıl oluştuğunu açıklayan nesne-ışın kuramı (Aristoteles, İbn Sînâ ve İbnü’l-Heysem vd.) buna örnek verilebilir. O dönemin şartları, deney ve gözlem araçlarının yetersizliği ya da baskın bilimsel otoritelerin görüşleri bu doğru yaklaşımların öne çıkmasına engel olabilmiştir. Bu yüzden bilimi zamanın ve mekânın dışında, olması gereken ideal bir anlayış yerine; olanın, bugünün teorisi şeklinde düşünmek daha doğru olacaktır. Bu ve benzeri konular son yüzyılda sıkça tartışılan bilim felsefesinin temel meseleleri olmuştur.
Bilimin ilerleyip yeni açılımlar yapabilmesi, durağanlıktan kurtulabilmesi ancak felsefe ile mümkündür. Tarih boyunca bilimi olmuş bitmişlikten kurtarıp merak duygusuyla sürekli yeni arayışlara yönelten, bilimi parçalardan kurtulup bütünlüğe, yasaya ulaşmaya yönelten hep felsefe olmuştur. Çünkü felsefe olanı olduğu gibi kabul etmek yerine; eleştirel, sorgulayıcı, temellendirici yönüyle bilimsel bilgi, değer ve düşünce üretimine imkân sağlamaktadır.
Batı’nın bilimsel gelişim evrelerinde, Orta Çağ’ın Patristik ve Skolastik dönem bilim anlayışı Karanlık Çağ olarak görülmekte, modern bilim Francis Bacon, Kepler, Galilei gibi isimlerle XVI. yüzyıl sonrasından itibaren başlatılmaktadır. Bu yüzyıldaki bilim anlayışının en büyük özelliği, bilimin Kilise’nin kontrolünden çıkması, deney ve gözleme önem verip tümevarım gibi yöntemlerin kullanılmasıdır.
Batı’nın aksine aynı yüzyıllarda İslam dünyasında bilim ve teknoloji Altın Çağı’nı yaşamış, yeni bilimsel teoriler ve buluşlar ortaya konmuş, iki dünya arasında bilim, felsefe, sanat gibi alanlarda çok keskin farklılıklar yaşanmıştır. İşte bilimin tarihsel ve coğrafi şartlarda değişimi ve gelişimini konu edinen bilim tarihi, bu bağlamda insanlık tarihine tutulan bir ayna görevini görmektedir.
Tarihi insanlık kadar eski olan bilimin geçirmiş olduğu serüveni, bilimsel düşüncenin doğuşu, gelişimi ve evrelerini, teknik bilginin oluşumunu, bilim insanlarının uğraşlarını, buluşlarını, izledikleri yöntemleri, bilimsel araç ve gereçleri konu edinen bilim tarihi son dönemde bilim felsefesi ile birlikte ilerlemekte, tarihsel bilgileri felsefi yorumlarla zenginleştirmektedir.
İnsanlık tarihi kadar eski ve kapsamı oldukça geniş olan bilim tarihinin bağımsız bir akademik disiplin hâline gelmesi oldukça yenidir. George Sarton’un (1884-1956) Harvard Üniversitesi’nde 1936’da Bilim Tarihi Kürsüsünü kurmasıyla yeni bir bilim dalı olarak ortaya çıkmış, felsefe ve tarih alanlarından faydalanarak son yılların en popüler interdisiplini hâline gelmiştir. Akademik olarak bilim tarihinin kurucusu sayılan Sarton, kendisinden önce Auguste Comte (1798-1857) ve Paul Tannery’i (1843-1904) bilim tarihinin öncü isimleri olarak görmektedir. Bu isimleri takiple Pierre Duhem (1861-1916) ve Lynn Thorndike (1882-1965) gibi bilim insanları da bilim tarihinin kurumsallaşmasına katkı sağlamışlardır. Sarton’a göre bilim tarihi, bilimsel düşüncenin, yani insanın bilincinin gelişimini açıklamaktır. Ancak bu din ve felsefe gibi toplumsal yaşamda etkili kurum ve disiplinlerin ihmal edilmeden, değerlendirmelerde bunları da hesaba katarak yapılmalıdır.
Bilim tarihi çalışmalarının hız kazandığı bu yüzyılda “Felsefe tarihi bilmeden felsefe yapılabilir mi?” sorusuna benzer şekilde “Bilim tarihi bilmeden bilim yapılabilir mi?” sorusu sorulmaya ve değişik cevaplar verilmeye başlanmıştır. Bu sorunun cevabı “Evet, mümkündür.” olsa da insanoğlu hem bilimin hem de felsefenin tarih içerisindeki serencamını, din, sanat, teknik gibi diğer düşünsel etkinliklerle olan ilişkisini hep merak edegelmiştir. Benzer şekilde “Bilim evrensel midir, değil midir?”, “Bilim mi teknolojiye yön verir, yoksa teknoloji mi bilime yön verir?” soruları ya da “Bilimin ilerleyişi lineer midir, yoksa -Thomas Kuhn’un iddia ettiği gibi- paradigmatik olarak devrimsel ve sıçramalı mı ilerler?” tartışmaları da hız kesmeden devam etmektedir.
Batı dünyası, akıl ve bilimi öne çıkaran bir döneme girdiği Aydınlanma Çağında (XVIII. yüzyıl), Müslümanların geçmişteki bilimsel başarılarına gözlerini çevirmiş ve bu başarılar oryantalizmin ilgi sahasına girmiştir. Bu çağda Condorcet gibi Aydınlanmacı düşünürler, Müslümanların bilimsel başarılarını, Batı’da karanlık bir çağın hüküm sürdüğü bir dönemde, Aydınlanma’nın süregelen gelişiminin bir garantisi olarak görmüştür. Bu durumu Batı dünyasındaki Herder, Goethe, von Humboldt, Sarton gibi çok sayıda aklıselim düşünür ve oryantalist de itiraf etmektedir.
Bu çalışmada, İslam bilim tarihi yüzyıllar şeklinde kronolojik olarak ele alınmış, her yüzyılın bir değerlendirilmesi yapılmış, ardından öne çıkan kuram ve kurumlarla önemli bilim insanları tanıtılmaya çalışılmıştır. Hâlid b. Yezîd (661-704) ile başlayıp Abdülkelam (1931-2015) ile son bulan İslam bilim tarihinin kısa bir özetini sunan bu çalışma, bilim tarihinde asıl anlatacak hikâyesi olan Müslüman bilim insanlarının küçük bir kesitini sunmaktadır. Çalışmada Arapça, Farsça ve Osmanlıca kitap isimlerinin secili ve kafiyeli ifadeler olmasından dolayı tam tercümesini yapmanın güçlüğüne rağmen, okuyucuyu bilgilendirmek için Türkçe karşılıkları verilmeye çalışılmıştır.
