Book Chapter by Selami Varlik
Metnimiz, her biri iki alt başlığa ayrılan iki bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde, Edith Stein’ın... more Metnimiz, her biri iki alt başlığa ayrılan iki bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde, Edith Stein’ın bir şeyin varoluşu ile özü arasındaki ikiliği düşünmek için nasıl Husserl’in fenomenolojisine başvurduğunu göreceğiz. Stein’a göre, fenomenolojik indirgemenin bir şeyin özünü varolmasından bağımsız olarak düşünme imkanı sunması, Ortaçağ felsefesindeki öz-varoluş ayrımını anımsatır. İkinci bölümümüzde amacımız, Stein’ın bu yakınlık bağlamında Thomas Aquinas’la kurduğu bağa odaklanmak olacaktır. Burada temel mesele, ne tam olarak varolan ne de hiçlik olan bir özün, varoluşundan bağımsız olarak bir varlık boyutuna nasıl sahip olduğudur. Burada, Stein’ın varoluştan ziyade öze öncelik vererek, aslında İbn Sînâ’ya Thomas’tan daha yakın olduğunu göstereceğiz ve bu yakınlığın vesile olduğu birkaç noktaya değineceyiz.
Bookmarks Related papers MentionsView impact
İlk bölümde, hermeneutiğin Türkiye’de özellikle hakikat arayışı sistemlerinin tarihselliği sorunu... more İlk bölümde, hermeneutiğin Türkiye’de özellikle hakikat arayışı sistemlerinin tarihselliği sorunu üzerinden kabul gördüğüne değineciz. Arayışın öznesinin kendisi de tarihsel olduğu için, yabancı bir eserin anlaşılması, tarihsel olan öznenin ve nesnenin kesişmeyle gerçekleşir. İkinci bölümümüzde, hermeneutiğin bir Avrupa disiplini olarak sahiplenmesinin, bizzat hermeneutik disiplinin de tarihselliği sorusunu sormayı gerektirdiğini göreceğiz. Zira, Schleiermacher’le gelişen modern hermeneutik, Avrupa tarihinden ve özellikle de Hristiyan inançlarından bağımsız düşünülemez; bu da bir takım alımlama sorunlarına yol açar. Üçüncü bölümde, tarihsellik fikrinin Türkiye’de sahiplenilmesinin aynı zamanda kendiliği tarihsel olarak şekillendiren kültürel, dini ve felsefi mirasın da sahiplenilmesini nasıl gerektirdiğini göreceğiz. Lakin bu miras aynı zamanda tümel bir hakikat arayışıyla da şekillenmiştir; oysa Özlem’in tarihsellik vurgusu, hakikati arayan özneleri tarihe indirgeme uğruna aranan hakikati de tarihsel ve değişken olarak algılar. Bu durumda, aranan hakikatin aşkınlığıyla ile arayışın tarihselliğini beraber düşünmek gerekecektir. Bu gerilimi, son bölümde, tekillik kavramıyla inceleyeceğiz. Her filozof aynı tümel konuyu farklı bir tekil açıdan, yani kendi soruları bağlamında inceler. Tümel hakikata ulaşmanın gerektirdiği manevi tecerrüd, tekillikleri aşmayı gerektirse de okurun tekil dünyasında anlamlı olduğu takdirde gerçekleşebilir. Bu da eserlerin ve düşüncelerin genel “izm”lere kapatılmamalarını gerektirir.
CUMHURİYETİMİZİN 100. YILINDA TÜRKİYE'DE YÜKSEK ÖĞRETİMDE FELSEFE EĞİTİMİ başlıklı sempozyumun kitabında yayınlanacak.
Bookmarks Related papers MentionsView impact
Philosophical Hermeneutics and Islamic Thought (ed. Camilleri, Varlik, Springer, 2022)
Ricœur fait la distinction entre deux conceptions de la métaphore : la théorie de la tension, cré... more Ricœur fait la distinction entre deux conceptions de la métaphore : la théorie de la tension, créatrice de sens, et la théorie de la substitution, où la métaphore n’est qu’un équivalent imaginatif d’un concept et est donc aisément traduisible. Les récits poétiques d’Avicenne semblent clairement se situer dans cette catégorie, étant donné qu’ils sont tissés d’allégories reprenant rigoureusement l’épistémologie rationnelle du philosophe. Pourtant, la conception avicennienne de la métaphore offre un double rapport à la théorie de la substitution, en sa faveur ou en sa défaveur selon que la métaphore imite une vérité ou une chose. Ainsi, malgré la correspondance au premier abord entre métaphore et concept, les récits préservent un intraduisible renvoyant au plaisir ultime – et au désir qui lui est associé – procuré par la connaissance idéale, plaisir que le syllogisme démonstratif ne peut donner et qui demeure donc rationnellement inconcevable. La métaphore correspond certes à un concept mais elle n’est pas parfaitement traduisible car elle renvoie à une praxis qui n’aurait pu être dite à travers un langage conceptuel et qui vise la saveur expérientielle de la vérité, afin d’inciter à la goûter personnellement.
Bookmarks Related papers MentionsView impact
https://tarihdusuncesi.org/
Bookmarks Related papers MentionsView impact
Differences in Identity in Philosophy and Religion: A Cross-Cultural Approach, 2020
https://www.bloomsbury.com/uk/differences-in-identity-in-philosophy-and-religion-9781350076501/
Bookmarks Related papers MentionsView impact
Bir eseri tarihte yol açtığı anlama gelenekleri bağlamında değerlendirme ge-rekliliğini savunan G... more Bir eseri tarihte yol açtığı anlama gelenekleri bağlamında değerlendirme ge-rekliliğini savunan Gadamer, bir açıdan metin merkezli yaklaşımlara zıt bir tavır sergilemiştir. Ona göre geçmişten bugüne uzanan zaman mesafesinin ötesine geçerek başlangıç noktasına gitmek ve metnin gerçek anlamına ulaş-ma iddiasında bulunmak naif ve imkansızdır. Gadamer, gelenek fikrini otori-te ve önyargı kavramlarıyla oluşturduğu üçlü bağlamında değerlendirir. Geç-mişten gelen önyargılara karşı çıkan Descartes ve daha sonra Aydınlanma da aslında bir önyargı karşıtı önyargıya maruz kalmıştır. Oysa eski yorumlar tarafından oluşturulmuş olan önyargılar her yeni anlamanın ön şartıdır. Bir metin okunduğunda geçmiş birikim ve anlama gelenekleri okuyucuya daima kılavuzluk edecektir. Gadamer'in burada savunduğu bir yöntemsel yaklaşım, bir de jure olması gereken değildir. O sadece daima olan de facto bir durumu betimler. Önyargı, temelde bir meselenin tüm boyutlarını değerlendirdikten sonra oluşturulan yargıdan önce gelen bir tür ön-anlamadır. Bu ön-anlama-ların bütününü geçmişten gelen bir otorite ve öznenin iştirak ettiği bir yaşam geleneği belirler.
