Dr. Enes Mert Demir
Yazar Enes Demir, İstanbul Üniversitesi Tarih, Sosyoloji ve Bilgi/Belge Yönetimi bölümleri ile Anadolu Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümü olmak üzere aynı anda dört farklı lisans bölümünden mezun olmuştur.
Aynı zamanda Tarih alanında, İstanbul Üniversitesi’nde Pedagojik Formasyon eğitimini tamamlamıştır. Müteakiben Yüksek Lisansını Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Yeniçağ Bilim Dalında; Doktorasını ise İstanbul Üniversitesi İnkılap Tarihi Enstitüsü’nde yapmıştır.
Askerî tarih/harp tarihi, dış politika ve diplomasi alanında araştırma ve çalışmalar yapan yazar; Birinci Dünya Savaşı, Millî Mücadele/İstiklal Harbi dönemi ile özel olarak Mîsâk-ı Millî, Suriye ve Irak’taki güncel askerî ve siyasi gelişmeler üzerine çok sayıda kitap, kitap bölümü ve makale kaleme almış; uluslararası bildiriler sunmuştur. Suriye harekât bölgelerinde de Subay olarak görev yapan Tarihçi Demir, halen T.C. Cumhurbaşkanlığı bünyesinde çalışmaktadır.
Aynı zamanda Tarih alanında, İstanbul Üniversitesi’nde Pedagojik Formasyon eğitimini tamamlamıştır. Müteakiben Yüksek Lisansını Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Yeniçağ Bilim Dalında; Doktorasını ise İstanbul Üniversitesi İnkılap Tarihi Enstitüsü’nde yapmıştır.
Askerî tarih/harp tarihi, dış politika ve diplomasi alanında araştırma ve çalışmalar yapan yazar; Birinci Dünya Savaşı, Millî Mücadele/İstiklal Harbi dönemi ile özel olarak Mîsâk-ı Millî, Suriye ve Irak’taki güncel askerî ve siyasi gelişmeler üzerine çok sayıda kitap, kitap bölümü ve makale kaleme almış; uluslararası bildiriler sunmuştur. Suriye harekât bölgelerinde de Subay olarak görev yapan Tarihçi Demir, halen T.C. Cumhurbaşkanlığı bünyesinde çalışmaktadır.
less
InterestsView All (12)
Uploads
Conference Presentations
Nitekim Türk orduları tarafından Birinci Dünya Savaşı’nda dahi kaybedilmemiş vatan toprağı olan bu topraklar, Mondros Mütarekesi sonrasında hukuksuz bir şekilde işgal edilmiştir. Akabinde başlayan Millî Mücadele döneminde Türk, Kürt ve Araplardan oluşan yerel halk, aşiretler ve bölgedeki Kuvâ-yı Milliye birlikleri, işgale karşı büyük bir direniş göstermiş ve işgalin sonlanması noktasında başarılar elde etmiştir. Fakat 1926 Ankara Antlaşması neticesinde Musul Vilayeti olarak nitelendirilen bugünkü Irak’ın kuzeyi Türkiye sınırları dışında kalmıştır.
Türkiye’nin bölgeden çekilmesi ile geçen 100 yıla yakın bir müddette Irak’ta ve özellikle kuzeyinde istikrar ortamı bir türlü tesis edilememiştir. Türkiye-Irak sınırının özellikle 1980’lerden itibaren terör örgütünün faaliyet alanı haline gelmesi, Türkiye için yeni güvenlik ve askeri politikalar belirleme zorunluluğunu ortaya koymuştur.
Türk ordusunun, terör örgütüne yönelik icra ettiği operasyonlar; yıllarca kısmi bir konseptte sınır ötesi ve daha çok yurt içerisinde gerçekleştirilmiştir. 2016 yılından itibaren ise Türkiye’nin belirlediği “tehlikeyi kaynağında bertaraf etme/terörü kaynağında yok etme” politikası gereğince Irak kuzeyinde Türk askerî operasyonları sistemli bir şekilde başlamış ve terör örgütünden temizlenen bölgelerde istikrar harekâtı kapsamında kontrol noktaları oluşturulmuştur. Bu süreçte Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından Hakkâri ve Şırnak illerinin güneyinde bulunan Zaho, Akra, İmadiye (Amedi), Zibar ve Kandil hattında terör örgütüne yönelik etkili operasyonlar düzenlenmiştir.
Sonuç olarak Irak’ın kuzeyinde Türk ordusunun terör örgütüyle olan mücadelesi, şüphesiz tarihten gelen Türkiye’nin bölgeyle olan derin bağlarının bir tezahürü durumundadır. Bu bakımdan Türkiye’nin güncel, ulusal ve sınır güvenliği açısından kritik ehemmiyeti haiz olan bu meselenin, disiplinler arası bakış açısı ve yeni bir perspektifle ele almanın gerekliliğine inanıyoruz. Dolayısıyla bu yazımda, Irak’ın kuzeyinde yer alan Musul Vilayeti’nin tarihsel süreci; demografik yapısı, Millî Mücadele döneminde bölge halkının tutumu, Mîsâk-ı Millî bağlamında Türkiye’nin Musul Vilayeti’ni alma çabaları ve neticesinde bölgenin Türkiye’den ayrılması başlıklarıyla incelenmiştir. Akabinde de bölgenin bugünkü mevcut politik ve jeopolitik durumu; stratejik, siyasi ve askerî bağlamda ele alınmıştır. Kaynak olarak ise mevcut literatürün yanı sıra Millî Savunma Bakanlığı ATASE Arşivi, Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanlığı Osmanlı Arşivi ve Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’ndeki konuya dair arşiv belgelerinden istifade edilmiştir.
15 gün içerisinde önemli mesafede vuku bulan geri çekilmeler neticesinde sağlam kalan tek birlik olan 7. Ordu, Mustafa Kemal Paşa komutasında 5 Ekim 1918’de Halep’e gelmiş; karargâh ve tahkimatını burada kurmuştur. İngiliz Ordusu ise Hama-Humus-Halep hattında ilerlemeye geçerken Faysal’a bağlı bedevi Araplar da bu hattın dışında kalan bölgelere saldırılar düzenlemeye başlamışlardır. Nitekim 26 Ekim 1918 tarihinde Halep, İngiliz Ordusu tarafından işgal edilmiş ve Halep’in kuzeyinde Osmanlı 7. Ordusu tarafından bir savunma hattı oluşturulmuştur.
Halep’in kuzeyindeki bu savunma hattı, aynı zamanda 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması’nda da Osmanlı ve İngiliz Ordularının konuşlanma durumunu ortaya çıkarmıştır. Kaderin bir cilvesi olarak üzerinden henüz bir asır geçmeden aynı savunma hattı üzerinde Türk Ordusu, sınır güvenliğini tesis etmek için sırasıyla Fırat Kalkanı Harekâtı, Zeytin Dalı Harekâtı, Barış Pınarı Harekâtı ve Bahar Kalkanı Harekâtı’nı icra etmiştir.
Türk Ordusu’nun Anadolu’nun güvenliği için Suriye’ye yönelik icra ettiği harekât kapsamında mezkûr bölgelerde konuşlanması, esasında Osmanlı Devleti’nin Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı süreçte oluşturduğu savunma hattı ile büyük ölçüde benzerlik göstermektedir.
İstiklal Savaşı döneminde Türk Ordusu’nun Kuvâ-yı Milliye birlikleri ile birlikte Anadolu’nun işgalden kurtarılması noktasında birlik sevk ettiği bölge de yine aynı bölgedir. Bu önemli vakıalar, esasında tarihsel ve stratejik açılardan ele alındığında coğrafya ve jeopolitikle açıklanabilecektir. 100 yıl önce hukuksuz olarak işgal edilerek Türk vatanından kopartılan bu toprakların, Anadolu’nun savunulması için kritik bir öneme haiz olması meselesi, Mondros Mütarekesi’nden bugüne kadar vuku bulan gelişmeler ekseninde birçok kez kendisini göstermiştir.
Mondros Ateşkesi imzalandıktan sonra ordunun silah bırakmasını fırsat bilen İngiliz birlikleri, Türk Ordusu’nun ateşkes esnasında korumaya devam ettiği vatan topraklarını işgale başladılar. Bu kapsamda 6-7 Aralık 1918’de Antep ve Hatay’ı, 22 Şubat 1919’da Maraş’ı işgal ettiler. Cerablus, Afrin, Hatay, Adana, Antep, Kilis, Maraş gibi şehirlerin işgaliyle Fırat’ın batısındaki İstanbul-Bağdat Tren yolu hattının bu bölümlerine hâkim olan İngilizler, Fırat’ın doğusunda da işgallerine devam ettiler.
Burada ilginç olan ve bugüne kadar yeteri kadar araştırılmayan mesele, İngilizler tarafından en son işgal edilen vatan topraklarının Fırat’ın doğusunda ve bugün Suriye’de kalan araziler olmasıydı. Nitekim İngiliz birlikleri, Fırat’ın doğusundaki yerlerden 23 Ocak 1919’da Arappınarı’nı (Ayn ElArap), 21 Şubat 1919’da Deyr-i Zor’u, 16 Mart 1919’da Telabyad’ı, 25 Mart 1919’da Urfa’yı, (28 Aralık 1918’te Bedeviler), 28 Mart 1919’da Resulayn’ı, 7 Mayıs 1919’da Haseke’yi ve 9 Mayıs 1919’da Rakka’yı hukuksuz olarak işgal etmişlerdir.
İngilizler, işgal ettikleri bu sahaları, 1919 yılı sonlarında, Suriye İtilafnamesi ile Fransızlara devretmişlerdir. Tüm bu işgaller karşısında yerel halk ve aşiretler büyük tepkiler göstermiş; bu kapsamda Türk Hükümetine, bölgedeki idari ve askeri makamlara, aynı zamanda ABD Başkanı Wilson’a ve İtilaf Devletlerine protesto telgrafları çekmişlerdir. Halk tarafından ayrıca işgali protesto eden mitingler düzenlenmiş ve bazı yerlerde silahlı Millî Mücadele başlamıştır. İngiliz askeri şahısları ve ajanlarının aşiret lideriyle görüşerek ve onları kendi yanlarına çekerek Türk Devleti’ne karşı kışkırtma politikası ise bir netice vermemiştir.
Sonuç olarak bu bildiride, bugün Suriye topraklarında kalsa da Türkiye Cumhuriyeti’nin bugünkü (2019 itibariyle) en sıcak gündeminde yer alan Fırat’ın doğusunda, 100 sene evvel vuku bulan İngiliz/Fransız işgali; buna karşı yerel halkın, işgallere karşı durarak Millî Mücadele’ye katılması ve İstiklâl Harbi’nde Türk Ordusu’nun bölgenin işgalden kurtarılması için gerçekleştirdiği harekâtlarda Türk Ordusu’na verdiği destek, Genelkurmay ATASE Arşivinde yer alan belgelerden istifade ile anlatılmıştır.
Irak Cephesi denilince genel olarak geniş bir alanda meydana gelen savaşların olduğu bir cephe anlaşılmaktadır. Bununla birlikte özelde ise Irak Cephesi’nin Osmanlı Devleti için en önemli anlamı şüphesiz Kutü’l-Amâre Zaferi’dir. Britanya İmparatorluğu ile birçok cephede olduğu gibi bu cephede de çetin bir mücadeleye girişen Osmanlı Devleti, 7 Aralık 1915 - 29 Nisan 1916 arasında yaşanan kuşatmadan sonra başta İngiliz General Charles Townshend olmak üzere çok sayıda yüksek rütbeli İngiliz subayını ve 13.000 civarı İngiliz askerini esir almıştır.
Osmanlı Devletinin Kutü’l-Amâre’de kazandığı bu parlak zafer şüphesiz her yönü ile önemli sonuçlar doğurmuştur. Biz burada konumuz itibari ile kuşatma sonrası Osmanlı ordusu tarafından esir alınan İngiliz esirlerle ilgili malumat vermeye çalışacağız. Nitekim İngiliz esirlerin, esir alındıktan sonra Anadolu’da birçok farklı noktaya gönderildiği görülmektedir.
Bu meyanda makalemizde, Kutü’l-Amâre Zaferi’nden sonra esir alınan İngiliz esirlerinin hangi bölgelere sevk edildikleri, ne gibi muamelelere tabi tutuldukları ve bu esirlerin genel durumlarına ilişkin bilgi verilmiştir. Bu konu Osmanlı Devleti’nin harp esirlerine karşı muamelesi hakkında bir örnek olması açısından arşiv belgeleri ışığında sunulmuştur.