İslam bilim tarihi ve felsefesi alanına küçük bir katkı olan bu eser, bu konulara ilgi duyanlara faydalı olması dileğiyle…
Öncelikle ikinci baskıda en önemli değişik, bu çalışmayı İslam Felsefecileri Derneği’nin kurucusu, sempozyumun düzenleyicisi olan ve ömrünü İslam felsefesi çalışmalarına adamış olan hocamız Prof. Dr. Hayrani Altıntaş’a ithaf etmek olmuştur. Bu armağan kitap da ilk baskıdaki çalışmalar gözden geçirilmiş, ayrıca yeni baskıya Prof. Dr. Mehmet Bayrakdar, Prof. Dr. Recep Kılıç, Prof. Dr. İbrahim Maraş, Doç. Dr. İsmail Hanoğlu, Dr. Nilüfer Öztürk Kocabıyık ve Dr. Hüseyin Yücel hocalarımız da katkı sağlamışlardır. Önceki baskı müellifleri ile Armağan kitaba katkı sağlayan tüm hocalarımıza müteşekkiriz.
Bu baskıdaki küçük bir değişiklik de, ilk baskıda hocalarımızın unvanları farklı iken yeni baskıda tamamına yakınının profesör unvanına sahip olmalarıdır. Bu yüzden hocalarımızın yazılarının o döneme ait olduklarını, sadece unvan ve görev yerlerinin şu anki duruma göre değiştirildiğini belirtmek isteriz.
Bu Armağan kitaba Prof. Dr. Hayrani Altıntaş hocamızın kısa bir hayat hikâyesi ile onunla yapılmış bir söyleşi de eklenmiştir. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden mezun olup (1967) Sorbonne’da doktora yaptıktan sonra (1977) aynı fakültede emekli olana kadar otuz yılı aşkın görev yapmış sayın hocamıza bu çalışmanın küçük bir vefa örneği olmasını diliyoruz. Kitabı ithaf ettiğimiz sayın hocamız Prof. Dr. Hayrani Altıntaş hocamıza Allah’tan sağlık ve mutluluklar niyaz ediyoruz.
Bu bağlamda Türkiye’de İslam felsefesinin serencamını kısaca belirtmek gerekirse, bilindiği gibi Dârülfünun’dan İstanbul Üniversitesi’ne geçiş sürecinde Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünde İslam felsefesi derslerini Mehmet Ali Ayni, İsmail Hakkı İzmirli ve Babanzâde Ahmet Naim hocalarımız vermiş, bu alana önemli katkılar sağlamışlardır. 1933 Üniversite Reformu ile metafizik ve İslam felsefesi dersleri programdan tamamen çıkarılmış, bu dersi veren öğretim üyeleri de üniversiteden tasfiye edilmiştir. Zamanla alandaki boşluğu fark eden felsefe tarihçisi Ernst von Aster, üniversitelerde İslam felsefesine yer verilmesi gerektiğini ilk defa dile getirmiş ve bu dersi Hilmi Ziya Ülken’e vermiştir. Uzunca süren bu tartışmaların ardından ders olarak okutulan İslam felsefesinin kürsü hâline gelmesi için kırk yılın geçmesi gerekmiştir.
1949’da Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin kurulmasıyla Prof. Hilmi Ziya Ülken’in özel çabalarıyla İslam felsefesi alanlarında önemli çalışmalar yapılmıştır. Ankara’daki bu İslam felsefesi geleneği içerisinde Cavit Sunar, Mübahat Türker Küyel, İbrahim Agâh Çubukçu, Hayrani Altıntaş ve Mehmet Bayraktar hocalarımız önemli çalışmalar ortaya koyarken; İstanbul’daki İslam felsefesi çalışmalarında Nihat Keklik, Mahmut Kaya, Necip Taylan, Hacı Bekir Karlığa, Mustafa Çağrıcı, Kasım Turhan ve İlhan Kutluer gibi hocalarımızın çalışmaları ve onların öğrencilerinin bu alana katkıları önemli olmuştur.
Günümüzde İslam felsefesine ilgi, hem dünyada hem de ülkemizde giderek artmaktadır. Yapılan nitelikli çalışmalarla bu alanın felsefe tarihinin ihmal edilemeyecek önemli bir kesiti olduğunu ortaya konmaktadır. Akademi dışında bu ilginin akademi de devam etmesi, İlahiyatlar ve Felsefe bölümlerinde itibarlı bir yer bulması sevindiricidir.
Son olarak, Armağan kitabın fikir planından yayınlanmasına kadar tüm aşamalarında büyük emek ve gayretleri olan, kitabın kisve-i tab’a bürünmesini büyük bir heyecanla bekleyen A.Ü. İlahiyat Fakültesi İslam Felsefesi Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Müfit Selim Saruhan ve tüm ana bilim dalı öğretim elemanlarına, ayrıca katkı sağlayan tüm hocalarımıza teşekkürü bir borç biliyoruz.
İslam felsefesi alanında ülkemizdeki birikimden bir kesit sunan bu çalışmanın okuyucuya faydalı olması diliyoruz.
Bu çalışmamızda İslâm felsefesi, doğuşundan günümüze kadar olabildiğinde kronolojik bir şekilde ana hatlarıyla ele alınmıştır. Böylece bir zincir oluşturularak, ileride yapılacak olan çalışmalarla bu zincirin hiç de göz ardı edilmeyecek göz kamaştırıcı bir düşünce geleneği olduğunun ortaya konması hedeflenmiştir.
İslâm felsefesi, bir yandan İslâm toplumunun kendi içinde ortaya çıkan sosyal, siyasal ve dinî meselelerin tartışılmasıyla, diğer yandan klasik Yunan ve Helenistik devir felsefelerine ait metinlerin tercüme edilmeye başlaması ve bu yeni fikirlerin hoşgörülü, eleştirel ve karşılaştırmalı bir zihniyetle bu kültüre mal edilmesiyle Altın Çağı’nı yaşamıştır. Böylece İslâm dininin tesiri altında ve filozofların çabalarıyla çok özgün çalışmalar ortaya konmuş ve tarihte itibarlı yerini almıştır.
Bu çalışma, çağdaş siyasal akımlardan muhafazakârlığı siyaset felsefesi açısından anlamayı ve içinde bulunduğumuz tarihsel dönemdeki yeri ve geleceğini tartışmayı amaçlamaktadır.
