Papers by Mehmet Yilmaz (derindusunce.org)
Fikir Kırıntıları -6
Elinizdeki bu kitap, Fikir Kırıntıları-6, Derin Düşünce’nin sosyal medyada paylaştığı mesajları k... more Elinizdeki bu kitap, Fikir Kırıntıları-6, Derin Düşünce’nin sosyal medyada paylaştığı mesajları kitaplaştıran çalışmaların altıncısı. Maksadımız, iş hayatındaki uzmanlaşmadan kaynaklanan ufuk daralmasını engellemek, merak uyandırmak ve okurlarımızı araştırmaya teşvik etmek. Kısacası, bahsettiğimiz konuları derinleştirmek isteyenler makale ve kitap okuyarak kendilerini geliştirmeye devam etmeliler. Fikir Kırıntıları-6’nın sorguladığı meseleler şunlar:
1. Savunma enerji sektöründeki stratejik şirketlerimiz güvende mi?
2. Türkiye neden uçak motoru yapamıyor?
3. Neden Kürtler hedefteydi? Yeni bir Halepçe olur mu?
4. Uygurlar için ne yapılabilir?
5. Banka nedir; nasıl çalışır; nasıl çalışmalıdır?
6. S-400 füzesi, ABD darbelerini engellemek için kullanılabilir mi?
7. ABD bir hukuk devleti midir?
8. Gerçekler hakikaten var mıdır?
9. 3cü dünya savaşı: Ne zaman başlar? Kaç yıl sürer? Nasıl biter?
10. Vatikan’ın kaç parası var? Nerede saklı? Vatikan bu parayla ne yapıyor?
11. Bireysel silahlanma Türkiye’ye uyar mı?
12. Frankenstein ve Marx
13. Nobel ekonomi ödülü mü yoksa soytarılık mı?
14. Abdülhamid neden Osmanlı’nın çöküşünü engelleyemedi?
15. Geleceğin savaşları neye benzeyecek?
16. Savaşan robotlar askerlerin yerini alacak mı?
17. Amerika nükleer silahlarına sahip çıkamıyor
18. Veri politikası
19. Ruhr Kızılordusu ve Alman işçi isyanı
Bookmarks Related papers MentionsView impact
Derin MAЯҖ Sürüm 2.0, 2018
Marx’ı okumak lâzım. meselâ 1844 Elyazmaları‘nı, Feuerbach Üzerine Tezler‘i, Alman İdeolojisi‘ni,... more Marx’ı okumak lâzım. meselâ 1844 Elyazmaları‘nı, Feuerbach Üzerine Tezler‘i, Alman İdeolojisi‘ni, Felsefenin Sefaleti‘ni, Komünist Manifesto‘yu ve Kapital’i okumak, üzerinde düşünmek lâzım. Sadece Sol’u ve solculuğu anlamak için değil, dünyanın şu anda içinde bulunduğu düşünce krizini anlamak için de Marx’ı okumak lâzım.
Kimdi Karl Marx? İşçilerin perişan hallerine acıyan onları Kapitalizmin altında ezilmekten kurtarmak isteyen bir idealist? Maddeden gayrı hiç bir şeyin var olmadığını iddia eden bir materyalist? Modern insan topluluklarının çarklarını, zembereklerini söküp takan bir makinist? Tarihin sebep-sonuç zincirlerine mahkûm olduğunu iddia eden bir determinist? Ters gitmekte olan dünyayı baş aşağı çevirip düzeltmek isteyen bir devrimci?
Biraz incelerseniz Batılı düşünürler arasında Marx’ın « kariyerinin» oldukça sıra dışı bir yol izlediğini görürsünüz. Dünya siyasetini, özellikle de 19cu ve 20ci asrı bu derecede etkilemiş bir başka düşünür var mı? Zannetmiyorum. Kitapları üzerine o kadar çok yorum yapılmış, o kadar şerh yazılmış ki bu “tefsir külliyatı” ancak kutsal kitapların miraslarıyla karşılaştırılabilir.
Şunu da unutmamalı tabi: Marx’ın ölümünden çok kısa bir süre sonra Marxist ideolojiden etkilenmiş rejimler kuruldu. 20ci asırda insanlığın yaklaşık üçte biri bu ideolojinin etkisindeydi. Sovyet Rusya, Çin, Küba, Doğu Avrupa, Arnavutluk, Kuzey Kore ve Afrika’da bir çok ülke. 1989′da Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra Marx komünist ülkelerin uyguladıkları zulümler için bir günah keçisi haline geldi. Rusya’daki çalışma kampları, sayıları on milyonlarla ölçülen idamlar, Kamboçyalı Pol Pot ve Kızıl Kmerlerin yaptıkları soykırımlar, Çin’de Mao’nun merkezî ve planlı “komünist ekonomi” ile sebep olduğu kıtlık neticesinde 40 milyon civarındaki Çinlinin açlıktan ölümü…
Marx’ı okumak lâzım. Çünkü 21ci asrın Avrupa’sı ve Amerika’sı artık düşünemeyen bir coğrafya haline geliyor. Gölgesinden bile korkan, şartlı refleksler veren bir sürü, bir gürûh halini alıyor batılılar. Eğer “Doğu” bir zamanlar Batı’ya kaptırdığı düşünce bayrağına yeniden talip olacaksa bunun yolu Karl Marx’tan geçiyor. Teknoloji ve Para ile imtihan edilen insanlığın halini çok kapsamlı bir biçimde tahlil etmiş olan Marx’tan.
Bookmarks Related papers MentionsView impact
Petrol kandan ağırdır 4.0, 2019
4cü sürüme özellikle Kürtler ile ilgili çok şey ekledik. Halepçe katliamının perde arkası, İsrail... more 4cü sürüme özellikle Kürtler ile ilgili çok şey ekledik. Halepçe katliamının perde arkası, İsrail’in İran’a verdiği silahlar, İran-Irak savaşında CIA’nin Kürtleri kullanmak için uyguladığı taktikler… Bugünkü enerji kavgalarına ve Türkiye’nin bazı yapısal meselelerine ışık tutacağını düşündüğümüz için tarihten, özellikle Hitler’in 2ci dünya savaşındaki enerji politikasından bahsettik. Konu başlıkları şöyle:
İran Rehine Krizi, ABD seçimleri ve Petrol
Deregülasyon, 1979 Petrol Şoku ve Yeni Küresel Sistem
Rus-Afgan Savaşı, Petrol ve Rimland
İsrail’in İran’a yaptığı silah yardımı, Kürtler ve Şiiler
İran-Irak savaşı ve İsrail-İran dostluğu
Hitler’in enerji politikası ve bugünün Türkiyesi için çıkartılacak dersler
3cü dünya savaşı: Ne zaman başlar? Kaç yıl sürer? Nasıl biter?
Hitler neden hava üstünlüğünü kaybetti?
Neden Kürtler hedefteydi? Yeni bir Halepçe olur mu?
Daha önceki sürümlerde yaptığımız gibi yeni konuları sona ekledik. Böylece okumaya kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.
Bookmarks Related papers MentionsView impact
Derin Lügat 9.0, 2019
Yeni sürümlere dair not: Eski sürümleri indirip okumuş olanların işini kolaylaştırmak için kelime... more Yeni sürümlere dair not: Eski sürümleri indirip okumuş olanların işini kolaylaştırmak için kelimelerin sırasını değiştirmiyoruz. Yani her yeni sürümde okumaya kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.
9cu sürüm ve bir istisna: Bu sürümde medeniyet maddesi güncellendi ve önemli eklemeler yapıldı.
İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. Herşeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik?
Önce “Aydınlanma” ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü.
Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi beyaz, zengin ve Hristiyanların hakları dışında bir şeyi savundu mu? Hayır. 1948’de Paris’te imzalandıktan sonra Washington, Londra ve Paris tarafından öldürülen Afrikalıların, Müslümanların, Güney Amerikalıların, Vietnamlı ve Korelilerin sayısı milyonları buldu.
Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Aynı sebeple Batı insanı ruhun hürriyeti ile (liberty) nefsin serbestliğini (possibility) ayırd edemiyor; Her ikisine birden özgürlük diyor: liberty, liberté. Oysa sadece nefsini zaptedebilen, uhrevî kaygı ile frene basabilen insan hürdür. Ama polis korkusu ya da cemiyetin ayıplaması sebebiyle kendini tutan bir insanın ancak serbestliğini kaybetmiş olur, özgürlüğünü değil. Polis ve mahalle baskısı ortadan kalkınca serbest kalan insan bir anda hayvanlaşır, yakıp yıkar, öldürür, tecavüz eder. Nefsinin zindanından kurtulup hür olamayan insanlar hayvanlardan çok daha tehlikelidir.
Gandhi “Batı medeniyeti hakkında ne düşünüyorsunuz?” sorusuna gülerek “iyi fikir, yapsanız iyi olur” dermiş. Önce Batı, sonra bütün insanlık akıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir.
İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz.
Bookmarks Related papers MentionsView impact
Yeni sürümlere dair not: Eski sürümleri indirip okumuş olanların işini kolaylaştırmak için kelime... more Yeni sürümlere dair not: Eski sürümleri indirip okumuş olanların işini kolaylaştırmak için kelimelerin sırasını değiştirmiyoruz. Yani her yeni sürümde okumaya kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.
7ci sürüme eklenen yeni terimler: Uluslararası adalet, Az gelişmiş ülke, Hoşgörü, Kabz, Büyüme, Gerçek sonrası, Realpolitik, Kaos.
İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler. Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik?
“Aydınlanma” ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü. (Bkz. Rönesans’ın Kara Kitabı)
Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlık akıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir.
İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz
Bookmarks Related papers MentionsView impact
Dünya ticaretinin %80’i denizden yapılıyor. Ülkelerin hayatta kalması yani gıda ve enerji tedarik... more Dünya ticaretinin %80’i denizden yapılıyor. Ülkelerin hayatta kalması yani gıda ve enerji tedariki için deniz yollarına erişmeleri şart. Panama, Süveyş, Malaka ve Cebelitarık gibi bütün stratejik noktalar ABD, Britanya ve Fransa’nın kontrolünde. Bu üç devlet istedikleri ülkenin ekonomisini petrolsüz ve dövizsiz bırakıp boğabilecek bir güce sahip.(Bkz. Petro-dolar sistemi)
Komplo teorisi mi? Değil, her şey ortada: Akademisyenler, amiraller, bakanlar ve diplomatlar, doktrinlerini açık açık yazmışlar ve yazdıklarını harfiyen tatbik etmişler: Alfred Mahan, Halford Mackinder, Nicholas Spykman, Zbigniew Brzezinski, Edward Luttwak, Samuel Huntington, Joseph Nye, David Peraeus, Henry Kissinger… Jeopolitiğin bu ünlü isimleri, İngilizlerin ve Amerikalıların dünyaya sürekli hükmetmesi için neler yapılması gerektiğini her ortamda açıkça ifade etmişler. Tabi bu tahakküme bir takım kılıflar uydurulmuş: Önce Hristiyanlık, sonra üstün(!) beyaz ırk ve nihayet serbest ticaretle demokrasi adına verilen bir mücadele gibi gösterilmiş. Yani sınır tanımayan Anglo-Saxon şiddetine, ideolojik meşruiyet zeminleri ihdas edilmiş. Ama değişen ideolojilere ve teknolojinin ilerlemesine rağmen 150 yıldır değişmeyen jeopolitik sabitler var.
21 harita ve 11 makaleden oluşan bu kitap, Anglo-Saxon hakimiyetini mümkün kılan şartları ve Avrasya’nın kurtuluş yollarını sorguluyor. Coğrafî engellerden ekomik savaş araçlarına ve psikolojik harbe kadar…
Bookmarks Related papers MentionsView impact
Petrolün fiyatının 50$ üzerinde kalması için yılda ortalama 75.000 insanın ölmesi gerekiyor. Süve... more Petrolün fiyatının 50$ üzerinde kalması için yılda ortalama 75.000 insanın ölmesi gerekiyor. Süveyş kanalının Mısır tarafından kamulaştırılması, petrol krizleri, 6 sün savaşı, İran-Irak savaşı, Irak’ın işgali ve Suriye… İnsan kanıyla para basan bu makine 50 senedir asker, sivil, kadın çocuk demeden insan öğütmeye devam ediyor.
Nasıl? 1ci Dünya Savaşı tarihteki ilk küresel karbon savaşı oldu. Kömürle beslenen fabrikalar kömür ve petrolle işleyen makineler ürettiler ve insanın öldürme kapasitesini binlerle çarptılar. Ama makineler savaşta insanın yerini almadı. Bunun yerine daha çok insanı daha hızlı şekilde cepheye göndermek için kullanıldı. Cepheler genişledi ve muharebeler uzadı. Alman-Fransız sınırındaki zengin kömür yataklarından İslâmistan’daki petrol kuyularına uzanan savaşta insanlar karbon için öldüler, öldürdüler. Petrolcüler, kömürcüleri yendi. Endüstrileşen savaş sadece savaş makinelerinin değil üretim, sevk ve idare kapasitelerinin de savaşıydı.
Elinizdeki 55 sayfalık bu e-kitap şu sorunun cevabıdır: İnsan kanıyla para basan bu makine nasıl çalışıyor?
Bookmarks Related papers MentionsView impact
Savaş bir şiddet hareketidir ve bu bilkuvve (potansiyel) şiddetin sınırı yoktur. İnsanlık olarak ... more Savaş bir şiddet hareketidir ve bu bilkuvve (potansiyel) şiddetin sınırı yoktur. İnsanlık olarak sürekli savaşmıyorsak bunun sebebi yüksek ahlâkımız(!) değil menfaatlerimizdir.
Ancak savaşı sonuçlarından tecrid ederek, sağlıklı bir şekide düşünmek kolay değil. Çünkü yol açtığı ölümler ve maddî zarar o kadar büyük ki her ne pahasına olursa olsun kaçınmak gereken bir anormallik veya uluslararası ilişkilerde bir aksama gibi görünüyor. Oysa her savaşsızlık hâli barış değil; geçici bir ateşkesten ibaret. (Bkz. Barış / Sulh / Peace / Paix / صلح / سلام ) Meselâ iki dünya savaşı arasındaki 1918-1939 dönemine kim “barış” diyebilir? Üstelik her ne pahasına olursa olsun savaştan kaçan bir lider, düşmanlarının ölçüsüz şantajına çanak tutmuş olmaz mı? Adolf Hitler’e akıl almaz ödünler veren Birleşik Krallık Başbakanı Neville Chamberlain gibi savaştan kaçmak için “her pahayı” ödemek, üstelik sonunda yine de savaşmak zorunda kalmak iyi bir strateji mi?
“Siyaset, savaşın döl yatağıdır” diyor Prusyalı general Carl von Clausewitz. Evet, savaş, siyaset ve ticaretin farklı yöntemlerle devamından ibaret. Ancak gerçek bir savaşta, ölüm her yeri kapladığında, ölmek değil yaşamaktır tesadüf. Her taşın altında yaşamı bitirebilecek bir mayın, her çalının ardında vücutları delik deşik edecek bir keskin nişancı varken şehirdeki gibi düşünmeye devam edebilir mi insan? Ölüm tehlikesi, cephedeki askerler ve komutanların nefsi üzerine muazzam bir baskı yapar. Bu bağlamda savaş, insanlık dışı değil, tam tersine onun göbeğinin ortasıdır. Zira asker, sağdaki yahut soldaki sipere koşarken serbesttir. Belki de en güvenli siperi, bir robot veya bir hayvan, insandan daha iyi seçebilir. Ama insan, vatanı için ileri atılmakla nefsi için geri kaçmak husunda özgürdür. İşte savaşın neticesi üzerinde çok ağır basabilen insanlık faktörü tam buradadır. (Bkz. Hayvan Serbesttir, İnsan Özgürdür…)
Savaş, bütün sosyal bilimcileri zorlamış bir saha. Zira, bir yanda savaşın politik amaçla etkin kullanılması yani strateji ve savaş tekniklerinin etkin kullanımı yani taktik var. Bu soğuk veçhesiyle savaş, neticesi hesaplanabilir bir mekanizmaya benziyor. Fakat diğer yandan, cesareti, vatan sevgisi, nefret ve korkularıyla öngörülemez bir insan faktörü var savaş sahnesinde.
Elinizdeki bu kitap, savaşın mekanik ve insanî veçhelerini en dengeli şekilde işleyen müelliflerden biri olan Prusyalı General Carl von Clausewitz’in fikirlerinden istifade ederek yazılmış bir deneme. Teknolojik ilerlemenin eskitemediği ilkeleri bugünün savaş şartlarında değerlendirdik: Strateji, taktik, cesaret, savaşta aklın önemi ve sınırları…
Bookmarks Related papers MentionsView impact
Yeni sürümlere dair not: Eski sürümleri indirip okumuş olanların işini kolaylaştırmak için kelime... more Yeni sürümlere dair not: Eski sürümleri indirip okumuş olanların işini kolaylaştırmak için kelimelerin sırasını değiştirmiyoruz. Yani her yeni sürümde okumaya kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.
6cı sürüme eklenen yeni terimler: Demokrasi, Muhafazakârlık, Kuvvetler ayrılığı, İnovasyon, İlerleme, Erken – Geç.
İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler. Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik?
“Aydınlanma” ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü. (Bkz. Rönesans’ın Kara Kitabı)
Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlık akıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir.
İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Bookmarks Related papers MentionsView impact
Deniz savaşlarına ayırdığımız son birkaç bölümde donanmanın ülke ekonomisinden ve finansal gücünd... more Deniz savaşlarına ayırdığımız son birkaç bölümde donanmanın ülke ekonomisinden ve finansal gücünden bağımsız düşünülemeyeceğini söylemiştik. Bu bağlamda okyanusları, limanları, boğazları ve stratejik adaların kontrolünü jeopolitiğin merkezine yerleştiren İngilizler ile Amerikalılar birbirlerine benzerler. Çünkü bu iki devlet Almanya, Rusya, Çin ve Türkiye gibi ürettiğini satarak değil başkalarının ürettiklerine el koyarak işleyen bir ekonomik modelle ayakta dururlar. Bir başka deyişle Amerikan saldırganlığı özünde İngiliz saldırganlığının devamıdır. Biz bu saldırganlığın genetik kodlarını anlamak için geçen bölümlerde olduğu gibi bu bölümde de Amiral Alfred Thayer Mahan'ın kitap ve makalelerinden istifade edeceğiz. Elinde çekiç olan her şeyi çivi gibi görür Mahan'ın teorilerini geliştirdiği dönem 1800'lerin ikinci yarısı. Fakat ABD'nin o zamanlar bugünkü kadar büyük bir donanması yok ve bugünkü gibi saldırgan da değil. " Normal " diyeceksiniz, saldırmak için zaten ordusu yok. Doğru, ABD dış politikasına o yıllarda " Monroe doktrini " hâkim. Daha çok içe kapanık, Avrupa'nın iç işlerine ve sömürge savaşlarına katılmayı reddeden ABD Başkanı James Monroe'nin, 2 Aralık 1823'te kongreye sunduğu ilkeler manzumesi bu. Mahan ise tam tersini düşünüyor: " … Milletlerin büyük ailesine dâhil olduk, bu sorumluluğu üstlenmeliyiz […] ABD limanlarının savunmasını arttırmalı, düşmanın ele geçiremeyeceği hale getirmelidir. […] ABD caydırıcı taarruz gücüne sahip bir donanma inşaa etmelidir. San Fransisco kıyılarından 3000 deniz mili mesafeye kadar bir güvenli bölge oluşturulmalıdır ki Karayip Denizi'ndeki gibi Avrupalı güçler bizim limanlarımızı kullanabilecek duruma gelmesinler. […] Hawaii'deki yönetimin ABD'ye bağlanma isteğini kabul etmeliyiz zira biz bunu yapmazsak başka güçler yapacaktır… " (The Interest of America in Sea Power, Present and Future, 1897) Monroe doktrininden net bir kopma arz eden bu bakışı bir parça tahlil edelim. Evvelâ Amerikan emperyalizmini teşvik eden Mahan yalnız değil. Meselâ Hawaii krallığın ABD'li iş adamlarınca kaosa itildiğini, uyduruk bir hükümetin ABD'ye ilhak için başvurduğunu belirtelim. Yani sömürgeciliğe karşı mücadeleden doğmuş olan ABD, iş adamlarının ve yatırımların güvenliğini bahane ederek sömürgecilik yapmaya başlamış bile. İkinci önemli nokta 3000 mil. Savaş gemilerinin gerek yakıt gerekse yiyecek, su tedariki bakımından bu büyüklükteki bir sahada hareket edebilmesi mümkün olmasaydı Mahan bunu tavsiye edemezdi. Yelken ve kömürün birlikte kullanıldığı yıllarda olsak da kömür tedariki yapılabilen limanlar sayesinde gemilerin menzili artmaya başlamıştı. Dahası petrolün gelişiyle hareket menzili 2 ila 4 kat artacaktı. Dolayısıyla ABD'nin kontrol altına almadığı yerlerin Japon, Fransız, Britanya ve İspanyol donanmalarınca kontrol edileceği aşikârdı. Endüstrileşen savaş Başkalarının muhtemel saldırganlığı elbette Amerikan saldırganlığını meşru göstermez ama 1800'lerin ikinci yarısı tarihte özel bir dönemdir; ulusal/bölgesel kavgaların ötesinde bunu okumak lâzım. Teknik, ekonomik ve endüstriyel dönüşümlerin savaşı nasıl değiştirdiğini anlamak için kara savaşlarıyla ilgili şu örneklere bakalım (Kaynak: Türkiye'nin Ulus-Devlet Sorunu): 1. Endüstri devrimi " sayesinde " 1800'lü yıllardan itibaren savaşlar da hızla endüstrileşti. Hiram Maxim dakikada
Bookmarks Related papers MentionsView impact
Jeopolitik, savaş düşüncesi, savaş psikolojisi, strateji.
Siyasetçinin, askerin, komutanın, medya... more Jeopolitik, savaş düşüncesi, savaş psikolojisi, strateji.
Siyasetçinin, askerin, komutanın, medya ve sivil halkın savaşı algılaması
Teknolojik değişimlerin stratejiye ve jeopolitik ilkelere etkisi
Denizcilerin düşman geminin güvertesine atlayıp kılıçla dövüştüğü 1600'lerin ahşap kalyon ve fırkateynlerden bu yana çok şey değişti. 5000 askerin görev yaptığı, sineması, hastahanesi ve spor salonu bulunan uçak gemilerinden kalkan uzaktan kumandalı insansız araçlar " düşman " diye ekrandaki renkli ışıkları vuruyor: Asker? Terörist? Okul ya da hastahane? Bir önemi yok. Menzil ve teknik ilerledikçe ölen ve öldüren arasındaki mesafe arttı. Daha 1ci dünya savaşından belliydi. Karada değil ama çoğu deniz savaşlarında görünmeyecek kadar uzaktaydı düşman. 2ci dünya savaşında mükemmelleştirilen radardan önce keşif uçakları ve casuslar vardı. Denizde savaşanlar için doğru bilgiye hızlı erişme kabiliyeti hayat ile ölüm arasındaki sınırı çoktan çizmeye başlamıştı bile. 21ci asırda binlerce km menzilli füzeler atabilen denizaltıların bir hedefi vurmak için düşman karasularına girmelerine hatta sudan çıkmalarına bile gerek yok. Ateşlenen füze onu suyun üzerine kadar taşıyan " motoru " satıhta bırakıp hava yolculuğu için gerekli sistemi ateşliyor. Eğri kılıçtan balistik füzelere uzanan 4 asırlık dönüşümde hâlâ tek bir kavramdan bahsedercesine " deniz savaşı " veya " savaş gemisi " diyebilir miyiz? Denizde/ deniz için/ denize rağmen yapılan savaşların hepsini aynı kefeye koyabilir miyiz? Kürek ve yelkenle ilerleyen kalyonlardan kömürle buhar gücünün mümkün kıldığı zırhlılara, 1900'lerin başındaki dizel motorlu savaş gemilerinden nükleer denizaltılara uzanan yolun sabitleri nelerdir? Deniz savaşlarının tarihine bakarak bugünü nasıl anlayabiliriz? " … Amerika'daki kolonileri kaybı bile Britanya'nın deniz gücünü azaltmadı çünkü Britanya bir zamanlar Fransa ve İspanya'nın olduğu gibi bir koloni imparatorluğu değil gerçek bir deniz imparatorluğuydu. İngilizlerin denizdeki gücü topraklarının genişliğine değil kontrol ettiği stratejik geçiş noktaları ve deniz yollarına dayanır … " (Deniz Gücünün Tarihe Etkisi, 1890) Bu sözler Amerikalı Amiral Alfred thayer Mahan'a ait. Bir çok insan için bilmece gibi görünebilir. Çünkü genellikle tarih kitapları savaş sonuçlarını " filanca şehri alındı, falanca kaleyi kaybedildi " diye yazar. Bu karacı zihniyete göre savaşların amacı karada sabit pozisyonlar almaktan ibarettir: Dağlar, vadiler, ticaret yolları, altın vb madenler, verimli topraklar yahut Kudüs gibi manevî değeri olan beldeler. Askerlerin denizden geçmesi yahut nehirden yardım alması önemsiz ayrıntılar gibi görünür. Büyük nehirler orduların arkasına mevzilendiği doğal engellerdir. Ama karacı zihniyetteki tarihçi denizin kendisine askerî bir hedef gözüyle bakmaz. Kıbrıs, Sicilya veya Girit gibi adalar için yapılan savaşlarda bile denizden çok fazla bahsedilmez. Zira karacı gözüyle deniz bir araçtır; gerçek hedef ise ekilen, biçilen, üzerinde hayvan otlatılan, ev yapılan, mezar kazılan ve uğrunda ölünen toprak… Oysa bugün dünya ticaretinin %80'i denizden yapılıyor. Ülkelerin hayatta kalması yani gıda ve enerji tedariki için deniz yollarına erişmeleri şart. Panama, Süveyş, Malaka ve Cebelitarık gibi bütün stratejik noktalar ABD, Britanya ve Fransa'nın kontrolünde. Bu üç devlet istedikleri ülkenin ekonomisini boğabilecek bir güce sahip. Kısacası karacı zihniyetteki tarihçiler yüzünden ıskaladığımız jeopolitik bir eksen var: Deniz yollarının kontrolü! Karacı tarihçilerin
Bookmarks Related papers MentionsView impact
Jeopolitik, savaş düşüncesi, savaş psikolojisi, strateji.
Siyasetçinin, askerin, komutanın, medya... more Jeopolitik, savaş düşüncesi, savaş psikolojisi, strateji.
Siyasetçinin, askerin, komutanın, medya ve sivil halkın savaşı algılaması
Teknolojik değişimlerin stratejiye ve jeopolitik ilkelere etkisi
İnsanların çoğu banka ve şirketleri bir toprağa, ülkeye kayıtlı, haliyle bağlı oldukları devletin kanunlarına tabi olduğunu sanır. Gerçekte büyük sermaye sahipleri krallara, devletlere hükmeder. Üstelik bu durum sanıldığından çok daha eskidir. Meselâ Venedikli tacirlerin " sponsor " oldukları iki haçlı(!) seferi Müslümanlara değil Hristiyanlara saldırmış, biri Mısır'daki Koptları diğeri henüz Bizans olan İstanbul'u hedef almış ve yağmalamıştı. Neredeyse 1000 yıl önce zengin Avrupalıların isteğiyle yapılan bu savaşlar bir tür yatırımdı; bugünkü gibi ROI (Return On Investment) bekleniyordu. Temel kaide inanç yahut ırk değil avaştan kâr etmek yani masraflardan çok daha fazla savaş ganimeti almaktı; öyle de oldu. Haçlıların İstanbul'dan çaldığı eşyaların birçoğu bugün hâlâ Venedik'te sergilenmekte. Kâr edersem benim olsun; zarar edersem halk ödesin İnsanların çoğunun düştüğü ikinci bir hata ticareti savaşın alternatifi zannetmek. Yani ekonomik ilişkiler iyi olursa savaş çıkmaz gibi bir önyargı vardır. Oysa gerçek böyle değil. Zira iki ülke ticarete başladığında daha kaliteli ve ucuz mallar üretenin lehine bir sermaye hareketi başlar. Ticarette kaybeden taraf elindeki silahları devreye sokar ve terör, güvenlik vb bahaneyle ticaret yollarını, limanları askerî baskı altına alır. Bu bir korsanlıktır ama devlet adına yapıldığı zaman adına " diplomasi " denir. Uzak ticarî seferler tıpkı savaşlar gibi risk arz eder. Krallıkların yahut bugünkü modern ulus-devletlerin bu riskleri karşılayacak gücü her zaman yoktur. Dahası deniz savaşı ve ticaret yarışı 4 asır önce olduğu gibi bugün de üstün teknolojiyle kazanılır. Buna zıt olarak, aynı ülkede üreten ve/veya satan küçük esnaf elbette birbiriyle savaşta değil kazan-kazan ilişkisi içinde. Ama sermaye büyüdükçe kendi başına bir güç halini alır. Yani küçük sanayici/esnafın sermayesini kullanma şekliyle küresel sermayenin kullanılması arasındaki fark çok büyük. Esnaf sermayesini riske atar; bazen kâr bazen zarar eder. Ama devletlere borç verebilecek büyüklükte sermayesi olan bir banka hiçbir şeyi riske atmaz. Kâr ettiğinde " ellemeyin, ben özel şirketim, küstürürseniz başka ülkeye giderim " der. Zarar ettiğinde " ben filan ülkenin bankasıyım, zararımı halk ödesin yoksa sistem çöker " diye devletleri tehdid eder: Kâr ederse banka hepsini alır, zarar ederse halk hepsini öder Banka Ordudan Tehlikelidir Bu bağlamda deniz ticareti, deniz savaşları, teknoloji ve bankacılık hizmetleri birbirine sıkı sıkıya bağlı. Karadaki savaşlar için de bu söylenebilir ama kara ticaretinde ve kara savaşlarında devleti sermaye karşısında zayıf duruma düşüren makas denizdeki kadar açılmaz. Son olarak şunu da ekleyelim: Bugünkü şartlarda petrol, denizdeki devlet-sermaye makasını daha açmıştır. Yani petrolün aranması, çıkarılması, korunması, taşınması ve satılması hem teknoloji hem de sermaye ihtiyacını kat kat arttırdığından ulus-devletler sermaye karşısında daha da zor bir duruma düştüler. Bu konulardaki ayrıntılı bilgiler için şu makaleler okunabilir: 2ci Dünya Savaşı petrol yüzünden mi çıktı? Batılı siyasetçiler neden giderek aptallaşıyor?
Bookmarks Related papers MentionsView impact
Jeopolitik, savaş düşüncesi, savaş psikolojisi, strateji.
Siyasetçinin, askerin, komutanın, medya... more Jeopolitik, savaş düşüncesi, savaş psikolojisi, strateji.
Siyasetçinin, askerin, komutanın, medya ve sivil halkın savaşı algılaması
Teknolojik değişimlerin stratejiye ve jeopolitik ilkelere etkisi
1. 28 Ocak 1986'da Uzay Mekiği Challenger fırlatıldıktan 73 saniye sonra, yerden 15 km yüksekte infilak ettiğinde hiç kimse bunun birkaç yüz dolarlık güvenlik contaları yüzünden olduğunu tahmin edemezdi. 7 astronot öldü; 200 milyar dolarlık uzay mekiği programına 3 yıl ara verildi; ABD ve NASA önemli itibar kaybına uğradı. Aslında gizli saklı bir şey yoktu. Fırlatmanın yapılacağı günden önceki gece, hava sıcaklığı tasarımcıların öngördüğü sınırın altına,-8 °C'ye düşmüş ve rampanın bazı yerleri buz tutmuştu. Bu sebeple katı yakıt roketinin güvenlik contaları büzülmüştü. Ertesi gün güneşin yükselmesine rağmen fırlatma saatine kadar contalar yeterince genleşmediler ve fırlatma sırasında tam tecrid sağlanamadı. Bunu tahmin eden bazı mühendisler fırlatmanın ertelenmesini istemişlerdi ama NASA yine de onay verdi. Savaşta her şey çok basittir, fakat en basit şey zordur Parçaları ister insan olsun ister makine, sistemler karmaşıklaştıkça aralarındaki sebep-sonuç ilişkilerine hâkim olmak zorlaşır. Başta bilmek zaviyesinde kendini gösteren bu zorluk emir-komuta zincirine sirayet eder ve yapmak/yaptırmak zemininde gösterir kendini. Adına " ordu " denen makineden istediğini alamaz komutan. Oysa isteklerinin çoğu son derecede basit şeylerdir. Prusyalı General Clausewitz bu iç dirence " sürtünme " (Alm. Friction) adını vermiş: " … Savaşta her şey çok basittir, fakat en basit şey zordur. Güçlükler birikir ve öyle bir sürtünme yaratır ki, savaşı görmemiş olan bir insan bunu gözünün önünde canlandıramaz. Sürtünme kayramı, gerçek savaşı kitaplarda okunan savaştan ayıran tek kavramdır. Askeri makina, yani ordu ve ona ilişkin her şey, aslında son derece basittir ve bu bakımdan idaresi kolaymış gibi görünür. Fakat şunu hiç bir zaman hatırdan çıkarmayalım ki, ordu yekpare bir kitle değildir, her biri kendi öz sürtünmelerini muhafaza eden bireylerden oluşur. Teori planında her şey mükemmel, yerli yerinde görünür: tabur komutanı verilen emri yerine getirmekten sorumludur ve tabur da disiplin yolu ile tek bir vücut gibi kaynaşmış olduğundan ve komutanı üstün gayretiyle ün yapmış bir kişi olacağından, sarkaç demir ekseni üzerinde asgari bir sürtünme ile gidip gelir. Fakat gerçek hiç de öyle değildir ve savaşta böyle bir vehmin gerçek dışı ve abartılmış yönü derhal meydana çıkar. Tabur belirli sayıda bir insan
Bookmarks Related papers MentionsView impact
Jeopolitik, savaş düşüncesi, savaş psikolojisi, strateji.
Siyasetçinin, askerin, komutanın, medya... more Jeopolitik, savaş düşüncesi, savaş psikolojisi, strateji.
Siyasetçinin, askerin, komutanın, medya ve sivil halkın savaşı algılaması
Teknolojik değişimlerin stratejiye ve jeopolitik ilkelere etkisi
Akıllılık tercih değildir, ona sahip olmayı seçemezsiniz ama en iyi kobay delilerden olur; gerçeği anlatsalar bile kimse kulak asmaz. Ya deli olmadığımı söylersem… Faydası olmaz değil mi? Bu ancak Kafka'nın romanlarında rastlanacak bir fikir labirenti. Herkese senin deli olduğunu söylüyorlar. Sonra yaptıkların, söylediklerin hatta itirazların bile senin hakkında söylenenlerini onaylıyor. Bir kez " deli " ilân edilince yaptığın her şey o deliliğin bir parçası sayılıyor. Makul protestolar " gerçeği inkâr " oluyor; geçerli korkular ise " paranoya " .
Bookmarks Related papers MentionsView impact
Jeopolitik, savaş düşüncesi, savaş psikolojisi, strateji.
Siyasetçinin, askerin, komutanın, medya... more Jeopolitik, savaş düşüncesi, savaş psikolojisi, strateji.