Bookmarks Related papers MentionsView impact
Bookmarks Related papers MentionsView impact
Bookmarks Related papers MentionsView impact
Bookmarks Related papers MentionsView impact
Papers by Selami Varlik
Nazariyat
Heidegger contrasts meditative thinking, which allows detachment from beings, with calculative th... more Heidegger contrasts meditative thinking, which allows detachment from beings, with calculative thinking, which maintains an instrumental and interested relationship with them. In his view, the principle of reason is the main tool for dominating available things. He also embeds the Medieval essence-existence duality within this framework of causality geared towards manipulating beings, judging that the religious notion of creation failed to distance this duality from Greek essentialism. Now, by appropriating the Islamic notion of creation ex nihilo, Avicenna places an ontological indigence at the heart of the created world. He believes that a being necessary by something other than itself remains contingent in itself, even after being caused. Thus, knowledge of the cause doesn't grant dominance over the thing but fosters detachment from contingent being, recognizing its dependence on an upstream otherness. Moreover, Meister Eckhart, who according to Heidegger perfectly illustrates meditative thought, is indebted precisely to this ontological poverty established by Avicenna. In addition to describing this possible objection from Avicenna to Heidegger, the more general aim of this study is to explore the possibility of an ethical and disinterested use of the principle of reason.
https://www.nazariyat.org/en/issues/cilt-10-sayi-1/selami-varlik
Bookmarks Related papers MentionsView impact
Heidegger'in felsefesi ile İslam düşüncesinin çeşitli figürleri arasında çok sayıda karşılaştırma... more Heidegger'in felsefesi ile İslam düşüncesinin çeşitli figürleri arasında çok sayıda karşılaştırma yapılmıştır. Bu ilginin temel nedenlerinden biri, onun modern egemen özneye yönelik eleştirisidir. Heidegger modernitenin kesin öznesine, güvensiz ve kaygı (Sorge) sahibi Dasein fikriyle karşı çıkar. Bu kaygının temeli ise Hristiyanlığın kökensel tecrübesine, özellikle de Pavlus, Augustinus ve Luther'de bulduğumuz aslî günah ve çarmıh olgularına dayanır. Çalışmamızın amacı, İslam düşüncesi açısından Heidegger'in bu dini önkabullerine ilişkin biri içeriksel diğeri şekilsel iki sorunu incelemektir. İlk olarak, önkabullerin içeriği açısından kaygı, insanı hakikati tanımaya ve bu dünyada belirli bir huzur kazanmaya yatkın kılan fıtrat kavramına kökten karşıttır. Lakin, kanaatimizce Hristiyan tecrübe Heidegger'in sadece önkabullerinin içeriğini değil, aynı zamanda biçimsel düzeyde felsefenin her zaman önkabullerle başladığı fikrini de etkilemiştir. Böylece, ikinci olarak, Heidegger'in akıl aleyhine olgusal yaşamın birincilliğine yaptığı vurgu, Kur'an'ın akla verdiği öncelikten farklılaşır. Heidegger için yorumlama daima bir önanlamayla başlar zira kaygı dünyanın birincil tecrübesini oluşturur. Böylece, akıl bir tarafta aslî günahla engellendiği için bir tahakküm aracı iken, diğer tarafta hakikatin tanınmasında merkezi bir rol oynar. Ayrıca bu sorunlar, Hristiyan inancına çok şey borçlu olan Kıta felsefesinin önemli bir kısmını ilgilendirir. Bu çalışmayla amacımız, Heidegger ve İslam düşüncesi arasındaki yakınlaşmayı eleştirmekten ziyade, kesin ve sağlam temellere dayanması gerektiğini savunmaktır.
Bookmarks Related papers MentionsView impact
Heidegger, şeylere bağlanmamaya izin veren meditatif düşünme ile onlarla araçsal ve çıkarcı bir i... more Heidegger, şeylere bağlanmamaya izin veren meditatif düşünme ile onlarla araçsal ve çıkarcı bir ilişki kuran hesaplayıcı düşünme arasında bir ayrım yapar. Ona göre yeter neden ilkesi, mevcut şeylere hükmetmenin temel yoludur. O, metafiziğin varlık-mahiyet ayrımını da hazır varlık fikrine hizmet eden bu nedensellik paradigmasına indirger; zira Hristiyanlık'ın yaratma kuramı bu ayrımı Yunan felsefesinden uzaklaştıramamıştır. İbn Sînâ ise, İslâm'ın yoktan yaratma kuramını sahiplenerek, yaratılmış dünyanın özüne ontolojik bir fakirlik yerleştirir, zira her şey varlığını kendinde zorunlu varlığa borçludur. Kendinden başkasıyla zorunlu varlık, var edildikten sonra bile kendinde mümkün olma halini korur. Böylece, nedenin bilgisi, bir şey üzerinde hakimiyet kurmak yerine, onun varlığının bizatihi zorunlu varlığa bağımlı olduğunu anlayıp, ona kayıtsız ve ilgisiz kalmayı sağlar. Heidegger'in tersine, nedensel bilgi bir ontolojik yoksulluğun bilgisine dönüşür. Üstelik Heidegger'in meditatif düşünme için referans olarak sunduğu Meister Eckhart, varlık-mahiyet ayrımının sağladığı ontolojik yoksulluk fikrini İbn Sînâ sayesinde geliştirmiştir. İbn Sînâ'nın Heidegger'e yapabileceği bu itirazı ele almakla birlikte, amacımız, nedensellik ilkesinin ve genel olarak aklın etik ve çıkarsız bir şekilde kullanımının imkânını incelemektir.