According to Ghazali, various methods can be used to acquire and use knowledge, as he professed in his numerous works. In doing this, he adopted the Aristotelian logic as the primary principle and sought to reconcile it with Islamic sciences. He is apparently the first in the Islamic thought to use Aristotle’s logic as a methodology of Islamic sciences. In his understanding, logic was independent of philosophy, while it wasn’t directly related to religion. He thought, logic was merely an “instrument” (organon) to receive correct knowledge and to discover the path to true sciences.
Ghazali claimed that logic had divine roots and is prerequisite to grasp the principles of religion. This assertion of Ghazali has been influential throughout the Islamic world; this in turn accelerated the spread and use of Aristotelian logic.
The main concern of Ghazali’s philosophy was the issue of “certitude” in knowledge, especially in the area of metaphysics. He perceives metaphysics an area where reason renders are insufficient while it has been perceived by most philosophers as sublime of all sciences. According to him, at this juncture knowledge can only be obtained through religious experiences such as inspiration, intuition and divination.
He perceived dialectics among the methods Ghazali used as the art of debate which did not generate precise knowledge. Meanwhile, see his hermeneutic method (tevil) as faith-based hermeneutics which seeks to base everything in God. The most authentic part of his philosophy is his sense of “methodological scepticism”. He concluded to have found the precise knowledge thorough this method, and then linked truth (yakin) with faith. His methodological scepticism is the forerunner of Ibn al-Haytham and Descartes.
The search for absolute inner integrity lies at the heart of Ghazali’s books and colourful world. He tried his utmost to absorb the totality of knowledge before him, analysed it critically, and sought to systematize this knowledge with the contribution of his own learning. This was an attempt to demonstrate the discord between Islam and the Greek metaphysics, which led him to lay the foundations of an Islamic method of philosophical inquiry. Therefore, his life, thought and method serve as a good model for us today.
Key words: Ghazali, Knowledge, Methodology, Logic, Methodological Scepticism.
Papers
In this study, the basic views of Seyyed Hossein Nasr, one of the contemporary Islamic thinkers, on Traditionalism have been analyzed. Nasr, one of the leading figures of the Traditionalism movement, has written in many fields from art to architecture, from science to philosophy, from religion to literature, and in these works he has tried to examine issues from a Traditionalist perspective.
According to Nasr, one of the main problems facing the Islamic world today lies in the modernist and secular worldview and the view of nature, science and technology. According to him, modernism has brought anthropocentrism, unprincipledness, reductionism, progressivism and evolutionism. These have not been for the good of humanity and have led to wrong paths. He proposes the rediscovery of Tradition as a solution to today's individual and social problems.
Nasr's identification of the problems in this way and his solution proposals have also received some criticism, and it has been stated that Tradition and Sufism, which are presented as solution proposals, will be insufficient in solving the problems. However, his criticisms and thoughts, especially his views on Traditionalism, are followed with interest:
Keywords: Seyyed Hossein Nasr, Traditionalism, Modernism, Secularism, Sufism
Hocalık hayatının kırk yılını geçirdiği Ankara İlahiyat’ta silinmez izler bırakan, çalışkanlığı, mütevazılığı, üretkenliği, samimiyeti ile arkadaşları ve öğrencilerinin gönlünde taht kuran, birçok öğrencinin hayranı olduğu Bayrakdar Hoca, fakültede halen kuşaktan kuşağa anlatılan birçok hatıra ve güzel olayın başkahramanıdır. Elinde çayı, ağzında piposuyla derse giren, muhteşem ders işleyişi ile felsefeyi sevdiren, birçok yabancı dili bilen hoca, çok tanınan bir isim olmasına rağmen mütevazı yaşamayı tercih etmiştir. Odasına gelen kim olursa olsun kapıda karşılayan, yine misafirini koridora kadar uğurlayan, güler yüzlü, yardımsever, başkalarının acıları sıkıntılarını kendisine dert edinen, çözebileceği konularda onlara yardım eden, yol yordam gösteren bir hocamız olmuştur.
Bilim üreten ve icat yapan (homo faber) bir varlık olan insan, doğadaki en zayıf ve güçsüz varlıklardan biri olmasına rağmen, bilim ve teknikle yaşamını bugüne kadar sürdürebilmiş, her geçen gün yeni buluşlarla ihtiyaçlarını daha rahat karşılamayı, güvenliğini, konforunu artırmayı ve geleceğini güvence altına almayı büyük oranda başarmıştır.
Bilimleri ilk defa sınıflayan ve bu yüzden “Muallim-i Evvel” (Birinci Öğretmen) unvanı verilen Aristoteles, bilim ve felsefe yapma çabasını öğrenme içgüdüsü, merak ve hayret duygusu ile açıklamaktadır. Entelektüel bir etkinlik olarak bilme tutkusu, pratik faydalarının yanı sıra bir bakıma insanın evrendeki varoluşunu gerçekleştirme ve aklındaki sorulara cevap bulma çabasıdır. Aristoteles’ten itibaren bilim yapmanın nedeni olarak görülen uyumlu evren önünde hayret ve şaşkınlık anlayışının aksine Stoacılar, bilimi ve felsefeyi insanın aklın rehberliğinde doğayla uyum içinde yaşaması olarak görmüşlerdir. Bu yönleriyle bilim, insanlığı birleştiren evrensel bir uğraş olagelmiştir.
Bilimin din, mitoloji, sanat, edebiyat gibi diğer alanlardan belki de en büyük farkı, tartışılmaz ve mutlak olmayıp sürekli kendini yanlışlayarak ilerleyebilmesidir. Geçmişte mutlak doğru gibi görülen Batlamyus’un teorileri, Aristoteles’in kozmoloji anlayışı, hatta Newton’un mekanik evren tasarımı bugün geçerliliğini çoktan yitirmiş, tarihsel bir bilgi olarak kalmıştır. Bugün de doğru kabul edilen birçok bilimsel görüşün yarın yanlışlanacağı, hatta bir zamanlar böyle düşünülüp açıklama getirilmiş diye ironik bakılacağı da bir gerçektir.