Siyasetçinin, askerin, komutanın, medya ve sivil halkın savaşı algılaması
Teknolojik değişimlerin stratejiye ve jeopolitik ilkelere etkisi
Tarihçiler ve strateji teorisyenleri deniz yollarının ve okyanusların stratejik önemini uzun yıllar ihmal ettiler. Çünkü İngilizler zafer kazanmaktan memnundular ve fazla sorgulamadılar. Fransızlar ise daha çok yenildiler ve konuşmaktan utandılar. Antik çağlarda ok ve mızrakın kısa menzili sebebiyle gemiler yanyana gelir; düşmanın güvertesini ele geçirmek için dövüşürlerdi. Uzaktan ateş atarak düşman gemiyi yakmak şerefsizlikti. Barutun gelmesi çok şeyi değiştirdi ama küpeşte savaşları devam etti. Yelken ve kürek ana " motordu ". Kömür, buhar makineleri ve çelik gövde savaş " sahnesini " büyüttü. Rüzgâr ve kol gücünün sınırları kalkmıştı. Düşman görünmez oldu. Çelik gövdeli devasa gemiler kilometrelerce uzaktaki limanları haritadan silebilecek güce erişince deniz savaşının jeopolitik boyutu değişti. Askerin savaştaki rolü de dönüştü. Askerin görevi kahramanlık ve dövüş becerisi değil endüstriyel bilgi ve ustalık oldu. Bu yüzden deniz savaşlarında teknik ilerleme sebebiyle sabit ve değişkenleri saptamak kolay değildir. Yelken, kürek, kömür, petrol… Kara savaşlarını teorileştiren Prusyalı General Carl Von Clausewitz gibi bir amiralin çıkması vakit aldı. Bu isim Amerikalı Alfred Thayer Mahan oldu.
Bookmarks Related papers MentionsView impact
Jeopolitik, savaş düşüncesi, savaş psikolojisi, strateji.
Siyasetçinin, askerin, komutanın, medya... more Jeopolitik, savaş düşüncesi, savaş psikolojisi, strateji.
Siyasetçinin, askerin, komutanın, medya ve sivil halkın savaşı algılaması
Teknolojik değişimlerin stratejiye ve jeopolitik ilkelere etkisi
Spielberg'in yaptığı, başrollerini Tom Hanks ve Matt Damon'ın paylaştığı " Er Ryan'ı Kurtarmak " (Saving Private Ryan) adlı film savaşta cesaretin yetmediğini, aynı zamanda metanet gerektiğini anlatan çarpıcı bir hikâye. Özellikle filmin ilk dakikalarında başarıyla sahnelenen Normandiya çıkarması o kadar gerçekçi ki seyirciler yumuşacık koltuklara ve ellerindeki patlamış mısır paketlerine rağmen savaştan yoruluyorlar: " Artık bitsin bu katliam " diye düşünmeye başlıyor insan. Kopan kolların bacakların havada uçuştuğu bu sahneler sıradan kahramanlık filmleri gibi şiddeti estetize etmek yerine olduğu gibi, belki mezbaha gibi gözler önüne serdiği için aslında sanat dahi sayılmaz… Geçelim. Evet… Gerçek bir savaşta, ölüm her yeri kapladığında ölmek değil yaşamaktır tesadüf. Her taşın altında yaşamı bitirebilecek bir mayın, her çalının ardında vücutları delik deşik edecek bir namlu… 1000 kişilik bir taburdan sadece bir kaç askerin canlı olarak geri döneceğini herkesin bildiği gerçek savaşta ölmeyi bayılmak zanneden tatlısu kahramanları çok uzun yaşamazlar. Cesaret ve metanet asker için gerekli vasıfların başında gelir Savaş sıradan insanları sıra dışı baskılara maruz bırakır ve askerin bu baskıya nasıl tepki vereceği önceden kestirilemez. (Bkz. Savaş, Cihad ve Şehadet) Meselâ siz bu yazıyı okumayı bitirdiğinizde 2 veya 3 Amerikan askeri daha intihar etmiş olacak. Zira kendi kendini öldüren Amerikan askerlerinin sayısı savaşta vurulanlardan fazla: ABD'de günde 22 asker intihar eder, her 65 dakikada bir! Neden? Çünkü ölüm korkusunu yenmek için uyarıcı moleküller kullanırlar. Yani ABD askerleri hem vicdanî itirazları hem de acıkma, yorgunluk gibi belirtileri askıya alan uyuşturucu maddelerin etkisi altında savaşırlar. Zaten Irak'ta, Afganistan'da bu kadar çok çocuğun bu " kolaylıkta " öldürülebilmesi başka türlü açıklanabilir mi? Elbette birkaç fanatik veya psikopat araya karışmış olabilirdi ama normal şartlarda Kansas'tan, Wisconsin yahut Ohio'dan gelen 20 yaşlarında bir gencin Abu Graib hapishanesinde o iğrenç işkenceleri yapması mümkün değil. Hele cesetlere sarılıp gülerek poz vermeler, uzuvlarını kesip cebinde saklamalar vs. Cesaret veren kimyasal madde etkisiyle vahşileşen, ayılınca yaşamaktan utanıp intihar eden askerler ABD'ye has değil. 2ci Dünya savaşı sırasında Almanların Polonya, Belçika ve Fransa'yı işgali o kadar hızlı gerçekleşti ki Yıldırım savaşı (Alm. Blitzkrieg) adı verilen taktik bugün dahi askerî uzmanlarla tarihçilerin dikkatini çekmeye devam ediyor. Hiç şüphesiz Almanların savaş araçlarında teknik üstünlüğü vardı. Bunun yanında askerlerin savaşa hazırlığı, eşgüdüm ve lojistik unsurlar da düşmanlarınkinden üstündü. Ancak her şeye rağmen Alman piyadesinin sırtta 20 kg'lık çantayla günde 60 km yürüyebilmesi,-20°C'de Ruslarla savaşabilmesi, pilotların ve panzer sürücülerinin 18 saat hiç dinlenmeden, yemeden, içmeden, uyumadan görev yapabilmesi teknik üstünlük veya becerikli komutanlarla açıklanabilecek bir şey değildi. Doğru cevap pervitin ya da askerler arasında bilinen adıyla «Panzerschokolade». İşte Blitzkrieg sırasında Alman askerlerinin dopingli futbolcular gibi metanet göstermesi, korkusuz, neşeli ve konuşkan olması, acıkma, yorulma ve uyuklama nedir bilmeden savaşmasının sebebi buydu. Tabi Hitler Almanyası askeri robotlaştıran maddelerin kullanımında yalnız değildi; Amerikalılar o zamanlar ritalin kullanıyorlardı, İngilizler ise
Bookmarks Related papers MentionsView impact
Jeopolitik, savaş düşüncesi, savaş psikolojisi, strateji.
Siyasetçinin, askerin, komutanın, medya... more Jeopolitik, savaş düşüncesi, savaş psikolojisi, strateji.
Siyasetçinin, askerin, komutanın, medya ve sivil halkın savaşı algılaması
Teknolojik değişimlerin stratejiye ve jeopolitik ilkelere etkisi
Geçen bölümlerde (1, 2) taktik ve strateji arasındaki farklardan yani savaşın siyasetle olan ilişkisinden ve savaşan ünitelerin yönetilmesinden bahsettik. Bu bölümden itibaren savaşın psikolojik veçhesini yani halkın, komutanların ve askerlerin maruz kaldıkları nefsanî baskıları ele alacağız. Zira savaş zıt tabiatlı iki ilmin aynı anda icra edildiği bir saha: Bir yandan zırh kalınlığı, hız, menzil gibi teknik unsurlara, planlanması ve soğukkanlılıkla idare edilmesi gereken eylemlere bağlı siyasal bir süreç, Diğer yandan ulusal/ bölgesel/ dinî aidiyetlerden ve ferdî değerlerden kaynaklanan cesarete, fedâkarlığa, öfkeye, intikam arzusuna, halkın ve askerlerin metanetine bağlı hissî bir oluşum. Savaşın " teknik " ve " hissî " unsurları birbirine karışmayan iki konu değil tersine birbirinden beslenen, biri diğerine fayda sağladığı kadar zarar da verebilen iki cephe gibidir: " … Her askerî faaliyet doğrudan doğruya veya dolaylı olarak çarpışmakla ilgilidir. Asker sadece uygun zamanda ve uygun yerde çarpışmak için orduya alınır, giydirilir, silahlandırılır, eğitilir, uyutulur, yer içer ve yürür […] Gerçek alemde savaş böyle bir defada gerilimi boşalan aşırı bir şey değildir; hep aynı biçimde ve aynı ölçüde gelişen güçlerin değil, kah atalet ve sürtünmenin karşısında çıkardığı direnmeyi yenecek dereceye çıkan, kah hiç bir etkisi olmayan güçlerin eseridir. Savaş bir bakıma şiddetin düzenli kalp atışlarına benzer, kısa veya uzun bir süre içinde gevşeyip gücünü yitirir. Diğer bir deyişle, amacına erken veya geç, ulaşır, fakat katettiği yol boyunca bu amacı şu veya bu yönde etkileyecek ve yol gösterici bir zekanın iradesine bağlı kalacak kadar sürer. Bu itibarla, savaşın politik bir amaçtan doğduğunu düşünecek olursak, bu amacın sonuna kadar ona yön vermesini doğal karşılamak gerekir. Bununla birlikte, politik amaç zorba bir kanun koyucu değildir; elindeki araçların niteliğine uymak zorundadır ve bunun için de zaman zaman değişikliklere uğrar, fakat yine de ön plandaki yerini muhafaza eder. Böylece politika savaş eylemi ile iç içedir ve onun üzerinde savaşın patlayıcı güçlerinin elverdiği ölçüde sürekli bir etki icra etmekten geri kalmaz … " (*) Düşmanı en çok öldüren değil kendine en çok benzeten kazanır. Zira düşmanınız size dönüştüğü ölçüde maneviyatını kaybeder ve sizin değerlerinizi savunmaya başlar. Bu yüzden Savaş sadece tank-topla yapılmaz. Psikolojik harp ve beyin yıkama bazen silahlardan çok daha hızlı ve kesin neticeler verir. (Bkz. Beyin yıkama ve psikolojik harp) Tam da bu sebeple savaşan ülkeler silahların çokluğu ve gücü kadar kendi askerlerinin maruz kaldığı nefsanî baskılara karşı tedbirler alırlar. Yine aynı sebeple düşman halkları ve orduları fikren, manen yıkmaya çalışırlar. Bunun en uzun süreli ve geniş kapsamlı örneği şüphesiz Hollywood-Pentagon arasında 50 yıldır süren işbirliğidir. Hollywood zihinleri hazırlar, Pentagon saldırır. Zira savaşın algısını yönetmek gerçeğini yönetmekten DAHA önemlidir: " … Savaş nedenleri ne kadar önemli ve güçlü olursa, milletin tüm varlığını o kadar derinden etkiler. Savaştan önceki gerginlik ne kadar şiddetli olursa, savaş mutlak ve soyut şekline o kadar yaklaşır; savaş düşmanın imhasına
Bookmarks Related papers MentionsView impact
Jeopolitik, savaş düşüncesi, savaş psikolojisi, strateji.
Siyasetçinin, askerin, komutanın, medya... more Jeopolitik, savaş düşüncesi, savaş psikolojisi, strateji.
Siyasetçinin, askerin, komutanın, medya ve sivil halkın savaşı algılaması
Teknolojik değişimlerin stratejiye ve jeopolitik ilkelere etkisi
İnsan bilimsel bir varlık değildir yani akl-ı meaşın ötesine geçemeyen pozitif bilimler ile İnsan'ı ve dünya ile kurduğu münasebeti, ekonomiyi, tarihi, aileyi, şehirleri açıklayamazsınız. (Bkz. Akıl / Reason / Intelligence / ا ﻟ ﻌ ﻘ ﻞ) Yakıtı İnsan vücudu olan savaş makinesi de böyledir; mekanik teorileri reddeder. Prusyalı General Clausewitz'in tabiriyle " savaş bukalemun gibidir ". Savaşın istenmesi, başlatılması soğuk stratejik bir zemindedir; geçen bölümde anlattığımız gibi savaş siyasetin başka araçlarla devamıdır. Hatta savaşın ikinci bir soğuk veçhesi daha var o da mühendislik: Zırhların kalınlığı, füzelerin menzili, uçakların hızı… Yani savaşın neticesini etkileyen iki faktör siyaset ve mühendislik. Ancak bir çok savaş önceden hesaplandığı gibi bitmez. Küçücük ordular, bazen silahı, yiyeceği olmayan bir avuç insan koskoca bir ordunun hedefine ulaşmasına engel olur. Bilimsel olarak MUTLAKA kazanılması gereken savaş hezimete dönüşür. Pozitivist körlükten muzdarib olan modern insanların inanmakta zorluk çektiği bu gerçek, 15 Temmuz Direnişi esnasında bir kez daha ispat edildi: Kesin öleceğini bilen Ömer Halisdemir darbecilerin komutanını vurdu; silahsız halk askerlerin elindeki tüfekleri tutup çekti; tankların önünde yattı, arabasını tankın önüne koyup yolu kapattı. (Bkz. İnsan bilimsel bir kavram değildir) 15 Temmuz Şehitler Köprüsü adını alan eski Boğaz Köprüsü'nde zırh delici mermiler sadece öldürmüyor bazen kafa koparıyor bazen de vücutları ikiye bölüyordu. Tecrübeli askerleri bile delirtebilecek bir vahşet! Ama bunu gördüğü halde tanklara doğru yürümeye devam etti insanlar. Bunun bilimsel açıklaması yok. Yani eğer bilim kendisini doğum ile ölüm arasına hapsettiyse, Ahiret'i yok saydıysa Ahiret'e göre yaşayan insanların davranışlarını elbette açıklayamaz. (Bkz. Bir Pozitivizm Eleştirisi) Yoksa şehitliğin de ilmi vardır. Tabi eğer savaşı kahramanlıktan ve askerlerin manevî gücünden ibaret görürsek bu defa Sarıkamış'ı, Yemen'i açıklamak zorlaşır. Savaş gerçeğini maneviyatsız anlayamayız ama maneviyattan ibaret bir faaliyet gibi de göremeyiz. Kısacası savaşı sadece siyasî, teknik veya manevî veçhesinden ibaretmiş gibi değerlendirmek imkânsız. Zannediyorum Clausewitz'in " bukalemun " tabirinin sebebi de böylece netleşiyor: " … Bir devlet adamının, bir başkomutanın ilk, en önemli ve hayatî kararı, giriştiği savaşın türünü doğru olarak değerlendirmek ve böylece onu olmadığı bir şey yerine koymamak ve olamayacağı bir şey olmasını istememektir. Stratejik sorunların birincisi, en geniş kapsamlısı budur. […] Savaş, her somut olayda niteliğini bir ölçüde değiştiren sahici bir bukalemun olmakla kalmayıp, aynı zamanda, bir bütün olarak bakıldığında, belirgin eğilimleri bakımından üç yanlı şaşırtıcı bir olaydır: Bir yanda, özünü teşkil eden şiddet, doğal ve kör bir içgüdü sayılması gereken kin ve nefret; öte yanda, savaşı matematiksel/bilimsel bir faaliyet haline getiren teknik veçhesi; ihtimal hesapları ve tesadüfler; son olarak da, savaşı salt siyasî akla bağlayan bir politik araç oluşu. Bu üç veçhenin birincisi daha çok milleti, ikincisi daha çok komutanı ve ordusunu, üçüncüsü daha
Bookmarks Related papers MentionsView impact
İngilizler tarihlerinin en acı yenilgilerinden birini 29 Nisan 1916'da Osmanlı ordusu karşısında... more İngilizler tarihlerinin en acı yenilgilerinden birini 29 Nisan 1916'da Osmanlı ordusu karşısında Kut'ül Amâre'de almıştır ama sadece 17 gün sonra Osmanlı toprakları yine İngilizler tarafından parçalanmıştır. Dünya tersine mi döndü? Dicle kıyısında İngilizler Osmanlı Ordusu tarafından kuşatılıp bütün bir orduyu kaybettikten, 14 bin İngiliz askeri ile 13 general 481 subay esir alındıktan ve 40 bini aşkın İngiliz askeri öldürüldükten sonra Osmanlı nasıl olur da haritadan silinecek duruma gelir? Acayiptir… Kudüs'le beraber bugünkü Irak, Suriye, Filistin, Ürdün, Lübnan ve Suudi Arabistan'ın Basra kıyılarını kaybedilmesine sebep olan gizli Sykes-Picot Anlaşması (16 Mayıs 1916) Kut'ül Amâre zaferinden sadece 2 hafta sonra imzalanmış. Yine aynı dönemde olan bir başka gariplik Çanakkale savaşı. Türkiye çocuklarına Çanakkale zaferini bando mızıka kutlatır ama imparatorluğun başkenti olan İstanbul'un " zaferden " sonra neden işgâl edildiğini sorgulatmaz. Örnekler çok… Tarihimizi ve haliyle bugünümüzü anlamıyorsak en ağır mes'uliyet savaşı siyasî değil askerî bir faaliyet zanneden aydınlarımız, akademisyenlerimiz ve gazetecilerimizin omuzlarında. Üstelik sadece tarihi yanlış anlamakla kalmıyoruz; bugünkü savaşları ve diplomatik münasebetleri de hâlâ bu yanıltıcı çerçevede tartışıyoruz: " … Savaş politikanın başka araçlarla devamından başka bir şey değildir. Bir toplumun savaşı mutlaka politik bir durumdan doğar ve politik bir etkenden çıkar, işte bunun içindir ki savaş politik bir eylemdir. Eğer savaş hiçbir engel tanımayan tamamen başına buyruk bir eylem olsaydı, mutlak kavramından çıkarabileceğimiz gibi mutlak bir şiddet gösterisinden ibaret bulunsaydı, o zaman savaş politikanın yardımına çağrılır çağrılmaz onun yerini alır, ve tıpkı bir kere atıldı mı artık önceden ayarlandığı yoldan başka bir yol izlemesine imkân bulunmayan bir torpil gibi kendi yasalarına uyardı … " (Savaş Üzerine / Carl von Clausewitz) Evet… Türkiye'de pek bilinmeyen bir gerçek bu. " Uzmanlarımızı " dinlerken/okurken savaşı dış dünyadan bağımsız başlayıp biten bir faaliyet gibi görmeleri üzücü. Okullarımızda tarihin öğretilme biçimi de yanıltıyor bizi. Sanki bir tarihçi değil de mahallenin mızıkçı çocuğu yazmış kitabı: 1ci dünya savaşında yenilmedik ama müttefiklerimiz yenildiği için " yenik " sayıldık, Ortadoğu'da Araplar bize ihanet etti; Balkanlarda Sırplar bizi arkadan vurdu; Kafkaslarda yenilmedik, bütün suç Ermenilerin… Biz savaşı ok atma müsabakası veya 90 dakikalık bir futbol maçı gibi algılıyoruz: Başı sonu, kuralları belli, hakemleri var ama hep bize karşı hile yapılıyor… Türkiye'de çok yaygın bir başka algı hatası ise savaşı bütün aşırılıkların aniden boşalacağı bir patlama zannetmek. Meselâ Rusya ile yaşanan uçak krizinde Moskova'nın nükleer silahları kullanma niyetinin sorgulanması gibi. Geçelim… Savaş politikanın başka araçlarla devamıdır Tarihe geçmiş bu sözün sahibi Carl von Clausewitz'in ünlü eserinden bahsetmek istiyoruz bu hafta: Savaş Üzerine
Bookmarks Related papers MentionsView impact
Jeopolitik, savaş düşüncesi, savaş psikolojisi, strateji.