Bookmarks Related papers MentionsView impact
Birbirini tekrar eden çalışmaların sayısından şikayet eden ve entelektüel özgünlüğü savunan söyle... more Birbirini tekrar eden çalışmaların sayısından şikayet eden ve entelektüel özgünlüğü savunan söylem giderek yaygınlaşmaktadır. Bazılarına göre düşünce tarihi çalışmaları kesinlikle vazgeçilmezdir, ancak yetersizdir; zira
özellikle çok çalışılmış eserler söz konusu olduğunda bazen bunlar fazla betimleyici olabilmektedir. Diğerlerine göre ise özgünlük, geçmiş düşüncelerin incelenmesinden radikal bir kopuş gerektirir. Yeni fikirler keşfetmek için mutlaka yeni yazarların incelenmesi savunulur. Oysa, bir fikrin yeniliği ile bu fikrin ilgili olduğu konunun yeniliği farklı şeylerdir. Betimleme ile verimli inceleme arasındaki fark dikkate alındığı sürece eski eserler de – tıpkı yenileri gibi – yeni kavramlara vesile olabilir. Özet olarak, canlı ve doğurgan bir düşünceye duyulan ihtiyaç konusunda neredeyse tam bir mutabakat olsa da bu düşüncenin nasıl olması gerektiği konusu çok karmaşıktır.
Bookmarks Related papers MentionsView impact
İfade edildiği zamanda belirli bir anlamı olan bir söylem, bu ilk anlam inkar edilmeden nasıl yen... more İfade edildiği zamanda belirli bir anlamı olan bir söylem, bu ilk anlam inkar edilmeden nasıl yeni, güncel bir anlam kazanabilir? Söylemin okuyucunun dünyasıyla diyalog halinde olmasını sağlayan özellik, onun büyüyen ve meyve veren doğal bir organizma gibi canlı karakteridir. Bu durumda felsefi söylemin canlı olması için gereken koşulların neler olduğunu sormalıyız. Bu söylemin canlılığı, biri içeriği diğeri şekli ilgilendiren iki sorunla ilişkilidir: Hem kavramlardan hem metinsel yapından kaynaklanan sabitlik. Söylem, sabit bir yapı içinde bir araya getirilmiş ve eklemlenmiş sabit kavramlardan oluşur. Ancak düşüncenin dinamizmini sabitleyen bu iki unsur aynı zamanda onu canlandırmaya katkıda da bulunabilir. O hâlde, söylemin özünde yatan hakikat ve varlık tecrübesinin temellük edilmesini sağlamak amacıyla, bu kavramsal ve metinsel sabitliğin hangi koşullar altında felsefi söylemin dinamizmine katkıda bulunabileceğini sorgulamalıyız.
Bookmarks Related papers MentionsView impact
Bookmarks Related papers MentionsView impact
Problematoloji kuramının kurucusu çağdaş filozof Michel Meyer bir önermenin daima hem arkasındaki... more Problematoloji kuramının kurucusu çağdaş filozof Michel Meyer bir önermenin daima hem arkasındaki hem önündeki sorular bağlamında anlaşılması gerektiğini savunur. Arkadaki soru önermenin cevapladığı, öndeki soru ise bu cevabın yol açtığı yeni sorudur. Fakat Batı felsefesi bu sorgulama mantığını daima bastırarak cevap odaklı bir anlayış geliştirmiştir. Bu bastırma Platon’la başlamıştır, zira anımsama teorisiyle sorular, insanda zaten bulunan bir hakikatin keşfi için geçici araçlara indirgenmiştir. Fakat çağdaş Platon uzmanı Monique Dixsaut farklı bir yaklaşım sunar: Platon’un hakikat kuramı sorgulamanın ve cevaplamanın kesişiminde yer aldığı için, cevaplar sadece daima devam eden bir sorgulama diyalektiği içerisinde anlamlıdır. Zira yeni okurun doğru cevabı temellük edebilmesi için, bu cevap ona yeni sorular sormalıdır. Böylece gayemiz, bir taraftan nihai cevapların sorgulamayı bitirdiğini, diğer taraftan sorgulamanın devam etmesinin nihai cevaba engel olduğunu savunan iki yaklaşıma karşı çıkarak, doğru cevaba rağmen sorgulamanın devamının mümkün olduğunu savunmaktır.
Contemporary philosopher Michel Meyer, who developed the theory of problematology, argues that a proposition should always be understood through both the questions behind and in front of it. The upstream question is the one answered by the proposition, and the downstream one is the new question produced by the answer. However, Western philosophy has always repressed this logic of questioning and developed an answer-oriented understanding. This repression began with Plato, because with the theory of reminiscence, questions were reduced to temporary tools for the discovery of a truth that was already in the soul. But contemporary Plato scholar Monique Dixsaut offers a different approach: as Plato’s theory of truth lies at the intersection of questioning and answering, responses only have meaning in a perpetual dialectic of questioning. Because, so that the new reader can appropriate the correct answer, this answer must pose new questions to him. Thus, our objective is to maintain that it is possible to continue the questioning process despite the correct answer, against the two approaches which maintain, on the one hand, that the final answers put an end to the questioning, and on the other hand, that the continuation of questioning is an obstacle to a final answer.
Bookmarks Related papers MentionsView impact
Cogito dergisi "Hermeneutik" sayısı no 89, Kış 2017.
Aklın hermeneutik çağında (Jean Greisch) ... more Cogito dergisi "Hermeneutik" sayısı no 89, Kış 2017.
Aklın hermeneutik çağında (Jean Greisch) genel fikir nihai veya nesnel anlamın ulaşılamazlığıdır. Huzur metafiziği eleştirisinin hermeneutik sonucu olarak, anlamla buluşma sürekli ertelenmektedir. Burada amaç anlamın öznenin kontrolü altına alınmasına engel olmaktır. Oysa, Greisch'in kendisinin de hatırlattığı gibi buradan bir "kötü sonsuz" (mauvais infini) riski doğar. Negatif teolojiyi anımsatan bu negatif hermeneutiğin (Nicholas Davey) yol açtığı sorun hermeneutiğin "negasyonuna" yol açmaktır. Zenon paradoksuna başvurarak bu çıkmazı ele alan Yvan Ellisalde dolayımlı hareketlerin sonsuz artışı Achilles’in hareket etmesini imkânsız kıldığı gibi, yorumlamadaki sonsuz dolayımlar, anlama hareketini ertelemek yerine imkânsızlaştırdığını savunur. Hermeneutik ve dekonstrüksiyon ilişkisine de değinen bu yazıda amacımız, yorumun sınırlarını sorgulayarak, mutlak anlam dogmatizmi ile anlamı değilledikçe kendini değilleyen bir negatif hermeneutik arasında dengeyi kurmak olacaktır.