Bu görüşün aksi de mümkün olabilmektedir. Şöyle ki bir zamanlar irrasyonel, hatta bilimsel bulunmayan teoriler ya da önermeler, zamanla geçerli ve sınanabilir kuramlar hâline gelebilmektedir. Örneğin insanlık tarihi kadar eski olan atom düşüncesi (Leukippos, Demokritos vd.), Güneş merkezli evren (heliocentric) anlayışı (Sisamlı Aristarkhos, İbnü’ş-Şâtır, Bitrûcî vd.), evrim kuramı (Anaksimandros, Nazzâm, Câhız, İhvân-ı Safâ vd.), gökteki nesnelerin şeffaf küreler olmadığını düşüncesi (İbnü’l-Heysem, Harakî vd.) ya da görmenin nasıl oluştuğunu açıklayan nesne-ışın kuramı (Aristoteles, İbn Sînâ ve İbnü’l-Heysem vd.) buna örnek verilebilir. O dönemin şartları, deney ve gözlem araçlarının yetersizliği ya da baskın bilimsel otoritelerin görüşleri bu doğru yaklaşımların öne çıkmasına engel olabilmiştir. Bu yüzden bilimi zamanın ve mekânın dışında, olması gereken ideal bir anlayış yerine; olanın, bugünün teorisi şeklinde düşünmek daha doğru olacaktır. Bu ve benzeri konular son yüzyılda sıkça tartışılan bilim felsefesinin temel meseleleri olmuştur.
Bilimin ilerleyip yeni açılımlar yapabilmesi, durağanlıktan kurtulabilmesi ancak felsefe ile mümkündür. Tarih boyunca bilimi olmuş bitmişlikten kurtarıp merak duygusuyla sürekli yeni arayışlara yönelten, bilimi parçalardan kurtulup bütünlüğe, yasaya ulaşmaya yönelten hep felsefe olmuştur. Çünkü felsefe olanı olduğu gibi kabul etmek yerine; eleştirel, sorgulayıcı, temellendirici yönüyle bilimsel bilgi, değer ve düşünce üretimine imkân sağlamaktadır.
Batı’nın bilimsel gelişim evrelerinde, Orta Çağ’ın Patristik ve Skolastik dönem bilim anlayışı Karanlık Çağ olarak görülmekte, modern bilim Francis Bacon, Kepler, Galilei gibi isimlerle XVI. yüzyıl sonrasından itibaren başlatılmaktadır. Bu yüzyıldaki bilim anlayışının en büyük özelliği, bilimin Kilise’nin kontrolünden çıkması, deney ve gözleme önem verip tümevarım gibi yöntemlerin kullanılmasıdır.
Batı’nın aksine aynı yüzyıllarda İslam dünyasında bilim ve teknoloji Altın Çağı’nı yaşamış, yeni bilimsel teoriler ve buluşlar ortaya konmuş, iki dünya arasında bilim, felsefe, sanat gibi alanlarda çok keskin farklılıklar yaşanmıştır. İşte bilimin tarihsel ve coğrafi şartlarda değişimi ve gelişimini konu edinen bilim tarihi, bu bağlamda insanlık tarihine tutulan bir ayna görevini görmektedir.
Tarihi insanlık kadar eski olan bilimin geçirmiş olduğu serüveni, bilimsel düşüncenin doğuşu, gelişimi ve evrelerini, teknik bilginin oluşumunu, bilim insanlarının uğraşlarını, buluşlarını, izledikleri yöntemleri, bilimsel araç ve gereçleri konu edinen bilim tarihi son dönemde bilim felsefesi ile birlikte ilerlemekte, tarihsel bilgileri felsefi yorumlarla zenginleştirmektedir.
İnsanlık tarihi kadar eski ve kapsamı oldukça geniş olan bilim tarihinin bağımsız bir akademik disiplin hâline gelmesi oldukça yenidir. George Sarton’un (1884-1956) Harvard Üniversitesi’nde 1936’da Bilim Tarihi Kürsüsünü kurmasıyla yeni bir bilim dalı olarak ortaya çıkmış, felsefe ve tarih alanlarından faydalanarak son yılların en popüler interdisiplini hâline gelmiştir. Akademik olarak bilim tarihinin kurucusu sayılan Sarton, kendisinden önce Auguste Comte (1798-1857) ve Paul Tannery’i (1843-1904) bilim tarihinin öncü isimleri olarak görmektedir. Bu isimleri takiple Pierre Duhem (1861-1916) ve Lynn Thorndike (1882-1965) gibi bilim insanları da bilim tarihinin kurumsallaşmasına katkı sağlamışlardır. Sarton’a göre bilim tarihi, bilimsel düşüncenin, yani insanın bilincinin gelişimini açıklamaktır. Ancak bu din ve felsefe gibi toplumsal yaşamda etkili kurum ve disiplinlerin ihmal edilmeden, değerlendirmelerde bunları da hesaba katarak yapılmalıdır.
Bilim tarihi çalışmalarının hız kazandığı bu yüzyılda “Felsefe tarihi bilmeden felsefe yapılabilir mi?” sorusuna benzer şekilde “Bilim tarihi bilmeden bilim yapılabilir mi?” sorusu sorulmaya ve değişik cevaplar verilmeye başlanmıştır. Bu sorunun cevabı “Evet, mümkündür.” olsa da insanoğlu hem bilimin hem de felsefenin tarih içerisindeki serencamını, din, sanat, teknik gibi diğer düşünsel etkinliklerle olan ilişkisini hep merak edegelmiştir. Benzer şekilde “Bilim evrensel midir, değil midir?”, “Bilim mi teknolojiye yön verir, yoksa teknoloji mi bilime yön verir?” soruları ya da “Bilimin ilerleyişi lineer midir, yoksa -Thomas Kuhn’un iddia ettiği gibi- paradigmatik olarak devrimsel ve sıçramalı mı ilerler?” tartışmaları da hız kesmeden devam etmektedir.
Batı dünyası, akıl ve bilimi öne çıkaran bir döneme girdiği Aydınlanma Çağında (XVIII. yüzyıl), Müslümanların geçmişteki bilimsel başarılarına gözlerini çevirmiş ve bu başarılar oryantalizmin ilgi sahasına girmiştir. Bu çağda Condorcet gibi Aydınlanmacı düşünürler, Müslümanların bilimsel başarılarını, Batı’da karanlık bir çağın hüküm sürdüğü bir dönemde, Aydınlanma’nın süregelen gelişiminin bir garantisi olarak görmüştür. Bu durumu Batı dünyasındaki Herder, Goethe, von Humboldt, Sarton gibi çok sayıda aklıselim düşünür ve oryantalist de itiraf etmektedir.
Bu çalışmada, İslam bilim tarihi yüzyıllar şeklinde kronolojik olarak ele alınmış, her yüzyılın bir değerlendirilmesi yapılmış, ardından öne çıkan kuram ve kurumlarla önemli bilim insanları tanıtılmaya çalışılmıştır. Hâlid b. Yezîd (661-704) ile başlayıp Abdülkelam (1931-2015) ile son bulan İslam bilim tarihinin kısa bir özetini sunan bu çalışma, bilim tarihinde asıl anlatacak hikâyesi olan Müslüman bilim insanlarının küçük bir kesitini sunmaktadır. Çalışmada Arapça, Farsça ve Osmanlıca kitap isimlerinin secili ve kafiyeli ifadeler olmasından dolayı tam tercümesini yapmanın güçlüğüne rağmen, okuyucuyu bilgilendirmek için Türkçe karşılıkları verilmeye çalışılmıştır.