Siyasetçinin, askerin, komutanın, medya... more Jeopolitik, savaş düşüncesi, savaş psikolojisi, strateji.
Siyasetçinin, askerin, komutanın, medya ve sivil halkın savaşı algılaması
Teknolojik değişimlerin stratejiye ve jeopolitik ilkelere etkisi
Bookmarks Related papers MentionsView impact
Uploads
Papers by Mehmet Yilmaz (derindusunce.org)
1. Savunma enerji sektöründeki stratejik şirketlerimiz güvende mi?
2. Türkiye neden uçak motoru yapamıyor?
3. Neden Kürtler hedefteydi? Yeni bir Halepçe olur mu?
4. Uygurlar için ne yapılabilir?
5. Banka nedir; nasıl çalışır; nasıl çalışmalıdır?
6. S-400 füzesi, ABD darbelerini engellemek için kullanılabilir mi?
7. ABD bir hukuk devleti midir?
8. Gerçekler hakikaten var mıdır?
9. 3cü dünya savaşı: Ne zaman başlar? Kaç yıl sürer? Nasıl biter?
10. Vatikan’ın kaç parası var? Nerede saklı? Vatikan bu parayla ne yapıyor?
11. Bireysel silahlanma Türkiye’ye uyar mı?
12. Frankenstein ve Marx
13. Nobel ekonomi ödülü mü yoksa soytarılık mı?
14. Abdülhamid neden Osmanlı’nın çöküşünü engelleyemedi?
15. Geleceğin savaşları neye benzeyecek?
16. Savaşan robotlar askerlerin yerini alacak mı?
17. Amerika nükleer silahlarına sahip çıkamıyor
18. Veri politikası
19. Ruhr Kızılordusu ve Alman işçi isyanı
Kimdi Karl Marx? İşçilerin perişan hallerine acıyan onları Kapitalizmin altında ezilmekten kurtarmak isteyen bir idealist? Maddeden gayrı hiç bir şeyin var olmadığını iddia eden bir materyalist? Modern insan topluluklarının çarklarını, zembereklerini söküp takan bir makinist? Tarihin sebep-sonuç zincirlerine mahkûm olduğunu iddia eden bir determinist? Ters gitmekte olan dünyayı baş aşağı çevirip düzeltmek isteyen bir devrimci?
Biraz incelerseniz Batılı düşünürler arasında Marx’ın « kariyerinin» oldukça sıra dışı bir yol izlediğini görürsünüz. Dünya siyasetini, özellikle de 19cu ve 20ci asrı bu derecede etkilemiş bir başka düşünür var mı? Zannetmiyorum. Kitapları üzerine o kadar çok yorum yapılmış, o kadar şerh yazılmış ki bu “tefsir külliyatı” ancak kutsal kitapların miraslarıyla karşılaştırılabilir.
Şunu da unutmamalı tabi: Marx’ın ölümünden çok kısa bir süre sonra Marxist ideolojiden etkilenmiş rejimler kuruldu. 20ci asırda insanlığın yaklaşık üçte biri bu ideolojinin etkisindeydi. Sovyet Rusya, Çin, Küba, Doğu Avrupa, Arnavutluk, Kuzey Kore ve Afrika’da bir çok ülke. 1989′da Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra Marx komünist ülkelerin uyguladıkları zulümler için bir günah keçisi haline geldi. Rusya’daki çalışma kampları, sayıları on milyonlarla ölçülen idamlar, Kamboçyalı Pol Pot ve Kızıl Kmerlerin yaptıkları soykırımlar, Çin’de Mao’nun merkezî ve planlı “komünist ekonomi” ile sebep olduğu kıtlık neticesinde 40 milyon civarındaki Çinlinin açlıktan ölümü…
Marx’ı okumak lâzım. Çünkü 21ci asrın Avrupa’sı ve Amerika’sı artık düşünemeyen bir coğrafya haline geliyor. Gölgesinden bile korkan, şartlı refleksler veren bir sürü, bir gürûh halini alıyor batılılar. Eğer “Doğu” bir zamanlar Batı’ya kaptırdığı düşünce bayrağına yeniden talip olacaksa bunun yolu Karl Marx’tan geçiyor. Teknoloji ve Para ile imtihan edilen insanlığın halini çok kapsamlı bir biçimde tahlil etmiş olan Marx’tan.
İran Rehine Krizi, ABD seçimleri ve Petrol
Deregülasyon, 1979 Petrol Şoku ve Yeni Küresel Sistem
Rus-Afgan Savaşı, Petrol ve Rimland
İsrail’in İran’a yaptığı silah yardımı, Kürtler ve Şiiler
İran-Irak savaşı ve İsrail-İran dostluğu
Hitler’in enerji politikası ve bugünün Türkiyesi için çıkartılacak dersler
3cü dünya savaşı: Ne zaman başlar? Kaç yıl sürer? Nasıl biter?
Hitler neden hava üstünlüğünü kaybetti?
Neden Kürtler hedefteydi? Yeni bir Halepçe olur mu?
Daha önceki sürümlerde yaptığımız gibi yeni konuları sona ekledik. Böylece okumaya kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.
9cu sürüm ve bir istisna: Bu sürümde medeniyet maddesi güncellendi ve önemli eklemeler yapıldı.
İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. Herşeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik?
Önce “Aydınlanma” ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü.
Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi beyaz, zengin ve Hristiyanların hakları dışında bir şeyi savundu mu? Hayır. 1948’de Paris’te imzalandıktan sonra Washington, Londra ve Paris tarafından öldürülen Afrikalıların, Müslümanların, Güney Amerikalıların, Vietnamlı ve Korelilerin sayısı milyonları buldu.
Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Aynı sebeple Batı insanı ruhun hürriyeti ile (liberty) nefsin serbestliğini (possibility) ayırd edemiyor; Her ikisine birden özgürlük diyor: liberty, liberté. Oysa sadece nefsini zaptedebilen, uhrevî kaygı ile frene basabilen insan hürdür. Ama polis korkusu ya da cemiyetin ayıplaması sebebiyle kendini tutan bir insanın ancak serbestliğini kaybetmiş olur, özgürlüğünü değil. Polis ve mahalle baskısı ortadan kalkınca serbest kalan insan bir anda hayvanlaşır, yakıp yıkar, öldürür, tecavüz eder. Nefsinin zindanından kurtulup hür olamayan insanlar hayvanlardan çok daha tehlikelidir.
Gandhi “Batı medeniyeti hakkında ne düşünüyorsunuz?” sorusuna gülerek “iyi fikir, yapsanız iyi olur” dermiş. Önce Batı, sonra bütün insanlık akıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir.
İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz.
7ci sürüme eklenen yeni terimler: Uluslararası adalet, Az gelişmiş ülke, Hoşgörü, Kabz, Büyüme, Gerçek sonrası, Realpolitik, Kaos.
İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler. Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik?
“Aydınlanma” ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü. (Bkz. Rönesans’ın Kara Kitabı)
Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlık akıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir.
İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz
Komplo teorisi mi? Değil, her şey ortada: Akademisyenler, amiraller, bakanlar ve diplomatlar, doktrinlerini açık açık yazmışlar ve yazdıklarını harfiyen tatbik etmişler: Alfred Mahan, Halford Mackinder, Nicholas Spykman, Zbigniew Brzezinski, Edward Luttwak, Samuel Huntington, Joseph Nye, David Peraeus, Henry Kissinger… Jeopolitiğin bu ünlü isimleri, İngilizlerin ve Amerikalıların dünyaya sürekli hükmetmesi için neler yapılması gerektiğini her ortamda açıkça ifade etmişler. Tabi bu tahakküme bir takım kılıflar uydurulmuş: Önce Hristiyanlık, sonra üstün(!) beyaz ırk ve nihayet serbest ticaretle demokrasi adına verilen bir mücadele gibi gösterilmiş. Yani sınır tanımayan Anglo-Saxon şiddetine, ideolojik meşruiyet zeminleri ihdas edilmiş. Ama değişen ideolojilere ve teknolojinin ilerlemesine rağmen 150 yıldır değişmeyen jeopolitik sabitler var.
21 harita ve 11 makaleden oluşan bu kitap, Anglo-Saxon hakimiyetini mümkün kılan şartları ve Avrasya’nın kurtuluş yollarını sorguluyor. Coğrafî engellerden ekomik savaş araçlarına ve psikolojik harbe kadar…
Nasıl? 1ci Dünya Savaşı tarihteki ilk küresel karbon savaşı oldu. Kömürle beslenen fabrikalar kömür ve petrolle işleyen makineler ürettiler ve insanın öldürme kapasitesini binlerle çarptılar. Ama makineler savaşta insanın yerini almadı. Bunun yerine daha çok insanı daha hızlı şekilde cepheye göndermek için kullanıldı. Cepheler genişledi ve muharebeler uzadı. Alman-Fransız sınırındaki zengin kömür yataklarından İslâmistan’daki petrol kuyularına uzanan savaşta insanlar karbon için öldüler, öldürdüler. Petrolcüler, kömürcüleri yendi. Endüstrileşen savaş sadece savaş makinelerinin değil üretim, sevk ve idare kapasitelerinin de savaşıydı.
Elinizdeki 55 sayfalık bu e-kitap şu sorunun cevabıdır: İnsan kanıyla para basan bu makine nasıl çalışıyor?
Ancak savaşı sonuçlarından tecrid ederek, sağlıklı bir şekide düşünmek kolay değil. Çünkü yol açtığı ölümler ve maddî zarar o kadar büyük ki her ne pahasına olursa olsun kaçınmak gereken bir anormallik veya uluslararası ilişkilerde bir aksama gibi görünüyor. Oysa her savaşsızlık hâli barış değil; geçici bir ateşkesten ibaret. (Bkz. Barış / Sulh / Peace / Paix / صلح / سلام ) Meselâ iki dünya savaşı arasındaki 1918-1939 dönemine kim “barış” diyebilir? Üstelik her ne pahasına olursa olsun savaştan kaçan bir lider, düşmanlarının ölçüsüz şantajına çanak tutmuş olmaz mı? Adolf Hitler’e akıl almaz ödünler veren Birleşik Krallık Başbakanı Neville Chamberlain gibi savaştan kaçmak için “her pahayı” ödemek, üstelik sonunda yine de savaşmak zorunda kalmak iyi bir strateji mi?
“Siyaset, savaşın döl yatağıdır” diyor Prusyalı general Carl von Clausewitz. Evet, savaş, siyaset ve ticaretin farklı yöntemlerle devamından ibaret. Ancak gerçek bir savaşta, ölüm her yeri kapladığında, ölmek değil yaşamaktır tesadüf. Her taşın altında yaşamı bitirebilecek bir mayın, her çalının ardında vücutları delik deşik edecek bir keskin nişancı varken şehirdeki gibi düşünmeye devam edebilir mi insan? Ölüm tehlikesi, cephedeki askerler ve komutanların nefsi üzerine muazzam bir baskı yapar. Bu bağlamda savaş, insanlık dışı değil, tam tersine onun göbeğinin ortasıdır. Zira asker, sağdaki yahut soldaki sipere koşarken serbesttir. Belki de en güvenli siperi, bir robot veya bir hayvan, insandan daha iyi seçebilir. Ama insan, vatanı için ileri atılmakla nefsi için geri kaçmak husunda özgürdür. İşte savaşın neticesi üzerinde çok ağır basabilen insanlık faktörü tam buradadır. (Bkz. Hayvan Serbesttir, İnsan Özgürdür…)
Savaş, bütün sosyal bilimcileri zorlamış bir saha. Zira, bir yanda savaşın politik amaçla etkin kullanılması yani strateji ve savaş tekniklerinin etkin kullanımı yani taktik var. Bu soğuk veçhesiyle savaş, neticesi hesaplanabilir bir mekanizmaya benziyor. Fakat diğer yandan, cesareti, vatan sevgisi, nefret ve korkularıyla öngörülemez bir insan faktörü var savaş sahnesinde.
Elinizdeki bu kitap, savaşın mekanik ve insanî veçhelerini en dengeli şekilde işleyen müelliflerden biri olan Prusyalı General Carl von Clausewitz’in fikirlerinden istifade ederek yazılmış bir deneme. Teknolojik ilerlemenin eskitemediği ilkeleri bugünün savaş şartlarında değerlendirdik: Strateji, taktik, cesaret, savaşta aklın önemi ve sınırları…
6cı sürüme eklenen yeni terimler: Demokrasi, Muhafazakârlık, Kuvvetler ayrılığı, İnovasyon, İlerleme, Erken – Geç.
İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler. Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik?
“Aydınlanma” ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü. (Bkz. Rönesans’ın Kara Kitabı)
Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlık akıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir.
İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Siyasetçinin, askerin, komutanın, medya ve sivil halkın savaşı algılaması
Teknolojik değişimlerin stratejiye ve jeopolitik ilkelere etkisi
Denizcilerin düşman geminin güvertesine atlayıp kılıçla dövüştüğü 1600'lerin ahşap kalyon ve fırkateynlerden bu yana çok şey değişti. 5000 askerin görev yaptığı, sineması, hastahanesi ve spor salonu bulunan uçak gemilerinden kalkan uzaktan kumandalı insansız araçlar " düşman " diye ekrandaki renkli ışıkları vuruyor: Asker? Terörist? Okul ya da hastahane? Bir önemi yok. Menzil ve teknik ilerledikçe ölen ve öldüren arasındaki mesafe arttı. Daha 1ci dünya savaşından belliydi. Karada değil ama çoğu deniz savaşlarında görünmeyecek kadar uzaktaydı düşman. 2ci dünya savaşında mükemmelleştirilen radardan önce keşif uçakları ve casuslar vardı. Denizde savaşanlar için doğru bilgiye hızlı erişme kabiliyeti hayat ile ölüm arasındaki sınırı çoktan çizmeye başlamıştı bile. 21ci asırda binlerce km menzilli füzeler atabilen denizaltıların bir hedefi vurmak için düşman karasularına girmelerine hatta sudan çıkmalarına bile gerek yok. Ateşlenen füze onu suyun üzerine kadar taşıyan " motoru " satıhta bırakıp hava yolculuğu için gerekli sistemi ateşliyor. Eğri kılıçtan balistik füzelere uzanan 4 asırlık dönüşümde hâlâ tek bir kavramdan bahsedercesine " deniz savaşı " veya " savaş gemisi " diyebilir miyiz? Denizde/ deniz için/ denize rağmen yapılan savaşların hepsini aynı kefeye koyabilir miyiz? Kürek ve yelkenle ilerleyen kalyonlardan kömürle buhar gücünün mümkün kıldığı zırhlılara, 1900'lerin başındaki dizel motorlu savaş gemilerinden nükleer denizaltılara uzanan yolun sabitleri nelerdir? Deniz savaşlarının tarihine bakarak bugünü nasıl anlayabiliriz? " … Amerika'daki kolonileri kaybı bile Britanya'nın deniz gücünü azaltmadı çünkü Britanya bir zamanlar Fransa ve İspanya'nın olduğu gibi bir koloni imparatorluğu değil gerçek bir deniz imparatorluğuydu. İngilizlerin denizdeki gücü topraklarının genişliğine değil kontrol ettiği stratejik geçiş noktaları ve deniz yollarına dayanır … " (Deniz Gücünün Tarihe Etkisi, 1890) Bu sözler Amerikalı Amiral Alfred thayer Mahan'a ait. Bir çok insan için bilmece gibi görünebilir. Çünkü genellikle tarih kitapları savaş sonuçlarını " filanca şehri alındı, falanca kaleyi kaybedildi " diye yazar. Bu karacı zihniyete göre savaşların amacı karada sabit pozisyonlar almaktan ibarettir: Dağlar, vadiler, ticaret yolları, altın vb madenler, verimli topraklar yahut Kudüs gibi manevî değeri olan beldeler. Askerlerin denizden geçmesi yahut nehirden yardım alması önemsiz ayrıntılar gibi görünür. Büyük nehirler orduların arkasına mevzilendiği doğal engellerdir. Ama karacı zihniyetteki tarihçi denizin kendisine askerî bir hedef gözüyle bakmaz. Kıbrıs, Sicilya veya Girit gibi adalar için yapılan savaşlarda bile denizden çok fazla bahsedilmez. Zira karacı gözüyle deniz bir araçtır; gerçek hedef ise ekilen, biçilen, üzerinde hayvan otlatılan, ev yapılan, mezar kazılan ve uğrunda ölünen toprak… Oysa bugün dünya ticaretinin %80'i denizden yapılıyor. Ülkelerin hayatta kalması yani gıda ve enerji tedariki için deniz yollarına erişmeleri şart. Panama, Süveyş, Malaka ve Cebelitarık gibi bütün stratejik noktalar ABD, Britanya ve Fransa'nın kontrolünde. Bu üç devlet istedikleri ülkenin ekonomisini boğabilecek bir güce sahip. Kısacası karacı zihniyetteki tarihçiler yüzünden ıskaladığımız jeopolitik bir eksen var: Deniz yollarının kontrolü! Karacı tarihçilerin
Siyasetçinin, askerin, komutanın, medya ve sivil halkın savaşı algılaması
Teknolojik değişimlerin stratejiye ve jeopolitik ilkelere etkisi
İnsanların çoğu banka ve şirketleri bir toprağa, ülkeye kayıtlı, haliyle bağlı oldukları devletin kanunlarına tabi olduğunu sanır. Gerçekte büyük sermaye sahipleri krallara, devletlere hükmeder. Üstelik bu durum sanıldığından çok daha eskidir. Meselâ Venedikli tacirlerin " sponsor " oldukları iki haçlı(!) seferi Müslümanlara değil Hristiyanlara saldırmış, biri Mısır'daki Koptları diğeri henüz Bizans olan İstanbul'u hedef almış ve yağmalamıştı. Neredeyse 1000 yıl önce zengin Avrupalıların isteğiyle yapılan bu savaşlar bir tür yatırımdı; bugünkü gibi ROI (Return On Investment) bekleniyordu. Temel kaide inanç yahut ırk değil avaştan kâr etmek yani masraflardan çok daha fazla savaş ganimeti almaktı; öyle de oldu. Haçlıların İstanbul'dan çaldığı eşyaların birçoğu bugün hâlâ Venedik'te sergilenmekte. Kâr edersem benim olsun; zarar edersem halk ödesin İnsanların çoğunun düştüğü ikinci bir hata ticareti savaşın alternatifi zannetmek. Yani ekonomik ilişkiler iyi olursa savaş çıkmaz gibi bir önyargı vardır. Oysa gerçek böyle değil. Zira iki ülke ticarete başladığında daha kaliteli ve ucuz mallar üretenin lehine bir sermaye hareketi başlar. Ticarette kaybeden taraf elindeki silahları devreye sokar ve terör, güvenlik vb bahaneyle ticaret yollarını, limanları askerî baskı altına alır. Bu bir korsanlıktır ama devlet adına yapıldığı zaman adına " diplomasi " denir. Uzak ticarî seferler tıpkı savaşlar gibi risk arz eder. Krallıkların yahut bugünkü modern ulus-devletlerin bu riskleri karşılayacak gücü her zaman yoktur. Dahası deniz savaşı ve ticaret yarışı 4 asır önce olduğu gibi bugün de üstün teknolojiyle kazanılır. Buna zıt olarak, aynı ülkede üreten ve/veya satan küçük esnaf elbette birbiriyle savaşta değil kazan-kazan ilişkisi içinde. Ama sermaye büyüdükçe kendi başına bir güç halini alır. Yani küçük sanayici/esnafın sermayesini kullanma şekliyle küresel sermayenin kullanılması arasındaki fark çok büyük. Esnaf sermayesini riske atar; bazen kâr bazen zarar eder. Ama devletlere borç verebilecek büyüklükte sermayesi olan bir banka hiçbir şeyi riske atmaz. Kâr ettiğinde " ellemeyin, ben özel şirketim, küstürürseniz başka ülkeye giderim " der. Zarar ettiğinde " ben filan ülkenin bankasıyım, zararımı halk ödesin yoksa sistem çöker " diye devletleri tehdid eder: Kâr ederse banka hepsini alır, zarar ederse halk hepsini öder Banka Ordudan Tehlikelidir Bu bağlamda deniz ticareti, deniz savaşları, teknoloji ve bankacılık hizmetleri birbirine sıkı sıkıya bağlı. Karadaki savaşlar için de bu söylenebilir ama kara ticaretinde ve kara savaşlarında devleti sermaye karşısında zayıf duruma düşüren makas denizdeki kadar açılmaz. Son olarak şunu da ekleyelim: Bugünkü şartlarda petrol, denizdeki devlet-sermaye makasını daha açmıştır. Yani petrolün aranması, çıkarılması, korunması, taşınması ve satılması hem teknoloji hem de sermaye ihtiyacını kat kat arttırdığından ulus-devletler sermaye karşısında daha da zor bir duruma düştüler. Bu konulardaki ayrıntılı bilgiler için şu makaleler okunabilir: 2ci Dünya Savaşı petrol yüzünden mi çıktı? Batılı siyasetçiler neden giderek aptallaşıyor?
Siyasetçinin, askerin, komutanın, medya ve sivil halkın savaşı algılaması
Teknolojik değişimlerin stratejiye ve jeopolitik ilkelere etkisi
1. 28 Ocak 1986'da Uzay Mekiği Challenger fırlatıldıktan 73 saniye sonra, yerden 15 km yüksekte infilak ettiğinde hiç kimse bunun birkaç yüz dolarlık güvenlik contaları yüzünden olduğunu tahmin edemezdi. 7 astronot öldü; 200 milyar dolarlık uzay mekiği programına 3 yıl ara verildi; ABD ve NASA önemli itibar kaybına uğradı. Aslında gizli saklı bir şey yoktu. Fırlatmanın yapılacağı günden önceki gece, hava sıcaklığı tasarımcıların öngördüğü sınırın altına,-8 °C'ye düşmüş ve rampanın bazı yerleri buz tutmuştu. Bu sebeple katı yakıt roketinin güvenlik contaları büzülmüştü. Ertesi gün güneşin yükselmesine rağmen fırlatma saatine kadar contalar yeterince genleşmediler ve fırlatma sırasında tam tecrid sağlanamadı. Bunu tahmin eden bazı mühendisler fırlatmanın ertelenmesini istemişlerdi ama NASA yine de onay verdi. Savaşta her şey çok basittir, fakat en basit şey zordur Parçaları ister insan olsun ister makine, sistemler karmaşıklaştıkça aralarındaki sebep-sonuç ilişkilerine hâkim olmak zorlaşır. Başta bilmek zaviyesinde kendini gösteren bu zorluk emir-komuta zincirine sirayet eder ve yapmak/yaptırmak zemininde gösterir kendini. Adına " ordu " denen makineden istediğini alamaz komutan. Oysa isteklerinin çoğu son derecede basit şeylerdir. Prusyalı General Clausewitz bu iç dirence " sürtünme " (Alm. Friction) adını vermiş: " … Savaşta her şey çok basittir, fakat en basit şey zordur. Güçlükler birikir ve öyle bir sürtünme yaratır ki, savaşı görmemiş olan bir insan bunu gözünün önünde canlandıramaz. Sürtünme kayramı, gerçek savaşı kitaplarda okunan savaştan ayıran tek kavramdır. Askeri makina, yani ordu ve ona ilişkin her şey, aslında son derece basittir ve bu bakımdan idaresi kolaymış gibi görünür. Fakat şunu hiç bir zaman hatırdan çıkarmayalım ki, ordu yekpare bir kitle değildir, her biri kendi öz sürtünmelerini muhafaza eden bireylerden oluşur. Teori planında her şey mükemmel, yerli yerinde görünür: tabur komutanı verilen emri yerine getirmekten sorumludur ve tabur da disiplin yolu ile tek bir vücut gibi kaynaşmış olduğundan ve komutanı üstün gayretiyle ün yapmış bir kişi olacağından, sarkaç demir ekseni üzerinde asgari bir sürtünme ile gidip gelir. Fakat gerçek hiç de öyle değildir ve savaşta böyle bir vehmin gerçek dışı ve abartılmış yönü derhal meydana çıkar. Tabur belirli sayıda bir insan
Siyasetçinin, askerin, komutanın, medya ve sivil halkın savaşı algılaması
Teknolojik değişimlerin stratejiye ve jeopolitik ilkelere etkisi
Akıllılık tercih değildir, ona sahip olmayı seçemezsiniz ama en iyi kobay delilerden olur; gerçeği anlatsalar bile kimse kulak asmaz. Ya deli olmadığımı söylersem… Faydası olmaz değil mi? Bu ancak Kafka'nın romanlarında rastlanacak bir fikir labirenti. Herkese senin deli olduğunu söylüyorlar. Sonra yaptıkların, söylediklerin hatta itirazların bile senin hakkında söylenenlerini onaylıyor. Bir kez " deli " ilân edilince yaptığın her şey o deliliğin bir parçası sayılıyor. Makul protestolar " gerçeği inkâr " oluyor; geçerli korkular ise " paranoya " .
Siyasetçinin, askerin, komutanın, medya ve sivil halkın savaşı algılaması
Teknolojik değişimlerin stratejiye ve jeopolitik ilkelere etkisi
Tarihçiler ve strateji teorisyenleri deniz yollarının ve okyanusların stratejik önemini uzun yıllar ihmal ettiler. Çünkü İngilizler zafer kazanmaktan memnundular ve fazla sorgulamadılar. Fransızlar ise daha çok yenildiler ve konuşmaktan utandılar. Antik çağlarda ok ve mızrakın kısa menzili sebebiyle gemiler yanyana gelir; düşmanın güvertesini ele geçirmek için dövüşürlerdi. Uzaktan ateş atarak düşman gemiyi yakmak şerefsizlikti. Barutun gelmesi çok şeyi değiştirdi ama küpeşte savaşları devam etti. Yelken ve kürek ana " motordu ". Kömür, buhar makineleri ve çelik gövde savaş " sahnesini " büyüttü. Rüzgâr ve kol gücünün sınırları kalkmıştı. Düşman görünmez oldu. Çelik gövdeli devasa gemiler kilometrelerce uzaktaki limanları haritadan silebilecek güce erişince deniz savaşının jeopolitik boyutu değişti. Askerin savaştaki rolü de dönüştü. Askerin görevi kahramanlık ve dövüş becerisi değil endüstriyel bilgi ve ustalık oldu. Bu yüzden deniz savaşlarında teknik ilerleme sebebiyle sabit ve değişkenleri saptamak kolay değildir. Yelken, kürek, kömür, petrol… Kara savaşlarını teorileştiren Prusyalı General Carl Von Clausewitz gibi bir amiralin çıkması vakit aldı. Bu isim Amerikalı Alfred Thayer Mahan oldu.
Siyasetçinin, askerin, komutanın, medya ve sivil halkın savaşı algılaması
Teknolojik değişimlerin stratejiye ve jeopolitik ilkelere etkisi
Spielberg'in yaptığı, başrollerini Tom Hanks ve Matt Damon'ın paylaştığı " Er Ryan'ı Kurtarmak " (Saving Private Ryan) adlı film savaşta cesaretin yetmediğini, aynı zamanda metanet gerektiğini anlatan çarpıcı bir hikâye. Özellikle filmin ilk dakikalarında başarıyla sahnelenen Normandiya çıkarması o kadar gerçekçi ki seyirciler yumuşacık koltuklara ve ellerindeki patlamış mısır paketlerine rağmen savaştan yoruluyorlar: " Artık bitsin bu katliam " diye düşünmeye başlıyor insan. Kopan kolların bacakların havada uçuştuğu bu sahneler sıradan kahramanlık filmleri gibi şiddeti estetize etmek yerine olduğu gibi, belki mezbaha gibi gözler önüne serdiği için aslında sanat dahi sayılmaz… Geçelim. Evet… Gerçek bir savaşta, ölüm her yeri kapladığında ölmek değil yaşamaktır tesadüf. Her taşın altında yaşamı bitirebilecek bir mayın, her çalının ardında vücutları delik deşik edecek bir namlu… 1000 kişilik bir taburdan sadece bir kaç askerin canlı olarak geri döneceğini herkesin bildiği gerçek savaşta ölmeyi bayılmak zanneden tatlısu kahramanları çok uzun yaşamazlar. Cesaret ve metanet asker için gerekli vasıfların başında gelir Savaş sıradan insanları sıra dışı baskılara maruz bırakır ve askerin bu baskıya nasıl tepki vereceği önceden kestirilemez. (Bkz. Savaş, Cihad ve Şehadet) Meselâ siz bu yazıyı okumayı bitirdiğinizde 2 veya 3 Amerikan askeri daha intihar etmiş olacak. Zira kendi kendini öldüren Amerikan askerlerinin sayısı savaşta vurulanlardan fazla: ABD'de günde 22 asker intihar eder, her 65 dakikada bir! Neden? Çünkü ölüm korkusunu yenmek için uyarıcı moleküller kullanırlar. Yani ABD askerleri hem vicdanî itirazları hem de acıkma, yorgunluk gibi belirtileri askıya alan uyuşturucu maddelerin etkisi altında savaşırlar. Zaten Irak'ta, Afganistan'da bu kadar çok çocuğun bu " kolaylıkta " öldürülebilmesi başka türlü açıklanabilir mi? Elbette birkaç fanatik veya psikopat araya karışmış olabilirdi ama normal şartlarda Kansas'tan, Wisconsin yahut Ohio'dan gelen 20 yaşlarında bir gencin Abu Graib hapishanesinde o iğrenç işkenceleri yapması mümkün değil. Hele cesetlere sarılıp gülerek poz vermeler, uzuvlarını kesip cebinde saklamalar vs. Cesaret veren kimyasal madde etkisiyle vahşileşen, ayılınca yaşamaktan utanıp intihar eden askerler ABD'ye has değil. 2ci Dünya savaşı sırasında Almanların Polonya, Belçika ve Fransa'yı işgali o kadar hızlı gerçekleşti ki Yıldırım savaşı (Alm. Blitzkrieg) adı verilen taktik bugün dahi askerî uzmanlarla tarihçilerin dikkatini çekmeye devam ediyor. Hiç şüphesiz Almanların savaş araçlarında teknik üstünlüğü vardı. Bunun yanında askerlerin savaşa hazırlığı, eşgüdüm ve lojistik unsurlar da düşmanlarınkinden üstündü. Ancak her şeye rağmen Alman piyadesinin sırtta 20 kg'lık çantayla günde 60 km yürüyebilmesi,-20°C'de Ruslarla savaşabilmesi, pilotların ve panzer sürücülerinin 18 saat hiç dinlenmeden, yemeden, içmeden, uyumadan görev yapabilmesi teknik üstünlük veya becerikli komutanlarla açıklanabilecek bir şey değildi. Doğru cevap pervitin ya da askerler arasında bilinen adıyla «Panzerschokolade». İşte Blitzkrieg sırasında Alman askerlerinin dopingli futbolcular gibi metanet göstermesi, korkusuz, neşeli ve konuşkan olması, acıkma, yorulma ve uyuklama nedir bilmeden savaşmasının sebebi buydu. Tabi Hitler Almanyası askeri robotlaştıran maddelerin kullanımında yalnız değildi; Amerikalılar o zamanlar ritalin kullanıyorlardı, İngilizler ise
Siyasetçinin, askerin, komutanın, medya ve sivil halkın savaşı algılaması
Teknolojik değişimlerin stratejiye ve jeopolitik ilkelere etkisi
