Kafkas Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
J. M. Coetzee’nin 1986 yılında yayımladığı ve Defoe’nun Robinson Crusoe adlı romanının yeniden ya... more J. M. Coetzee’nin 1986 yılında yayımladığı ve Defoe’nun Robinson Crusoe adlı romanının yeniden yazımı olan Foe (Düşman) adlı romanı sömürgecilik, beyaz olmayan halkların üzerinde kurulan egemenlik ile hayvanlar üzerinde kurulan egemenliği birlikte harmanlar. Romanda bu konuları bir araya getiren figür; bir yandan sömürgeleştirilen insanı, bir yandan da hayvanı temsil eden dilsiz ve bu nedenle öykü-süz Friday (Cuma) karakteridir. Sadece insana özgü bir iletişim aracı olarak görülen dil, insanın hayvan üzerinde kurduğu egemenliği ve bunun sonucunda gelişen şiddet biçimlerini meşrulaştırmak üzere kullanılmaktadır. Ancak dil bir taraftan da dışarıya çıkış olanağı bırakmayan kapalı bir sistem, bir hapishane olarak görülmeye başlanmıştır. Bu nedenle onun dışında olmak, insanın hayvandan ayrılırken geride bıraktığı özgürlük anlamına da gelir. Defoe’nun Crusoe’su hem Cuma hem de insan-dışı doğa üzerindeki egemenliğini, dile ve öyküye egemen olmakla kurarken Coetzee’nin Cruso’su, insan-dışı ...
Ex Machina (2015) is a postmodern Gothic sci-fi movie by Alex Garland, implicitly illustrating th... more Ex Machina (2015) is a postmodern Gothic sci-fi movie by Alex Garland, implicitly illustrating the workings of humanization, dehumanization, and marginalization through its android character Ava. Ava’s interaction with people reveals humanity’s biased perspectives and problems. She enables the audience to see that inorganic anthropomorphic bodies mimicking human behaviors and cognitive skills converge on humans and become strangely humanized. Yet creating uncanny sensations in humans, these bodies become a new group of “others” who belong outside the boundaries of humanness so much so that they exist on the threshold of monstrosity. Furthermore, due to their anthropomorphic appearance, they cannot avoid human hierarchies of race and gender. However, once they become perceived as humans, they learn to use human methods to survive including the wicked ones. Ex Machina thus demonstrates that the process of dehumanization not only creates injustices to dehumanized groups but results in ...
Şiirsel Tas’in cocuk kitabi olarak yayimladigi Sekoyana’nin Kapilari (2017), kucuk bir cocugun bi... more Şiirsel Tas’in cocuk kitabi olarak yayimladigi Sekoyana’nin Kapilari (2017), kucuk bir cocugun bilge bir kadindan agaclarin, hayvanlarin, daglarin, suyun yani insan disi doganin dilini ogrenme surecini anlatir. Saclari agarmak yerine yesermis Sekoyana dort kapisinin her biri doganin farkli anlamlarina acilan kucuk, basit bir kulubede yasamaktadir. Cocuk bu kulubede kaldigi kisa sure icinde dogayi dinlemeyi ve okumayi, insan disi varliklarin onlari dinlemesini bilenlerle konusabildigini, bu dilin duyu organlarinin tumuyle, ama ozellikle dokunmayla ilgili oldugu bilgisini edinecektir. Insan ve insan olmayan doganin arasina cekilen ayraclar icinde gunumuzde en yaygin olarak tartisilani “dil”dir. Dile sahip olmak insani tum diger canlilarin en ustunde konumlandirmak icin kaldirac gorevi gorur. Oysa dilin yalnizca insana ozgu olmadigi, insan disi varliklarin da kendi aralarinda cok karmasik iletisim sistemleri kurdugu ve birbirlerinin varliklarindan, durumlarindan haberdar olduklari, in...
Ataturk Universitesi Sosyal Bilimler Enstitusu Dergisi, 2014
This paper aims at looking into the concept of play and its manifestations in language and art in... more This paper aims at looking into the concept of play and its manifestations in language and art in Margaret Atwood’s dystopian novel The Handmaid’s Tale by utilizing the theories of Johan Huizinga, who, in his study Homo Ludens, argues that civilization itself is an outgrowth of play. By examining the ways play subverts oppressive strategies, it offers a larger view of the disarming and overpowering potential of the ingenious and humorous usage of language and exercise of art as extensions of play. The Handmaid’s Tale is narrated by a woman whose function is reduced to the reproductive capacity of her body. Every individual in this society has their assigned places and roles, and any deviation from them is punishable by no less than death. For the authorities of the Republic of Gilead committed themselves to return to a biblically ordained order in which the minimum suffices and there is no place for any forms of excess. However, as Atwood demonstrates, life reduced to biological necessities alone goes against life itself. For that reason, Gileadean regime inadvertently gives rise to subversive acts not only from the oppressed but from the oppressors themselves. Under such severe oppression, subversion asumes a shape that at first sight appears harmless: the human propensity for play. As opposed to the stipulated order in Gilead in which everything is defined by function, play is based on excess, a surplus of need and necessity. Moreover, based on the voluntary participation of all participants, it is an equalizing arena in which one player can only be defeated by a more ingenious one. Therefore, in this paper play will be examined as a platform on which socially-constructed categories based on power structures are fundamentally rejected.