İslam bilim tarihi ve felsefesi alanına küçük bir katkı olan bu eser, bu konulara ilgi duyanlara faydalı olması dileğiyle…
Öncelikle ikinci baskıda en önemli değişik, bu çalışmayı İslam Felsefecileri Derneği’nin kurucusu, sempozyumun düzenleyicisi olan ve ömrünü İslam felsefesi çalışmalarına adamış olan hocamız Prof. Dr. Hayrani Altıntaş’a ithaf etmek olmuştur. Bu armağan kitap da ilk baskıdaki çalışmalar gözden geçirilmiş, ayrıca yeni baskıya Prof. Dr. Mehmet Bayrakdar, Prof. Dr. Recep Kılıç, Prof. Dr. İbrahim Maraş, Doç. Dr. İsmail Hanoğlu, Dr. Nilüfer Öztürk Kocabıyık ve Dr. Hüseyin Yücel hocalarımız da katkı sağlamışlardır. Önceki baskı müellifleri ile Armağan kitaba katkı sağlayan tüm hocalarımıza müteşekkiriz.
Bu baskıdaki küçük bir değişiklik de, ilk baskıda hocalarımızın unvanları farklı iken yeni baskıda tamamına yakınının profesör unvanına sahip olmalarıdır. Bu yüzden hocalarımızın yazılarının o döneme ait olduklarını, sadece unvan ve görev yerlerinin şu anki duruma göre değiştirildiğini belirtmek isteriz.
Bu Armağan kitaba Prof. Dr. Hayrani Altıntaş hocamızın kısa bir hayat hikâyesi ile onunla yapılmış bir söyleşi de eklenmiştir. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden mezun olup (1967) Sorbonne’da doktora yaptıktan sonra (1977) aynı fakültede emekli olana kadar otuz yılı aşkın görev yapmış sayın hocamıza bu çalışmanın küçük bir vefa örneği olmasını diliyoruz. Kitabı ithaf ettiğimiz sayın hocamız Prof. Dr. Hayrani Altıntaş hocamıza Allah’tan sağlık ve mutluluklar niyaz ediyoruz.
Bu bağlamda Türkiye’de İslam felsefesinin serencamını kısaca belirtmek gerekirse, bilindiği gibi Dârülfünun’dan İstanbul Üniversitesi’ne geçiş sürecinde Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünde İslam felsefesi derslerini Mehmet Ali Ayni, İsmail Hakkı İzmirli ve Babanzâde Ahmet Naim hocalarımız vermiş, bu alana önemli katkılar sağlamışlardır. 1933 Üniversite Reformu ile metafizik ve İslam felsefesi dersleri programdan tamamen çıkarılmış, bu dersi veren öğretim üyeleri de üniversiteden tasfiye edilmiştir. Zamanla alandaki boşluğu fark eden felsefe tarihçisi Ernst von Aster, üniversitelerde İslam felsefesine yer verilmesi gerektiğini ilk defa dile getirmiş ve bu dersi Hilmi Ziya Ülken’e vermiştir. Uzunca süren bu tartışmaların ardından ders olarak okutulan İslam felsefesinin kürsü hâline gelmesi için kırk yılın geçmesi gerekmiştir.
1949’da Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin kurulmasıyla Prof. Hilmi Ziya Ülken’in özel çabalarıyla İslam felsefesi alanlarında önemli çalışmalar yapılmıştır. Ankara’daki bu İslam felsefesi geleneği içerisinde Cavit Sunar, Mübahat Türker Küyel, İbrahim Agâh Çubukçu, Hayrani Altıntaş ve Mehmet Bayraktar hocalarımız önemli çalışmalar ortaya koyarken; İstanbul’daki İslam felsefesi çalışmalarında Nihat Keklik, Mahmut Kaya, Necip Taylan, Hacı Bekir Karlığa, Mustafa Çağrıcı, Kasım Turhan ve İlhan Kutluer gibi hocalarımızın çalışmaları ve onların öğrencilerinin bu alana katkıları önemli olmuştur.
Günümüzde İslam felsefesine ilgi, hem dünyada hem de ülkemizde giderek artmaktadır. Yapılan nitelikli çalışmalarla bu alanın felsefe tarihinin ihmal edilemeyecek önemli bir kesiti olduğunu ortaya konmaktadır. Akademi dışında bu ilginin akademi de devam etmesi, İlahiyatlar ve Felsefe bölümlerinde itibarlı bir yer bulması sevindiricidir.
Son olarak, Armağan kitabın fikir planından yayınlanmasına kadar tüm aşamalarında büyük emek ve gayretleri olan, kitabın kisve-i tab’a bürünmesini büyük bir heyecanla bekleyen A.Ü. İlahiyat Fakültesi İslam Felsefesi Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Müfit Selim Saruhan ve tüm ana bilim dalı öğretim elemanlarına, ayrıca katkı sağlayan tüm hocalarımıza teşekkürü bir borç biliyoruz.
İslam felsefesi alanında ülkemizdeki birikimden bir kesit sunan bu çalışmanın okuyucuya faydalı olması diliyoruz.
Bu çalışmamızda İslâm felsefesi, doğuşundan günümüze kadar olabildiğinde kronolojik bir şekilde ana hatlarıyla ele alınmıştır. Böylece bir zincir oluşturularak, ileride yapılacak olan çalışmalarla bu zincirin hiç de göz ardı edilmeyecek göz kamaştırıcı bir düşünce geleneği olduğunun ortaya konması hedeflenmiştir.
İslâm felsefesi, bir yandan İslâm toplumunun kendi içinde ortaya çıkan sosyal, siyasal ve dinî meselelerin tartışılmasıyla, diğer yandan klasik Yunan ve Helenistik devir felsefelerine ait metinlerin tercüme edilmeye başlaması ve bu yeni fikirlerin hoşgörülü, eleştirel ve karşılaştırmalı bir zihniyetle bu kültüre mal edilmesiyle Altın Çağı’nı yaşamıştır. Böylece İslâm dininin tesiri altında ve filozofların çabalarıyla çok özgün çalışmalar ortaya konmuş ve tarihte itibarlı yerini almıştır.