Bu kapsamda Mîsâk-ı Millî sınırları içerisinde yer almakta olup son yıllarda artan derecede çözümsüzlük ve çatışmaya sürüklenen Suriye bölgesinin bilhassa kuzeyindeki Halep ve çevresi Türkiye Cumhuriyeti’nin güvenliğini ve bekasını yakından ilgilendirmektedir. Mezkûr bölgenin Türkiye için öneminin tam olarak anlaşılabilmesi, bölgenin tarihinin tetkik ve tespit edilmesiyle mümkün olabilecektir.
Türk Orduları tarafından Birinci Dünya Savaşı’nda dahi kaybedilmemiş vatan toprağı olan bu topraklar, 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi sonrasında haksız ve hukuksuz olarak İngilizler tarafından işgal edilmiştir. Bu işgal 1919 yılından itibaren Fransızlar tarafından devam ettirilmiştir.
Anadolu’nun içlerine kadar genişleyen bu işgaller sonrasında başlayan Anadolu’daki Milli Mücadelenin bir benzeri eşzamanlı olarak Halep Vilayeti’nde de vuku bulmuştur. Bu dönem bölgede Türk ve Araplardan oluşan yerel halk, aşiretler ve bölgedeki Kuvâ-yı Milliye birlikleri, işgale karşı büyük bir direniş göstermiş ve işgalin sonlanması noktasında başarılar kazanmıştır. Nitekim 1920-1921 yılları aralığında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin emri ile gerek Türk Ordusu’na bağlı birlikler gerekse Kuvâ-yı Milliye birlikleri bu bölgede harekât icra etmiştir. Bu harekâtlar kapsamında birçok yer Türk Ordusu ve ya Kuva-yı Milliye birlikleri tarafından geri alınmış ve yeniden Türk idaresi tesis edilmiştir.
Özellikle Türk Ordusu’nun kontrolü altında olan birçok şehir ve ilçe, 21 Ekim 1921 Ankara Antlaşması ile Fransızlara terk edilmiştir. Bunun üzerine Cerablus, Azez, Menbic, Afrin gibi birçok bölgeye hakim olan Türk birlikleri, çizilen sınırın kuzeyine çekilmiştir. Sonuç olarak bu makalede, Milli Mücadele Döneminde Halep ve çevresinde meydana gelen gelişmeler, Genelkurmay ATASE Arşivi ve Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde yer alan konuya dair yeni ve orijinal belgelerden istifade ile incelenmiştir
Bayezid, idarenin doğrudan merkezden yürütülmesini sağlamak amacıyla kapıkulu ve gulam sisteminin organizasyonunu gerçekleştirmiştir. Önemli askeri ve idari görevlere doğrudan kendisine bağlı devşirmeleri tayin etmiştir. Devletin uç bölgesindeki beylerin ve bölgedeki yerel hanedanları kontrol altına alarak padişahın mutlak otoritesini esas alan merkezi imparatorluk yolunda önemli adımlar atmıştır. Yıldırım Bayezid zamanında, Osmanlı Devleti 100 yıldır olduğu gibi artık bir beylik ve federatif bir yapıda değil, doğrudan doğruya kurumları yerleşmiş ve sürekli gelişen merkezi bir devlet görünümüne kavuşmuştur. Yıldırım Bayezid “Sultan” unvanını kullanarak artık Türk-İslam hükümdarı vasfını da kazanmıştır.
Bunun yanı sıra, Yıldırım Bayezid’in ayrıca İstanbul’u fethedip burayı merkez yaparak Doğu Roma varisi sıfatıyla da o zamana kadar hiç düşünülmeyen yeni bir siyaseti devreye sokmayı hedeflediğine şüphe yoktur.73 Yıldırım Bayezid zamanında Tuna’dan Fırat’a kadar, padişahın kulları tarafından idare edilen merkezi bir devlet sistemi başarıyla uygulanmış, böylece Osmanlı Devleti Batı Avrupa’dan Orta Asya’ya, Mısır’dan Altın Orda sahasına kadar uzanan bölgede milletlerarası siyasetin başlıca odak noktasını oluşturmuştur. Fakat bu yeni merkezi devlet çok uzun ömürlü olmamış, Yıldırım Bayezid`in Anadolu`da kurduğu merkezi devlet sisteminden rahatsız olan yerel beyler Timur`a sığınmıştır.
Âşık Paşazade bu beyleri; Taharten, Germiyanoğlu, Düzme Aydınoğlu, Menteşeoğlu ve İsfendiyaroğlu’nun elçisi olarak zikretmektedir. Doğuya yönelmek isteyen Timur ise, batısında Osmanlı gibi güçlü bir devlet bırakmak istemiyor, İslam dünyasının en büyük devleti sıfatını taşımak istiyordu. Timur`dan kaçan Sultan Ahmed Celayir ve Kara Yusuf`un da Yıldırım Bayezid tarafından korunması ile savaş kaçınılmaz olmuştur.
Ankara Çubuk Ovası’nda iki taraf karşı karşıya gelmiştir (20 Temmuz 1402).
Yıldırım Bayezid,bu savaşta Timur`a yenilmiş ve esir düşmüştür. Bir süre sonra da esaret altında iken Akşehir`de vefat etmiştir (8 Mart 1403).Timur Ankara Savaşından sonra Anadolu beylerine beyliklerini tekrar iade etmiştir.
Ankara Savaşı darbesiyle Osmanlı Devleti Anadolu’da hemen hemen I. Murad devri başlarındaki sınırlarına çekilmiştir. Ancak bütünlüğünü koruyan Rumeli toprakları sayesinde bu zor dönem tekrar aşılmış ve yeniden toparlanma mümkün olabilmiştir. Bayezid’in ölümüne kadar başardıkları ve başarmak istediklerini kendisinden yıllar sonra torunu Fatih Sultan Mehmed gerçekleştirmiştir.
Books
Suriye iç savaşı sonrası ortaya çıkan kaotik ortamda, küresel güçlerin sahadaki varlığı, planları ve icraatları sonucunda Türkiye sınırlarının güneyinde fiili bir terör yapısı oluşturulmaya çalışmış; bu durumu engellemek için de Türkiye’nin bir kez daha askeri operasyon seçeneğini kullanması zaruri bir hal almıştı.
Bu kapsamda Türkiye, uzun süreden beri devam eden Fırat’ın doğusuna yönelik askeri hazırlıklarını tamamlayarak 9 Ekim 2019 saat 16.02’de resmen, sınır ötesi harekâtı başlatmıştır. “Barış Pınarı Harekâtı” adı verilen bu operasyon, Türk Ordusu tarafından Suriye’nin kuzeyinde ve Fırat’ın doğusunda, PKK/PYD-YPG terör örgütüne yönelik olarak icra edilmiştir.
Türk Silahlı Kuvvetlerinin etkili ve hızlı bir şekilde gerçekleştirdiği Barış Pınarı Harekâtı ile Fırat’ın doğusundaki 4.220 kilometrekare alan terör örgütünden arındırılmış; Suriyeli mültecilerin geri dönebileceği, bölge insanının da huzur ve güvenle yaşayabileceği bir alan haline getirilmiştir. Harekât aynı zamanda diplomatik kazanımlara da kapı aralamıştır. Nitekim Türkiye, ABD ile Ankara, Rusya Federasyonu ile Soçi Mutabakatlarını imzalayarak sınırlarındaki terör tehdidini bertaraf etmeye çalışmıştır.
Sonuç olarak Türkiye Cumhuriyeti tarihinde önemli bir yer tutan Barış Pınarı Harekâtı; sebepleri, amaçları, meydana geliş süreci ve sonuçları ile askerî, idari, diplomatik, stratejik, coğrafi, demografik, sosyolojik ve tarihsel arka planı ışığında incelenerek tarihe not düşülmesi gereken kapsamlı bir sınır ötesi harekât olmuştur. Bir bakıma böylesine önemli ve tarihi bu harekâtı, kaynaklar ışığında ve tüm yönleriyle, hak ettiği şekilde kaleme almak ve geleceğe, kaynak tarihi bir eser olarak bırakmak ümit edilmiştir.
Tarihçi Yazar Enes Demir tarafından yazılan “Fırat Kalkanı Harekâtı”, “Zeytin Dalı Harekâtı”, “İdlip/Bahar Kalkanı Harekâtı” kitapları gibi “Barış Pınarı Harekâtı Günlüğü” kitabı da harekât esnasında bizzat görev alınarak hazırlanan ve bu okuyucuyla buluşmuştur. “Barış Pınarı Harekâtı’nı” resmi bilgi ve belgeler ışığında, derli toplu bir şekilde disiplinler arası bir bakış açısıyla ortaya koymakta ve harekâtın bilinmeyen tüm yönlerini anlatan bu eserin yazımıyla, Osmanlı dönemi “Vak’a-Nüvis” geleneği ve “Ordu/Harp/Sefer Tarihçiliği” de bir kez daha ortaya konularak geleceğe döneminden yazılmış bir kaynak eser bırakmak ümit edilmiştir.
Operasyon başladığında Afrin’in ve harekâtın Türkiye için ne anlama geldiği önemli bir konu iken aynı zamanda harekâtın her aşaması da oldukça önemliydi. Dolayısıyla Tarih, Uluslararası İlişkiler, Sosyoloji ile Bilgi ve Belge disiplinlerinin bir araya getirilmesiyle hazırlanan bu kitap, Afrin’in Türkiye açısından önemini her boyutuyla açıklarken aynı zamanda Zeytin Dalı Harekâtı’nın öncesini, gerçekleşme safhasını ve sonrasını gün gün ulusal/uluslararası perspektif ve yansımaları ile ortaya koymaya çalışmıştır.
Güncel/canlı tarihin kayda geçirilmesini ihtiva eden kitap ile Zeytin Dalı Harekâtı’nın tüm safhaları siyasi, diplomatik, askeri, stratejik ve sosyolojik açılardan ele alındı ve bu alanda bir kaynak eser olarak hazırlanmış; Afrin’in tarihsel süreci ve Zeytin Dalı Harekâtı’na dair güncel gelişmeler gerek orijinal arşiv belgeleri ve gerekse güncel bilgiler ışığında harmanlanarak tüm gerçekliğiyle, fotoğraf ve haritaların da katkısıyla, derli toplu bir şekilde ortaya konulmuştur.
Neticede Zeytin Dalı Harekâtı, “Fırat Kalkanı ve Barış Pınarı Harekâtları” kitaplarının da yazarı olan Askeri Tarihçi Yazar Enes Demir tarafından, birçok yönüyle araştırılarak resmi bilgi ve belgeler ışığında derli toplu bir şekilde bu kitapta ortaya konuldu. Eserin yazımıyla birlikte aynı zamanda, Osmanlı dönemi “Vak’a-Nüvis” geleneği ve “Ordu/Harp/Sefer Tarihçiliğinin” de yeniden şekliyle ortaya konulması amaçlanarak ve gerçekleştirilerek geleceğe döneminden yazılmış bir kaynak eser bırakmak ümit edildi.
Harekât neticesinde Türk Ordusu ve ÖSO tarafından Cerablus, Çobanbey/El Rai, Dabık, Mare, Azez, El-Bâb, Bizâ’a ve Kabbasin ile çevresindeki bölgeleri terör örgütü DEAŞ’tan kurtarıldı.
Türkiye Cumhuriyeti, Fırat Kalkanı Harekâtı’nda kontrol altına alınan 2.225 km2’lik bir alanda, yerel halkın güvenli, sağlıklı ve huzurlu bir yaşam ortamına kavuşabilmesi için gerekli olan her türden icraatı hayata geçirmiş; ihya/inşa/istikrar sürecini uygulamaya koymuştur.
Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti tarihinde birçok açıdan ilk olan Fırat Kalkanı Harekâtı; sebepleri, amaçları, meydana geliş süreci, sonuçları ve sonrasında yaşanan askerî, idari, diplomatik, stratejik, coğrafi, tarihi, sosyolojik vd. olay ve gelişmeler ışığında incelenmesi ve tarihe not düşülmesi gereken kapsamlı bir icraattı. Bir bakıma böylesine anlamlı bir zaferin tüm yönleriyle, kaynaklar ışığında yaşandığı dönemden kaleme alınarak hak ettiği şekilde yazılı hafızaya nakşedilmesi elzemdi.
Neticede Fırat Kalkanı Harekâtı, “Zeytin Dalı ve Barış Pınarı Harekâtları” kitaplarının da yazarı olan Askeri Tarihçi Yazar Enes Demir tarafından, birçok yönüyle araştırılarak resmi bilgi ve belgeler ışığında derli toplu bir şekilde bu kitapta ortaya konuldu. Bu kapsamda Tarih, Uluslararası İlişkiler ve Sosyoloji gibi disiplinler açısından kaynak olabilecek bir eser hazırlanmış oldu.