Geçen bölümlerde (1, 2) taktik ve strateji arasındaki farklardan yani savaşın siyasetle olan ilişkisinden ve savaşan ünitelerin yönetilmesinden bahsettik. Bu bölümden itibaren savaşın psikolojik veçhesini yani halkın, komutanların ve askerlerin maruz kaldıkları nefsanî baskıları ele alacağız. Zira savaş zıt tabiatlı iki ilmin aynı anda icra edildiği bir saha: Bir yandan zırh kalınlığı, hız, menzil gibi teknik unsurlara, planlanması ve soğukkanlılıkla idare edilmesi gereken eylemlere bağlı siyasal bir süreç, Diğer yandan ulusal/ bölgesel/ dinî aidiyetlerden ve ferdî değerlerden kaynaklanan cesarete, fedâkarlığa, öfkeye, intikam arzusuna, halkın ve askerlerin metanetine bağlı hissî bir oluşum. Savaşın " teknik " ve " hissî " unsurları birbirine karışmayan iki konu değil tersine birbirinden beslenen, biri diğerine fayda sağladığı kadar zarar da verebilen iki cephe gibidir: " … Her askerî faaliyet doğrudan doğruya veya dolaylı olarak çarpışmakla ilgilidir. Asker sadece uygun zamanda ve uygun yerde çarpışmak için orduya alınır, giydirilir, silahlandırılır, eğitilir, uyutulur, yer içer ve yürür […] Gerçek alemde savaş böyle bir defada gerilimi boşalan aşırı bir şey değildir; hep aynı biçimde ve aynı ölçüde gelişen güçlerin değil, kah atalet ve sürtünmenin karşısında çıkardığı direnmeyi yenecek dereceye çıkan, kah hiç bir etkisi olmayan güçlerin eseridir. Savaş bir bakıma şiddetin düzenli kalp atışlarına benzer, kısa veya uzun bir süre içinde gevşeyip gücünü yitirir. Diğer bir deyişle, amacına erken veya geç, ulaşır, fakat katettiği yol boyunca bu amacı şu veya bu yönde etkileyecek ve yol gösterici bir zekanın iradesine bağlı kalacak kadar sürer. Bu itibarla, savaşın politik bir amaçtan doğduğunu düşünecek olursak, bu amacın sonuna kadar ona yön vermesini doğal karşılamak gerekir. Bununla birlikte, politik amaç zorba bir kanun koyucu değildir; elindeki araçların niteliğine uymak zorundadır ve bunun için de zaman zaman değişikliklere uğrar, fakat yine de ön plandaki yerini muhafaza eder. Böylece politika savaş eylemi ile iç içedir ve onun üzerinde savaşın patlayıcı güçlerinin elverdiği ölçüde sürekli bir etki icra etmekten geri kalmaz … " (*) Düşmanı en çok öldüren değil kendine en çok benzeten kazanır. Zira düşmanınız size dönüştüğü ölçüde maneviyatını kaybeder ve sizin değerlerinizi savunmaya başlar. Bu yüzden Savaş sadece tank-topla yapılmaz. Psikolojik harp ve beyin yıkama bazen silahlardan çok daha hızlı ve kesin neticeler verir. (Bkz. Beyin yıkama ve psikolojik harp) Tam da bu sebeple savaşan ülkeler silahların çokluğu ve gücü kadar kendi askerlerinin maruz kaldığı nefsanî baskılara karşı tedbirler alırlar. Yine aynı sebeple düşman halkları ve orduları fikren, manen yıkmaya çalışırlar. Bunun en uzun süreli ve geniş kapsamlı örneği şüphesiz Hollywood-Pentagon arasında 50 yıldır süren işbirliğidir. Hollywood zihinleri hazırlar, Pentagon saldırır. Zira savaşın algısını yönetmek gerçeğini yönetmekten DAHA önemlidir: " … Savaş nedenleri ne kadar önemli ve güçlü olursa, milletin tüm varlığını o kadar derinden etkiler. Savaştan önceki gerginlik ne kadar şiddetli olursa, savaş mutlak ve soyut şekline o kadar yaklaşır; savaş düşmanın imhasına
Siyasetçinin, askerin, komutanın, medya ve sivil halkın savaşı algılaması
Teknolojik değişimlerin stratejiye ve jeopolitik ilkelere etkisi
İnsan bilimsel bir varlık değildir yani akl-ı meaşın ötesine geçemeyen pozitif bilimler ile İnsan'ı ve dünya ile kurduğu münasebeti, ekonomiyi, tarihi, aileyi, şehirleri açıklayamazsınız. (Bkz. Akıl / Reason / Intelligence / ا ﻟ ﻌ ﻘ ﻞ) Yakıtı İnsan vücudu olan savaş makinesi de böyledir; mekanik teorileri reddeder. Prusyalı General Clausewitz'in tabiriyle " savaş bukalemun gibidir ". Savaşın istenmesi, başlatılması soğuk stratejik bir zemindedir; geçen bölümde anlattığımız gibi savaş siyasetin başka araçlarla devamıdır. Hatta savaşın ikinci bir soğuk veçhesi daha var o da mühendislik: Zırhların kalınlığı, füzelerin menzili, uçakların hızı… Yani savaşın neticesini etkileyen iki faktör siyaset ve mühendislik. Ancak bir çok savaş önceden hesaplandığı gibi bitmez. Küçücük ordular, bazen silahı, yiyeceği olmayan bir avuç insan koskoca bir ordunun hedefine ulaşmasına engel olur. Bilimsel olarak MUTLAKA kazanılması gereken savaş hezimete dönüşür. Pozitivist körlükten muzdarib olan modern insanların inanmakta zorluk çektiği bu gerçek, 15 Temmuz Direnişi esnasında bir kez daha ispat edildi: Kesin öleceğini bilen Ömer Halisdemir darbecilerin komutanını vurdu; silahsız halk askerlerin elindeki tüfekleri tutup çekti; tankların önünde yattı, arabasını tankın önüne koyup yolu kapattı. (Bkz. İnsan bilimsel bir kavram değildir) 15 Temmuz Şehitler Köprüsü adını alan eski Boğaz Köprüsü'nde zırh delici mermiler sadece öldürmüyor bazen kafa koparıyor bazen de vücutları ikiye bölüyordu. Tecrübeli askerleri bile delirtebilecek bir vahşet! Ama bunu gördüğü halde tanklara doğru yürümeye devam etti insanlar. Bunun bilimsel açıklaması yok. Yani eğer bilim kendisini doğum ile ölüm arasına hapsettiyse, Ahiret'i yok saydıysa Ahiret'e göre yaşayan insanların davranışlarını elbette açıklayamaz. (Bkz. Bir Pozitivizm Eleştirisi) Yoksa şehitliğin de ilmi vardır. Tabi eğer savaşı kahramanlıktan ve askerlerin manevî gücünden ibaret görürsek bu defa Sarıkamış'ı, Yemen'i açıklamak zorlaşır. Savaş gerçeğini maneviyatsız anlayamayız ama maneviyattan ibaret bir faaliyet gibi de göremeyiz. Kısacası savaşı sadece siyasî, teknik veya manevî veçhesinden ibaretmiş gibi değerlendirmek imkânsız. Zannediyorum Clausewitz'in " bukalemun " tabirinin sebebi de böylece netleşiyor: " … Bir devlet adamının, bir başkomutanın ilk, en önemli ve hayatî kararı, giriştiği savaşın türünü doğru olarak değerlendirmek ve böylece onu olmadığı bir şey yerine koymamak ve olamayacağı bir şey olmasını istememektir. Stratejik sorunların birincisi, en geniş kapsamlısı budur. […] Savaş, her somut olayda niteliğini bir ölçüde değiştiren sahici bir bukalemun olmakla kalmayıp, aynı zamanda, bir bütün olarak bakıldığında, belirgin eğilimleri bakımından üç yanlı şaşırtıcı bir olaydır: Bir yanda, özünü teşkil eden şiddet, doğal ve kör bir içgüdü sayılması gereken kin ve nefret; öte yanda, savaşı matematiksel/bilimsel bir faaliyet haline getiren teknik veçhesi; ihtimal hesapları ve tesadüfler; son olarak da, savaşı salt siyasî akla bağlayan bir politik araç oluşu. Bu üç veçhenin birincisi daha çok milleti, ikincisi daha çok komutanı ve ordusunu, üçüncüsü daha
Siyasetçinin, askerin, komutanın, medya ve sivil halkın savaşı algılaması
Teknolojik değişimlerin stratejiye ve jeopolitik ilkelere etkisi
1. Savunma enerji sektöründeki stratejik şirketlerimiz güvende mi?
2. Türkiye neden uçak motoru yapamıyor?
3. Neden Kürtler hedefteydi? Yeni bir Halepçe olur mu?
4. Uygurlar için ne yapılabilir?
5. Banka nedir; nasıl çalışır; nasıl çalışmalıdır?
6. S-400 füzesi, ABD darbelerini engellemek için kullanılabilir mi?
7. ABD bir hukuk devleti midir?
8. Gerçekler hakikaten var mıdır?
9. 3cü dünya savaşı: Ne zaman başlar? Kaç yıl sürer? Nasıl biter?
10. Vatikan’ın kaç parası var? Nerede saklı? Vatikan bu parayla ne yapıyor?
11. Bireysel silahlanma Türkiye’ye uyar mı?
12. Frankenstein ve Marx
13. Nobel ekonomi ödülü mü yoksa soytarılık mı?
14. Abdülhamid neden Osmanlı’nın çöküşünü engelleyemedi?
15. Geleceğin savaşları neye benzeyecek?
16. Savaşan robotlar askerlerin yerini alacak mı?
17. Amerika nükleer silahlarına sahip çıkamıyor
18. Veri politikası
19. Ruhr Kızılordusu ve Alman işçi isyanı
Kimdi Karl Marx? İşçilerin perişan hallerine acıyan onları Kapitalizmin altında ezilmekten kurtarmak isteyen bir idealist? Maddeden gayrı hiç bir şeyin var olmadığını iddia eden bir materyalist? Modern insan topluluklarının çarklarını, zembereklerini söküp takan bir makinist? Tarihin sebep-sonuç zincirlerine mahkûm olduğunu iddia eden bir determinist? Ters gitmekte olan dünyayı baş aşağı çevirip düzeltmek isteyen bir devrimci?
Biraz incelerseniz Batılı düşünürler arasında Marx’ın « kariyerinin» oldukça sıra dışı bir yol izlediğini görürsünüz. Dünya siyasetini, özellikle de 19cu ve 20ci asrı bu derecede etkilemiş bir başka düşünür var mı? Zannetmiyorum. Kitapları üzerine o kadar çok yorum yapılmış, o kadar şerh yazılmış ki bu “tefsir külliyatı” ancak kutsal kitapların miraslarıyla karşılaştırılabilir.
Şunu da unutmamalı tabi: Marx’ın ölümünden çok kısa bir süre sonra Marxist ideolojiden etkilenmiş rejimler kuruldu. 20ci asırda insanlığın yaklaşık üçte biri bu ideolojinin etkisindeydi. Sovyet Rusya, Çin, Küba, Doğu Avrupa, Arnavutluk, Kuzey Kore ve Afrika’da bir çok ülke. 1989′da Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra Marx komünist ülkelerin uyguladıkları zulümler için bir günah keçisi haline geldi. Rusya’daki çalışma kampları, sayıları on milyonlarla ölçülen idamlar, Kamboçyalı Pol Pot ve Kızıl Kmerlerin yaptıkları soykırımlar, Çin’de Mao’nun merkezî ve planlı “komünist ekonomi” ile sebep olduğu kıtlık neticesinde 40 milyon civarındaki Çinlinin açlıktan ölümü…
Marx’ı okumak lâzım. Çünkü 21ci asrın Avrupa’sı ve Amerika’sı artık düşünemeyen bir coğrafya haline geliyor. Gölgesinden bile korkan, şartlı refleksler veren bir sürü, bir gürûh halini alıyor batılılar. Eğer “Doğu” bir zamanlar Batı’ya kaptırdığı düşünce bayrağına yeniden talip olacaksa bunun yolu Karl Marx’tan geçiyor. Teknoloji ve Para ile imtihan edilen insanlığın halini çok kapsamlı bir biçimde tahlil etmiş olan Marx’tan.
İran Rehine Krizi, ABD seçimleri ve Petrol
Deregülasyon, 1979 Petrol Şoku ve Yeni Küresel Sistem
Rus-Afgan Savaşı, Petrol ve Rimland
İsrail’in İran’a yaptığı silah yardımı, Kürtler ve Şiiler
İran-Irak savaşı ve İsrail-İran dostluğu
Hitler’in enerji politikası ve bugünün Türkiyesi için çıkartılacak dersler
3cü dünya savaşı: Ne zaman başlar? Kaç yıl sürer? Nasıl biter?
Hitler neden hava üstünlüğünü kaybetti?
Neden Kürtler hedefteydi? Yeni bir Halepçe olur mu?
Daha önceki sürümlerde yaptığımız gibi yeni konuları sona ekledik. Böylece okumaya kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.
9cu sürüm ve bir istisna: Bu sürümde medeniyet maddesi güncellendi ve önemli eklemeler yapıldı.
İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. Herşeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik?
Önce “Aydınlanma” ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü.
Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi beyaz, zengin ve Hristiyanların hakları dışında bir şeyi savundu mu? Hayır. 1948’de Paris’te imzalandıktan sonra Washington, Londra ve Paris tarafından öldürülen Afrikalıların, Müslümanların, Güney Amerikalıların, Vietnamlı ve Korelilerin sayısı milyonları buldu.
Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Aynı sebeple Batı insanı ruhun hürriyeti ile (liberty) nefsin serbestliğini (possibility) ayırd edemiyor; Her ikisine birden özgürlük diyor: liberty, liberté. Oysa sadece nefsini zaptedebilen, uhrevî kaygı ile frene basabilen insan hürdür. Ama polis korkusu ya da cemiyetin ayıplaması sebebiyle kendini tutan bir insanın ancak serbestliğini kaybetmiş olur, özgürlüğünü değil. Polis ve mahalle baskısı ortadan kalkınca serbest kalan insan bir anda hayvanlaşır, yakıp yıkar, öldürür, tecavüz eder. Nefsinin zindanından kurtulup hür olamayan insanlar hayvanlardan çok daha tehlikelidir.
Gandhi “Batı medeniyeti hakkında ne düşünüyorsunuz?” sorusuna gülerek “iyi fikir, yapsanız iyi olur” dermiş. Önce Batı, sonra bütün insanlık akıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir.
İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz.
7ci sürüme eklenen yeni terimler: Uluslararası adalet, Az gelişmiş ülke, Hoşgörü, Kabz, Büyüme, Gerçek sonrası, Realpolitik, Kaos.
İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler. Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik?
“Aydınlanma” ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü. (Bkz. Rönesans’ın Kara Kitabı)
Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlık akıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir.
İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz
Komplo teorisi mi? Değil, her şey ortada: Akademisyenler, amiraller, bakanlar ve diplomatlar, doktrinlerini açık açık yazmışlar ve yazdıklarını harfiyen tatbik etmişler: Alfred Mahan, Halford Mackinder, Nicholas Spykman, Zbigniew Brzezinski, Edward Luttwak, Samuel Huntington, Joseph Nye, David Peraeus, Henry Kissinger… Jeopolitiğin bu ünlü isimleri, İngilizlerin ve Amerikalıların dünyaya sürekli hükmetmesi için neler yapılması gerektiğini her ortamda açıkça ifade etmişler. Tabi bu tahakküme bir takım kılıflar uydurulmuş: Önce Hristiyanlık, sonra üstün(!) beyaz ırk ve nihayet serbest ticaretle demokrasi adına verilen bir mücadele gibi gösterilmiş. Yani sınır tanımayan Anglo-Saxon şiddetine, ideolojik meşruiyet zeminleri ihdas edilmiş. Ama değişen ideolojilere ve teknolojinin ilerlemesine rağmen 150 yıldır değişmeyen jeopolitik sabitler var.
21 harita ve 11 makaleden oluşan bu kitap, Anglo-Saxon hakimiyetini mümkün kılan şartları ve Avrasya’nın kurtuluş yollarını sorguluyor. Coğrafî engellerden ekomik savaş araçlarına ve psikolojik harbe kadar…
Nasıl? 1ci Dünya Savaşı tarihteki ilk küresel karbon savaşı oldu. Kömürle beslenen fabrikalar kömür ve petrolle işleyen makineler ürettiler ve insanın öldürme kapasitesini binlerle çarptılar. Ama makineler savaşta insanın yerini almadı. Bunun yerine daha çok insanı daha hızlı şekilde cepheye göndermek için kullanıldı. Cepheler genişledi ve muharebeler uzadı. Alman-Fransız sınırındaki zengin kömür yataklarından İslâmistan’daki petrol kuyularına uzanan savaşta insanlar karbon için öldüler, öldürdüler. Petrolcüler, kömürcüleri yendi. Endüstrileşen savaş sadece savaş makinelerinin değil üretim, sevk ve idare kapasitelerinin de savaşıydı.
Elinizdeki 55 sayfalık bu e-kitap şu sorunun cevabıdır: İnsan kanıyla para basan bu makine nasıl çalışıyor?
Ancak savaşı sonuçlarından tecrid ederek, sağlıklı bir şekide düşünmek kolay değil. Çünkü yol açtığı ölümler ve maddî zarar o kadar büyük ki her ne pahasına olursa olsun kaçınmak gereken bir anormallik veya uluslararası ilişkilerde bir aksama gibi görünüyor. Oysa her savaşsızlık hâli barış değil; geçici bir ateşkesten ibaret. (Bkz. Barış / Sulh / Peace / Paix / صلح / سلام ) Meselâ iki dünya savaşı arasındaki 1918-1939 dönemine kim “barış” diyebilir? Üstelik her ne pahasına olursa olsun savaştan kaçan bir lider, düşmanlarının ölçüsüz şantajına çanak tutmuş olmaz mı? Adolf Hitler’e akıl almaz ödünler veren Birleşik Krallık Başbakanı Neville Chamberlain gibi savaştan kaçmak için “her pahayı” ödemek, üstelik sonunda yine de savaşmak zorunda kalmak iyi bir strateji mi?
“Siyaset, savaşın döl yatağıdır” diyor Prusyalı general Carl von Clausewitz. Evet, savaş, siyaset ve ticaretin farklı yöntemlerle devamından ibaret. Ancak gerçek bir savaşta, ölüm her yeri kapladığında, ölmek değil yaşamaktır tesadüf. Her taşın altında yaşamı bitirebilecek bir mayın, her çalının ardında vücutları delik deşik edecek bir keskin nişancı varken şehirdeki gibi düşünmeye devam edebilir mi insan? Ölüm tehlikesi, cephedeki askerler ve komutanların nefsi üzerine muazzam bir baskı yapar. Bu bağlamda savaş, insanlık dışı değil, tam tersine onun göbeğinin ortasıdır. Zira asker, sağdaki yahut soldaki sipere koşarken serbesttir. Belki de en güvenli siperi, bir robot veya bir hayvan, insandan daha iyi seçebilir. Ama insan, vatanı için ileri atılmakla nefsi için geri kaçmak husunda özgürdür. İşte savaşın neticesi üzerinde çok ağır basabilen insanlık faktörü tam buradadır. (Bkz. Hayvan Serbesttir, İnsan Özgürdür…)
Savaş, bütün sosyal bilimcileri zorlamış bir saha. Zira, bir yanda savaşın politik amaçla etkin kullanılması yani strateji ve savaş tekniklerinin etkin kullanımı yani taktik var. Bu soğuk veçhesiyle savaş, neticesi hesaplanabilir bir mekanizmaya benziyor. Fakat diğer yandan, cesareti, vatan sevgisi, nefret ve korkularıyla öngörülemez bir insan faktörü var savaş sahnesinde.
Elinizdeki bu kitap, savaşın mekanik ve insanî veçhelerini en dengeli şekilde işleyen müelliflerden biri olan Prusyalı General Carl von Clausewitz’in fikirlerinden istifade ederek yazılmış bir deneme. Teknolojik ilerlemenin eskitemediği ilkeleri bugünün savaş şartlarında değerlendirdik: Strateji, taktik, cesaret, savaşta aklın önemi ve sınırları…
6cı sürüme eklenen yeni terimler: Demokrasi, Muhafazakârlık, Kuvvetler ayrılığı, İnovasyon, İlerleme, Erken – Geç.
İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler. Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik?
“Aydınlanma” ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü. (Bkz. Rönesans’ın Kara Kitabı)
Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlık akıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir.
İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Siyasetçinin, askerin, komutanın, medya ve sivil halkın savaşı algılaması
Teknolojik değişimlerin stratejiye ve jeopolitik ilkelere etkisi
Denizcilerin düşman geminin güvertesine atlayıp kılıçla dövüştüğü 1600'lerin ahşap kalyon ve fırkateynlerden bu yana çok şey değişti. 5000 askerin görev yaptığı, sineması, hastahanesi ve spor salonu bulunan uçak gemilerinden kalkan uzaktan kumandalı insansız araçlar " düşman " diye ekrandaki renkli ışıkları vuruyor: Asker? Terörist? Okul ya da hastahane? Bir önemi yok. Menzil ve teknik ilerledikçe ölen ve öldüren arasındaki mesafe arttı. Daha 1ci dünya savaşından belliydi. Karada değil ama çoğu deniz savaşlarında görünmeyecek kadar uzaktaydı düşman. 2ci dünya savaşında mükemmelleştirilen radardan önce keşif uçakları ve casuslar vardı. Denizde savaşanlar için doğru bilgiye hızlı erişme kabiliyeti hayat ile ölüm arasındaki sınırı çoktan çizmeye başlamıştı bile. 21ci asırda binlerce km menzilli füzeler atabilen denizaltıların bir hedefi vurmak için düşman karasularına girmelerine hatta sudan çıkmalarına bile gerek yok. Ateşlenen füze onu suyun üzerine kadar taşıyan " motoru " satıhta bırakıp hava yolculuğu için gerekli sistemi ateşliyor. Eğri kılıçtan balistik füzelere uzanan 4 asırlık dönüşümde hâlâ tek bir kavramdan bahsedercesine " deniz savaşı " veya " savaş gemisi " diyebilir miyiz? Denizde/ deniz için/ denize rağmen yapılan savaşların hepsini aynı kefeye koyabilir miyiz? Kürek ve yelkenle ilerleyen kalyonlardan kömürle buhar gücünün mümkün kıldığı zırhlılara, 1900'lerin başındaki dizel motorlu savaş gemilerinden nükleer denizaltılara uzanan yolun sabitleri nelerdir? Deniz savaşlarının tarihine bakarak bugünü nasıl anlayabiliriz? " … Amerika'daki kolonileri kaybı bile Britanya'nın deniz gücünü azaltmadı çünkü Britanya bir zamanlar Fransa ve İspanya'nın olduğu gibi bir koloni imparatorluğu değil gerçek bir deniz imparatorluğuydu. İngilizlerin denizdeki gücü topraklarının genişliğine değil kontrol ettiği stratejik geçiş noktaları ve deniz yollarına dayanır … " (Deniz Gücünün Tarihe Etkisi, 1890) Bu sözler Amerikalı Amiral Alfred thayer Mahan'a ait. Bir çok insan için bilmece gibi görünebilir. Çünkü genellikle tarih kitapları savaş sonuçlarını " filanca şehri alındı, falanca kaleyi kaybedildi " diye yazar. Bu karacı zihniyete göre savaşların amacı karada sabit pozisyonlar almaktan ibarettir: Dağlar, vadiler, ticaret yolları, altın vb madenler, verimli topraklar yahut Kudüs gibi manevî değeri olan beldeler. Askerlerin denizden geçmesi yahut nehirden yardım alması önemsiz ayrıntılar gibi görünür. Büyük nehirler orduların arkasına mevzilendiği doğal engellerdir. Ama karacı zihniyetteki tarihçi denizin kendisine askerî bir hedef gözüyle bakmaz. Kıbrıs, Sicilya veya Girit gibi adalar için yapılan savaşlarda bile denizden çok fazla bahsedilmez. Zira karacı gözüyle deniz bir araçtır; gerçek hedef ise ekilen, biçilen, üzerinde hayvan otlatılan, ev yapılan, mezar kazılan ve uğrunda ölünen toprak… Oysa bugün dünya ticaretinin %80'i denizden yapılıyor. Ülkelerin hayatta kalması yani gıda ve enerji tedariki için deniz yollarına erişmeleri şart. Panama, Süveyş, Malaka ve Cebelitarık gibi bütün stratejik noktalar ABD, Britanya ve Fransa'nın kontrolünde. Bu üç devlet istedikleri ülkenin ekonomisini boğabilecek bir güce sahip. Kısacası karacı zihniyetteki tarihçiler yüzünden ıskaladığımız jeopolitik bir eksen var: Deniz yollarının kontrolü! Karacı tarihçilerin
Siyasetçinin, askerin, komutanın, medya ve sivil halkın savaşı algılaması
Teknolojik değişimlerin stratejiye ve jeopolitik ilkelere etkisi
İnsanların çoğu banka ve şirketleri bir toprağa, ülkeye kayıtlı, haliyle bağlı oldukları devletin kanunlarına tabi olduğunu sanır. Gerçekte büyük sermaye sahipleri krallara, devletlere hükmeder. Üstelik bu durum sanıldığından çok daha eskidir. Meselâ Venedikli tacirlerin " sponsor " oldukları iki haçlı(!) seferi Müslümanlara değil Hristiyanlara saldırmış, biri Mısır'daki Koptları diğeri henüz Bizans olan İstanbul'u hedef almış ve yağmalamıştı. Neredeyse 1000 yıl önce zengin Avrupalıların isteğiyle yapılan bu savaşlar bir tür yatırımdı; bugünkü gibi ROI (Return On Investment) bekleniyordu. Temel kaide inanç yahut ırk değil avaştan kâr etmek yani masraflardan çok daha fazla savaş ganimeti almaktı; öyle de oldu. Haçlıların İstanbul'dan çaldığı eşyaların birçoğu bugün hâlâ Venedik'te sergilenmekte. Kâr edersem benim olsun; zarar edersem halk ödesin İnsanların çoğunun düştüğü ikinci bir hata ticareti savaşın alternatifi zannetmek. Yani ekonomik ilişkiler iyi olursa savaş çıkmaz gibi bir önyargı vardır. Oysa gerçek böyle değil. Zira iki ülke ticarete başladığında daha kaliteli ve ucuz mallar üretenin lehine bir sermaye hareketi başlar. Ticarette kaybeden taraf elindeki silahları devreye sokar ve terör, güvenlik vb bahaneyle ticaret yollarını, limanları askerî baskı altına alır. Bu bir korsanlıktır ama devlet adına yapıldığı zaman adına " diplomasi " denir. Uzak ticarî seferler tıpkı savaşlar gibi risk arz eder. Krallıkların yahut bugünkü modern ulus-devletlerin bu riskleri karşılayacak gücü her zaman yoktur. Dahası deniz savaşı ve ticaret yarışı 4 asır önce olduğu gibi bugün de üstün teknolojiyle kazanılır. Buna zıt olarak, aynı ülkede üreten ve/veya satan küçük esnaf elbette birbiriyle savaşta değil kazan-kazan ilişkisi içinde. Ama sermaye büyüdükçe kendi başına bir güç halini alır. Yani küçük sanayici/esnafın sermayesini kullanma şekliyle küresel sermayenin kullanılması arasındaki fark çok büyük. Esnaf sermayesini riske atar; bazen kâr bazen zarar eder. Ama devletlere borç verebilecek büyüklükte sermayesi olan bir banka hiçbir şeyi riske atmaz. Kâr ettiğinde " ellemeyin, ben özel şirketim, küstürürseniz başka ülkeye giderim " der. Zarar ettiğinde " ben filan ülkenin bankasıyım, zararımı halk ödesin yoksa sistem çöker " diye devletleri tehdid eder: Kâr ederse banka hepsini alır, zarar ederse halk hepsini öder Banka Ordudan Tehlikelidir Bu bağlamda deniz ticareti, deniz savaşları, teknoloji ve bankacılık hizmetleri birbirine sıkı sıkıya bağlı. Karadaki savaşlar için de bu söylenebilir ama kara ticaretinde ve kara savaşlarında devleti sermaye karşısında zayıf duruma düşüren makas denizdeki kadar açılmaz. Son olarak şunu da ekleyelim: Bugünkü şartlarda petrol, denizdeki devlet-sermaye makasını daha açmıştır. Yani petrolün aranması, çıkarılması, korunması, taşınması ve satılması hem teknoloji hem de sermaye ihtiyacını kat kat arttırdığından ulus-devletler sermaye karşısında daha da zor bir duruma düştüler. Bu konulardaki ayrıntılı bilgiler için şu makaleler okunabilir: 2ci Dünya Savaşı petrol yüzünden mi çıktı? Batılı siyasetçiler neden giderek aptallaşıyor?
Siyasetçinin, askerin, komutanın, medya ve sivil halkın savaşı algılaması
Teknolojik değişimlerin stratejiye ve jeopolitik ilkelere etkisi
1. 28 Ocak 1986'da Uzay Mekiği Challenger fırlatıldıktan 73 saniye sonra, yerden 15 km yüksekte infilak ettiğinde hiç kimse bunun birkaç yüz dolarlık güvenlik contaları yüzünden olduğunu tahmin edemezdi. 7 astronot öldü; 200 milyar dolarlık uzay mekiği programına 3 yıl ara verildi; ABD ve NASA önemli itibar kaybına uğradı. Aslında gizli saklı bir şey yoktu. Fırlatmanın yapılacağı günden önceki gece, hava sıcaklığı tasarımcıların öngördüğü sınırın altına,-8 °C'ye düşmüş ve rampanın bazı yerleri buz tutmuştu. Bu sebeple katı yakıt roketinin güvenlik contaları büzülmüştü. Ertesi gün güneşin yükselmesine rağmen fırlatma saatine kadar contalar yeterince genleşmediler ve fırlatma sırasında tam tecrid sağlanamadı. Bunu tahmin eden bazı mühendisler fırlatmanın ertelenmesini istemişlerdi ama NASA yine de onay verdi. Savaşta her şey çok basittir, fakat en basit şey zordur Parçaları ister insan olsun ister makine, sistemler karmaşıklaştıkça aralarındaki sebep-sonuç ilişkilerine hâkim olmak zorlaşır. Başta bilmek zaviyesinde kendini gösteren bu zorluk emir-komuta zincirine sirayet eder ve yapmak/yaptırmak zemininde gösterir kendini. Adına " ordu " denen makineden istediğini alamaz komutan. Oysa isteklerinin çoğu son derecede basit şeylerdir. Prusyalı General Clausewitz bu iç dirence " sürtünme " (Alm. Friction) adını vermiş: " … Savaşta her şey çok basittir, fakat en basit şey zordur. Güçlükler birikir ve öyle bir sürtünme yaratır ki, savaşı görmemiş olan bir insan bunu gözünün önünde canlandıramaz. Sürtünme kayramı, gerçek savaşı kitaplarda okunan savaştan ayıran tek kavramdır. Askeri makina, yani ordu ve ona ilişkin her şey, aslında son derece basittir ve bu bakımdan idaresi kolaymış gibi görünür. Fakat şunu hiç bir zaman hatırdan çıkarmayalım ki, ordu yekpare bir kitle değildir, her biri kendi öz sürtünmelerini muhafaza eden bireylerden oluşur. Teori planında her şey mükemmel, yerli yerinde görünür: tabur komutanı verilen emri yerine getirmekten sorumludur ve tabur da disiplin yolu ile tek bir vücut gibi kaynaşmış olduğundan ve komutanı üstün gayretiyle ün yapmış bir kişi olacağından, sarkaç demir ekseni üzerinde asgari bir sürtünme ile gidip gelir. Fakat gerçek hiç de öyle değildir ve savaşta böyle bir vehmin gerçek dışı ve abartılmış yönü derhal meydana çıkar. Tabur belirli sayıda bir insan
Siyasetçinin, askerin, komutanın, medya ve sivil halkın savaşı algılaması
Teknolojik değişimlerin stratejiye ve jeopolitik ilkelere etkisi
Akıllılık tercih değildir, ona sahip olmayı seçemezsiniz ama en iyi kobay delilerden olur; gerçeği anlatsalar bile kimse kulak asmaz. Ya deli olmadığımı söylersem… Faydası olmaz değil mi? Bu ancak Kafka'nın romanlarında rastlanacak bir fikir labirenti. Herkese senin deli olduğunu söylüyorlar. Sonra yaptıkların, söylediklerin hatta itirazların bile senin hakkında söylenenlerini onaylıyor. Bir kez " deli " ilân edilince yaptığın her şey o deliliğin bir parçası sayılıyor. Makul protestolar " gerçeği inkâr " oluyor; geçerli korkular ise " paranoya " .
Siyasetçinin, askerin, komutanın, medya ve sivil halkın savaşı algılaması
Teknolojik değişimlerin stratejiye ve jeopolitik ilkelere etkisi
Tarihçiler ve strateji teorisyenleri deniz yollarının ve okyanusların stratejik önemini uzun yıllar ihmal ettiler. Çünkü İngilizler zafer kazanmaktan memnundular ve fazla sorgulamadılar. Fransızlar ise daha çok yenildiler ve konuşmaktan utandılar. Antik çağlarda ok ve mızrakın kısa menzili sebebiyle gemiler yanyana gelir; düşmanın güvertesini ele geçirmek için dövüşürlerdi. Uzaktan ateş atarak düşman gemiyi yakmak şerefsizlikti. Barutun gelmesi çok şeyi değiştirdi ama küpeşte savaşları devam etti. Yelken ve kürek ana " motordu ". Kömür, buhar makineleri ve çelik gövde savaş " sahnesini " büyüttü. Rüzgâr ve kol gücünün sınırları kalkmıştı. Düşman görünmez oldu. Çelik gövdeli devasa gemiler kilometrelerce uzaktaki limanları haritadan silebilecek güce erişince deniz savaşının jeopolitik boyutu değişti. Askerin savaştaki rolü de dönüştü. Askerin görevi kahramanlık ve dövüş becerisi değil endüstriyel bilgi ve ustalık oldu. Bu yüzden deniz savaşlarında teknik ilerleme sebebiyle sabit ve değişkenleri saptamak kolay değildir. Yelken, kürek, kömür, petrol… Kara savaşlarını teorileştiren Prusyalı General Carl Von Clausewitz gibi bir amiralin çıkması vakit aldı. Bu isim Amerikalı Alfred Thayer Mahan oldu.