Bookmarks Related papers MentionsView impact
Fransız çağdaş filozof Jean-Luc Marion, öznenin algı gücünü aşan fenomenlerin imkânını savunur ve... more Fransız çağdaş filozof Jean-Luc Marion, öznenin algı gücünü aşan fenomenlerin imkânını savunur ve bunların varlığını fenomenolojik bir çerçevede temellendirir. Normal fenomenlerde yönelim görüyü aşarken, bu doygun fenomenlerde (saturated phenomena) tersi gerçekleşir ve yönelim görünün karşısında eksik kalır. Belirmenin sınırlarını zorlayan vahiy bu türden fenomenlerdendir. Yalnız Marion doygun fenomenleri teolojik alanla sınırlamaz; Descartes’ta Tanrı fikrini veya Kant’ta yüceyi zikrederek, felsefe tarihinden farklı doygun fenomen örnekleri verir. Çalışmamızın amacı merkezi özne fikrini imha eden bir doygun fenomen olarak yüceyi incelemektir. Bu vesileyle Marion ile Kant arasında devamlılık ve karşıtlık ilişkisi değerlendirilecektir. Çalışmamız ayrıca doygun fenomenin felsefî bir kavram mı yoksa teolojik bir kavram mı olduğunu tartışma imkânı sağlayacaktır.
Contemporary French philosopher Jean-Luc Marion defends the possibility of phenomena beyond the subject’s perception and he justifies their existence in a phenomenological framework. Whereas with normal phenomena the intention exceeds the intuition, with this saturated phenomena the opposite occurs and the intention remains poor in front of the intuition. Revelation which forces limits of the appearing belongs to this kind of phenomenon. However Marion doesn’t confine saturated phenomena in the theological field; referring to the idea of God in Descartes and the sublime in Kant, he gives various examples of saturated phenomena in the history of philosophy. In this paper we want to study the sublime as saturated phenomenon which is opposed to the idea of a central subject. On this occasion, we will evaluate the relationship of continuity and opposition between Marion and Kant. Furthermore, our reflexion will provide the opportunity to ask to what extent the saturated phenomenon is a philosophical or a theological concept.
Bookmarks Related papers MentionsView impact
Ricoeur, ele aldığı semboller hermenötiği, yorum felsefesi veya başkalık sorunu
gibi farklı konul... more Ricoeur, ele aldığı semboller hermenötiği, yorum felsefesi veya başkalık sorunu
gibi farklı konularda kendine has bir özne felsefesi oluşturmuştur. Onun temel
özelliği, hem Descartes’tan gelen egemen özne fikrine hem de Nietzsche veya
Heidegger’de karşılaştığımız öznenin reddine karşı çıkmasıdır. Ricoeur’ün öznesi,
kimliğini bir metnin başkalığı dolayımıyla kazanan “merkezdışı” bir özne, bir
“yaralı” Cogito’dur. Bu çalışmanın ilk amacı Ricoeur’ün, yorumlayan özneye
metnin karşısında nasıl ikincil bir pozisyon kazandırdığını incelemektir. Ricoeur’e
göre, merkezî ve birincil olan metin, yorum esnasında benin (le moi) değişimine
yol açar, ve öznenin, metni kendi önyargılarına indirgemesine engel olur. Ancak,
çalışmanın ikinci bölümünde görüleceği gibi Ricoeur, özne fikrini tamamen yok
etmez. Bu geleneği sorgulamasına rağmen, refleksif felsefeye bağlı kalan filozof,
özne anlayışına dirimselci bir boyut kazandırır. Ricoeur’e göre kendi (le soi)
olarak düşünülen özne, yorumlama sürecinin başında değil, bir proje olarak
sonunda yer alır. Değişmesine rağmen, özünde taşıdığı başkalık sayesinde
kendiliğini muhafaza eder. Bu bağlamda, yorum felsefesindeki merkezdışı özne
fikrini, başkalık kuramında anlatısal kimliğin taşıdığı idem/ipse farkı çerçevesinde
değerlendirmek gerekmektedir. Bu şekilde hem kendinin, hem metnin ve hem de
ötekinin başkalığıyla yüzleşen merkezdışı özne fikriyle Ricoeur, bir yorumlama
etiğinin zeminini hazırlar.
Bookmarks Related papers MentionsView impact
Se revendiquant d’E. Betti dans le débat qu’il eut avec H.-G. Gadamer, Fazlur Rahman défend la po... more Se revendiquant d’E. Betti dans le débat qu’il eut avec H.-G. Gadamer, Fazlur Rahman défend la possibilité de connaître avec certitude le sens objectif du Coran, qu’il dissocie du sens littéral. Ce sens objectif, qui correspond à l’intention divine, est pour ce réformiste indo-pakistanais en accord avec les valeurs universelles de la modernité. Or plusieurs intellectuels, dont le sud-africain Farid Esack, reprennent l’argument gadamérien de l’historicité de toute interprétation pour critiquer l’idée qu’une lecture puisse être objective. Ainsi, classique ou moderne, aucune interprétation ne serait dénuée de préjugés, et prétendre le contraire reviendrait à enfermer le Coran dans l’historicité du lecteur. Même si Rahman relativise son propos en rappelant la difficulté de la recherche de l’objectivité, le problème que pose son modernisme est qu’il risque de céder à l’illusion d’un islam véritable, authentique, qui arrêterait alors le mouvement de réinterprétation du texte.
Bookmarks Related papers MentionsView impact
Uploads
Book Chapter by Selami Varlik
CUMHURİYETİMİZİN 100. YILINDA TÜRKİYE'DE YÜKSEK ÖĞRETİMDE FELSEFE EĞİTİMİ başlıklı sempozyumun kitabında yayınlanacak.
Papers by Selami Varlik
https://www.nazariyat.org/en/issues/cilt-10-sayi-1/selami-varlik
özellikle çok çalışılmış eserler söz konusu olduğunda bazen bunlar fazla betimleyici olabilmektedir. Diğerlerine göre ise özgünlük, geçmiş düşüncelerin incelenmesinden radikal bir kopuş gerektirir. Yeni fikirler keşfetmek için mutlaka yeni yazarların incelenmesi savunulur. Oysa, bir fikrin yeniliği ile bu fikrin ilgili olduğu konunun yeniliği farklı şeylerdir. Betimleme ile verimli inceleme arasındaki fark dikkate alındığı sürece eski eserler de – tıpkı yenileri gibi – yeni kavramlara vesile olabilir. Özet olarak, canlı ve doğurgan bir düşünceye duyulan ihtiyaç konusunda neredeyse tam bir mutabakat olsa da bu düşüncenin nasıl olması gerektiği konusu çok karmaşıktır.