Eserin yazımıyla birlikte aynı zamanda, Osmanlı dönemi “Vak’a-Nüvis” geleneği ve “Ordu/Harp/Sefer Tarihçiliğinin” de yeniden şekliyle ortaya konulması amaçlanarak ve gerçekleştirilerek geleceğe döneminden yazılmış bir kaynak eser bırakmak ümit edildi.
Özellikle bugüne kadar karşılıklı iddialarla zıtlaşmaya ulaşan bir mesele olan Filistin ve Suriye’den çekilme ve bunla bağlantılı olarak Mustafa Kemal Paşa’nın bu konudaki rolü, tartışmaların esas merkezini oluşturmaktadır. Haddizatında itham ve iddialarla ilgili bilimsel çerçevede, bilhassa arşiv kaynakları ve harp raporlarına göre ciddi ve kapsamlı bir çalışma yapılmamıştır. Bu kapsamda birçoğu ilk kez yayımlanan belgeler ve öncesinde yapılan bazı genel çalışmalar analiz ve tahlil edilmiş; meselenin iç yüzü objektif bir şekilde ilk defa bu eserle ortaya konulmak istenmiştir.
Kitapta 4 bölüm olacak şekilde kaleme alınmıştır. Bu meyanda eserin 1’inci Bölümü, “Birinci Dünya Savaşı’nda Kanal/Sina Cephesi” başlığı ekseninde şekillendirilmiştir. Bu bölümün alt başlıklarında Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesi, Kanal Cephesi’nin açılma nedenleri ve savaşın bu cephede başlaması ile ortaya çıkan askeri ve diğer gelişmeler değerlendirilmiştir. Yine Hicaz bölgesinde başlayan Şerif Hüseyin isyanına dair malumatlar da burada ifade edilmiştir.
2’nci Bölümde; “Birinci Dünya Savaşı’nda Filistin/Suriye Cephesi” konusu yer almaktadır. Bu bölümde Filistin’de Gazze Savaşlarından itibaren vuku bulan gelişmeler, Kudüs’ün düşmesi sonrasında Şeria Muharebeleri ve en son olarak da Nablus Harbi’nden geniş ölçüde bahsedilmiştir. Yine bu bölümün ikinci kısmında Nablus Harbi’nden sonra Hicaz, Ürdün ve Lübnan’ın elden çıkışı ile Suriye Cephesi’ndeki geri çekilme ve olayların gelişimi hakkında bilgi verilmiştir.
3’üncü Bölümde; Birinci Dünya Savaşı’nın konumuz olan cephe açısından hülasa bir değerlendirmesi yapıldıktan sonra Osmanlı vatanının bir parçası olan bu bölgenin işgaliyle hayata geçirilen projeler ile bölgenin İngiltere, Siyonist akıl ve Fransa gibi güçler tarafından dizayn edilmesine yönelik arka plan ve ilgili antlaşmalar açıklanmıştır.
Eserin 4’üncü ve son bölümünde ise Nablus’tan Mondros Ateşkesine kadar olan Osmanlı Ordusu’nun savaşları, geri çekilmesi ve İngilizlere karşı savunması hatları ile diğer gelişmeleri ortaya koyan arşiv belgelerinin çeviri yazıları ve bu belgelerin orijinal görüntüleri yer almıştır. Osmanlı Ordusunun vaziyeti harp prensipleri çerçevesinde ele alınmıştır.
“Yeni Belgeler Işığında Vazgeçilmeyen Topraklar Mîsâk-ı Millî II” kitabımızda, Mîsâk-ı Millî I kitabımızın konusu dışında kalan ve bugünkü Irak topraklarında bulunan Musul Vilayeti dâhilindeki sancaklar, kazalar ve nahiyeler ele alınmıştır.
Mîsâk-ı Millî’ye dâhil olan Musul, Kerkük, Süleymaniye ve Erbil şehirleriyle buraya bağlı birçok ilçe ve yerleşim yeri; tarihi, coğrafi, kültürel ve sosyal yönlerden incelenmiş; Milli Mücadele döneminde yerel halkın ve Kuvâ-yı Milliye birliklerinin İngiliz işgaline karşı verdiği mücadele kaynaklar ışığında anlatılmıştır.
Birinci Dünya Savaşı boyunca dahi kaybedilmemiş bu topraklar, Misâk-ı Millî’nin ruhunu, özünü ve sınırlarını oluşturan şehirlerarasında yer almaktadırlar. Günümüzde bu bölgede yaşanan acının ve dramın bize öğrettikleri kadar, ilham ve ibretleri de olmuştur.
O dönem, Osmanlı toprağı olan Maraş’ta işgale karşı nasıl Milli Mücadele başladıysa, yine aynı dönem Osmanlı toprağı olan Rakka’da, Haseke’de, Afrin’de ve diğer yerlerde de Milli Mücadele başlamıştı. Dolayısıyla bu toprakların 1918’e kadar değil 1 Ocak 1922 tarihine kadar Türk Ordusu’nun hâkimiyetinde olup 20 Ekim 1921 Ankara Anlaşması sonrası, Fransızların Anadolu’yu (Kilis, Gaziantep, Mersin, Adana, Osmaniye) terk etmesi karşılığında terk ettiğimiz topraklar olduğunu görecek ve olayların perde arkasına ilk kez tanık olacaksınız.
Bu kitapta, bir kısmı ilk defa ortaya konulan arşiv kaynakları ışığında, bugünkü Kuzey Suriye ve bir kısmı Irak topraklarında yer alan şehirlerin, Milli Mücadele/İstiklal Harbi döneminde Türk hâkimiyetinde bulunması birçok yönüyle aydınlatılmıştır.
1915 yılında Osmanlı Devleti’nin çeşitli gayelerle icra etmeye karar verdiği 1. Kanal Harekâtı, tam bir planlama ile icra edilemediği için başarısız olmuştur. 1916 yılında gerçekleştirilen 2. Kanal Harekâtı’nda Katya Muharebesi’nde zafer kazanılsa dahi, Romani Muharebesi’nde alınan yenilgi ile Osmanlı birlikleri üç yıl devam edecek savunma savaşlarına hazırlanmak zorunda kalmıştır.
Cephe’nin Kanal üzerinden açılmasıyla başlayan savaşlar, 1916 yılının ikinci yarısı itibarıyla Sina bölgesi üzerinde yoğunlaşmış; 1917 yılında Filistin bölgesine, 1918 yılı son çeyreğinde ise Suriye’ye ulaşmıştır.
Osmanlı Ordusu, İngilizlerin Gazze ve çevresindeki kritik yerleri alma girişimlerini 1. ve 2. Gazze Muharebeleri’nde kazandığı büyük zaferlerle engellemiştir. Bununla birlikte büyük bir hazırlığa girişen İngilizler, Kasım 1917’de başlattığı 3. Gazze Muharebeleri olarak anılan harekâtta, Birüssebi ve Gazze ile çevresini ele geçirmiştir.
Bu süreçte Haçlı/Siyonist aklın bir ürünü olarak ilan edilen Balfour Deklarasyonu şüphesiz bu cephede yaşanan gelişmelerden ayrı düşünülemeyecek kadar arka planı olan bir gelişme idi. Bu ilanla birlikte İngiliz Ordusu’nun aynı anda Kudüs üzerine hücuma geçmesi de bir rastlantı değildi. Nitekim 9 Aralık 1917’de Kudüs’ün düşmesi, Osmanlı Devleti ve İslam Dünyası için önemli bir kayıpken Haçlı/Siyonistler için kurdukları planların gerçekleşmesi yönünde büyük bir adım olmuştur.
Osmanlı Ordusu, Kudüs’ün kaybından sonra Nablus’un güneyinde tahkimat oluşturmuş ve 1918 Eylül ayına kadar İngilizlerin gerçekleştirdiği dört önemli harekâtı başarısız kılmayı bilmiştir. Bununla birlikte Filistin/Suriye’nin geleceğini tam anlamıyla tayin edecek olan gelişme, 19-21 Eylül 1918 tarihinde vuku bulan Nablus/Meggido Harbinde olmuştur. Bu savaşta başta 8. Ordu olmak üzere 4. ve 7. Osmanlı Orduları, ağır bir yenilgi alarak geri çekilmiştir.
Neticesi çok ağır olan bu savaş sonrası Filistin’in tamamı ile bugünkü Ürdün, Lübnan toprakları ve Suriye Vilayeti Osmanlı Ordusu’nun denetiminden çıkmıştır. Osmanlı Ordusu Mondros Mütarekesinden kısa bir süre önce Halep’in güneyinde savunma tertibatı alabilmişse de, mütarekeye 4 gün kala Halep’te kaybedilmiş ve İngiliz birlikleri ancak Halep’in kuzeyinde durdurulabilmiştir.
1915-1918 yılları arasında Kanal/Sina ve Filistin/Suriye Cephesi’nde vuku bulan irili ufaklı birçok harp, sonuç itibariyle Osmanlı Devleti açısından fevkalade olumsuz sonuçlanmıştır. Bu savaşlarda birçok Anadolu evladı, binlerce kilometre uzaktaki köylerinden, şehirlerinden Filistin’e, Ürdün’e, Sina’ya gelerek vatan uğrunda savaşmış ve kahramanca çarpışarak feda-yı can eylemiştir.
Sonuç itibariyle bu kitap, Kanal/Sina ve Filistin/Suriye Cephesi’ndeki olayları ve savaşları stratejik bakış açısı ve tarihi perspektifte ortaya koyarken “Son Büyük Savunma Çanakkale’de İslam Coğrafyasından Şehitler” isimli kitabın da bir devamı niteliğinde hazırlanmıştır.
“İslam Coğrafyasından Şehitler” kitabında, o dönem Osmanlı vatanının bir parçası olup şuan sınırlarımız dışında kalan bölgelerden Çanakkale’ye gelerek şehit olan askerler konu edinilmişti. Bu kitapta ise günümüzde Türkiye Cumhuriyeti sınırlarında yer alan şehirlerden bölgeye giden Türk askerlerinin, Osmanlı vatanının diğer toprakları için nasıl canlarını siper ettikleri ortaya konulmaya çalışılmış ve şehit Türk askerlerinin künyeleri tek tek hazırlanmıştır. Bu kapsamda 2018 yılı itibariyle Milli Savunma Bakanlığı Arşivi kayıtlarından tespit edilen 3.886 şehidin künye bilgilerine yer verilmiştir.
Bu işgal girişimine karşı Çanakkale’de mücadele eden Osmanlı sınırları içerisindeki ve dışındaki İslam milletlerinin etnik dağılımına bakıldığında, Türkler, Araplar ve Kürtler çoğunluğu teşkil etmektedir. Bunun dışında Arnavutlar, Abhazalar, Boşnaklar, Romanlar, Lazlar ve Lezgilere kadar birçok etnik grup da, bu mücadelede yerini almıştır. Tüm bu grupların Çanakkale Savaşları’na katılmasının ve kahramanca mücadele etmesinin en önemli mefhumu, ırkları değil İslam Sancağı’nın düşürülememesi olmuştur.
Dolayısıyla hangi etnik gruptan olursa olsun; Osmanlı Devleti’nin ve ordusunun emri altına girerek bu görevi icra etmek, o insanlar için bir zül değildi. Bilakis İslam’ın sancağını elinde taşıyan, asırlardır büyük coğrafyayı adaletle idare ederek Müslümanların huzurunu sağlamış bir devlet olan Osmanlı Devleti’nin yanında yer almak bir görev ve sorumluluk bilinci şeklinde telakki edilmiştir.
Türk Ordusunun emir komutasında 103 yıl önce bu kahraman askerler, omuz omuza birbirlerine sırtlarını dayayarak, her türlü ayrımdan münezzeh olarak yalnız vatanlarının haysiyeti, selameti ve aslında İslam’ın da şerefi için savaşmışlardır.