Encarnac (c) iones: teoría (s) de los cuerpos, …, 2008
... mentales femeninos. La extirpación del clítoris, la extirpación de los ovarios o las cauteriz... more ... mentales femeninos. La extirpación del clítoris, la extirpación de los ovarios o las cauterizaciones son ejemplos de soluciones quirúrgicas ante casos de histeria, masturbación o ninfomanía. Las representaciones también fueron cru
This article discusses The Friar’s Tale and The Summoner’s Tale as Chaucer’s commentary on the so... more This article discusses The Friar’s Tale and The Summoner’s Tale as Chaucer’s commentary on the socioeconomic transformation that heralded the approach of mercantile economy, which would radically alter men’s social and existential position.
Unutulmuş Bir Dili Canlandırmak: Sekoyana’nın Kapıları’nda Doğa Okuryazarlığı, 2018
Şiirsel Taş’ın çocuk kitabı olarak yayımladığı Sekoyana’nın Kapıları (2017), küçük bir çocuğun bi... more Şiirsel Taş’ın çocuk kitabı olarak yayımladığı Sekoyana’nın Kapıları (2017), küçük bir çocuğun bilge bir kadından ağaçların, hayvanların, dağların, suyun yani insan dışı doğanın dilini öğrenme sürecini anlatır. Saçları ağarmak yerine yeşermiş Sekoyana dört kapısının her biri doğanın farklı anlamlarına açılan küçük, basit bir kulübede yaşamaktadır. Çocuk bu kulübede kaldığı kısa süre içinde doğayı dinlemeyi ve okumayı, insan dışı varlıkların onları dinlemesini bilenlerle konuşabildiğini, bu dilin duyu organlarının tümüyle, ama özellikle dokunmayla ilgili olduğu bilgisini edinecektir. İnsan ve insan olmayan doğanın arasına çekilen ayraçlar içinde günümüzde en yaygın olarak tartışılanı “dil”dir. Dile sahip olmak insanı tüm diğer canlıların en üstünde konumlandırmak için kaldıraç görevi görür. Oysa dilin yalnızca insana özgü olmadığı, insan dışı varlıkların da kendi aralarında çok karmaşık iletişim sistemleri kurduğu ve birbirlerinin varlıklarından, durumlarından haberdar oldukları, insanın üstünlüğü iddialarını önemli ölçüde zayıflatmıştır. Ayrıca insana ait dilin bir ayrıcalıktan çok, dış gerçekliğin üstünü örten bir hapishane olduğunun tartışılmaya başlanması, insanın avantajını dezavantaja çevirmiştir. Sembolik dile hapsolmuş insanın bu duvarları yıkabilmesinin anahtarı diğer varlıkların dilini (yeniden) öğrenmesi ve onları dinlemeye, okumaya çalışmasıdır. Serpil Opperman’ın madde-metin olarak adlandırdığı ve doğada canlı cansız her varlığın bedeninde, maddesinde barındırdığı öyküler, metinler, onları okumayı ya da dinlemeyi bilenlere kendilerine ilişkin bambaşka dünyaları sunarlar. Şiirsel Taş’ın kitabının hedef kitlesi olan çocuklar bu dili en çabuk öğrenebilen grubu oluşturur. Çünkü çocuklar, teknolojik oyuncakların ve kapitalist tüketim süreçlerinin ağlarına büyüklerden daha az dolanmış durumdadırlar. Doğadaki tüm varlıkların içkin bir değere sahip olduğu düşüncesine dayanan ekolojik adaleti tesis etmenin yolu ekolojik bilinç sahibi çocuklar yetiştirmekten geçer. Sekoya’nın Kapıları bu yolun tam da bu yolun başladığı noktaya açılmaktadır.
İzmir Felsefe Günleri (2017-2018) Bildiri Kitabı, 2018
Ütopya düşüncesi ilk yazınsal yapıtlardan ve kutsal metinlerden itibaren insanların ideal bir yaş... more Ütopya düşüncesi ilk yazınsal yapıtlardan ve kutsal metinlerden itibaren insanların ideal bir yaşam biçimi özlemlerinin ifadeleri olmuştur. Ütopyanın son on yıllara damgasını vuran ekol insanın doğa ile sürdürdüğü eşitsiz ilişki sonucu oluşan doğal yaşamın tahribatı nedeniyle insan ve insan-dışı doğa arasındaki ilişkilerin daha eşitlikçi modellerinin arandığı ve doğaya karşıt konumlandırılmayan alternatif kültürel ifadelerin olanaklarının sorgulandığı ekolojik ütopyalar, yani ekotopyalardır. Bu terimi ilk kullanan aynı adlı romanın yazarı Ernest Callenbach’tır. Callenbach’ın Ekotopya romanı geçmiş ütopik yapıtların odağına alınmayan insan-doğa hiyerarşisini sorgularken Altın Çağ ve onun referansı paleolitik döneme ait, bütünselci, baskısız ve özgür dünyanın çağımız koşullarında tekrar nasıl üretilebileceğinin bir örneğini vermektedir.
ECOTOPIA FROM SACRED TEXTS TO THE PRESENT
From the earliest known literary works and sacred texts, the idea of utopia reflects human nostalgia for an ideal way of life. Among the utopias that have marked the last decades are “ecotopias,” which, as a reaction to the destruction of nature due to the unequal and unbalanced relationship between its human and non-human participants, seek egalitarian models for the relationships between the two and alternative cultural expressions where culture is not located in opposition to nature. Ernest Callenbach, who entitled his 1975 novel “Ecotopia” is the first to coin the term. While interrogating the mostly marginalized human and non-human hierarchy in utopian works, Ecotopia provides an example for the possibilities of reproducing, under the conditions of our technological age, the holistic, unrepressed, and free world of the Golden Age and its referent Paleolithic age.