Contemporary philosopher Michel Meyer, who developed the theory of problematology, argues that a proposition should always be understood through both the questions behind and in front of it. The upstream question is the one answered by the proposition, and the downstream one is the new question produced by the answer. However, Western philosophy has always repressed this logic of questioning and developed an answer-oriented understanding. This repression began with Plato, because with the theory of reminiscence, questions were reduced to temporary tools for the discovery of a truth that was already in the soul. But contemporary Plato scholar Monique Dixsaut offers a different approach: as Plato’s theory of truth lies at the intersection of questioning and answering, responses only have meaning in a perpetual dialectic of questioning. Because, so that the new reader can appropriate the correct answer, this answer must pose new questions to him. Thus, our objective is to maintain that it is possible to continue the questioning process despite the correct answer, against the two approaches which maintain, on the one hand, that the final answers put an end to the questioning, and on the other hand, that the continuation of questioning is an obstacle to a final answer.
Aklın hermeneutik çağında (Jean Greisch) genel fikir nihai veya nesnel anlamın ulaşılamazlığıdır. Huzur metafiziği eleştirisinin hermeneutik sonucu olarak, anlamla buluşma sürekli ertelenmektedir. Burada amaç anlamın öznenin kontrolü altına alınmasına engel olmaktır. Oysa, Greisch'in kendisinin de hatırlattığı gibi buradan bir "kötü sonsuz" (mauvais infini) riski doğar. Negatif teolojiyi anımsatan bu negatif hermeneutiğin (Nicholas Davey) yol açtığı sorun hermeneutiğin "negasyonuna" yol açmaktır. Zenon paradoksuna başvurarak bu çıkmazı ele alan Yvan Ellisalde dolayımlı hareketlerin sonsuz artışı Achilles’in hareket etmesini imkânsız kıldığı gibi, yorumlamadaki sonsuz dolayımlar, anlama hareketini ertelemek yerine imkânsızlaştırdığını savunur. Hermeneutik ve dekonstrüksiyon ilişkisine de değinen bu yazıda amacımız, yorumun sınırlarını sorgulayarak, mutlak anlam dogmatizmi ile anlamı değilledikçe kendini değilleyen bir negatif hermeneutik arasında dengeyi kurmak olacaktır.
Contemporary French philosopher Jean-Luc Marion defends the possibility of phenomena beyond the subject’s perception and he justifies their existence in a phenomenological framework. Whereas with normal phenomena the intention exceeds the intuition, with this saturated phenomena the opposite occurs and the intention remains poor in front of the intuition. Revelation which forces limits of the appearing belongs to this kind of phenomenon. However Marion doesn’t confine saturated phenomena in the theological field; referring to the idea of God in Descartes and the sublime in Kant, he gives various examples of saturated phenomena in the history of philosophy. In this paper we want to study the sublime as saturated phenomenon which is opposed to the idea of a central subject. On this occasion, we will evaluate the relationship of continuity and opposition between Marion and Kant. Furthermore, our reflexion will provide the opportunity to ask to what extent the saturated phenomenon is a philosophical or a theological concept.
gibi farklı konularda kendine has bir özne felsefesi oluşturmuştur. Onun temel
özelliği, hem Descartes’tan gelen egemen özne fikrine hem de Nietzsche veya
Heidegger’de karşılaştığımız öznenin reddine karşı çıkmasıdır. Ricoeur’ün öznesi,
kimliğini bir metnin başkalığı dolayımıyla kazanan “merkezdışı” bir özne, bir
“yaralı” Cogito’dur. Bu çalışmanın ilk amacı Ricoeur’ün, yorumlayan özneye
metnin karşısında nasıl ikincil bir pozisyon kazandırdığını incelemektir. Ricoeur’e
göre, merkezî ve birincil olan metin, yorum esnasında benin (le moi) değişimine
yol açar, ve öznenin, metni kendi önyargılarına indirgemesine engel olur. Ancak,
çalışmanın ikinci bölümünde görüleceği gibi Ricoeur, özne fikrini tamamen yok
etmez. Bu geleneği sorgulamasına rağmen, refleksif felsefeye bağlı kalan filozof,
özne anlayışına dirimselci bir boyut kazandırır. Ricoeur’e göre kendi (le soi)
olarak düşünülen özne, yorumlama sürecinin başında değil, bir proje olarak
sonunda yer alır. Değişmesine rağmen, özünde taşıdığı başkalık sayesinde
kendiliğini muhafaza eder. Bu bağlamda, yorum felsefesindeki merkezdışı özne
fikrini, başkalık kuramında anlatısal kimliğin taşıdığı idem/ipse farkı çerçevesinde
değerlendirmek gerekmektedir. Bu şekilde hem kendinin, hem metnin ve hem de
ötekinin başkalığıyla yüzleşen merkezdışı özne fikriyle Ricoeur, bir yorumlama
etiğinin zeminini hazırlar.
CUMHURİYETİMİZİN 100. YILINDA TÜRKİYE'DE YÜKSEK ÖĞRETİMDE FELSEFE EĞİTİMİ başlıklı sempozyumun kitabında yayınlanacak.
https://www.nazariyat.org/en/issues/cilt-10-sayi-1/selami-varlik
özellikle çok çalışılmış eserler söz konusu olduğunda bazen bunlar fazla betimleyici olabilmektedir. Diğerlerine göre ise özgünlük, geçmiş düşüncelerin incelenmesinden radikal bir kopuş gerektirir. Yeni fikirler keşfetmek için mutlaka yeni yazarların incelenmesi savunulur. Oysa, bir fikrin yeniliği ile bu fikrin ilgili olduğu konunun yeniliği farklı şeylerdir. Betimleme ile verimli inceleme arasındaki fark dikkate alındığı sürece eski eserler de – tıpkı yenileri gibi – yeni kavramlara vesile olabilir. Özet olarak, canlı ve doğurgan bir düşünceye duyulan ihtiyaç konusunda neredeyse tam bir mutabakat olsa da bu düşüncenin nasıl olması gerektiği konusu çok karmaşıktır.