Papers
İtilaf devletlerinin, Osmanlı ordusunun terhis edilmesi ve mevcudunun azaltılmasına yönelik girişimleri ile 6. Ordu’nun yeni sorumluluk sahasına (Diyarbakır Vilayeti, Bitlis Vilayeti, Elazığ Vilayeti, Maraş ve Antep Sancakları) yönelik işgal teşebbüsleri, bölgedeki vaziyeti hassas bir hale getirmiştir. Bu süreçte Diyarbakır Vilayetine bağlı bir sancak olması hasebiyle mütareke şartlarının ortaya çıkardığı siyasi ve askerî gelişmelerden etkilenen Ergani (Ergani Madeni) de, 6. Ordu’nun yerine teşkil edilen 13. Kolordu Kumandanlığının sorumluluk sahasına dâhil edilmiştir. 13. Kolordu’nun stratejik muharip unsurlarından topçu birlikleri, yani 5. Tümen 5. Topçu Alayı Ergani’de konuşlanırken kolordunun silah, cephane ve mühimmat depolarının bulunduğu yerlerden biri de Ergani olmuştur. Aynı zamanda Elazığ ve Diyarbakır gibi iki önemli vilayet arasında kavşak noktasında bulunan Ergani, coğrafi konumundan ötürü 13. Kolordu karargâhının daha emniyetli ve olası çekilme alanları arasında yer almıştır. Bu stratejik öneminin yanı sıra zengin madenlere sahip olması nedeniyle Ergani, İngilizlerin ve Fransızların işgal girişimlerine maruz kalmış; ilaveten Ermenilerin Vilayet-i Sitte’yi ilhak, siyasi Kürtçülerin de bağımsız Kürdistan kurulmasına yönelik taleplerine dâhil bölgeler arasında olmuştur.
Zikredilen malumattan hareketle bu makalenin amacı, Millî Mücadele döneminde Ergani’deki siyasi ve askerî gelişmelerin ortaya konulmasıdır.
Böylece Ergani’nin Millî Mücadele’deki vaziyeti, bölgede vuku bulan siyasi ve askerî faaliyetler ile diğer hususiyetlerin aydınlatılması hedeflenmektedir. Bu hedefe matuf olarak hazırlanan çalışmada nitel analiz yöntemi kullanılmıştır. Kaynak olarak ise ilk defa kullanılan Millî Savunma Bakanlığı ATASE Arşivi
belgeleri ile Millî Mücadele dönemi literatüründen istifade edilmiştir.
Her ne kadar anlaşmada belirlenen sınır, Türkiye açısından geçici görülse de Lozan Antlaşması’nda aynen kabul edilmiştir. Ancak Lozan sonrası süreçte meydana gelen çeşitli hadiseler bu sınırın; tarihi, demografik ve jeopolitik gerçeklere uygun olmadığını göstermiştir. Nitekim bölgede yaşanan birtakım siyasi ve askerî gelişmeler sonucunda Hatay 1939’da Türkiye’ye katılmıştır. Yine de zaman zaman hudut hattındaki istikrarsızlık durumu devam etmiştir.
Zikredilen malumattan hareketle bu makalede, Türkiye-Suriye sınırının bahse konu süreçte Türkiye-Fransa arasında ne şekilde belirlendiği ele alınmış; Lozan sonrası dönemde yeniden belirlenen sınırın günümüzdeki gelişmelere yansıması incelenmiştir. Nitel araştırma metodu ile hazırlanan çalışmada başta Lozan Konferansı tutanakları olmak üzere çeşitli arşiv belgeleri ve döneme ilişkin literatürden istifade edilmiştir.
Nitekim Türk orduları tarafından Birinci Dünya Savaşı’nda dahi kaybedilmemiş vatan toprağı olan bu topraklar, Mondros Mütarekesi sonrasında hukuksuz bir şekilde işgal edilmiştir. Akabinde başlayan Millî Mücadele döneminde Türk, Kürt ve Araplardan oluşan yerel halk, aşiretler ve bölgedeki Kuvâ-yı Milliye birlikleri, işgale karşı büyük bir direniş göstermiş ve işgalin sonlanması noktasında başarılar elde etmiştir. Fakat 1926 Ankara Antlaşması neticesinde Musul Vilayeti olarak nitelendirilen bugünkü Irak’ın kuzeyi Türkiye sınırları dışında kalmıştır.
Türkiye’nin bölgeden çekilmesi ile geçen 100 yıla yakın bir müddette Irak’ta ve özellikle kuzeyinde istikrar ortamı bir türlü tesis edilememiştir. Türkiye-Irak sınırının özellikle 1980’lerden itibaren terör örgütünün faaliyet alanı haline gelmesi, Türkiye için yeni güvenlik ve askeri politikalar belirleme zorunluluğunu ortaya koymuştur.
Türk ordusunun, terör örgütüne yönelik icra ettiği operasyonlar; yıllarca kısmi bir konseptte sınır ötesi ve daha çok yurt içerisinde gerçekleştirilmiştir. 2016 yılından itibaren ise Türkiye’nin belirlediği “tehlikeyi kaynağında bertaraf etme/terörü kaynağında yok etme” politikası gereğince Irak kuzeyinde Türk askerî operasyonları sistemli bir şekilde başlamış ve terör örgütünden temizlenen bölgelerde istikrar harekâtı kapsamında kontrol noktaları oluşturulmuştur. Bu süreçte Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından Hakkâri ve Şırnak illerinin güneyinde bulunan Zaho, Akra, İmadiye (Amedi), Zibar ve Kandil hattında terör örgütüne yönelik etkili operasyonlar düzenlenmiştir.
Sonuç olarak Irak’ın kuzeyinde Türk ordusunun terör örgütüyle olan mücadelesi, şüphesiz tarihten gelen Türkiye’nin bölgeyle olan derin bağlarının bir tezahürü durumundadır. Bu bakımdan Türkiye’nin güncel, ulusal ve sınır güvenliği açısından kritik ehemmiyeti haiz olan bu meselenin, disiplinler arası bakış açısı ve yeni bir perspektifle ele almanın gerekliliğine inanıyoruz. Dolayısıyla bu yazımda, Irak’ın kuzeyinde yer alan Musul Vilayeti’nin tarihsel süreci; demografik yapısı, Millî Mücadele döneminde bölge halkının tutumu, Mîsâk-ı Millî bağlamında Türkiye’nin Musul Vilayeti’ni alma çabaları ve neticesinde bölgenin Türkiye’den ayrılması başlıklarıyla incelenmiştir. Akabinde de bölgenin bugünkü mevcut politik ve jeopolitik durumu; stratejik, siyasi ve askerî bağlamda ele alınmıştır. Kaynak olarak ise mevcut literatürün yanı sıra Millî Savunma Bakanlığı ATASE Arşivi, Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanlığı Osmanlı Arşivi ve Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’ndeki konuya dair arşiv belgelerinden istifade edilmiştir.
15 gün içerisinde önemli mesafede vuku bulan geri çekilmeler neticesinde sağlam kalan tek birlik olan 7. Ordu, Mustafa Kemal Paşa komutasında 5 Ekim 1918’de Halep’e gelmiş; karargâh ve tahkimatını burada kurmuştur. İngiliz Ordusu ise Hama-Humus-Halep hattında ilerlemeye geçerken Faysal’a bağlı bedevi Araplar da bu hattın dışında kalan bölgelere saldırılar düzenlemeye başlamışlardır. Nitekim 26 Ekim 1918 tarihinde Halep, İngiliz Ordusu tarafından işgal edilmiş ve Halep’in kuzeyinde Osmanlı 7. Ordusu tarafından bir savunma hattı oluşturulmuştur.
Halep’in kuzeyindeki bu savunma hattı, aynı zamanda 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması’nda da Osmanlı ve İngiliz Ordularının konuşlanma durumunu ortaya çıkarmıştır. Kaderin bir cilvesi olarak üzerinden henüz bir asır geçmeden aynı savunma hattı üzerinde Türk Ordusu, sınır güvenliğini tesis etmek için sırasıyla Fırat Kalkanı Harekâtı, Zeytin Dalı Harekâtı, Barış Pınarı Harekâtı ve Bahar Kalkanı Harekâtı’nı icra etmiştir.
Türk Ordusu’nun Anadolu’nun güvenliği için Suriye’ye yönelik icra ettiği harekât kapsamında mezkûr bölgelerde konuşlanması, esasında Osmanlı Devleti’nin Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı süreçte oluşturduğu savunma hattı ile büyük ölçüde benzerlik göstermektedir.
İstiklal Savaşı döneminde Türk Ordusu’nun Kuvâ-yı Milliye birlikleri ile birlikte Anadolu’nun işgalden kurtarılması noktasında birlik sevk ettiği bölge de yine aynı bölgedir. Bu önemli vakıalar, esasında tarihsel ve stratejik açılardan ele alındığında coğrafya ve jeopolitikle açıklanabilecektir. 100 yıl önce hukuksuz olarak işgal edilerek Türk vatanından kopartılan bu toprakların, Anadolu’nun savunulması için kritik bir öneme haiz olması meselesi, Mondros Mütarekesi’nden bugüne kadar vuku bulan gelişmeler ekseninde birçok kez kendisini göstermiştir.
Mondros Ateşkesi imzalandıktan sonra ordunun silah bırakmasını fırsat bilen İngiliz birlikleri, Türk Ordusu’nun ateşkes esnasında korumaya devam ettiği vatan topraklarını işgale başladılar. Bu kapsamda 6-7 Aralık 1918’de Antep ve Hatay’ı, 22 Şubat 1919’da Maraş’ı işgal ettiler. Cerablus, Afrin, Hatay, Adana, Antep, Kilis, Maraş gibi şehirlerin işgaliyle Fırat’ın batısındaki İstanbul-Bağdat Tren yolu hattının bu bölümlerine hâkim olan İngilizler, Fırat’ın doğusunda da işgallerine devam ettiler.
Burada ilginç olan ve bugüne kadar yeteri kadar araştırılmayan mesele, İngilizler tarafından en son işgal edilen vatan topraklarının Fırat’ın doğusunda ve bugün Suriye’de kalan araziler olmasıydı. Nitekim İngiliz birlikleri, Fırat’ın doğusundaki yerlerden 23 Ocak 1919’da Arappınarı’nı (Ayn ElArap), 21 Şubat 1919’da Deyr-i Zor’u, 16 Mart 1919’da Telabyad’ı, 25 Mart 1919’da Urfa’yı, (28 Aralık 1918’te Bedeviler), 28 Mart 1919’da Resulayn’ı, 7 Mayıs 1919’da Haseke’yi ve 9 Mayıs 1919’da Rakka’yı hukuksuz olarak işgal etmişlerdir.
İngilizler, işgal ettikleri bu sahaları, 1919 yılı sonlarında, Suriye İtilafnamesi ile Fransızlara devretmişlerdir. Tüm bu işgaller karşısında yerel halk ve aşiretler büyük tepkiler göstermiş; bu kapsamda Türk Hükümetine, bölgedeki idari ve askeri makamlara, aynı zamanda ABD Başkanı Wilson’a ve İtilaf Devletlerine protesto telgrafları çekmişlerdir. Halk tarafından ayrıca işgali protesto eden mitingler düzenlenmiş ve bazı yerlerde silahlı Millî Mücadele başlamıştır. İngiliz askeri şahısları ve ajanlarının aşiret lideriyle görüşerek ve onları kendi yanlarına çekerek Türk Devleti’ne karşı kışkırtma politikası ise bir netice vermemiştir.
Sonuç olarak bu bildiride, bugün Suriye topraklarında kalsa da Türkiye Cumhuriyeti’nin bugünkü (2019 itibariyle) en sıcak gündeminde yer alan Fırat’ın doğusunda, 100 sene evvel vuku bulan İngiliz/Fransız işgali; buna karşı yerel halkın, işgallere karşı durarak Millî Mücadele’ye katılması ve İstiklâl Harbi’nde Türk Ordusu’nun bölgenin işgalden kurtarılması için gerçekleştirdiği harekâtlarda Türk Ordusu’na verdiği destek, Genelkurmay ATASE Arşivinde yer alan belgelerden istifade ile anlatılmıştır.
Irak Cephesi denilince genel olarak geniş bir alanda meydana gelen savaşların olduğu bir cephe anlaşılmaktadır. Bununla birlikte özelde ise Irak Cephesi’nin Osmanlı Devleti için en önemli anlamı şüphesiz Kutü’l-Amâre Zaferi’dir. Britanya İmparatorluğu ile birçok cephede olduğu gibi bu cephede de çetin bir mücadeleye girişen Osmanlı Devleti, 7 Aralık 1915 - 29 Nisan 1916 arasında yaşanan kuşatmadan sonra başta İngiliz General Charles Townshend olmak üzere çok sayıda yüksek rütbeli İngiliz subayını ve 13.000 civarı İngiliz askerini esir almıştır.
Osmanlı Devletinin Kutü’l-Amâre’de kazandığı bu parlak zafer şüphesiz her yönü ile önemli sonuçlar doğurmuştur. Biz burada konumuz itibari ile kuşatma sonrası Osmanlı ordusu tarafından esir alınan İngiliz esirlerle ilgili malumat vermeye çalışacağız. Nitekim İngiliz esirlerin, esir alındıktan sonra Anadolu’da birçok farklı noktaya gönderildiği görülmektedir.