FOLIA LINGUISTICA ET LITTERARIA – ČASOPIS ZA NAUKU O JEZIKU I KNJIŽEVNOSTI (24), 2018
The quest that Kate Chopin’s heroine Edna Pontellier undertakes in The Awakening begins in the s... more The quest that Kate Chopin’s heroine Edna Pontellier undertakes in The Awakening begins in the summer she spends in Grand Isle in the sensuous atmosphere of the Creole society and her newly found self with Madame Ratignolle and Robert Lebrun. The former, whom Chopin calls mother-woman, embodies all the qualities of womanly beauty, virtue and motherly attachment. With her, Edna, an orphan who lost her mother at a very young age, awakens to an emptiness left by her mother’s loss, which she had formerly tried to repress. Although the novel has often been read from the perspective of sexual awakening, her awakening involves a deeper and archaic need for mother. Edna tries to satisfy her maternal yearnings first with Madame Ratignolle and then with Robert, who has to compete with her for priority in Edna’s life. Next to these flesh and blood substitutes for mother, there is the sea, astronger maternal force that murmurs to Edna in sonorous tones at the key points ofher gradual awakening. In the end, Edna answers the entreaty of the sea leaving behind not only her husband and children but also the two characters that had substituted for her mother. At the end Edna’s need for mother is seen to be a need for transcendence rather than a physical embodiment that can be found in the immanent world, and despite their competitive representations, both Madame Ratignolle and Robert Lebrun prove in the end to be digressions on her journey to her final destination, the sea.
Ayla Kutlu Edebiyatı: 1. Kadın Yazarlar Sempozyumu Bildiriler Kitabı, 2011
Doğa, Ayla Kutlu’nun pek çok yapıtında çok önemli bir yere sahiptir ancak Kadın Destanı, insan-do... more Doğa, Ayla Kutlu’nun pek çok yapıtında çok önemli bir yere sahiptir ancak Kadın Destanı, insan-doğa ilişkileri açısından yazarın en kökten duruşunu sergiler. Bu romanda Kutlu, uygarlığın en başına, Sümer’e yolculuk yapar ve Gılgameş adıyla bilinen ve aynı adlı kahramanın serüvenlerinin anlatıldığı destanı yeniden ve Gılgameş’in karşısında konumlanan bir kadının, Liyotani’nin, bakış açısından bir bakıma tersten yazar. Kültür ve doğa arasında süregelmekte olan karşıtlığa tarihte ilk uygarlık olarak kabul edilen Sümerlerde rastlarız. Gılgameş mecazi olarak insan eliyle oluşturulan kültürün vahşi doğayı alt etmesini anlatır; ancak doğayla birlikte uygarlığın çeperlerine itilen, doğurganlığı kendisine karşı bir silah haline getirilen kadındır. Bu çalışma, Kadın Destanı’nı, ataerkil düzenin inşasında doğa ve kadının dışlanmasının eşzamanlılığının bir anlatısı olarak irdelemek amacındadır. Doğa ve kadın, bütünlüklerinden koparılarak erkek kültür tarafından bir yararlanılacak bir “kaynak”a indirgenmekle kalmamış, kendilerine yabancılaştırılmışlardır. Bu değişim, tarih öncesi çağların bütünselci Magna Mater’inin tarım devrimi sonrasında şekillenen bereket simgesi Toprak Ana’ya evrilmesini anlatır. Bu süreçte doğa, hem epistemolojik, hem de—vahşi doğadan bahçeye ve tarlaya ve nihai olarak da kente doğru yolculuğunda—teleolojik anlamda nesne haline getirilirken kadın da bakire, cadı-büyücü ve anne olarak bölünür (Merchant, Earthcare 29). Anlatıcı Liyotani’nin Nippukir’e dönüşmesi, ataerkil yapı içinde kadının bu türden bölünmüş tanımlanmalarının göstergesidir. Romanda Liyotani’nin kendi öyküsünü anlatması, bu bölünmüşlükten bütünlüğe, binlerce yıldır süren sessizlikten dile, nesneden özneye doğru ilerlemesine işaret eder. Liyotani’nin öyküsüne eşlik eden doğa imgeleri; Kadın Destanı’nın yalnızca kadının değil, doğanın da “dile gelme”sinin, yalnızca Liyotani’nin değil, parçalanan doğanın da bütünlüğüne kavuşmasının, daha da ötesi, dil ve beden, kültür (insan) ve doğa gibi ayrımların da sona erdirilmesinin olabilirliğinin bir anlatısı olduğuna işaret etmektedir.
Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2014
This paper aims at looking into the concept of play and its manifestations in language and art in... more This paper aims at looking into the concept of play and its manifestations in language and art in Margaret Atwood’s dystopian novel The Handmaid’s Tale by utilizing the theories of Johan Huizinga, who, in his study Homo Ludens , argues that civilization itself is an outgrowth of play. By examining the ways play subverts oppressive strategies, it offers a larger view of the disarming and overpowering potential of the ingenious and humorous usage of language and exercise of art as extensions of play. The Handmaid’s Tale is narrated by a woman whose function is reduced to the reproductive capacity of her body. Every individual in this society has their assigned places and roles, and any deviation from them is punishable by no less than death. For the authorities of the Republic of Gilead committed themselves to return to a biblically ordained order in which the minimum suffices and there is no place for any forms of excess. However, as Atwood demonstrates, life reduced to biological necessities alone goes against life itself. For that reason, Gileadean regime inadvertently gives rise to subversive acts not only from the oppressed but from the oppressors themselves. Under such severe oppression, subversion assumes a shape that at first sight appears harmless: the human propensity for play. As opposed to the stipulated order in Gilead in which everything is defined by function, play is based on excess, a surplus of need and necessity. Moreover, based on the voluntary participation of all participants, it is an equalizing arena in which one player can only be defeated by a more ingenious one. Therefore, in this paper play will be examined as a platform on which socially-constructed categories based on power structures are fundamentally rejected.