Contemporary philosopher Michel Meyer, who developed the theory of problematology, argues that a proposition should always be understood through both the questions behind and in front of it. The upstream question is the one answered by the proposition, and the downstream one is the new question produced by the answer. However, Western philosophy has always repressed this logic of questioning and developed an answer-oriented understanding. This repression began with Plato, because with the theory of reminiscence, questions were reduced to temporary tools for the discovery of a truth that was already in the soul. But contemporary Plato scholar Monique Dixsaut offers a different approach: as Plato’s theory of truth lies at the intersection of questioning and answering, responses only have meaning in a perpetual dialectic of questioning. Because, so that the new reader can appropriate the correct answer, this answer must pose new questions to him. Thus, our objective is to maintain that it is possible to continue the questioning process despite the correct answer, against the two approaches which maintain, on the one hand, that the final answers put an end to the questioning, and on the other hand, that the continuation of questioning is an obstacle to a final answer.
Aklın hermeneutik çağında (Jean Greisch) genel fikir nihai veya nesnel anlamın ulaşılamazlığıdır. Huzur metafiziği eleştirisinin hermeneutik sonucu olarak, anlamla buluşma sürekli ertelenmektedir. Burada amaç anlamın öznenin kontrolü altına alınmasına engel olmaktır. Oysa, Greisch'in kendisinin de hatırlattığı gibi buradan bir "kötü sonsuz" (mauvais infini) riski doğar. Negatif teolojiyi anımsatan bu negatif hermeneutiğin (Nicholas Davey) yol açtığı sorun hermeneutiğin "negasyonuna" yol açmaktır. Zenon paradoksuna başvurarak bu çıkmazı ele alan Yvan Ellisalde dolayımlı hareketlerin sonsuz artışı Achilles’in hareket etmesini imkânsız kıldığı gibi, yorumlamadaki sonsuz dolayımlar, anlama hareketini ertelemek yerine imkânsızlaştırdığını savunur. Hermeneutik ve dekonstrüksiyon ilişkisine de değinen bu yazıda amacımız, yorumun sınırlarını sorgulayarak, mutlak anlam dogmatizmi ile anlamı değilledikçe kendini değilleyen bir negatif hermeneutik arasında dengeyi kurmak olacaktır.
Contemporary French philosopher Jean-Luc Marion defends the possibility of phenomena beyond the subject’s perception and he justifies their existence in a phenomenological framework. Whereas with normal phenomena the intention exceeds the intuition, with this saturated phenomena the opposite occurs and the intention remains poor in front of the intuition. Revelation which forces limits of the appearing belongs to this kind of phenomenon. However Marion doesn’t confine saturated phenomena in the theological field; referring to the idea of God in Descartes and the sublime in Kant, he gives various examples of saturated phenomena in the history of philosophy. In this paper we want to study the sublime as saturated phenomenon which is opposed to the idea of a central subject. On this occasion, we will evaluate the relationship of continuity and opposition between Marion and Kant. Furthermore, our reflexion will provide the opportunity to ask to what extent the saturated phenomenon is a philosophical or a theological concept.
gibi farklı konularda kendine has bir özne felsefesi oluşturmuştur. Onun temel
özelliği, hem Descartes’tan gelen egemen özne fikrine hem de Nietzsche veya
Heidegger’de karşılaştığımız öznenin reddine karşı çıkmasıdır. Ricoeur’ün öznesi,
kimliğini bir metnin başkalığı dolayımıyla kazanan “merkezdışı” bir özne, bir
“yaralı” Cogito’dur. Bu çalışmanın ilk amacı Ricoeur’ün, yorumlayan özneye
metnin karşısında nasıl ikincil bir pozisyon kazandırdığını incelemektir. Ricoeur’e
göre, merkezî ve birincil olan metin, yorum esnasında benin (le moi) değişimine
yol açar, ve öznenin, metni kendi önyargılarına indirgemesine engel olur. Ancak,
çalışmanın ikinci bölümünde görüleceği gibi Ricoeur, özne fikrini tamamen yok
etmez. Bu geleneği sorgulamasına rağmen, refleksif felsefeye bağlı kalan filozof,
özne anlayışına dirimselci bir boyut kazandırır. Ricoeur’e göre kendi (le soi)
olarak düşünülen özne, yorumlama sürecinin başında değil, bir proje olarak
sonunda yer alır. Değişmesine rağmen, özünde taşıdığı başkalık sayesinde
kendiliğini muhafaza eder. Bu bağlamda, yorum felsefesindeki merkezdışı özne
fikrini, başkalık kuramında anlatısal kimliğin taşıdığı idem/ipse farkı çerçevesinde
değerlendirmek gerekmektedir. Bu şekilde hem kendinin, hem metnin ve hem de
ötekinin başkalığıyla yüzleşen merkezdışı özne fikriyle Ricoeur, bir yorumlama
etiğinin zeminini hazırlar.
Ancak Dan Zahavi, fenomenolojinin metafiziği radikal bir şekilde dışladığı fikrine karşı çıkar, çünkü varoluşun askıya alınması, gerçekliğin saf ve basit bir şekilde olumsuzlanmasından ziyade gerçekliğe yönelik bir tutum değişikliğini gerektirir. Epoche şeyin varoluşunu inkâr etmez, sadece askıya alır; varoluşu reddetmektense ona karşı kayıtsız kalır ve bu şekilde şeyin anlamının sorusunu sorabilir. Husserl’in fenomenolojini genel olarak metafiziği değil, sadece saçma kendinden şeyleri ele alan naif metafiziği dışlar. Bu nedenle Zahavi’ye göre fenomenoloji, gerçekliğin veriliş biçimini sorgulayarak metafizik sonuçlar doğurduğu ölçüde artık metafiziksel tarafsızlık iddiasında bulunamaz. Etienne Gilson'a göre “zamanımızın ihtiyacı olan şey, tüm fenomenolojiye bir prolegomena olarak tasarlanan bir varlık metafiziği” ise, Jean Greisch’in ifadesiyle, tersine “zamanımızın ihtiyacı olan şey, tüm varlık metafiziğine bir prolegomena olarak tasarlanan bir fenomenolojidir” diyebiliriz. Ve özellikle varlığın anlamı sorusu sayesinde fenomenoloji metafizik düşünceye katkıda bulunabilir.