Bu meyanda makalemizde, Kutü’l-Amâre Zaferi’nden sonra esir alınan İngiliz esirlerinin hangi bölgelere sevk edildikleri, ne gibi muamelelere tabi tutuldukları ve bu esirlerin genel durumlarına ilişkin bilgi verilmiştir. Bu konu Osmanlı Devleti’nin harp esirlerine karşı muamelesi hakkında bir örnek olması açısından arşiv belgeleri ışığında sunulmuştur.
Bu kapsamda Mîsâk-ı Millî sınırları içerisinde yer almakta olup son yıllarda artan derecede çözümsüzlük ve çatışmaya sürüklenen Suriye bölgesinin bilhassa kuzeyindeki Halep ve çevresi Türkiye Cumhuriyeti’nin güvenliğini ve bekasını yakından ilgilendirmektedir. Mezkûr bölgenin Türkiye için öneminin tam olarak anlaşılabilmesi, bölgenin tarihinin tetkik ve tespit edilmesiyle mümkün olabilecektir.
Türk Orduları tarafından Birinci Dünya Savaşı’nda dahi kaybedilmemiş vatan toprağı olan bu topraklar, 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi sonrasında haksız ve hukuksuz olarak İngilizler tarafından işgal edilmiştir. Bu işgal 1919 yılından itibaren Fransızlar tarafından devam ettirilmiştir.
Anadolu’nun içlerine kadar genişleyen bu işgaller sonrasında başlayan Anadolu’daki Milli Mücadelenin bir benzeri eşzamanlı olarak Halep Vilayeti’nde de vuku bulmuştur. Bu dönem bölgede Türk ve Araplardan oluşan yerel halk, aşiretler ve bölgedeki Kuvâ-yı Milliye birlikleri, işgale karşı büyük bir direniş göstermiş ve işgalin sonlanması noktasında başarılar kazanmıştır. Nitekim 1920-1921 yılları aralığında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin emri ile gerek Türk Ordusu’na bağlı birlikler gerekse Kuvâ-yı Milliye birlikleri bu bölgede harekât icra etmiştir. Bu harekâtlar kapsamında birçok yer Türk Ordusu ve ya Kuva-yı Milliye birlikleri tarafından geri alınmış ve yeniden Türk idaresi tesis edilmiştir.
Özellikle Türk Ordusu’nun kontrolü altında olan birçok şehir ve ilçe, 21 Ekim 1921 Ankara Antlaşması ile Fransızlara terk edilmiştir. Bunun üzerine Cerablus, Azez, Menbic, Afrin gibi birçok bölgeye hakim olan Türk birlikleri, çizilen sınırın kuzeyine çekilmiştir. Sonuç olarak bu makalede, Milli Mücadele Döneminde Halep ve çevresinde meydana gelen gelişmeler, Genelkurmay ATASE Arşivi ve Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde yer alan konuya dair yeni ve orijinal belgelerden istifade ile incelenmiştir
Bayezid, idarenin doğrudan merkezden yürütülmesini sağlamak amacıyla kapıkulu ve gulam sisteminin organizasyonunu gerçekleştirmiştir. Önemli askeri ve idari görevlere doğrudan kendisine bağlı devşirmeleri tayin etmiştir. Devletin uç bölgesindeki beylerin ve bölgedeki yerel hanedanları kontrol altına alarak padişahın mutlak otoritesini esas alan merkezi imparatorluk yolunda önemli adımlar atmıştır. Yıldırım Bayezid zamanında, Osmanlı Devleti 100 yıldır olduğu gibi artık bir beylik ve federatif bir yapıda değil, doğrudan doğruya kurumları yerleşmiş ve sürekli gelişen merkezi bir devlet görünümüne kavuşmuştur. Yıldırım Bayezid “Sultan” unvanını kullanarak artık Türk-İslam hükümdarı vasfını da kazanmıştır.
Bunun yanı sıra, Yıldırım Bayezid’in ayrıca İstanbul’u fethedip burayı merkez yaparak Doğu Roma varisi sıfatıyla da o zamana kadar hiç düşünülmeyen yeni bir siyaseti devreye sokmayı hedeflediğine şüphe yoktur.73 Yıldırım Bayezid zamanında Tuna’dan Fırat’a kadar, padişahın kulları tarafından idare edilen merkezi bir devlet sistemi başarıyla uygulanmış, böylece Osmanlı Devleti Batı Avrupa’dan Orta Asya’ya, Mısır’dan Altın Orda sahasına kadar uzanan bölgede milletlerarası siyasetin başlıca odak noktasını oluşturmuştur. Fakat bu yeni merkezi devlet çok uzun ömürlü olmamış, Yıldırım Bayezid`in Anadolu`da kurduğu merkezi devlet sisteminden rahatsız olan yerel beyler Timur`a sığınmıştır.
Âşık Paşazade bu beyleri; Taharten, Germiyanoğlu, Düzme Aydınoğlu, Menteşeoğlu ve İsfendiyaroğlu’nun elçisi olarak zikretmektedir. Doğuya yönelmek isteyen Timur ise, batısında Osmanlı gibi güçlü bir devlet bırakmak istemiyor, İslam dünyasının en büyük devleti sıfatını taşımak istiyordu. Timur`dan kaçan Sultan Ahmed Celayir ve Kara Yusuf`un da Yıldırım Bayezid tarafından korunması ile savaş kaçınılmaz olmuştur.
Ankara Çubuk Ovası’nda iki taraf karşı karşıya gelmiştir (20 Temmuz 1402).
Yıldırım Bayezid,bu savaşta Timur`a yenilmiş ve esir düşmüştür. Bir süre sonra da esaret altında iken Akşehir`de vefat etmiştir (8 Mart 1403).Timur Ankara Savaşından sonra Anadolu beylerine beyliklerini tekrar iade etmiştir.
Ankara Savaşı darbesiyle Osmanlı Devleti Anadolu’da hemen hemen I. Murad devri başlarındaki sınırlarına çekilmiştir. Ancak bütünlüğünü koruyan Rumeli toprakları sayesinde bu zor dönem tekrar aşılmış ve yeniden toparlanma mümkün olabilmiştir. Bayezid’in ölümüne kadar başardıkları ve başarmak istediklerini kendisinden yıllar sonra torunu Fatih Sultan Mehmed gerçekleştirmiştir.
Suriye iç savaşı sonrası ortaya çıkan kaotik ortamda, küresel güçlerin sahadaki varlığı, planları ve icraatları sonucunda Türkiye sınırlarının güneyinde fiili bir terör yapısı oluşturulmaya çalışmış; bu durumu engellemek için de Türkiye’nin bir kez daha askeri operasyon seçeneğini kullanması zaruri bir hal almıştı.
Bu kapsamda Türkiye, uzun süreden beri devam eden Fırat’ın doğusuna yönelik askeri hazırlıklarını tamamlayarak 9 Ekim 2019 saat 16.02’de resmen, sınır ötesi harekâtı başlatmıştır. “Barış Pınarı Harekâtı” adı verilen bu operasyon, Türk Ordusu tarafından Suriye’nin kuzeyinde ve Fırat’ın doğusunda, PKK/PYD-YPG terör örgütüne yönelik olarak icra edilmiştir.
Türk Silahlı Kuvvetlerinin etkili ve hızlı bir şekilde gerçekleştirdiği Barış Pınarı Harekâtı ile Fırat’ın doğusundaki 4.220 kilometrekare alan terör örgütünden arındırılmış; Suriyeli mültecilerin geri dönebileceği, bölge insanının da huzur ve güvenle yaşayabileceği bir alan haline getirilmiştir. Harekât aynı zamanda diplomatik kazanımlara da kapı aralamıştır. Nitekim Türkiye, ABD ile Ankara, Rusya Federasyonu ile Soçi Mutabakatlarını imzalayarak sınırlarındaki terör tehdidini bertaraf etmeye çalışmıştır.
Sonuç olarak Türkiye Cumhuriyeti tarihinde önemli bir yer tutan Barış Pınarı Harekâtı; sebepleri, amaçları, meydana geliş süreci ve sonuçları ile askerî, idari, diplomatik, stratejik, coğrafi, demografik, sosyolojik ve tarihsel arka planı ışığında incelenerek tarihe not düşülmesi gereken kapsamlı bir sınır ötesi harekât olmuştur. Bir bakıma böylesine önemli ve tarihi bu harekâtı, kaynaklar ışığında ve tüm yönleriyle, hak ettiği şekilde kaleme almak ve geleceğe, kaynak tarihi bir eser olarak bırakmak ümit edilmiştir.
Tarihçi Yazar Enes Demir tarafından yazılan “Fırat Kalkanı Harekâtı”, “Zeytin Dalı Harekâtı”, “İdlip/Bahar Kalkanı Harekâtı” kitapları gibi “Barış Pınarı Harekâtı Günlüğü” kitabı da harekât esnasında bizzat görev alınarak hazırlanan ve bu okuyucuyla buluşmuştur. “Barış Pınarı Harekâtı’nı” resmi bilgi ve belgeler ışığında, derli toplu bir şekilde disiplinler arası bir bakış açısıyla ortaya koymakta ve harekâtın bilinmeyen tüm yönlerini anlatan bu eserin yazımıyla, Osmanlı dönemi “Vak’a-Nüvis” geleneği ve “Ordu/Harp/Sefer Tarihçiliği” de bir kez daha ortaya konularak geleceğe döneminden yazılmış bir kaynak eser bırakmak ümit edilmiştir.
Operasyon başladığında Afrin’in ve harekâtın Türkiye için ne anlama geldiği önemli bir konu iken aynı zamanda harekâtın her aşaması da oldukça önemliydi. Dolayısıyla Tarih, Uluslararası İlişkiler, Sosyoloji ile Bilgi ve Belge disiplinlerinin bir araya getirilmesiyle hazırlanan bu kitap, Afrin’in Türkiye açısından önemini her boyutuyla açıklarken aynı zamanda Zeytin Dalı Harekâtı’nın öncesini, gerçekleşme safhasını ve sonrasını gün gün ulusal/uluslararası perspektif ve yansımaları ile ortaya koymaya çalışmıştır.
Güncel/canlı tarihin kayda geçirilmesini ihtiva eden kitap ile Zeytin Dalı Harekâtı’nın tüm safhaları siyasi, diplomatik, askeri, stratejik ve sosyolojik açılardan ele alındı ve bu alanda bir kaynak eser olarak hazırlanmış; Afrin’in tarihsel süreci ve Zeytin Dalı Harekâtı’na dair güncel gelişmeler gerek orijinal arşiv belgeleri ve gerekse güncel bilgiler ışığında harmanlanarak tüm gerçekliğiyle, fotoğraf ve haritaların da katkısıyla, derli toplu bir şekilde ortaya konulmuştur.
Neticede Zeytin Dalı Harekâtı, “Fırat Kalkanı ve Barış Pınarı Harekâtları” kitaplarının da yazarı olan Askeri Tarihçi Yazar Enes Demir tarafından, birçok yönüyle araştırılarak resmi bilgi ve belgeler ışığında derli toplu bir şekilde bu kitapta ortaya konuldu. Eserin yazımıyla birlikte aynı zamanda, Osmanlı dönemi “Vak’a-Nüvis” geleneği ve “Ordu/Harp/Sefer Tarihçiliğinin” de yeniden şekliyle ortaya konulması amaçlanarak ve gerçekleştirilerek geleceğe döneminden yazılmış bir kaynak eser bırakmak ümit edildi.
Harekât neticesinde Türk Ordusu ve ÖSO tarafından Cerablus, Çobanbey/El Rai, Dabık, Mare, Azez, El-Bâb, Bizâ’a ve Kabbasin ile çevresindeki bölgeleri terör örgütü DEAŞ’tan kurtarıldı.
Türkiye Cumhuriyeti, Fırat Kalkanı Harekâtı’nda kontrol altına alınan 2.225 km2’lik bir alanda, yerel halkın güvenli, sağlıklı ve huzurlu bir yaşam ortamına kavuşabilmesi için gerekli olan her türden icraatı hayata geçirmiş; ihya/inşa/istikrar sürecini uygulamaya koymuştur.
Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti tarihinde birçok açıdan ilk olan Fırat Kalkanı Harekâtı; sebepleri, amaçları, meydana geliş süreci, sonuçları ve sonrasında yaşanan askerî, idari, diplomatik, stratejik, coğrafi, tarihi, sosyolojik vd. olay ve gelişmeler ışığında incelenmesi ve tarihe not düşülmesi gereken kapsamlı bir icraattı. Bir bakıma böylesine anlamlı bir zaferin tüm yönleriyle, kaynaklar ışığında yaşandığı dönemden kaleme alınarak hak ettiği şekilde yazılı hafızaya nakşedilmesi elzemdi.