Arundhati Roy’un Küçük Şeylerin Tanrısı adlı romanı egemenlik ilişkilerinin her türüne karşı radi... more Arundhati Roy’un Küçük Şeylerin Tanrısı adlı romanı egemenlik ilişkilerinin her türüne karşı radikal bir tavır sergiler. Her türden hiyerarşik yapılanmanın sınırlarını sorgulayarak tersyüz eden romanda; kast, sınıf, cinsiyet rolleri ve ırk hiyerarşisine kaynaklık eden sınırlara karşılık Roy, resmettiği sınır tanımaz karakterlerle, kronolojik anlatıya aykırı anlatı stratejisiyle ve sömürgecinin dili olan İngilizceyi norm dışı kullanmasıyla farklı bir alternatifi gündeme getirir. Her türlü ayrımın ortadan kalktığı bu yeni varoluş algısında, yalnızca insanlar arasındaki değil, insanla doğa arasındaki sınırlar da kaybolur. Roy büyük anlatılarda ses ve söz verilmeyen ezilenlerin dili olmayı hedefler bu romanda. Dünyayı insan dünyasının ezilenleri olan alt kastların, kadının, çocuğun gözünden görmekle kalmaz, dili olmayan doğanın da sesini duymaya çağırır okurunu. Bu makale, Küçük Şeylerin Tanrısı’nı; doğanın, ezilenler alanının en altındaki öğesi olduğunu, doğayla kadının ezilmelerinin eşzamanlılığını ve paralelliğini ve insanın doğaya tahakkümünün diğer tüm tahakküm biçimlerinin kaynağı olduğunu vurgulayan ekofeminist bir bakış açısıyla irdeleyerek, bunları romandaki izdüşüm ve örnekleriyle tartışmak amacını taşımaktadır
Kafkas Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
J. M. Coetzee’nin 1986 yılında yayımladığı ve Defoe’nun Robinson Crusoe adlı romanının yeniden ya... more J. M. Coetzee’nin 1986 yılında yayımladığı ve Defoe’nun Robinson Crusoe adlı romanının yeniden yazımı olan Foe (Düşman) adlı romanı sömürgecilik, beyaz olmayan halkların üzerinde kurulan egemenlik ile hayvanlar üzerinde kurulan egemenliği birlikte harmanlar. Romanda bu konuları bir araya getiren figür; bir yandan sömürgeleştirilen insanı, bir yandan da hayvanı temsil eden dilsiz ve bu nedenle öykü-süz Friday (Cuma) karakteridir. Sadece insana özgü bir iletişim aracı olarak görülen dil, insanın hayvan üzerinde kurduğu egemenliği ve bunun sonucunda gelişen şiddet biçimlerini meşrulaştırmak üzere kullanılmaktadır. Ancak dil bir taraftan da dışarıya çıkış olanağı bırakmayan kapalı bir sistem, bir hapishane olarak görülmeye başlanmıştır. Bu nedenle onun dışında olmak, insanın hayvandan ayrılırken geride bıraktığı özgürlük anlamına da gelir. Defoe’nun Crusoe’su hem Cuma hem de insan-dışı doğa üzerindeki egemenliğini, dile ve öyküye egemen olmakla kurarken Coetzee’nin Cruso’su, insan-dışı ...
Ex Machina (2015) is a postmodern Gothic sci-fi movie by Alex Garland, implicitly illustrating th... more Ex Machina (2015) is a postmodern Gothic sci-fi movie by Alex Garland, implicitly illustrating the workings of humanization, dehumanization, and marginalization through its android character Ava. Ava’s interaction with people reveals humanity’s biased perspectives and problems. She enables the audience to see that inorganic anthropomorphic bodies mimicking human behaviors and cognitive skills converge on humans and become strangely humanized. Yet creating uncanny sensations in humans, these bodies become a new group of “others” who belong outside the boundaries of humanness so much so that they exist on the threshold of monstrosity. Furthermore, due to their anthropomorphic appearance, they cannot avoid human hierarchies of race and gender. However, once they become perceived as humans, they learn to use human methods to survive including the wicked ones. Ex Machina thus demonstrates that the process of dehumanization not only creates injustices to dehumanized groups but results in ...