Ancak bize öyle geliyor ki, metafiziği yalnızca Husserlci askıya almanın devamında değil, aynı zamanda bu askıya almanın geçmişinde de konumlandırabiliriz. Çünkü bir şeyi varoluşundan bağımsız bir şekilde düşünmenin imkânı, klasik metafiziğin öz ve varoluş arasında kurduğu ikiliğinin izlerini taşır. James R. Mensch, Thomas Aquinas için bir şeyin ne olduğu sorusunu sormanın, o şeyin gerçekten var olup olmadığını bilmekten bağımsız olarak mümkün olduğunu hatırlatır ve Husserl’le bu bağlantının altını çizer. Bir şeyin neliği sorusu o şeyin varoluşundan bağımsızdır, çünkü öz kendi başına varoluşunu sağlamaya yeterli değildir. Varoluş daima dışsal bir şekilde öze atfedilildiği için, öz kendi başına varolma imkanına sahip değildir.
Bu noktada Thomas Aquinas ve Skolastik gelenek, İbn Sina’da özün kayıtsızlığı fikrinin takipçisidir. Buna göre bir şey ne bir ne de çoğul olandır, ne somut öznelerde varolan ne de ruhta var olandır. O halde şeyin intentio’su somut veya zihinsel herhangi bir varoluş tarzına kayıtsızdır, ve böylece somut ve zihinsel varlığından bağımsız olarak düşünülebilir. Fakat bir şeyden bahsettiğimize göre bu öz tamamen yok da değildir. Dolayısıyla özün kendisi hibrit bir statüye sahiptir, çünkü herhangi bir varlık yargısından bağımsız bir niyet olduğu için var olduğu söylenemez, ama aynı zamanda saf hiçlik de değildir. İbn Sînâ bu ontolojik muğlaklığı şeylik ile varoluş arasındaki fark aracılığıyla ifade eder. Alain de Libera bir şeyin varoluşundan bağımsız bir şekilde düşünülebilmesini, “özün fenomenolojik nötrlüğü” olarak tanımlar.
Bu nedenle çalışmamızın amacı, özetlediğimiz iki yönlü etkileşimi dikkate alarak fenomenoloji ve metafizik arasındaki karşılıklı ilişkiyi sorgulamak olacaktır. Bir yandan fenomenolojik araştırmalar metafizik sorgulamaya kısmen de olsa bağlı kalır. Ama öte yandan, tam da metafiziğin tarihsel varoluşunu askıya alarak, metafiziğin naif ve dogmatik anlayışlarından arındırılmasına katkıda bulunabilir.
L’appropriation est le troisième moment de l’arc herméneutique dont les deux premiers moments sont la précompréhension et l’explication. Le processus commence par l’appartenance du sujet mais aussi du texte à un univers pré-reflexif de croyances et d’expériences vives, qui seront vecteur de surplus de sens et d’existence. Or chez Ricœur ces convictions sont aussi chrétiennes. On se trouve alors confronté à un problème concernant la philosophie islamique car le christianisme ne représente pas uniquement le fond symbolique d’appartenance mais affecte la forme même de leur rapport et que résume l’affirmation de la primauté du croire, telle qu’on la trouve chez Saint Anselme ou Saint Augustin. Or, ne laissant nulle place à une quelconque notion de mystère, la philosophie islamique s’inscrit plutôt dans une primauté du comprendre. Si bien que se pose la question de la légitimité d’un recours à la forme même de l’arc herméneutique de Ricœur.
Pourtant, et dans la forme et dans le fond, Ricœur nous offre les outils pour dépasser ces obstacles. Sur le plan de la forme, malgré l’ancrage dans une culture particulière, il défend la possibilité de comprendre l’autre « de proche en proche » grâce à un travail en imagination et en sympathie. Or parfois l’autre externe au soi renvoie à une altérité interne oubliée. Dans un commentaire qu’il fait à un texte de Louis Gardet sur l’histoire en islam, Ricœur rappelle les « interférences » entre la pensée grecque et la pensée musulmane, qui a ainsi atteint « une universalité de spéculation qui l’arrache à sa propre singularité ». C’est ainsi que la pensée musulmane a contribué à la philosophie médiévale. Or, il nous semble que l’histoire de ces influences trouve aussi des échos dans la philosophie contemporaine, y compris ricœurienne. Ainsi, dans le fond aussi l’herméneutique ricœurienne s’inscrit dans la lointaine continuité de la tension entre le logos grec et la révélation telle qu’elle a été théorisée par Avicenne, notamment autour de la notion de création. Nous allons donc montrer en quoi ces deux pistes, dans la forme et dans le fond, peuvent permettre de dépasser les problèmes religieux évoqués quant à la question de la pertinence du modèle ricœurien pour l’appropriation de la philosophie islamique.
ISTANBUL INTERNATIONAL CONGRESS ON PHILOSOPHY
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi / 2-4 Mayıs 2018
Yer: Altunizade Yerleşkesi Konferans Salonu
Tarih: 06 Aralık 2017
Saat: 14:00
30 Kasim - 18.30
Ricoeur’ün Başkası Olarak Kendisi kitabında ele aldığı kimlik meselesinin temel sorusu, öznenin değişime rağmen, hatta değişim sayesinde, kendisi olabilmesidir. Bu değişen kimlik algısında bellek merkezi bir konumdadır. Kendilik, bir taraftan, aynılıktan, bir belleğe sadakatten ileri gelir, diğer taraftan sürekli değişimdir. Ricoeur bu ikilemi Parcours de la reconnaissance kitabında, bellek (mémoire) ile verilen söz (promesse) arasındaki ayrımda ele alır. Canlı bir kimlik hem bellekle geçmişe hem de verilen söz sayesinde geleceğe yönelir ve kendini yeniler. Ancak bu yine
verilen sözü sürekli hatırlamayı gerektirir ve belleği gerekli kılar. Genel olarak konuşmamızın amacı, Ricoeur’de sürekli ama farklı biçimlerde karşımıza çıkan ve her iki boyutu da gerekli olan, arkhe ve telos, sadakat ve ihanet gerilimini kişisel bellek bağlamında ele almaktır.