Neticede Fırat Kalkanı Harekâtı, “Zeytin Dalı ve Barış Pınarı Harekâtları” kitaplarının da yazarı olan Askeri Tarihçi Yazar Enes Demir tarafından, birçok yönüyle araştırılarak resmi bilgi ve belgeler ışığında derli toplu bir şekilde bu kitapta ortaya konuldu. Bu kapsamda Tarih, Uluslararası İlişkiler ve Sosyoloji gibi disiplinler açısından kaynak olabilecek bir eser hazırlanmış oldu.
Eserin yazımıyla birlikte aynı zamanda, Osmanlı dönemi “Vak’a-Nüvis” geleneği ve “Ordu/Harp/Sefer Tarihçiliğinin” de yeniden şekliyle ortaya konulması amaçlanarak ve gerçekleştirilerek geleceğe döneminden yazılmış bir kaynak eser bırakmak ümit edildi.
Özellikle bugüne kadar karşılıklı iddialarla zıtlaşmaya ulaşan bir mesele olan Filistin ve Suriye’den çekilme ve bunla bağlantılı olarak Mustafa Kemal Paşa’nın bu konudaki rolü, tartışmaların esas merkezini oluşturmaktadır. Haddizatında itham ve iddialarla ilgili bilimsel çerçevede, bilhassa arşiv kaynakları ve harp raporlarına göre ciddi ve kapsamlı bir çalışma yapılmamıştır. Bu kapsamda birçoğu ilk kez yayımlanan belgeler ve öncesinde yapılan bazı genel çalışmalar analiz ve tahlil edilmiş; meselenin iç yüzü objektif bir şekilde ilk defa bu eserle ortaya konulmak istenmiştir.
Kitapta 4 bölüm olacak şekilde kaleme alınmıştır. Bu meyanda eserin 1’inci Bölümü, “Birinci Dünya Savaşı’nda Kanal/Sina Cephesi” başlığı ekseninde şekillendirilmiştir. Bu bölümün alt başlıklarında Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesi, Kanal Cephesi’nin açılma nedenleri ve savaşın bu cephede başlaması ile ortaya çıkan askeri ve diğer gelişmeler değerlendirilmiştir. Yine Hicaz bölgesinde başlayan Şerif Hüseyin isyanına dair malumatlar da burada ifade edilmiştir.
2’nci Bölümde; “Birinci Dünya Savaşı’nda Filistin/Suriye Cephesi” konusu yer almaktadır. Bu bölümde Filistin’de Gazze Savaşlarından itibaren vuku bulan gelişmeler, Kudüs’ün düşmesi sonrasında Şeria Muharebeleri ve en son olarak da Nablus Harbi’nden geniş ölçüde bahsedilmiştir. Yine bu bölümün ikinci kısmında Nablus Harbi’nden sonra Hicaz, Ürdün ve Lübnan’ın elden çıkışı ile Suriye Cephesi’ndeki geri çekilme ve olayların gelişimi hakkında bilgi verilmiştir.
3’üncü Bölümde; Birinci Dünya Savaşı’nın konumuz olan cephe açısından hülasa bir değerlendirmesi yapıldıktan sonra Osmanlı vatanının bir parçası olan bu bölgenin işgaliyle hayata geçirilen projeler ile bölgenin İngiltere, Siyonist akıl ve Fransa gibi güçler tarafından dizayn edilmesine yönelik arka plan ve ilgili antlaşmalar açıklanmıştır.
Eserin 4’üncü ve son bölümünde ise Nablus’tan Mondros Ateşkesine kadar olan Osmanlı Ordusu’nun savaşları, geri çekilmesi ve İngilizlere karşı savunması hatları ile diğer gelişmeleri ortaya koyan arşiv belgelerinin çeviri yazıları ve bu belgelerin orijinal görüntüleri yer almıştır. Osmanlı Ordusunun vaziyeti harp prensipleri çerçevesinde ele alınmıştır.
“Yeni Belgeler Işığında Vazgeçilmeyen Topraklar Mîsâk-ı Millî II” kitabımızda, Mîsâk-ı Millî I kitabımızın konusu dışında kalan ve bugünkü Irak topraklarında bulunan Musul Vilayeti dâhilindeki sancaklar, kazalar ve nahiyeler ele alınmıştır.
Mîsâk-ı Millî’ye dâhil olan Musul, Kerkük, Süleymaniye ve Erbil şehirleriyle buraya bağlı birçok ilçe ve yerleşim yeri; tarihi, coğrafi, kültürel ve sosyal yönlerden incelenmiş; Milli Mücadele döneminde yerel halkın ve Kuvâ-yı Milliye birliklerinin İngiliz işgaline karşı verdiği mücadele kaynaklar ışığında anlatılmıştır.
Birinci Dünya Savaşı boyunca dahi kaybedilmemiş bu topraklar, Misâk-ı Millî’nin ruhunu, özünü ve sınırlarını oluşturan şehirlerarasında yer almaktadırlar. Günümüzde bu bölgede yaşanan acının ve dramın bize öğrettikleri kadar, ilham ve ibretleri de olmuştur.
O dönem, Osmanlı toprağı olan Maraş’ta işgale karşı nasıl Milli Mücadele başladıysa, yine aynı dönem Osmanlı toprağı olan Rakka’da, Haseke’de, Afrin’de ve diğer yerlerde de Milli Mücadele başlamıştı. Dolayısıyla bu toprakların 1918’e kadar değil 1 Ocak 1922 tarihine kadar Türk Ordusu’nun hâkimiyetinde olup 20 Ekim 1921 Ankara Anlaşması sonrası, Fransızların Anadolu’yu (Kilis, Gaziantep, Mersin, Adana, Osmaniye) terk etmesi karşılığında terk ettiğimiz topraklar olduğunu görecek ve olayların perde arkasına ilk kez tanık olacaksınız.
Bu kitapta, bir kısmı ilk defa ortaya konulan arşiv kaynakları ışığında, bugünkü Kuzey Suriye ve bir kısmı Irak topraklarında yer alan şehirlerin, Milli Mücadele/İstiklal Harbi döneminde Türk hâkimiyetinde bulunması birçok yönüyle aydınlatılmıştır.
1915 yılında Osmanlı Devleti’nin çeşitli gayelerle icra etmeye karar verdiği 1. Kanal Harekâtı, tam bir planlama ile icra edilemediği için başarısız olmuştur. 1916 yılında gerçekleştirilen 2. Kanal Harekâtı’nda Katya Muharebesi’nde zafer kazanılsa dahi, Romani Muharebesi’nde alınan yenilgi ile Osmanlı birlikleri üç yıl devam edecek savunma savaşlarına hazırlanmak zorunda kalmıştır.
Cephe’nin Kanal üzerinden açılmasıyla başlayan savaşlar, 1916 yılının ikinci yarısı itibarıyla Sina bölgesi üzerinde yoğunlaşmış; 1917 yılında Filistin bölgesine, 1918 yılı son çeyreğinde ise Suriye’ye ulaşmıştır.
Osmanlı Ordusu, İngilizlerin Gazze ve çevresindeki kritik yerleri alma girişimlerini 1. ve 2. Gazze Muharebeleri’nde kazandığı büyük zaferlerle engellemiştir. Bununla birlikte büyük bir hazırlığa girişen İngilizler, Kasım 1917’de başlattığı 3. Gazze Muharebeleri olarak anılan harekâtta, Birüssebi ve Gazze ile çevresini ele geçirmiştir.
Bu süreçte Haçlı/Siyonist aklın bir ürünü olarak ilan edilen Balfour Deklarasyonu şüphesiz bu cephede yaşanan gelişmelerden ayrı düşünülemeyecek kadar arka planı olan bir gelişme idi. Bu ilanla birlikte İngiliz Ordusu’nun aynı anda Kudüs üzerine hücuma geçmesi de bir rastlantı değildi. Nitekim 9 Aralık 1917’de Kudüs’ün düşmesi, Osmanlı Devleti ve İslam Dünyası için önemli bir kayıpken Haçlı/Siyonistler için kurdukları planların gerçekleşmesi yönünde büyük bir adım olmuştur.
Osmanlı Ordusu, Kudüs’ün kaybından sonra Nablus’un güneyinde tahkimat oluşturmuş ve 1918 Eylül ayına kadar İngilizlerin gerçekleştirdiği dört önemli harekâtı başarısız kılmayı bilmiştir. Bununla birlikte Filistin/Suriye’nin geleceğini tam anlamıyla tayin edecek olan gelişme, 19-21 Eylül 1918 tarihinde vuku bulan Nablus/Meggido Harbinde olmuştur. Bu savaşta başta 8. Ordu olmak üzere 4. ve 7. Osmanlı Orduları, ağır bir yenilgi alarak geri çekilmiştir.
Neticesi çok ağır olan bu savaş sonrası Filistin’in tamamı ile bugünkü Ürdün, Lübnan toprakları ve Suriye Vilayeti Osmanlı Ordusu’nun denetiminden çıkmıştır. Osmanlı Ordusu Mondros Mütarekesinden kısa bir süre önce Halep’in güneyinde savunma tertibatı alabilmişse de, mütarekeye 4 gün kala Halep’te kaybedilmiş ve İngiliz birlikleri ancak Halep’in kuzeyinde durdurulabilmiştir.
1915-1918 yılları arasında Kanal/Sina ve Filistin/Suriye Cephesi’nde vuku bulan irili ufaklı birçok harp, sonuç itibariyle Osmanlı Devleti açısından fevkalade olumsuz sonuçlanmıştır. Bu savaşlarda birçok Anadolu evladı, binlerce kilometre uzaktaki köylerinden, şehirlerinden Filistin’e, Ürdün’e, Sina’ya gelerek vatan uğrunda savaşmış ve kahramanca çarpışarak feda-yı can eylemiştir.
Sonuç itibariyle bu kitap, Kanal/Sina ve Filistin/Suriye Cephesi’ndeki olayları ve savaşları stratejik bakış açısı ve tarihi perspektifte ortaya koyarken “Son Büyük Savunma Çanakkale’de İslam Coğrafyasından Şehitler” isimli kitabın da bir devamı niteliğinde hazırlanmıştır.
“İslam Coğrafyasından Şehitler” kitabında, o dönem Osmanlı vatanının bir parçası olup şuan sınırlarımız dışında kalan bölgelerden Çanakkale’ye gelerek şehit olan askerler konu edinilmişti. Bu kitapta ise günümüzde Türkiye Cumhuriyeti sınırlarında yer alan şehirlerden bölgeye giden Türk askerlerinin, Osmanlı vatanının diğer toprakları için nasıl canlarını siper ettikleri ortaya konulmaya çalışılmış ve şehit Türk askerlerinin künyeleri tek tek hazırlanmıştır. Bu kapsamda 2018 yılı itibariyle Milli Savunma Bakanlığı Arşivi kayıtlarından tespit edilen 3.886 şehidin künye bilgilerine yer verilmiştir.
Bu işgal girişimine karşı Çanakkale’de mücadele eden Osmanlı sınırları içerisindeki ve dışındaki İslam milletlerinin etnik dağılımına bakıldığında, Türkler, Araplar ve Kürtler çoğunluğu teşkil etmektedir. Bunun dışında Arnavutlar, Abhazalar, Boşnaklar, Romanlar, Lazlar ve Lezgilere kadar birçok etnik grup da, bu mücadelede yerini almıştır. Tüm bu grupların Çanakkale Savaşları’na katılmasının ve kahramanca mücadele etmesinin en önemli mefhumu, ırkları değil İslam Sancağı’nın düşürülememesi olmuştur.
Dolayısıyla hangi etnik gruptan olursa olsun; Osmanlı Devleti’nin ve ordusunun emri altına girerek bu görevi icra etmek, o insanlar için bir zül değildi. Bilakis İslam’ın sancağını elinde taşıyan, asırlardır büyük coğrafyayı adaletle idare ederek Müslümanların huzurunu sağlamış bir devlet olan Osmanlı Devleti’nin yanında yer almak bir görev ve sorumluluk bilinci şeklinde telakki edilmiştir.
Türk Ordusunun emir komutasında 103 yıl önce bu kahraman askerler, omuz omuza birbirlerine sırtlarını dayayarak, her türlü ayrımdan münezzeh olarak yalnız vatanlarının haysiyeti, selameti ve aslında İslam’ın da şerefi için savaşmışlardır.