Şiirsel Tas’in cocuk kitabi olarak yayimladigi Sekoyana’nin Kapilari (2017), kucuk bir cocugun bi... more Şiirsel Tas’in cocuk kitabi olarak yayimladigi Sekoyana’nin Kapilari (2017), kucuk bir cocugun bilge bir kadindan agaclarin, hayvanlarin, daglarin, suyun yani insan disi doganin dilini ogrenme surecini anlatir. Saclari agarmak yerine yesermis Sekoyana dort kapisinin her biri doganin farkli anlamlarina acilan kucuk, basit bir kulubede yasamaktadir. Cocuk bu kulubede kaldigi kisa sure icinde dogayi dinlemeyi ve okumayi, insan disi varliklarin onlari dinlemesini bilenlerle konusabildigini, bu dilin duyu organlarinin tumuyle, ama ozellikle dokunmayla ilgili oldugu bilgisini edinecektir. Insan ve insan olmayan doganin arasina cekilen ayraclar icinde gunumuzde en yaygin olarak tartisilani “dil”dir. Dile sahip olmak insani tum diger canlilarin en ustunde konumlandirmak icin kaldirac gorevi gorur. Oysa dilin yalnizca insana ozgu olmadigi, insan disi varliklarin da kendi aralarinda cok karmasik iletisim sistemleri kurdugu ve birbirlerinin varliklarindan, durumlarindan haberdar olduklari, in...
Ataturk Universitesi Sosyal Bilimler Enstitusu Dergisi, 2014
This paper aims at looking into the concept of play and its manifestations in language and art in... more This paper aims at looking into the concept of play and its manifestations in language and art in Margaret Atwood’s dystopian novel The Handmaid’s Tale by utilizing the theories of Johan Huizinga, who, in his study Homo Ludens, argues that civilization itself is an outgrowth of play. By examining the ways play subverts oppressive strategies, it offers a larger view of the disarming and overpowering potential of the ingenious and humorous usage of language and exercise of art as extensions of play. The Handmaid’s Tale is narrated by a woman whose function is reduced to the reproductive capacity of her body. Every individual in this society has their assigned places and roles, and any deviation from them is punishable by no less than death. For the authorities of the Republic of Gilead committed themselves to return to a biblically ordained order in which the minimum suffices and there is no place for any forms of excess. However, as Atwood demonstrates, life reduced to biological necessities alone goes against life itself. For that reason, Gileadean regime inadvertently gives rise to subversive acts not only from the oppressed but from the oppressors themselves. Under such severe oppression, subversion asumes a shape that at first sight appears harmless: the human propensity for play. As opposed to the stipulated order in Gilead in which everything is defined by function, play is based on excess, a surplus of need and necessity. Moreover, based on the voluntary participation of all participants, it is an equalizing arena in which one player can only be defeated by a more ingenious one. Therefore, in this paper play will be examined as a platform on which socially-constructed categories based on power structures are fundamentally rejected.
Encarnac (c) iones: teoría (s) de los cuerpos, …, 2008
... mentales femeninos. La extirpación del clítoris, la extirpación de los ovarios o las cauteriz... more ... mentales femeninos. La extirpación del clítoris, la extirpación de los ovarios o las cauterizaciones son ejemplos de soluciones quirúrgicas ante casos de histeria, masturbación o ninfomanía. Las representaciones también fueron cru
This article discusses The Friar’s Tale and The Summoner’s Tale as Chaucer’s commentary on the so... more This article discusses The Friar’s Tale and The Summoner’s Tale as Chaucer’s commentary on the socioeconomic transformation that heralded the approach of mercantile economy, which would radically alter men’s social and existential position.
Unutulmuş Bir Dili Canlandırmak: Sekoyana’nın Kapıları’nda Doğa Okuryazarlığı, 2018
Şiirsel Taş’ın çocuk kitabı olarak yayımladığı Sekoyana’nın Kapıları (2017), küçük bir çocuğun bi... more Şiirsel Taş’ın çocuk kitabı olarak yayımladığı Sekoyana’nın Kapıları (2017), küçük bir çocuğun bilge bir kadından ağaçların, hayvanların, dağların, suyun yani insan dışı doğanın dilini öğrenme sürecini anlatır. Saçları ağarmak yerine yeşermiş Sekoyana dört kapısının her biri doğanın farklı anlamlarına açılan küçük, basit bir kulübede yaşamaktadır. Çocuk bu kulübede kaldığı kısa süre içinde doğayı dinlemeyi ve okumayı, insan dışı varlıkların onları dinlemesini bilenlerle konuşabildiğini, bu dilin duyu organlarının tümüyle, ama özellikle dokunmayla ilgili olduğu bilgisini edinecektir. İnsan ve insan olmayan doğanın arasına çekilen ayraçlar içinde günümüzde en yaygın olarak tartışılanı “dil”dir. Dile sahip olmak insanı tüm diğer canlıların en üstünde konumlandırmak için kaldıraç görevi görür. Oysa dilin yalnızca insana özgü olmadığı, insan dışı varlıkların da kendi aralarında çok karmaşık iletişim sistemleri kurduğu ve birbirlerinin varlıklarından, durumlarından haberdar oldukları, insanın üstünlüğü iddialarını önemli ölçüde zayıflatmıştır. Ayrıca insana ait dilin bir ayrıcalıktan çok, dış gerçekliğin üstünü örten bir hapishane olduğunun tartışılmaya başlanması, insanın avantajını dezavantaja çevirmiştir. Sembolik dile hapsolmuş insanın bu duvarları yıkabilmesinin anahtarı diğer varlıkların dilini (yeniden) öğrenmesi ve onları dinlemeye, okumaya çalışmasıdır. Serpil Opperman’ın madde-metin olarak adlandırdığı ve doğada canlı cansız her varlığın bedeninde, maddesinde barındırdığı öyküler, metinler, onları okumayı ya da dinlemeyi bilenlere kendilerine ilişkin bambaşka dünyaları sunarlar. Şiirsel Taş’ın kitabının hedef kitlesi olan çocuklar bu dili en çabuk öğrenebilen grubu oluşturur. Çünkü çocuklar, teknolojik oyuncakların ve kapitalist tüketim süreçlerinin ağlarına büyüklerden daha az dolanmış durumdadırlar. Doğadaki tüm varlıkların içkin bir değere sahip olduğu düşüncesine dayanan ekolojik adaleti tesis etmenin yolu ekolojik bilinç sahibi çocuklar yetiştirmekten geçer. Sekoya’nın Kapıları bu yolun tam da bu yolun başladığı noktaya açılmaktadır.