Philosophy and the Spiritual Life
Oriel College, Oxford, 7th and 8th September 2017
At the end of his Truth and Method, Gadamer justifies his theory of belonging (viz. belonging to history, to tradition, etc.) which forms the background of the whole book, through the identity of truth and being in classical metaphysics. Here, the priority of the phenomenological correlation between subject and object is rooted in the idea of contemplation, which sees knowledge as an element of being and not as an activity of the subject. It follows from this that the understanding of the text is made possible by an existential experience that transforms the reader.
Avicenna himself was largely inspired by the Neoplatonic theory of contemplation, and in his philosophy also the issue of ontological belonging has hermeneutical consequences for the relationship between understanding and spiritual transformation of the self. Because the non-distancing of the subject from the object implies an immediacy between the comprehension and the application of the text, by praying for example. Thus, the ontological continuity between knowledge and being is to be achieved through a spiritual practice that aims to polish the mirror of the self.
But, as the duality between the mass and the elite reminds us, contemplation is not the fruit of technical practice alone; this is the meaning of the Gadamerian critique of the certainty of method. A cross-reading of Avicenna and Gadamer, using the fusion of horizons model of the latter, would thus allow us to question the convergences and the divergences between them. Our objective is also to examine the idea of contemplation as a hermeneutical model for understanding.
The Power of the Word International Conference V
Regent’s Park College, University of Oxford
13 –16 September 2017
In Avicenna, revelation passes through the compositive imagination and acquire a symbolic and metaphorical dimension. Fazlur Rahman considers that this symbolic shell is useful only for the mass needing concrete symbols, and that, for Avicenna, it must be overstepped for the rational truth is directly accessible to the philosophers. Yet the Gadamerian conception of mimesis makes it possible to question this dualistic scheme where the copy becomes second in relation to the original. Indeed, Gadamer uses the model of the Neoplatonic emanation to think imitation like a possibility of manifestation of the very being of the model. Therefore, a re-reading of Avicenna under this prism allows us to realize, especially with the example of prayer, the importance of the symbolic bark, which must be fully experienced by the subject so that the core is reached. In other words, the truth is not accessible in itself, only intellectually, independently of its symbolic imitation.
Il nous semble que cette dimension poétique mûe par l’imagination active pourrait fournir les moyens d’arbitrer la divergence d’interprétation du récit – et de la figure du mal – entre Goichon et Corbin. D’autant que leurs deux lectures correspondent à ce que Ricoeur nomme – en les critiquant – lecture allégorique d’une part et lecture gnostique d’autre part. Pour Ricoeur, la symbolique du mal offre un paradigme pour réussir à penser les symboles en général précisément parce qu’elle représente ce qui ne peut jamais être pleinement rationalisé, retranscrit. Ricoeur se demande « comment peut-on penser à partir du symbole, sans retourner à la vieille interprétation allégorisante, ni tomber dans le piège de la gnose ? » (Le conflit des interprétations, p. 296). La piste de réponse qu’il expérimentera se situe dans le pouvoir de transformation de soi que possède précisément l’imagination. Or, si dans le fond du récit avicénien, l’imagination peut séduire l’âme et la tourner vers le sensible, dans la forme, elle est aussi imagination poétique qui rend possible d’autre modes d’être, montrant la voie de l’intelligible.
Varoluş kavramı din dili ile felsefe dili arasındaki ikinci farka işaret eder. Bir çağrıya cevap oluşturan dini söylem, aynı zamanda varoluşsal bir cevaptır. Yani söz konusu olan teolojinin sunduğu sistematik, önermesel bir cevaptan öte çağrılmış kendinin (soi convoqué) metnin açtığı anlam dünyasına ontolojik katılımıdır. Çağrıya cevap veren özne, dini metnin karşısında merkezdışı (décentré) bir öznedir, yani mutlak egemenlikten vazgeçmiş bir özne. Daima Cogitodan önce gelen ve onu yaralayan, bir gelenek, bir söz, bir nesne, onun kontrol edemediği bir metin mevcuttur.
Bildirimizin temel amacı Paul Ricoeur’de teolojik dil ile felsefe dili arasındaki bu ayrımı – hatta belki yorumlar çatışması açısından değerlendirilmesi gereken bu çatışmayı – soru/çağrı ve cevap ilişkisi bağlamında ele almaktır. Bu da Ricoeur’le birlikte Gadamer’de ve Meyer’de felsefi bir sorunun mahiyetine değinmeyi gerektirecektir. Ayrıca bu tartışmanın, dini bir söylemde ortaya çıkan bir sorunu kendi anlam ağından soyutlanmış bir felsefi kavramla çözümleme, veya felsefe dilinde karşılaşılan bir çıkmazı dini bir cevapla aşma eğilimlerini sorgulayarak, Türkiye’de bazen karşılaşılan birtakım sorunların altını çizmesini ümit ediyoruz.
Suivi de « Mémoires du Hajj... Le pèlerinage à La Mecque vu à travers les Arts de l’Islam, la production intellectuelle et matérielle de l’époque médiévale à l’époque contemporaine. » et de trois recensions.
Le débat sur la philosophie arabe classique et le rapport que la philosophie européenne moderne entretient à son égard a fait ces dernières années l’objet de « débats » voire de polémiques ayant parfois débordé du cadre stricte des spécialistes.
Un des aspects de ces débats prend racine dans la désignation de cette philosophie. Elle semble être problématique. Faut-il continuer de l’appeler philosophie arabe en raison de la langue dans laquelle elle s’est souvent exprimée, y compris chez des penseurs qui ont pu être chrétiens ou juifs ; ou bien philosophie islamique, à savoir réflexion issue de l’hellénisme poursuivi dans un cadre religieux d’imprégnation musulmane ; ou encore philosophie de l’islam, à savoir effort d’élucidation des questions posées en propre par le message coranique et le hadith ? Il ne s’agit pas simplement d’une question terminologique. Il s’agit bien entendu de ce que le concept même de philosophie arabe ou de philosophie islamique peut recouvrir et des auteurs auxquels il peut renvoyer.
Une approche encore plus large de cette thématique est d'interroger la pertinence même des expressions « philosophie arabe » et « philosophie islamique », au sens où nous pourrions considérer que la philosophie en climat islamique n’est que la « poursuite du dialogue exigeant dans lequel, continûment et, en droit, partout, la philosophie se crée ».
Finalement, comment peut-on définir cette philosophie et quelle actualité philosophique peut-elle avoir ? C'est à toutes ces questions que les travaux présentés dans ce volume tentent d'apporter une réponse.
Colloque international / International Conference
Université catholique de Louvain
May 9–11 Mai 2018