Bu çalışma, çağdaş siyasal akımlardan muhafazakârlığı siyaset felsefesi açısından anlamayı ve içinde bulunduğumuz tarihsel dönemdeki yeri ve geleceğini tartışmayı amaçlamaktadır.
According to Ghazali, various methods can be used to acquire and use knowledge, as he professed in his numerous works. In doing this, he adopted the Aristotelian logic as the primary principle and sought to reconcile it with Islamic sciences. He is apparently the first in the Islamic thought to use Aristotle’s logic as a methodology of Islamic sciences. In his understanding, logic was independent of philosophy, while it wasn’t directly related to religion. He thought, logic was merely an “instrument” (organon) to receive correct knowledge and to discover the path to true sciences.
Ghazali claimed that logic had divine roots and is prerequisite to grasp the principles of religion. This assertion of Ghazali has been influential throughout the Islamic world; this in turn accelerated the spread and use of Aristotelian logic.
The main concern of Ghazali’s philosophy was the issue of “certitude” in knowledge, especially in the area of metaphysics. He perceives metaphysics an area where reason renders are insufficient while it has been perceived by most philosophers as sublime of all sciences. According to him, at this juncture knowledge can only be obtained through religious experiences such as inspiration, intuition and divination.
He perceived dialectics among the methods Ghazali used as the art of debate which did not generate precise knowledge. Meanwhile, see his hermeneutic method (tevil) as faith-based hermeneutics which seeks to base everything in God. The most authentic part of his philosophy is his sense of “methodological scepticism”. He concluded to have found the precise knowledge thorough this method, and then linked truth (yakin) with faith. His methodological scepticism is the forerunner of Ibn al-Haytham and Descartes.
The search for absolute inner integrity lies at the heart of Ghazali’s books and colourful world. He tried his utmost to absorb the totality of knowledge before him, analysed it critically, and sought to systematize this knowledge with the contribution of his own learning. This was an attempt to demonstrate the discord between Islam and the Greek metaphysics, which led him to lay the foundations of an Islamic method of philosophical inquiry. Therefore, his life, thought and method serve as a good model for us today.
Key words: Ghazali, Knowledge, Methodology, Logic, Methodological Scepticism.
In this study, the basic views of Seyyed Hossein Nasr, one of the contemporary Islamic thinkers, on Traditionalism have been analyzed. Nasr, one of the leading figures of the Traditionalism movement, has written in many fields from art to architecture, from science to philosophy, from religion to literature, and in these works he has tried to examine issues from a Traditionalist perspective.
According to Nasr, one of the main problems facing the Islamic world today lies in the modernist and secular worldview and the view of nature, science and technology. According to him, modernism has brought anthropocentrism, unprincipledness, reductionism, progressivism and evolutionism. These have not been for the good of humanity and have led to wrong paths. He proposes the rediscovery of Tradition as a solution to today's individual and social problems.
Nasr's identification of the problems in this way and his solution proposals have also received some criticism, and it has been stated that Tradition and Sufism, which are presented as solution proposals, will be insufficient in solving the problems. However, his criticisms and thoughts, especially his views on Traditionalism, are followed with interest:
Keywords: Seyyed Hossein Nasr, Traditionalism, Modernism, Secularism, Sufism
Ord. Prof. Hilmi Ziya Ülken, who is one of the significant names of science and thought life of Republican Period (1901-1974) is known as a very productive (polymath) thinker. He wrote many works in many fields of social sciences, especially in sociology and philosophy. Ülken, whose student M. Necati Öner (1927-2019) stated that “any day of his life passed either reading or lecturing” makes significant contributions to the field with his unique, original, and high-quality works besides being a hardworking academician.
Even if we are in a lucky age in preservation, reproduction, and translation of the documents, it is seen as a great deficiency not to make full list of the works of a thinker who belongs to the recent period. Making a biography of the works of Ülken, who is a precious person, began with the efforts of his student, Öner while he was alive, he recorded more than one thousand of studies with the guidance his lecturer, however he could not complete the study since the technology of that time made it difficult to make further research and retrieve resources.
Making a biography study in today’s world has become easier thanks to the digitization and computer facilities when compared with the past. It is seen that biography essays are tried to be made in applications specific works and in postgraduate theses. In this study, after giving a short biography of Ülken, we will try to make a biography based on the items we can reach. We think that most of its components, an estimated ninety percent, were identified by this study. We hope that this shortcoming will be fulfilled with this study, Ülken's life and labor will be fully revealed, as well.
As a result of this study, Ülken has published over 610 articles, as far as we can detect, in 55 journals, apart from a total of 71 books, 5 of which are in foreign languages, 60 copyrighted works and 11 translated works. This figure exceeds 1280 when the newspaper articles exceeding 600 are added. We hope that this study, which will enable an important name in our intellectual history to be better known, will be useful in future studies.
Keywords: Hilmi Ziya Ülken; philosophy in Turkey; Turkish thought; bibliographical monography; philosophy literature
The question of whether Islamic philosophy can be considered as an authentic form of philosophy has been a subject of prolonged discourse. Various perspectives have emerged, presenting three distinct approaches to this matter. The first approach, primarily advocated by orientalists, contends that Islamic philosophy lacks authentic-ity. Contrarily, the second viewpoint asserts that while Islamic philosophy exhibits eclecticism, it represents a form of creative eclecticism. Finally, the third perspec-tive posits that Islamic philosophy is unequivocally authentic, affirming its rightful place within the realm of philosophical discourse.
Regrettably, Islamic philosophy, despite its profound significance during the Middle Ages, has not received the recognition it truly deserves within the pages of philo-sophical history books. Authors have often allocated only brief sections to this rich philosophical tradition, overlooking its depth and influence. It is frequently empha-sized that Islamic philosophy serves as a continuation of Greek philosophy, acting as a vital bridge that connects the realms of Ancient Greek philosophy and medieval Western philosophy.
Orientalists regarded Muslim philosophers as mere interpreters of Ancient Greek philosophers, ignoring their philosophical authenticity. Recent studies have re-vealed that this prejudiced approach of the orientalists is fallacious. Medieval Islamic philosophy, which reached its golden age during the 9th-13th centuries, began to be rediscovered.
Islamic philosophy introduced completely novel themes with Sufism and theology, and, developed fresh and innovative perspectives by integrating Greek philosophy. In particular, unique insights and movements have been put forward on subjects such as Ghazalism, Illuminationism, Eastern philosophy, occasionalism, methodical skepticism, the theory of creation ex nihilo, prophecy, the relationship between phi-losophy and religion, and critical analysis of the ideas put forth by ancient philoso-phers.