İzmir Felsefe Günleri (2017-2018) Bildiri Kitabı, 2018
Ütopya düşüncesi ilk yazınsal yapıtlardan ve kutsal metinlerden itibaren insanların ideal bir yaş... more Ütopya düşüncesi ilk yazınsal yapıtlardan ve kutsal metinlerden itibaren insanların ideal bir yaşam biçimi özlemlerinin ifadeleri olmuştur. Ütopyanın son on yıllara damgasını vuran ekol insanın doğa ile sürdürdüğü eşitsiz ilişki sonucu oluşan doğal yaşamın tahribatı nedeniyle insan ve insan-dışı doğa arasındaki ilişkilerin daha eşitlikçi modellerinin arandığı ve doğaya karşıt konumlandırılmayan alternatif kültürel ifadelerin olanaklarının sorgulandığı ekolojik ütopyalar, yani ekotopyalardır. Bu terimi ilk kullanan aynı adlı romanın yazarı Ernest Callenbach’tır. Callenbach’ın Ekotopya romanı geçmiş ütopik yapıtların odağına alınmayan insan-doğa hiyerarşisini sorgularken Altın Çağ ve onun referansı paleolitik döneme ait, bütünselci, baskısız ve özgür dünyanın çağımız koşullarında tekrar nasıl üretilebileceğinin bir örneğini vermektedir.
ECOTOPIA FROM SACRED TEXTS TO THE PRESENT
From the earliest known literary works and sacred texts, the idea of utopia reflects human nostalgia for an ideal way of life. Among the utopias that have marked the last decades are “ecotopias,” which, as a reaction to the destruction of nature due to the unequal and unbalanced relationship between its human and non-human participants, seek egalitarian models for the relationships between the two and alternative cultural expressions where culture is not located in opposition to nature. Ernest Callenbach, who entitled his 1975 novel “Ecotopia” is the first to coin the term. While interrogating the mostly marginalized human and non-human hierarchy in utopian works, Ecotopia provides an example for the possibilities of reproducing, under the conditions of our technological age, the holistic, unrepressed, and free world of the Golden Age and its referent Paleolithic age.
FOLIA LINGUISTICA ET LITTERARIA – ČASOPIS ZA NAUKU O JEZIKU I KNJIŽEVNOSTI (24), 2018
The quest that Kate Chopin’s heroine Edna Pontellier undertakes in The Awakening begins in the s... more The quest that Kate Chopin’s heroine Edna Pontellier undertakes in The Awakening begins in the summer she spends in Grand Isle in the sensuous atmosphere of the Creole society and her newly found self with Madame Ratignolle and Robert Lebrun. The former, whom Chopin calls mother-woman, embodies all the qualities of womanly beauty, virtue and motherly attachment. With her, Edna, an orphan who lost her mother at a very young age, awakens to an emptiness left by her mother’s loss, which she had formerly tried to repress. Although the novel has often been read from the perspective of sexual awakening, her awakening involves a deeper and archaic need for mother. Edna tries to satisfy her maternal yearnings first with Madame Ratignolle and then with Robert, who has to compete with her for priority in Edna’s life. Next to these flesh and blood substitutes for mother, there is the sea, astronger maternal force that murmurs to Edna in sonorous tones at the key points ofher gradual awakening. In the end, Edna answers the entreaty of the sea leaving behind not only her husband and children but also the two characters that had substituted for her mother. At the end Edna’s need for mother is seen to be a need for transcendence rather than a physical embodiment that can be found in the immanent world, and despite their competitive representations, both Madame Ratignolle and Robert Lebrun prove in the end to be digressions on her journey to her final destination, the sea.