Siyasetçinin, askerin, komutanın, medya ve sivil halkın savaşı algılaması
Teknolojik değişimlerin stratejiye ve jeopolitik ilkelere etkisi
Spielberg'in yaptığı, başrollerini Tom Hanks ve Matt Damon'ın paylaştığı " Er Ryan'ı Kurtarmak " (Saving Private Ryan) adlı film savaşta cesaretin yetmediğini, aynı zamanda metanet gerektiğini anlatan çarpıcı bir hikâye. Özellikle filmin ilk dakikalarında başarıyla sahnelenen Normandiya çıkarması o kadar gerçekçi ki seyirciler yumuşacık koltuklara ve ellerindeki patlamış mısır paketlerine rağmen savaştan yoruluyorlar: " Artık bitsin bu katliam " diye düşünmeye başlıyor insan. Kopan kolların bacakların havada uçuştuğu bu sahneler sıradan kahramanlık filmleri gibi şiddeti estetize etmek yerine olduğu gibi, belki mezbaha gibi gözler önüne serdiği için aslında sanat dahi sayılmaz… Geçelim. Evet… Gerçek bir savaşta, ölüm her yeri kapladığında ölmek değil yaşamaktır tesadüf. Her taşın altında yaşamı bitirebilecek bir mayın, her çalının ardında vücutları delik deşik edecek bir namlu… 1000 kişilik bir taburdan sadece bir kaç askerin canlı olarak geri döneceğini herkesin bildiği gerçek savaşta ölmeyi bayılmak zanneden tatlısu kahramanları çok uzun yaşamazlar. Cesaret ve metanet asker için gerekli vasıfların başında gelir Savaş sıradan insanları sıra dışı baskılara maruz bırakır ve askerin bu baskıya nasıl tepki vereceği önceden kestirilemez. (Bkz. Savaş, Cihad ve Şehadet) Meselâ siz bu yazıyı okumayı bitirdiğinizde 2 veya 3 Amerikan askeri daha intihar etmiş olacak. Zira kendi kendini öldüren Amerikan askerlerinin sayısı savaşta vurulanlardan fazla: ABD'de günde 22 asker intihar eder, her 65 dakikada bir! Neden? Çünkü ölüm korkusunu yenmek için uyarıcı moleküller kullanırlar. Yani ABD askerleri hem vicdanî itirazları hem de acıkma, yorgunluk gibi belirtileri askıya alan uyuşturucu maddelerin etkisi altında savaşırlar. Zaten Irak'ta, Afganistan'da bu kadar çok çocuğun bu " kolaylıkta " öldürülebilmesi başka türlü açıklanabilir mi? Elbette birkaç fanatik veya psikopat araya karışmış olabilirdi ama normal şartlarda Kansas'tan, Wisconsin yahut Ohio'dan gelen 20 yaşlarında bir gencin Abu Graib hapishanesinde o iğrenç işkenceleri yapması mümkün değil. Hele cesetlere sarılıp gülerek poz vermeler, uzuvlarını kesip cebinde saklamalar vs. Cesaret veren kimyasal madde etkisiyle vahşileşen, ayılınca yaşamaktan utanıp intihar eden askerler ABD'ye has değil. 2ci Dünya savaşı sırasında Almanların Polonya, Belçika ve Fransa'yı işgali o kadar hızlı gerçekleşti ki Yıldırım savaşı (Alm. Blitzkrieg) adı verilen taktik bugün dahi askerî uzmanlarla tarihçilerin dikkatini çekmeye devam ediyor. Hiç şüphesiz Almanların savaş araçlarında teknik üstünlüğü vardı. Bunun yanında askerlerin savaşa hazırlığı, eşgüdüm ve lojistik unsurlar da düşmanlarınkinden üstündü. Ancak her şeye rağmen Alman piyadesinin sırtta 20 kg'lık çantayla günde 60 km yürüyebilmesi,-20°C'de Ruslarla savaşabilmesi, pilotların ve panzer sürücülerinin 18 saat hiç dinlenmeden, yemeden, içmeden, uyumadan görev yapabilmesi teknik üstünlük veya becerikli komutanlarla açıklanabilecek bir şey değildi. Doğru cevap pervitin ya da askerler arasında bilinen adıyla «Panzerschokolade». İşte Blitzkrieg sırasında Alman askerlerinin dopingli futbolcular gibi metanet göstermesi, korkusuz, neşeli ve konuşkan olması, acıkma, yorulma ve uyuklama nedir bilmeden savaşmasının sebebi buydu. Tabi Hitler Almanyası askeri robotlaştıran maddelerin kullanımında yalnız değildi; Amerikalılar o zamanlar ritalin kullanıyorlardı, İngilizler ise
Siyasetçinin, askerin, komutanın, medya ve sivil halkın savaşı algılaması
Teknolojik değişimlerin stratejiye ve jeopolitik ilkelere etkisi
Geçen bölümlerde (1, 2) taktik ve strateji arasındaki farklardan yani savaşın siyasetle olan ilişkisinden ve savaşan ünitelerin yönetilmesinden bahsettik. Bu bölümden itibaren savaşın psikolojik veçhesini yani halkın, komutanların ve askerlerin maruz kaldıkları nefsanî baskıları ele alacağız. Zira savaş zıt tabiatlı iki ilmin aynı anda icra edildiği bir saha: Bir yandan zırh kalınlığı, hız, menzil gibi teknik unsurlara, planlanması ve soğukkanlılıkla idare edilmesi gereken eylemlere bağlı siyasal bir süreç, Diğer yandan ulusal/ bölgesel/ dinî aidiyetlerden ve ferdî değerlerden kaynaklanan cesarete, fedâkarlığa, öfkeye, intikam arzusuna, halkın ve askerlerin metanetine bağlı hissî bir oluşum. Savaşın " teknik " ve " hissî " unsurları birbirine karışmayan iki konu değil tersine birbirinden beslenen, biri diğerine fayda sağladığı kadar zarar da verebilen iki cephe gibidir: " … Her askerî faaliyet doğrudan doğruya veya dolaylı olarak çarpışmakla ilgilidir. Asker sadece uygun zamanda ve uygun yerde çarpışmak için orduya alınır, giydirilir, silahlandırılır, eğitilir, uyutulur, yer içer ve yürür […] Gerçek alemde savaş böyle bir defada gerilimi boşalan aşırı bir şey değildir; hep aynı biçimde ve aynı ölçüde gelişen güçlerin değil, kah atalet ve sürtünmenin karşısında çıkardığı direnmeyi yenecek dereceye çıkan, kah hiç bir etkisi olmayan güçlerin eseridir. Savaş bir bakıma şiddetin düzenli kalp atışlarına benzer, kısa veya uzun bir süre içinde gevşeyip gücünü yitirir. Diğer bir deyişle, amacına erken veya geç, ulaşır, fakat katettiği yol boyunca bu amacı şu veya bu yönde etkileyecek ve yol gösterici bir zekanın iradesine bağlı kalacak kadar sürer. Bu itibarla, savaşın politik bir amaçtan doğduğunu düşünecek olursak, bu amacın sonuna kadar ona yön vermesini doğal karşılamak gerekir. Bununla birlikte, politik amaç zorba bir kanun koyucu değildir; elindeki araçların niteliğine uymak zorundadır ve bunun için de zaman zaman değişikliklere uğrar, fakat yine de ön plandaki yerini muhafaza eder. Böylece politika savaş eylemi ile iç içedir ve onun üzerinde savaşın patlayıcı güçlerinin elverdiği ölçüde sürekli bir etki icra etmekten geri kalmaz … " (*) Düşmanı en çok öldüren değil kendine en çok benzeten kazanır. Zira düşmanınız size dönüştüğü ölçüde maneviyatını kaybeder ve sizin değerlerinizi savunmaya başlar. Bu yüzden Savaş sadece tank-topla yapılmaz. Psikolojik harp ve beyin yıkama bazen silahlardan çok daha hızlı ve kesin neticeler verir. (Bkz. Beyin yıkama ve psikolojik harp) Tam da bu sebeple savaşan ülkeler silahların çokluğu ve gücü kadar kendi askerlerinin maruz kaldığı nefsanî baskılara karşı tedbirler alırlar. Yine aynı sebeple düşman halkları ve orduları fikren, manen yıkmaya çalışırlar. Bunun en uzun süreli ve geniş kapsamlı örneği şüphesiz Hollywood-Pentagon arasında 50 yıldır süren işbirliğidir. Hollywood zihinleri hazırlar, Pentagon saldırır. Zira savaşın algısını yönetmek gerçeğini yönetmekten DAHA önemlidir: " … Savaş nedenleri ne kadar önemli ve güçlü olursa, milletin tüm varlığını o kadar derinden etkiler. Savaştan önceki gerginlik ne kadar şiddetli olursa, savaş mutlak ve soyut şekline o kadar yaklaşır; savaş düşmanın imhasına
Siyasetçinin, askerin, komutanın, medya ve sivil halkın savaşı algılaması
Teknolojik değişimlerin stratejiye ve jeopolitik ilkelere etkisi
İnsan bilimsel bir varlık değildir yani akl-ı meaşın ötesine geçemeyen pozitif bilimler ile İnsan'ı ve dünya ile kurduğu münasebeti, ekonomiyi, tarihi, aileyi, şehirleri açıklayamazsınız. (Bkz. Akıl / Reason / Intelligence / ا ﻟ ﻌ ﻘ ﻞ) Yakıtı İnsan vücudu olan savaş makinesi de böyledir; mekanik teorileri reddeder. Prusyalı General Clausewitz'in tabiriyle " savaş bukalemun gibidir ". Savaşın istenmesi, başlatılması soğuk stratejik bir zemindedir; geçen bölümde anlattığımız gibi savaş siyasetin başka araçlarla devamıdır. Hatta savaşın ikinci bir soğuk veçhesi daha var o da mühendislik: Zırhların kalınlığı, füzelerin menzili, uçakların hızı… Yani savaşın neticesini etkileyen iki faktör siyaset ve mühendislik. Ancak bir çok savaş önceden hesaplandığı gibi bitmez. Küçücük ordular, bazen silahı, yiyeceği olmayan bir avuç insan koskoca bir ordunun hedefine ulaşmasına engel olur. Bilimsel olarak MUTLAKA kazanılması gereken savaş hezimete dönüşür. Pozitivist körlükten muzdarib olan modern insanların inanmakta zorluk çektiği bu gerçek, 15 Temmuz Direnişi esnasında bir kez daha ispat edildi: Kesin öleceğini bilen Ömer Halisdemir darbecilerin komutanını vurdu; silahsız halk askerlerin elindeki tüfekleri tutup çekti; tankların önünde yattı, arabasını tankın önüne koyup yolu kapattı. (Bkz. İnsan bilimsel bir kavram değildir) 15 Temmuz Şehitler Köprüsü adını alan eski Boğaz Köprüsü'nde zırh delici mermiler sadece öldürmüyor bazen kafa koparıyor bazen de vücutları ikiye bölüyordu. Tecrübeli askerleri bile delirtebilecek bir vahşet! Ama bunu gördüğü halde tanklara doğru yürümeye devam etti insanlar. Bunun bilimsel açıklaması yok. Yani eğer bilim kendisini doğum ile ölüm arasına hapsettiyse, Ahiret'i yok saydıysa Ahiret'e göre yaşayan insanların davranışlarını elbette açıklayamaz. (Bkz. Bir Pozitivizm Eleştirisi) Yoksa şehitliğin de ilmi vardır. Tabi eğer savaşı kahramanlıktan ve askerlerin manevî gücünden ibaret görürsek bu defa Sarıkamış'ı, Yemen'i açıklamak zorlaşır. Savaş gerçeğini maneviyatsız anlayamayız ama maneviyattan ibaret bir faaliyet gibi de göremeyiz. Kısacası savaşı sadece siyasî, teknik veya manevî veçhesinden ibaretmiş gibi değerlendirmek imkânsız. Zannediyorum Clausewitz'in " bukalemun " tabirinin sebebi de böylece netleşiyor: " … Bir devlet adamının, bir başkomutanın ilk, en önemli ve hayatî kararı, giriştiği savaşın türünü doğru olarak değerlendirmek ve böylece onu olmadığı bir şey yerine koymamak ve olamayacağı bir şey olmasını istememektir. Stratejik sorunların birincisi, en geniş kapsamlısı budur. […] Savaş, her somut olayda niteliğini bir ölçüde değiştiren sahici bir bukalemun olmakla kalmayıp, aynı zamanda, bir bütün olarak bakıldığında, belirgin eğilimleri bakımından üç yanlı şaşırtıcı bir olaydır: Bir yanda, özünü teşkil eden şiddet, doğal ve kör bir içgüdü sayılması gereken kin ve nefret; öte yanda, savaşı matematiksel/bilimsel bir faaliyet haline getiren teknik veçhesi; ihtimal hesapları ve tesadüfler; son olarak da, savaşı salt siyasî akla bağlayan bir politik araç oluşu. Bu üç veçhenin birincisi daha çok milleti, ikincisi daha çok komutanı ve ordusunu, üçüncüsü daha
Siyasetçinin, askerin, komutanın, medya ve sivil halkın savaşı algılaması
Teknolojik değişimlerin stratejiye ve jeopolitik ilkelere etkisi
4cü sürümle eklenen yeni terimler: Paraklitos, Hudud, Ehliyet, Zâhir ve Batın, Barış, Unutmak.
İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler. Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik?
“Aydınlanma” ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü.
Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlık akıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir.
İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Nedir medeniyet? Opera? Demokrasi? Parklar ve bahçelerle süslü şehirler? Metro? Asansör? Aydınlanma(?) çağının karanlık dehlizlerinde kaybolan bizler için medeniyet ve kültürü ayırdetmek zor. Kelimelerimizi kaybettik. Ama şurası kesin: Hiroşima, Gazze ve Halep’te şehirleri (medineleri) haritadan silen Batı’ya “medenî” diyenler büyük bir suç işliyorlar. Zira katil bir insanı bir kere öldürür ama katile “katil” demeyenler içlerindeki insanlığı, vicdanı öldürmüş olurlar. (Vicdan / Conscious / Conscience / ضمير)
Bu yüzden Batı’nın medeniyet değil ancak bir kültür olduğu söylenmelidir. Kendine has mimarîsi, müziği, edebiyatı vardır. Hatta dünyaya dayattığı teknolojisi, ticareti vardır. Ama medeniyet (مدنية) kültürden farklı bir mefhumdur. Medeniyet dünyevî zaferler peşinde koşan maddî/ parasal/ teknolojik bir tahakküm sistemi değildir. (Düzen / System / Système / المنظومة) Birlikte barış içinde yaşanan bir şehir hayatından mülhem olduğundan (fr. Cité / Civique/ Civile / civilisation) medineleri çağrıştırır bu kelime. İçtimaî menzili olan, ahlâkî bir eftaliyet bildiren medeniyet mefhumunun temeli uhrevîdir. Medeniyet zaviyesinde insan birey değil kuldur. (İnsan / Birey / Kul / Homo Economicus / إنساني) Bir başka deyişle kulluk şuuru olmaksızın yaşayan, kendi ölümüne inanmayan hazcı insanlar medeniyet inşaa edemezler. Çünkü maneviyattan mahrum kalmış cemiyetler ancak menfaat üzere bir araya gelip ateşkes yapabilirler; barış yapamazlar.( Barış / Sulh / Peace / Paix / صلح / سلام ) Bu toplumların ihdas ettikleri bürokrasi ve piyasa gibi fayda odaklı müesseseler iyilik değil fayda amaçlıdır. (Fayda / utility / utilité / فائدة) Bu kurumların yüksek duvarlarıyla birbirinden koparılan insancıklar böylesi ortamlarda elbette mutlu olamazlar; mutluluğun ne olduğunu dahi bilmeksizin sadece geçici tatminler peşinde koşarlar. (Mutluluk / Tatmin / Bonheur /Satisfaction / سعادة)
Ya Batılılar? Herşeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insan türü nasıl çıktı ortaya? (Değer / Kıymet / Value / Valeur / قيمة) Rönesans denilen süreç gerçekte bir çok şeyin ölüm fermanıydı. Aydınlanma(?) çağıyla başlayan karanlık devirde ise Vatikan’a inat seküler bir felsefe, sanat ve bilim anlayışıyla ihdas edilen Batı kültürü tam bir tepki-itiraz kültürü oldu. Batı artık ne istediğini değil ne istemediğini tarif ediyordu. Greko-Romen çağını ihya bahanesiyle sadece göstermelik bir taklit yapıldı. Zira taklit edilen sûretler asırlardır gerçek hayatlarından mahrum bırakılmıştı. Ne yazık ki medeniyetten uzaklaşan Batı ticaret ve şiddetin cebbar gücüyle İslâmistan da dahil bütün dünyayı zincire vurup yerlerde sürüklemeyi başardı.(İslâmistan / Land of Islam / ديار الإسلام)
Evet… Kimileri adaletle hükmedilmiş mülkler bıraktılar geriye; kimileriyse kan ve göz yaşıyla, kul hakkıyla çimentosu karılmış duvarlar, piramitler, kuleler. Elinizdeki bu kitap şu veya bu medeniyeti anlatma değil medeniyet mefhumunun derinlerine inme derdinde. İnsanlar arasındaki münasebetleri yani muhabbet, merhamet, adalet, ticaret ve şiddeti yönetebilme gücü açısından medeniyet mefhumuna yeni bir bakış açısı teklif ediyor. Miras olarak köprü bırakanlarla duvar bırakanları tefrik etmeye yarayacak bir bakış açısı. Buradan indirebilirsiniz.
Güzelliği fehmedemeyenlerin onu ölçmeyi vehmetmesi bir rastlantı değil. Rönesansçı zeminde güzel ve güzellik kavramı öylesine aşındı ki bugün “güzellik yarışmaları” yapılıyor. Güzellik’i kilogram ve santimetreler cinsinden ölçüp genç kadınları en güzelden en çirkine doğru dizebiliyorlar. Verimli inekler, ucuz otomobiller ve fabrikadaki kusurlu yedek parçalar gibi. (Bkz. Derin Lügat: Güzellik / Cazibe / Attraction). Sonradan bütün dünyaya dayatılacak olan Avrupa sanatı Rönesans’tan itibaren bilimselleşti. Anatomi, optik, matematik kuralları ve özellikle de merkezî perspektif sanatta insanî ifade imkânını sınırladı. Sömürgeciliği, dünya savaşlarını ve insanları homo-economicus zanneden ideolojileri doğuran işte bu zihniyet oldu.
Rönesans’ın yaptığı tahribatlardan biri, belki de en önemlisi mekân tasavvuru. Zira merkezî perspektifi Rönensans dogmaları arasına sokanlar ressam değil mimar ve matematikçiydi: Brunelleschi, Piero Della Francesca, Andrea Mantegna, Leon Battista Alberti… Fakat ne yazık ki ülkemiz ressamları halen Rönesans’ın kazdığı çukurun dibini sanatın doruğu sanmaktalar. Merkezî perspektif İnsan’ın etik ve estetik hürriyetine zincir vuran bir dünya tasavvurunu gözlerimize (=aklımıza) dayatıyor. Çünkü yalanlardan oluşan bir “akaid” üzerine bina edilmiş: Erwin Panofsky’nin tabiriyle:
« Tamamen rasyonel, başka bir deyişle sonsuz, sabit ve homojen bir mekân inşasını garanti edebilmek için merkezi perspektif aslında dile getirilmeyen son derece önemli öncüllerden/ mukaddemattan hareket eder: Bunlardan birincisi, hareketsiz tek bir gözle bakıyor olduğumuz öncülüdür; diğeri ise, görme piramidini bölen düzlemsel arakesitin, bizim optik imgemize muadil bir reprodüksiyon olduğudur. Aslında bu iki öncül de, gerçekliğin (tabii burada “gerçeklik” derken, hakiki, öznel optik izlenimi kastediyorsak) epey cüretkâr soyutlamalarıdır. » (Perspektif: Simgesel bir biçim, alm. Die Perspektive als “symbolische Form”, 1924)
Gerçekte mekân tekdüze/homojen bir varlık değildir, durağan/statik değildir. Olan her şeye olma imkânı veren mümkünat âleminin illâ bir şeyi ihtiva ettiğini iddia edeceksek bu sebepler ve sonuçlar olabilir; cisimler ya da vücutlar değil. (Bkz. Derin Lügat: Nedensellik / Causality / العلاقة السببية ) Zira Kant ya da Descartes’in vehmettiği ve bizi akvaryum balıkları gibi hapseden aşılmaz cam duvarlar yok etrafımızda. Hareketlerimizi ve tercihlerimizi mümkün kılan, hatta nefsanî serbestlik ile insanî özgürlük arasında her an yeniden özgürce tercih yapmamıza imkân veren bir kudret tecellisi var. (Bkz. Hayvan Serbesttir, İnsan Özgürdür)
İnsanlık asırlardır hapsolduğu merkezî perspektiften kurtulabilir; kurtulmalıdır da. Bu kurtuluşun neticeleri ise sadece sanatla sınırlı kalmayacak, ahlâkî, siyasî, felsefî tekâmüllere kapı açacaktır.
Rönesans’ın Kara Kitabı bu kurtuluşa katkıda bulunmak amacıyla yazıldı. Başta Pavel Florenski ve Erwin Panofsky olmak üzere George Orwell, Juhani Pallasmaa, Michel Foucault, Ahmed Yüksel Özemre, Zygmunt Bauman, Stanley Kubrick, Cemil Meriç, Henri Lefebvre, Lucien Lévy-Bruhl, Rasim Özdenören, Mircea Eliade, René Guénon gibi sanatçı ve düşünürlerin eserlerinden ve iki değerli araştırmacımızın, Ozan Avcı ile Gönül Eda Özgül’ün makalelerinden istifade edildi. Buradan indirebilirsiniz.