While the Western world underwent a “dark age” during The Middle Ages; the Is-lamic world experienced a remarkable and intellectually vibrant "philosophical" movement. The movement, which can be called the "Miracle of the Muslims", holds significant prominence within universal culture, in terms of both being an insepara-ble part of Islamic civilization and a crucial milestone in the development of Western philosophy.
Keywords
Islamic Philosophy, Authenticity, Eclecticism, Golden Age, Islamic Renaissance.
While traditionalist thinkers put forward their ideas with their own conceptualizations such as philosophia perennis (eternal wisdom), religio perennis (eternal religion), religio cordis (religion of the heart), they try to show that all religions are in fact different manifestations of the common essence in a profound and spiritual way by making the distinction between the external and the external, essence and form, esoteric and exoteric. They consider the contradictions, incompatibilities and contradictions between religions as a problem of meaning and interpret them as a relative situation. Again, the Transcendent Unity of Religions view, by accepting the universality of religions, has introduced the idea of dialogue between different religions on the basis of respect and tolerance, and as a result of this dialogue, some compromises have been made in order to meet on a common basis, and things other than the essence are seen as incidental. This would have a negative impact on the integrity and systems of religions themselves.
While traditionalist thinkers explain the Truth in religions as “authentic Tradition” with features such as spiritual hierarchy, adherence to orthodoxy, and being the carrier of Tradition, they consider the opposite situation as “pseudo-batiniyya”. According to them, for a religion to be essentially orthodox, it must be based on a fully adequate and adequate doctrine of the Absolute, and it must also have a spirituality, theoretically and practically, that is equivalent to this doctrine and that embodies sacredness in itself, both in concept and in reality. That is, it must have a holy peace that comes not from a philosophical source, but from a divine source and manifests itself in miracles and sacred art. This distinction is also relative. For example, Guénon considers the Catholic faith to be within the authentic tradition because it has these characteristics, whereas he characterizes Protestantism as a pseudo-batiniyya. In fact, as in the Traditionalist school’s view of the Transcendental Unity of Religions, no religion can be considered corrupt and false; on the contrary, it can be said that all religions are false and invalid!
İlkokulu köyünde bitirdikten sonra babasının bir berberin yanına çırak vermeyi düşündüğünü öğrenen Bayrakdar’ın öğretmenleri eve gelerek ailesine “Bu çocuğu mutlaka okutmalısınız, derslerinde çok başarılı, matematik ve fen bilimlerine yatkınlığı var” şeklinde telkinde bulunmuşlar. Onların da ısrarı ile Bayrakdar, Beyşehir Alaeddin Ortaokuluna kaydolmuş, daha sonra Beyşehir Lisesine devam ederek 1968-69 öğretim yılında buradan mezun olmuştur.
Bu bağlamda “Neden ahlaklı olmalıyız?” sorusuna tarih boyunca çok sayıda cevap verilmekle birlikte, bu cevapları dört ana başlık altında toplayabiliriz:
1. Tanrı’nın bir emri olduğu için,
2. Kişisel çıkarlarımıza uygun olduğu için,
3. Genel faydaya uygun olduğu için,
4. Doğru olduğu için ahlaklı olmalıyız.
Yunanca “ethos” teriminden türetilmiş olan etik, öznel yönüyle bireyin niyet, anlayış ve tutumunu; nesnel yönüyle de ahlak, töre ve alışkanlıklarını nitelemektedir. Her iki yönü kapsayacak tarzda etik, ethosun, yani ahlaki olanın bilimidir. Dilimizdeki kullanımıyla Arapça kökenli bir terim olan ahlak ise, Batı dillerindeki “etik” ve “moral” kavramlarına karşılık olarak kullanılmaktadır.
Klasik İlk Çağ filozoflarından Aristoteles, birçok konuda olduğu gibi ahlak konusunda da hocası Eflâtun’dan ayrı düşünmekte ve onun ahlak anlayışının içi boş bir iyi idesine dayandığını söyleyerek hocasını eleştirmektedir. Bilindiği gibi Eflâtun ahlakın kaynağının başka bir âlemde aramakta; öğrencisi Aristoteles ise, ahlakın kaynağını insan yaşamının pratik akışı içerisinde aranmasını söyleyerek ondan ayrılmaktadır. Daha sonra Kant gibi düşünürler bu düşünceyi daha da sistemleştirerek, ahlakın kaynağını iyi niyet ve vicdan gibi kavramlarla temellendirerek insanda arayacaklardır. Ahlakın kaynağı konusunda üçüncü bir görüş de özellikle ampirist filozofların savunduğu ahlakın kaynağının insanın psikolojik hâllerinde, tutku ve duygularında aranmasıdır.
İnsanlık tarihi boyunca yaşanan değişime paralel olarak ahlak anlayışları da değişime uğramıştır. Örneğin Antik Çağ’da ahlak, ne yapmamız, neyi aramamız ve başkalarına nasıl davranmamız gerektiğiyle ilgilenen büyük ölçüde öğütçü, Orta Çağ’da dinî ağırlıklı olmuş; Modern Çağ’da da özellikle Kant ile birlikte, önceden kabul edilen ahlak kuramlarını rasyonel bir şekilde sistemleştirmeye yönelmiştir. Günümüzdeyse yeni kuram geliştirmek yerine, mevcut kuramların temel kavramlarını açıklığa kavuşturma eğilimindedir. Modern ahlak felsefelerine göre filozofun görevi, ahlakın ilk ilkelerini sistematik olarak ortaya koymak ve bu ilkelerin doğrulanabilirliğini göstermektir.
Geleneksel ahlak felsefesi, ulaşılması gereken bir gaye olduğunu savunur ve başkalarına nasıl davranılması gerektiği ile ilgili öğüt vermeyi hedefler. Hedonizm, Faydacılık, Stoacılık, Hristiyanlık ahlakı gibi klasik ahlak öğretileri incelendiğinde, iyi-kötü, doğru-yanlış yargıları içeren ve çoğu zaman da daha çok öğüt içeren “… meli, …malı!” şeklinde biten cümlelerin ön planda olduğunu görürüz. Bu ahlak anlayışında, iyiliğin ne olduğunu sadece basitçe bilmek değil, aynı zamanda iyi ve ahlaklı olabilmek önemlidir. Yani insanın sadece teorik değil, aynı zamanda iyi bir yaşam sürmesi için pratik işlevleri de vardır. Dolayısıyla klasik ahlak öğretileri “İnsanlar için iyi yaşam nedir?” ve “İnsanlara nasıl davranılmalıdır?” gibi sorulara farklı cevaplar vermekle modern ahlak anlayışlarından ayrılmaktadır.