Ayla Kutlu Edebiyatı: 1. Kadın Yazarlar Sempozyumu Bildiriler Kitabı, 2011
Doğa, Ayla Kutlu’nun pek çok yapıtında çok önemli bir yere sahiptir ancak Kadın Destanı, insan-do... more Doğa, Ayla Kutlu’nun pek çok yapıtında çok önemli bir yere sahiptir ancak Kadın Destanı, insan-doğa ilişkileri açısından yazarın en kökten duruşunu sergiler. Bu romanda Kutlu, uygarlığın en başına, Sümer’e yolculuk yapar ve Gılgameş adıyla bilinen ve aynı adlı kahramanın serüvenlerinin anlatıldığı destanı yeniden ve Gılgameş’in karşısında konumlanan bir kadının, Liyotani’nin, bakış açısından bir bakıma tersten yazar. Kültür ve doğa arasında süregelmekte olan karşıtlığa tarihte ilk uygarlık olarak kabul edilen Sümerlerde rastlarız. Gılgameş mecazi olarak insan eliyle oluşturulan kültürün vahşi doğayı alt etmesini anlatır; ancak doğayla birlikte uygarlığın çeperlerine itilen, doğurganlığı kendisine karşı bir silah haline getirilen kadındır. Bu çalışma, Kadın Destanı’nı, ataerkil düzenin inşasında doğa ve kadının dışlanmasının eşzamanlılığının bir anlatısı olarak irdelemek amacındadır. Doğa ve kadın, bütünlüklerinden koparılarak erkek kültür tarafından bir yararlanılacak bir “kaynak”a indirgenmekle kalmamış, kendilerine yabancılaştırılmışlardır. Bu değişim, tarih öncesi çağların bütünselci Magna Mater’inin tarım devrimi sonrasında şekillenen bereket simgesi Toprak Ana’ya evrilmesini anlatır. Bu süreçte doğa, hem epistemolojik, hem de—vahşi doğadan bahçeye ve tarlaya ve nihai olarak da kente doğru yolculuğunda—teleolojik anlamda nesne haline getirilirken kadın da bakire, cadı-büyücü ve anne olarak bölünür (Merchant, Earthcare 29). Anlatıcı Liyotani’nin Nippukir’e dönüşmesi, ataerkil yapı içinde kadının bu türden bölünmüş tanımlanmalarının göstergesidir. Romanda Liyotani’nin kendi öyküsünü anlatması, bu bölünmüşlükten bütünlüğe, binlerce yıldır süren sessizlikten dile, nesneden özneye doğru ilerlemesine işaret eder. Liyotani’nin öyküsüne eşlik eden doğa imgeleri; Kadın Destanı’nın yalnızca kadının değil, doğanın da “dile gelme”sinin, yalnızca Liyotani’nin değil, parçalanan doğanın da bütünlüğüne kavuşmasının, daha da ötesi, dil ve beden, kültür (insan) ve doğa gibi ayrımların da sona erdirilmesinin olabilirliğinin bir anlatısı olduğuna işaret etmektedir.
Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2014
This paper aims at looking into the concept of play and its manifestations in language and art in... more This paper aims at looking into the concept of play and its manifestations in language and art in Margaret Atwood’s dystopian novel The Handmaid’s Tale by utilizing the theories of Johan Huizinga, who, in his study Homo Ludens , argues that civilization itself is an outgrowth of play. By examining the ways play subverts oppressive strategies, it offers a larger view of the disarming and overpowering potential of the ingenious and humorous usage of language and exercise of art as extensions of play. The Handmaid’s Tale is narrated by a woman whose function is reduced to the reproductive capacity of her body. Every individual in this society has their assigned places and roles, and any deviation from them is punishable by no less than death. For the authorities of the Republic of Gilead committed themselves to return to a biblically ordained order in which the minimum suffices and there is no place for any forms of excess. However, as Atwood demonstrates, life reduced to biological necessities alone goes against life itself. For that reason, Gileadean regime inadvertently gives rise to subversive acts not only from the oppressed but from the oppressors themselves. Under such severe oppression, subversion assumes a shape that at first sight appears harmless: the human propensity for play. As opposed to the stipulated order in Gilead in which everything is defined by function, play is based on excess, a surplus of need and necessity. Moreover, based on the voluntary participation of all participants, it is an equalizing arena in which one player can only be defeated by a more ingenious one. Therefore, in this paper play will be examined as a platform on which socially-constructed categories based on power structures are fundamentally rejected.
Arundhati Roy’un Küçük Şeylerin Tanrısı adlı romanı egemenlik ilişkilerinin her türüne karşı radi... more Arundhati Roy’un Küçük Şeylerin Tanrısı adlı romanı egemenlik ilişkilerinin her türüne karşı radikal bir tavır sergiler. Her türden hiyerarşik yapılanmanın sınırlarını sorgulayarak tersyüz eden romanda; kast, sınıf, cinsiyet rolleri ve ırk hiyerarşisine kaynaklık eden sınırlara karşılık Roy, resmettiği sınır tanımaz karakterlerle, kronolojik anlatıya aykırı anlatı stratejisiyle ve sömürgecinin dili olan İngilizceyi norm dışı kullanmasıyla farklı bir alternatifi gündeme getirir. Her türlü ayrımın ortadan kalktığı bu yeni varoluş algısında, yalnızca insanlar arasındaki değil, insanla doğa arasındaki sınırlar da kaybolur. Roy büyük anlatılarda ses ve söz verilmeyen ezilenlerin dili olmayı hedefler bu romanda. Dünyayı insan dünyasının ezilenleri olan alt kastların, kadının, çocuğun gözünden görmekle kalmaz, dili olmayan doğanın da sesini duymaya çağırır okurunu. Bu makale, Küçük Şeylerin Tanrısı’nı; doğanın, ezilenler alanının en altındaki öğesi olduğunu, doğayla kadının ezilmelerinin eşzamanlılığını ve paralelliğini ve insanın doğaya tahakkümünün diğer tüm tahakküm biçimlerinin kaynağı olduğunu vurgulayan ekofeminist bir bakış açısıyla irdeleyerek, bunları romandaki izdüşüm ve örnekleriyle tartışmak amacını taşımaktadır
Uploads
Çocuk bu kulübede kaldığı kısa süre içinde doğayı dinlemeyi ve okumayı, insan dışı varlıkların onları dinlemesini bilenlerle konuşabildiğini, bu dilin duyu organlarının tümüyle, ama özellikle dokunmayla ilgili olduğu bilgisini edinecektir. İnsan ve insan olmayan doğanın arasına çekilen ayraçlar içinde günümüzde en yaygın olarak tartışılanı “dil”dir. Dile sahip olmak insanı tüm diğer canlıların en üstünde konumlandırmak için kaldıraç görevi görür.