İtilaf devletlerinin, Osmanlı ordusunun terhis edilmesi ve mevcudunun azaltılmasına yönelik girişimleri ile 6. Ordu’nun yeni sorumluluk sahasına (Diyarbakır Vilayeti, Bitlis Vilayeti, Elazığ Vilayeti, Maraş ve Antep Sancakları) yönelik işgal teşebbüsleri, bölgedeki vaziyeti hassas bir hale getirmiştir. Bu süreçte Diyarbakır Vilayetine bağlı bir sancak olması hasebiyle mütareke şartlarının ortaya çıkardığı siyasi ve askerî gelişmelerden etkilenen Ergani (Ergani Madeni) de, 6. Ordu’nun yerine teşkil edilen 13. Kolordu Kumandanlığının sorumluluk sahasına dâhil edilmiştir. 13. Kolordu’nun stratejik muharip unsurlarından topçu birlikleri, yani 5. Tümen 5. Topçu Alayı Ergani’de konuşlanırken kolordunun silah, cephane ve mühimmat depolarının bulunduğu yerlerden biri de Ergani olmuştur. Aynı zamanda Elazığ ve Diyarbakır gibi iki önemli vilayet arasında kavşak noktasında bulunan Ergani, coğrafi konumundan ötürü 13. Kolordu karargâhının daha emniyetli ve olası çekilme alanları arasında yer almıştır. Bu stratejik öneminin yanı sıra zengin madenlere sahip olması nedeniyle Ergani, İngilizlerin ve Fransızların işgal girişimlerine maruz kalmış; ilaveten Ermenilerin Vilayet-i Sitte’yi ilhak, siyasi Kürtçülerin de bağımsız Kürdistan kurulmasına yönelik taleplerine dâhil bölgeler arasında olmuştur.
Zikredilen malumattan hareketle bu makalenin amacı, Millî Mücadele döneminde Ergani’deki siyasi ve askerî gelişmelerin ortaya konulmasıdır.
Böylece Ergani’nin Millî Mücadele’deki vaziyeti, bölgede vuku bulan siyasi ve askerî faaliyetler ile diğer hususiyetlerin aydınlatılması hedeflenmektedir. Bu hedefe matuf olarak hazırlanan çalışmada nitel analiz yöntemi kullanılmıştır. Kaynak olarak ise ilk defa kullanılan Millî Savunma Bakanlığı ATASE Arşivi
belgeleri ile Millî Mücadele dönemi literatüründen istifade edilmiştir.
Her ne kadar anlaşmada belirlenen sınır, Türkiye açısından geçici görülse de Lozan Antlaşması’nda aynen kabul edilmiştir. Ancak Lozan sonrası süreçte meydana gelen çeşitli hadiseler bu sınırın; tarihi, demografik ve jeopolitik gerçeklere uygun olmadığını göstermiştir. Nitekim bölgede yaşanan birtakım siyasi ve askerî gelişmeler sonucunda Hatay 1939’da Türkiye’ye katılmıştır. Yine de zaman zaman hudut hattındaki istikrarsızlık durumu devam etmiştir.
Zikredilen malumattan hareketle bu makalede, Türkiye-Suriye sınırının bahse konu süreçte Türkiye-Fransa arasında ne şekilde belirlendiği ele alınmış; Lozan sonrası dönemde yeniden belirlenen sınırın günümüzdeki gelişmelere yansıması incelenmiştir. Nitel araştırma metodu ile hazırlanan çalışmada başta Lozan Konferansı tutanakları olmak üzere çeşitli arşiv belgeleri ve döneme ilişkin literatürden istifade edilmiştir.
19. yüzyılın son çeyreği itibarıyla etkiler uyandıran bu akım, zaman içerisinde
önemli bir gelişim kaydederek başat konuma ulaşmıştır. Bu yönüyle Türk
milliyetçiliği, Osmanlı Devleti’nin son dönemi ile Millî Mücadele sürecinde
politik anlayışa yön veren en belirgin ideoloji olmuştur. Elbette, devletin bekası bağlamında gündeme gelen ve zaman içerisinde ana akım olan milliyetçilik, aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin Batıyı örnek alarak modernleşme çabalarıyla aynı eksende gelişim kaydetmiştir. Öte yandan milliyetçilik, içerdiği geniş mana hüviyetiyle geçmişten günümüze değişen ve güncellenen bir niteliği haiz olmasıyla dikkat çekmektedir. Nitekim Millî Mücadele ve Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde millî beka çerçevesinde etkinliğini sürdüren Türk milliyetçiliği, Cumhuriyet idaresine geçildiğinde yeni yönetim tarzının ana
prensiplerinden biri olarak seküler bir anlayışa evrilmiştir. Bu dönemde Mustafa Kemal Atatürk’ün tanımladığı Türklük ve Türk milliyetçiliği kavramları, yeni ulus-devlet oluşturma sürecinin temel dayanakları arasında yer almıştır.
Cumhuriyet’in ilerleyen yıllarında ise ortaya çıkan iç ve dış siyasi gelişmeler
çerçevesinde milliyetçiliğin anlamsal içeriğinde bazı değişiklikler meydana
gelmiştir. Şüphesiz bu değişim-dönüşümler, modernite ile ilişkili olmuştur.
Zikredilen hususiyetlerden hareketle bu makalede; Türk milliyetçiliğinin
Osmanlı Devleti’ndeki ve erken Cumhuriyet devrindeki vaziyeti, dönemin
modernleşme çabaları kapsamında ele alınmış; Atatürk’ün bu konudaki
belirleyici etkisinden başlayarak günümüze kadar olan süreçte milliyetçilik
anlayışının teori ve uygulamadaki gelişim ve dönüşümü, ortaya koyduğu
neticeler bağlamında incelenmiştir. Nitel araştırma ve analiz yöntemiyle
hazırlanan çalışmada döneme ilişkin literatürden istifade edilmiştir.
uğrayan İngilizler, Gazze ve Kudüs’ü almaya yönelik olarak aylardır
sürdürdükleri kapsamlı hazırlıkları tamamlayarak 30 Ekim 1917’de taarruza
geçtiler. Cephede kazansak da stratejik ve taktik seviyede yapılan hatalar yüzünden direnmek zorlaşmıştı. Nihayetinde takviye edilmiş İngiliz
ordusu, kapsamlı taarruz harekâtıyla cepheyi yardı.
Böylece Osmanlı ordusu 8 Kasım’da Gazze’yi boşaltmak zorunda kaldı.
edilmiş; başkent İstanbul’un da resmen işgaliyle hükûmet işlevsiz
bırakılmıştır. Bunun üzerine, Millî Mücadele Hareketi’nin
öncülüğünde Ankara’da Büyük Millet Meclisi (TBMM) 23 Nisan
1920’de açılmıştır. Kritik bir dönemde önemli görevler üstlenen
TBMM, 20 Ocak 1921’de egemenliğin millete ait olduğunu
resmileştiren Teşkilât-ı Esâsiye’yi yürürlüğe koymuş; böylece
Cumhuriyet’e giden yolu da açmıştır.
Bu kapsamda makalede, Millî Mücadele’nin icra organı TBMM’nin
üstlendiği fonksiyon ile hazırladığı Teşkilât-ı Esâsiye’nin yeri ve
önemi, bu mücadelenin lideri Mustafa Kemal Paşa’nın (Atatürk)
perspektifinden ele alınmıştır. Böylece Millî Mücadele’de TBMM ve
Anayasasının, Cumhuriyete giden yoldaki belirleyici etkisinin ortaya
konulması hedeflenmiştir. Yapılan çalışmayla bu iki önemli etkenin
Türkiye’nin geleceğini şekillendirdiği ve ülkenin idaresini belirlediği
görülmüştür. Nitel analiz yöntemiyle hazırlanan çalışmanın
kaynaklarını Atatürk’e ilişkin başvuru eserleri ile bu alandaki literatür
ihtiva etmektedir.
dostane şekilde devam eden ikili münasebetler, Birinci Dünya Savaşı’na inişli ve çıkışlı bir çerçevede seyretmiştir. Savaşa gelindiğinde ise Fransa, Osmanlı Devleti ile karşıt saflarda yer almıştır. Neticede savaşın galibi olan Fransa; İngiltere ile yaptığı gizli paylaşım mutabakatlarına göre Anadolu’nun güneyindeki birçok bölgeyi işgal etmiştir. Fransız işgaline karşı bölgede Millî Mücadele başlatılmış; Türk ve Fransız birlikleri arasında çok sayıda çarpışma ve muharebe yaşanmıştır. Millî Mücadele karşısında ağır kayıplar vermesi, Suriye’deki kazanımlarını kaybetme riski, bunun yanı sıra müttefiki İngiltere’yle bazı anlaşmazlıklar yaşaması Fransa’yı Ankara Hükûmetiyle uzlaşı arayışına yöneltmiştir.
İki ülke ilişkilerini bu dönemde ayrıca Sevr, Mudanya ve Lozan Konferansı
süreçlerinde yaşanan gelişmeler ile tarafların tartışmalı meselelerdeki tutum ve istekleri belirlemiştir. Neticede Lozan Antlaşmasıyla birçok problem çözüme kavuşturulmuş; Hatay meselesi gibi kritik bazı sorunlar istisna olmak üzere Türkiye-Fransa arasında kalıcı barış tesis edilmiştir.
Zikredilen malumattan hareketle makalenin konusunu, Mondros
Mütarekesi’nden Lozan Antlaşması’na kadar olan dönemdeki Türk-Fransız
ilişkileri oluşturmaktadır. Burada Fransızların İstanbul Hükûmetiyle ilişkilerine temas edilmekle birlikte iki ülke münasebetlerini belirmesi hasebiyle konu Ankara Hükûmeti üzerinden ele alınmıştır. Böylece bahsedilen süreçte iki ülke ilişkilerini etkileyen siyasi, askerî ve iktisâdi gelişmeler ve ayrıntılar üzerinde durularak olayların iki taraf penceresinden karşılaştırmalı ortaya konulması hedeflenmektedir. Nitel araştırma ve analiz yöntemiyle hazırlanan çalışmada TBMM Tutanakları Gizli Celse Zabıtları ile mevcut telif ve tercüme eserlerden istifade edilmiştir.
Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Trablusgarp’ta İtalya’ya karşı yerel direniş devam etmiş; Osmanlı Devleti de Trablusgarp’ta Afrika Grup Kumandanlığını tesis ederek İtalyanlara karşı savaşmıştır. Aynı zamanda İngiliz işgali altında bulunan Mısır’a yönelik de batıdan bir cephe Trablusgarp’tan açılmıştır. Savaş sırasında Osmanlı birlikleri, yerel halk ve aşiretlerle işbirliği yaparak Trablusgarp’ın birçok bölgesinde yeniden kontrol sağlamıştır. Mondros Mütarekesi imzalandığında Bingazi ve Trablus gibi bölgelerde Osmanlı Ordusu’nun hâkimiyeti olup mütareke maddeleri gereği bu birlikler, İtilaf Devletleri kuvvetlerine teslim olmak zorunda kalmıştır.
Bu yönüyle Trablusgarp (Libya), Osmanlı idaresinden çıkan Kuzey Afrika’daki son toprak parçası olması bakımından Türkiye için ayrı bir öneme sahiptir. Osmanlı sonrası dönemde, bir müddet İtalya işgalinde kaldıktan sonra 1951’de bağımsız olan Libya ile Türkiye arasında tarihten gelen yakın ilişkiler artarak devam etmiştir. Son yıllarda Akdeniz’de meydana gelen gelişmeler ve Libya’daki iç savaş durumu, bu ülkenin deniz komşusu olan Türkiye’nin Akdeniz’de stratejik adımlar atmasını gerekli kılmıştır.
Dolayısıyla söz konusu konjektürel gelişmelerden yola çıkarak Libya’nın (Trablusgarp) Türkiye açısından tarihi ve günümüzdeki stratejik önemi hakkında mevcut çalışmalardan istifade ederek yeni belgelerin de eklenmesiyle derleme bir çalışma hazırlama gerekliliği ortaya çıkmıştır. Zira Türkiye’nin Libya ile olan ilişkilerinin bilimsel çerçevede ortaya konması, mevcut strateji ve politikaların anlaşılabilmesine katkı sağlayacaktır.
Bu çalışmada, tarihten günümüze Türkiye-Libya arasındaki gelişmeler, başta nitel araştırma yöntemi olmak üzere Libya (Trablusgarp) tarihi ile ilgili daha önce yapılan çalışmalardan istifade edilerek ve aynı zaman pek çoğu ilk defa yayımlanan arşiv belgeleri ışığında ele alınmış ve Türkiye’nin Libya ile olan ilişkileri, tarihi ve güncel verilerle en özet ve anlaşılır şekilde ortaya konulmaya çalışılmıştır.
Consequently, as a necessity for its own national and border security, Turkey launched the cross-border Operation Peace Spring on October 9th 2019.The execution of this operation displayed Turkey's determination against threats to its borders and the country’s military deterrence brought Turkey's diplomatic struggle to a new level.