Geleneksel ahlak filozofları, gerçek bir ahlak yasası ortaya koymak, yani ahlakın nesnel temellerini belirlemek ve ahlaki değerlerimizi kendisiyle doğrulayacağımız sağlam temelleri göstermek için çalışmışlardır. Onlara göre ahlak filozoflarının görevi, ahlakın ilk prensiplerini sistematik olarak ortaya çıkartmak ve bu prensiplerin doğrulanmasının mümkün yollarını göstermektir. Modern ahlakta ise, klasik ahlak anlayışından farklı olarak, daha çok çözümlemeye öncelik verildiğini görmekteyiz. Bu anlamda modern ahlak, klasik ahlakın bir alternatifi değil, klasik öğretilerin daha ileri düzeyde incelenmesidir.
Gazzâlî’nin yetiştirmiş olduğu sayısız öğrencilerinin yanında, sürüp gelen etkisi şüphesiz eserleri aracılığıyladır. O, dinî ilimlerin hemen hemen her alanında eserler vermiştir. Samimi olarak hakikati aramış ve kendisinde meydana gelen epistemolojik ve ahlaki şüphelerden ve zorluklardan kaçmamıştır. Onun ilim karşısındaki tutumu, öğrenme iştiyakı, yöntemi ve hakikat arayışı düşünce ve bilim tarihi açısından oldukça önemlidir.
Gazzâlî, tarih boyunca düşünceleri kadar eserleriyle de tanınan bir düşünürdür. Onun eserleri birçok dile çevrildiği gibi XV. yüzyıldan itibaren de Türkçeye çevrilmiş, kimi eserleri şerh edilmiştir. Gazzâlî, yaşamı boyunca Türklerin ve İranlıların bulunduğu bölgelerde yaşamış ve Selçuklu sultanları tanışmış, bunun tabii bir sonucu olarak Türk İslam düşüncesine etkisi de çok olmuştur. Bu etki, günümüzde, hâlâ çok sıkı bir şekilde devam etmektedir. Başta, İhyâ’ü ulûmi’d-dîn ve Kimyâ-yı Sa’âdet olmak üzere birçok eseri büyük çoğunlukça okunmakta ve benimsenmektedir.
Gazzâlî, Aristoteles felsefesine karşı getirmiş olduğu eleştirilerle tanınmaktadır. O, bu felsefenin, İslam dünyasında temsilcileri olarak gördüğü Meşşâîleri Tehâfütü’l-felâsife adlı eserinde ciddi şekilde eleştirmiştir. Bununla birlikte Gazzâlî, Aristoteles mantığını benimsemekte, onu ilimler için bir giriş, âlet ve akli çıkarımlar için bir yöntem olarak görmektedir. Bu çalışmada Gazzâlî’nin mantık anlayışı, Aristoteles mantığına katkıları ve eleştirileri ortaya konmaya çalışılacaktır.
Philosophy from the West to the East: Eastern Wisdom
The argument that philosophy is a “Greek Miracle” having emerged in Ancient Greece is claimed remarked frequently by the Western. These claimants describe the East as barbarian, underdeveloped communities far from the philosophy. The perspective of the West towards the East is prejudiced and ideological.
Hermes, who is considered as the Father of Philosophy, is an Eastern mythological figure. Many Eastern communities mainly Sumerians, Egyptians, Indians and Chinese have considerably contributed to the science and philosophy. However, scientific and philosophical insight and perspective of these two cultures are quite different from each other. The West highlights knowledge and written culture; whereas, the East prioritizes living, experience and oral culture. In opposition to the rationalist thought of the West, the East notices other ways of obtaining knowledge such as intuition, imagination and inspiration. Nevertheless, metaphysics, which West has neglected in recent times, still continues to survive in the East.
Today, even if the West considers the Eastern wisdom as mysterious, secretive, interesting and even if the West is unfamiliar to Eastern thought, it still remains as an alternative perspective. In this study, Eastern wisdom will be introduced in general terms; its similarities and differences with Western philosophy will be set forth.
Key words: Eastern wisdom, Indian wisdom, Chinese thought, wisdom in Ancient Egypt, Metaphysics
Abstract
This study aims to present Hilmi Ziya Ülken’s contributions to philosophical studies in Turkey. In this manner, his studies on Anadoluculuk movement, his attempts on constituting a philosophical language and tradition and his position within the project of history of Turkish thought are mentioned. Additionally, his effects on institutionalization of philosophy in Turkey, his suggested solutions for social problems and his academic and non-academic activities are pointed out. Ülken’s philosophical views in his original works, translations, presentations, articles and columns which are written with a certain degree of social sensibility for constituting a Turkish humanism and Turkish renaissance are analyzed in this study. As a sophisticated thinker, Ülken’s efforts and strive for forming a philosophical basis and carrying out philosophical activities in Turkey are evaluated within the bounds of an article.
Keywords: Hilmi Ziya Ülken, Philosophy in Turkey, Contemporary Turkish Thought, Dyade, Turkish Humanism and Turkish Renaissance
Gelenek teriminin Arapça karşılığı olan an’ane aslında bir hadis terimi olup, hadislerin bir kişiden diğerine aktarılma (rivayet) sırasında söylenen “an fulânin an fulânin” lafzına verilen isimdir. Bu aktarım sırasında yapılan hata, örneğin bir aktarıcının (râvî) güvenilir olmaması, o hadisin sahihliğini çoğu zaman ortadan kaldırır. Bu anlamda, Latince gelenek tanımında bulunan teslim olma ve ihanet etme paradoksu hadisler için de geçerlidir. Zira hadislerde hem belli kişilere güvenilip teslim olmayı gerektirecek hâller, hem de onların yapacağı kasıtlı ya da kasıtsız bir hatadan dolayı doğacak ihanet bir arada bulunmaktadır. Aynı zamanda, hadis kelimesi Batılı oryantalistlerce gelenek (tradition) kelimesiyle karşılanmaktadır.
Tradition and Traditionalism in the Islamic Thought
What Nasr is Understanding of Tradition
In this essay, we tried to examine tradition and traditionalism in the Islamic thought in general, and the understanding of tradition by Nasr in particular. Tradition and Traditionalism are one of todays highly discussed terms. The term tradition is strictly related first of all to religion, then to sanctity and metaphysics. But the tradition which Nasr is trying to bring up is “the re-discovery of Islamic metaphysics” and bringing Sufism (Islamic mysticism) to the fore.
Keywords: Tradition, Traditionalism, Seyyed Hossein Nasr, Islamic Thought, Sufism.
Key Words: The Peripatetics, Theory of Prophecy, Prophethood, Active Intellect, Spinoza