Oysa dilin yalnızca insana özgü olmadığı, insan dışı varlıkların da kendi aralarında çok karmaşık iletişim sistemleri kurduğu ve birbirlerinin varlıklarından, durumlarından haberdar oldukları, insanın üstünlüğü iddialarını önemli ölçüde zayıflatmıştır. Ayrıca insana ait dilin bir ayrıcalıktan çok, dış gerçekliğin üstünü örten bir hapishane olduğunun tartışılmaya başlanması, insanın avantajını dezavantaja çevirmiştir. Sembolik dile hapsolmuş insanın bu duvarları yıkabilmesinin anahtarı diğer varlıkların dilini (yeniden) öğrenmesi ve onları dinlemeye, okumaya çalışmasıdır. Serpil Opperman’ın madde-metin olarak adlandırdığı ve doğada canlı cansız her varlığın bedeninde, maddesinde barındırdığı öyküler, metinler, onları okumayı ya da dinlemeyi bilenlere kendilerine ilişkin bambaşka dünyaları sunarlar. Şiirsel Taş’ın kitabının hedef kitlesi olan çocuklar bu dili en çabuk öğrenebilen grubu oluşturur. Çünkü çocuklar, teknolojik oyuncakların ve kapitalist tüketim süreçlerinin ağlarına büyüklerden daha az dolanmış durumdadırlar. Doğadaki tüm varlıkların içkin bir değere sahip olduğu düşüncesine dayanan ekolojik adaleti tesis etmenin yolu ekolojik bilinç sahibi çocuklar yetiştirmekten geçer. Sekoya’nın Kapıları bu yolun tam da bu yolun başladığı noktaya açılmaktadır.
ECOTOPIA FROM SACRED TEXTS TO THE PRESENT
From the earliest known literary works and sacred texts, the idea of utopia reflects human nostalgia for an ideal way of life. Among the utopias that have marked the last decades are “ecotopias,” which, as a reaction to the destruction of nature due to the unequal and unbalanced relationship between its human and non-human participants, seek egalitarian models for the relationships between the two and alternative cultural expressions where culture is not located in opposition to nature. Ernest Callenbach, who entitled his 1975 novel “Ecotopia” is the first to coin the term. While interrogating the mostly marginalized human and non-human hierarchy in utopian works, Ecotopia provides an example for the possibilities of reproducing, under the conditions of our technological age, the holistic, unrepressed, and free world of the Golden Age and its referent Paleolithic age.
Çocuk bu kulübede kaldığı kısa süre içinde doğayı dinlemeyi ve okumayı, insan dışı varlıkların onları dinlemesini bilenlerle konuşabildiğini, bu dilin duyu organlarının tümüyle, ama özellikle dokunmayla ilgili olduğu bilgisini edinecektir. İnsan ve insan olmayan doğanın arasına çekilen ayraçlar içinde günümüzde en yaygın olarak tartışılanı “dil”dir. Dile sahip olmak insanı tüm diğer canlıların en üstünde konumlandırmak için kaldıraç görevi görür.
Oysa dilin yalnızca insana özgü olmadığı, insan dışı varlıkların da kendi aralarında çok karmaşık iletişim sistemleri kurduğu ve birbirlerinin varlıklarından, durumlarından haberdar oldukları, insanın üstünlüğü iddialarını önemli ölçüde zayıflatmıştır. Ayrıca insana ait dilin bir ayrıcalıktan çok, dış gerçekliğin üstünü örten bir hapishane olduğunun tartışılmaya başlanması, insanın avantajını dezavantaja çevirmiştir. Sembolik dile hapsolmuş insanın bu duvarları yıkabilmesinin anahtarı diğer varlıkların dilini (yeniden) öğrenmesi ve onları dinlemeye, okumaya çalışmasıdır. Serpil Opperman’ın madde-metin olarak adlandırdığı ve doğada canlı cansız her varlığın bedeninde, maddesinde barındırdığı öyküler, metinler, onları okumayı ya da dinlemeyi bilenlere kendilerine ilişkin bambaşka dünyaları sunarlar. Şiirsel Taş’ın kitabının hedef kitlesi olan çocuklar bu dili en çabuk öğrenebilen grubu oluşturur. Çünkü çocuklar, teknolojik oyuncakların ve kapitalist tüketim süreçlerinin ağlarına büyüklerden daha az dolanmış durumdadırlar. Doğadaki tüm varlıkların içkin bir değere sahip olduğu düşüncesine dayanan ekolojik adaleti tesis etmenin yolu ekolojik bilinç sahibi çocuklar yetiştirmekten geçer. Sekoya’nın Kapıları bu yolun tam da bu yolun başladığı noktaya açılmaktadır.
ECOTOPIA FROM SACRED TEXTS TO THE PRESENT
From the earliest known literary works and sacred texts, the idea of utopia reflects human nostalgia for an ideal way of life. Among the utopias that have marked the last decades are “ecotopias,” which, as a reaction to the destruction of nature due to the unequal and unbalanced relationship between its human and non-human participants, seek egalitarian models for the relationships between the two and alternative cultural expressions where culture is not located in opposition to nature. Ernest Callenbach, who entitled his 1975 novel “Ecotopia” is the first to coin the term. While interrogating the mostly marginalized human and non-human hierarchy in utopian works, Ecotopia provides an example for the possibilities of reproducing, under the conditions of our technological age, the holistic, unrepressed, and free world of the Golden Age and its referent Paleolithic age.