It is possible to explain the results of Operation Peace Spring within two main categories, in terms of its military and diplomatic gains. Along with this, it is a necessity to evaluate Operation Peace Spring’ importance for Turkey and its results in terms of geographical and regional, strategic, security and defence, counterterrorism, military and intelligence, diplomatic, demographics and sociology, humanitarian/psychological and historical viewpoints and analyse them through qualitative research methods.
The terrorist organisations ISIS and afterwards PYD-YPG, which gained control over the area according to the plans of global powers in Syria and with their support, have tried to change the demographic structure of the region in their interests by forcing Arabs, which constitute the majority population of the region, to migrate; followed by an extensive perception operation that claimed the Kurdish population constituted the majority in the region.
Based on the said operation, there emerged a need to comprehensively examine the ethnic and demographic structure east of the Euphrates. In this article, population data of the country has been analysed with a comparative method while trying to present the ethnic and demographic structure of the region with both historical and current data.
Barış Pınarı Harekâtı’nın icrası Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, sınırlarına yönelen her türlü tehdit ve tehlikeye karşı kararlı politikasını ortaya koyarken; askeri caydırıcılığı sayesinde Türkiye’nin küresel güçlerle verdiği diplomatik mücadele sürecini de yeni bir aşamaya getirmiştir. Yine bu harekât, Türkiye’ye yöneltilen çok yönlü tehditlere karşı, Türk Ordusunun görevini başarıyla yerine getirmesini sağlayan önemli bir vakıa olmuştur.
Dolayısıyla öncesi, gerçekleşme safhası ve sonuçlarıyla ulusal ve uluslararası birçok etki ortaya çıkartan Barış Pınarı Harekâtı, özellikle sonuçları ve Türkiye tarafından elde edilen kazanımlar ile birçok kategoride değerlendirmeye maruzdur. Bu kapsamda ilgili çalışmada, nitel araştırma yöntemi kullanılarak muhtelif olguların/başlıkların birbiriyle ilişkilendirilmesi ve analizi yapılmış; böylece harekâtın Türkiye açısından önemi ve ortaya çıkan sonuçlarına dair kapsamlı bir değerlendirme de bulunulmuştur.
Küresel güçlerin Suriye’deki planları ve kendilerine yönelik destekleriyle alan hâkimiyeti kazanan DEAŞ ve sonrasında PYD-YPG terör örgütleri, bölgenin nüfus olarak çoğunluğunu oluşturan Arapları göçe zorlayarak bölgenin demografik yapısını, kendi çıkarlarına uygun şekilde değiştirmeye çalışmış; akabinde de bölgede Kürt nüfusun çoğunluğu oluşturduğuna dair kapsamlı bir algı operasyonu yürütmüşlerdir.
Söz konusu algı operasyonundan yola çıkarak Fırat’ın doğusundaki etnik ve demografik yapının kapsamlı bir şekilde incelenmesi gerekliliği ortaya çıkmıştır. Çalışmada bölgenin etnik ve demografik yapısı başta nitel ve nicel yöntem olmak üzere nüfus verileri, karşılaştırmalı yöntem ile ele alınmış ve oluşturulmaya çalışılan algı operasyonunun aksine bölgenin etnik ve demografik yapısın nasıl olduğu tarihi ve güncel verilerle ortaya konulmaya çalışılmıştır.
Makale: Osmanlı Ordusunun Filistin/Suriye Cephesindeki muharebeleri başta olmak üzere özellikle 19-21 Eylül 1918'de vuku bulan Nablus Muharebesini kaybetmesini, bunun sonucunda Osmanlı Ordusunun Filistin, Şam, Suriye, Ürdün ve Lübnan'dan Geri Çekilişini, 7. Ordu Kumandanı Mustafa Kemal Paşa'nın Halep kuzeyinde, İngilizlere karşı yaptığı son savunmayı ve Mondros Mütarekesi/Ateşkesi imzalandığında Osmanlı Ordusunun bulunduğu konuşlandığı son savunma hattını, harp tarihi belgeleri üzerinden anlatmaktadır.
3’üncü Kolordu, Filistin-Suriye Cephesi’ndeki şiddetli ve geniş çaplı muharebelerin merkezinde yer almış; 1917 sonlarına kadar başarılı savunma muharebeleri yapmıştır. Fakat Kasım 1917’de meydana gelen Üçüncü Gazze Muharebesi’yle başlayan Filistin Cephesi’ndeki Osmanlı savunma hatlarının yarılması sürecinde büyük kayıplar vererek önce Suriye’ye ardından Halep’e çekilen 3’üncü Kolordu, 7’nci Ordu’nun emir komutasında Halep’in kuzeyinin savunulması için görevlendirilmiştir. Nihayetinde Mondros Mütarekesi öncesi İskenderun, Hatay, Afrin-Katma hattında emrindeki 24’üncü, 41’inci ve 43’üncü Tümenlerle birlikte konuşlanan 3’üncü Kolordu, İngiliz ileri harekâtını bu bölgede durdurmuş; birkaç gün sonrasında da 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi imzalanmıştır.
Mütarekenin akdiyle önce Payas’a, daha sonra Ulukışla’ya ve en nihayetinde Sivas’a çekilen 3’üncü Kolordu, Millî Mücadele döneminde de önemli roller üstlenmiştir. Bilhassa Maraş başta olmak üzere Güney Cephesi’ndeki işgallere karşı başlayan milli direnişi organize eden 3’üncü Kolordu, bir müddet sonra Batı Cephesi’ne kaydırılmış ve Büyük Taarruz’daki üstlendiği görevini başarıyla tamamlamasını müteakip 6 Ekim 1923’te İstanbul’u teslim alan ilk Türk birliği olmuştur.
Bu kapsamda oldukça geniş bölgeleri ihtiva eden bir tarihi serüvene sahip 3’üncü Kolordu’nun Birinci Dünya Savaşı sonlarında, Filistin-Suriye Cephesi’nden çekilmesini müteakip Halep-Antakya (Hatay)-İskenderun hattındaki askerî faaliyetleri, bu makalenin konu kapsamını oluşturmaktadır. Nitel ve nicel yöntemlerden yararlanılan çalışmada, ATASE arşiv belgelerinden ve telif eserlerden istifade edilmiştir.
İdlip, Birinci Dünya Savaşında Osmanlı idaresindeki topraklardan biri olup savaşın bitimine/Mondros Mütarekesine bir hafta kala, bölgenin bir bölümü Bedevi Arapların ve sonrasında İngilizlerin eline geçmiştir. Ateşkes öncesi son Osmanlı savunma hattı, 7. Ordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa tarafından verilen emirlerle, 7. Ordu’ya bağlı birlikler tarafından İdlip sınırlarında kurulmuştur.
Ateşkesin yapılmasından sonra Yıldırım Orduları Kumandanı olan Mustafa Kemal Paşa, 2 ve 7. Ordulara gönderdiği 3 Kasım 1918 tarihli Yıldırım Ordular Grubu emrinde, Mondros Mütarekesi’nde belirtilen Suriye ifadesi için Suriye Vilayetinin kuzey hududunun dikkate alınmasını ifade ederek “Suriye Vilayetinin kuzey hududu, Lazkiye’nin kuzeyinden başlayıp Han Şeyhûn’un güneyinden (Halep’in güneyi) geçerek doğuya doğru uzayıp gitmektedir” demiştir.
Mondros Ateşkesi öncesi İdlip’te kurulan savunma hattı, Hatay’ın savaş sırasında işgale uğramasını önlemiştir. İdlip, bulunduğu coğrafi konum itibariyle Anadolu’nun savunulması açısından önemini, milli mücadele döneminde de devam ettirmiştir. Bu süreçte Fransızlar Anadolu’nun güneyindeki şehirleri, İngilizlerin kendilerine bırakması sonucu Mondros Mütarekesine aykırı olarak haksız ve hukuksuz işgal etmiş; akabinde de İdlip’i lojistik ve toplanma merkezi seçmiştir. Bunun üzerine Anadolu’nun güney şehirlerinde Fransızlara karşı başlatılan milli mücadele, İdlip’te de vuku bulmuş ve Hatay-İdlip ekseninde ortak kurulan Kuvâ-yı Milliye birlikleri Fransızlara karşı mücadele etmiştir.
İdlip’in stratejik önemini bilen Ankara Hükümeti, bölgedeki Kuvâ-yı Milliye hareketini örgütlemiş ve Türk Ordusu bünyesindeki Maraş merkezli 2. Kolordu’ya bağlı bir müfrezeyi İdlip’e göndermiştir. Bu açıdan Hatay’ın savunması Birinci Dünya Savaşı’nın son günlerinde olduğu gibi, İstiklal Harbi’nde de güneyde İdlip’ten başlamıştır. İdlip’teki Türk birlikleri, Fransızları oyalamaya ve zayiat verdirmeye çalışarak Hatay, Kilis, Osmaniye gibi şehirlerde Fransızlarla mücadele eden Kuvâ-yı Milliye birliklerine vakit kazandırmıştır.
Yaklaşık 100 yıl önce vuku bulan bu tarihi hadiselerden sonra günümüzde Suriye’de başlayan olaylar ve iç savaş neticesinde kaotik bir ortamda kalan İdlip, Türkiye’nin sınır güvenliği açısından oluşabilecek çok yönlü tehdit ve tehlikelere karşı yeniden gündeme gelmiştir. Özellikle Hatay, Suriye iç savaşı neticesinde İdlip ve Afrin gibi şehirlerle sınırdaş olması hasebiyle, bu süreçte güvenlik riskine maruz kalan birkaç şehirden biri olmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti, tıpkı İstiklal Harbi’nde olduğu gibi Hatay’ın güvenliği için evvela Zeytin Dalı Harekâtı ile Afrin’i terörden arındırmış; akabinde de İdlip Vilayetinin üç coğrafi cihetinde “İdlip Gerginliği Azaltma Bölgesi” olarak nitelenen alanda “İdlip Gerginliği Azaltma Kontrol Gücü” sıfatıyla 12 askeri gözlem noktası/üs bölgesi kurarak İdlip üzerinden Hatay sınırlarının tehdit edilmesini engellemiştir.
İdlip, iç savaş dolayısıyla Suriye’nin birçok yerinde evlerinden olan insanların sığındığı bir yer olması hasebiyle Türkiye açısından bir tampon bölge olmuştur. Bu yönüyle İdlip’in muhaliflerin elinde olması ve Türkiye’nin garantörlüğü ile sahadaki askeri varlığı sayesinde, Hatay’ın muhtemel göç ve insani krizlere maruz kalması önlenmektedir. Türkiye’nin Rusya ve İran ile yürüttüğü müzakereler kapsamında yapılan mutabakat (Astana ve Soçi Mutabakatları) ve ateşkeslere rağmen Suriye Rejimi ile İran destekli milislerin karadan ve Rusya’nın havadan saldırıları ile İdlip’teki ateşkesi ihlal etme girişimleri, son bir yıldır artmıştır. Buna rağmen İdlip’te bir insani kriz yaşanmaması ve sınırlarının güvenliği (özellikle Hatay) için Türkiye’nin diplomatik çabaları devam etmektedir.
Sonuç olarak İdlip, Hatayla uzun bir sınıra sahip ve komşu olması dolayısıyla tarihi, jeopolitik, stratejik, politik ve sosyolojik açıdan Türkiye ve özellikle de Hatay ile yoğun ilişkileri bulunan kritik önemi haiz bir bölgedir. Dolayısıyla hem tarihi hem güncel bağlamda İdlip’in Türkiye açısından ve özelde Hatay’ın güvenliği için tarihi, jeopolitik ve stratejik öneminin ortaya konulması gerektiği düşünülmüştür. Tarih, Uluslararası İlişkiler ve Sosyoloji anabilim dalları başta olmak üzere multidisipliner bir anlayışla hazırlanan çalışmada, nitel ve nicel araştırma yöntemi kullanılarak tarihi ve güncel olayların birbiriyle ilişkilendirilmesi yapılmıştır.
Böylece hipotez olarak İdlip’in, Türkiye’nin Hatay merkezli bölgesel güvenliği konusunda kritik bir öneme sahip olduğu birçok açıdan ortaya konulmuştur. Konunun günümüzde güvenlik ve jeopolitik olduğu kadar sosyolojik temelde olması dolayısıyla İdlip’in tarihteki ve günümüzdeki demografik ve etnik yapısına da değinilmiştir. Çalışma başta arşiv belgeleri olmak üzere yabancı kaynaklar, araştırma eserler ve elektronik kaynaklardan istifade ile hazırlanmıştır.